“Neye yaklaşsam sonu uzaklık ve kırgınlık Anla ki yok Allah’tan başkasıyla yakınlık”
Sessiz kelimelerle kalbine, “Beni daha fazla rezil etme ey günahkâr kalbim!” diye sakinleşmesi için fısıldayıp dil döküyordu. Kalbine bir türlü söz geçiremiyordu. Asileşmiş bir kalbe söz geçirmek neredeyse imkânsız gibiydi. Çok çaresiz kalmıştı. Az önce Rabbi için akıttığı gözyaşlarını şimdi de içinde bulunduğu çaresizlikten dolayı döküyordu.
Artık Halit’in, yüreğinde açtığı yaranın sıradan bir yara olmadığının farkına varmıştı. Bu yara öyle beklemekle geçecek bir şey değildi. Tedavi edilmesi şarttı. Sürekli kan kaybetmeye başlamıştı. Bu yarada kötü olan irin veya her hangi bir hastalık yoktu. Bu yaradaki tek hastalık Halit’in var oluşuydu. Bu öyle bir yaraydı ki bunun tedavisi için henüz bir ilaç bulunmamıştı. Bu yaranın illeti de tabibi de aynı kişiydi.
Söz konusu Rabbi olunca Halit’i bir kenara bırakabildiği için diğer vakitlerde rahat bir şekilde Halit’le ilgili hayaller kurabiliyordu. Halit onun için dünyanın en güzel süsüydü. Ama asıl olan ahiretti. Ahiret hayatı ise Rabbe yakın olmakla elde edilebilirdi. Bu şuur ve bilinçle ibadetlerini eda ediyordu. Allah’ı anımsatan ve O’nu düşündüren şeyleri seviyordu. En çok da şiirleri seviyordu. Abdürrahim Karakoç’un adeta kendisini tasvir eden bir şiirine meftundu. Şiiri tane tane okudu; meltemli havada bırakılan bir gül yaprağı gibi:
“Tevhid uğrunda mücadele verenleri, evvelki ümmetleri, en başta Peygamberleri ve onların izleyicileri olan kahramanları düşünün… İslam’ın, hak davanın, insanlığın ve tarihin onların omuzları üzerinde yükseldiğini göreceksiniz…
Ayten kapının ağzında Halit’e bakmaya doyamıyordu. Nutku tutulmuş gibi öylece kala kalmıştı. Bakışlarını Halit’ten ayırmadan ona odaklanmıştı. Ayten’in bu durumundan endişelenmeye başlayan Halit’in yardımına Melek yetişti. Mutfakta seslendiği halde kızının ses vermemesi üzere kapıya çıkmıştı annesi. Kapıda duran Halit’i görünce sevinmişti. Halit’in hal hatırını sorduğunda Ayten kendine gelmeye başladı. Neden kapı önünde olduğunu düşündü. Sonra hiçbir şey söylemeden annesini ve Halit’i baş başa bırakıp içeriye koştu. Odasına girip kapısını kapattıktan sonra gözyaşlarını salıverdi. Az önce yaşadıklarından çok utanmıştı. Halit’e karşı hissettiği şey yüzünden içine düştüğü durumdan dolayı yine pişman olup, Allah’tan kendisini kurtarmasını isteyip yalvardı.
“Yıldız sürülerinin çobanları da olsa olsa yalnızlığı seçip inzivaya çekilen ve orada öylece ağlayıp duran âşıklar olsa gerek. Onlar gecelerin bitmez tükenmez uzunluğunda yıldızları sayıp yıldız yıldız gözyaşı dökerler. Âşıkların göz kapaklarıdır ki bulutlara bu konuda ders verirler,” dedi biraz da utanarak.
Mârifetullaha ulaşan biri artık hiçbir zaman kendisini yalnız hissetmezdi. Allah’ı görüyormuş gibi O’nu her zaman yanında hissederdi. Bu his ona huzur verirdi. Her zaman yanı başında kendisini gözeten Rabbinden haberdar olmanın rahatlığını yaşardı. “Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadıklarını da biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” ayetinde Allah’ın bildirdiği gibi O’nu çok yakınında hissederdi. Dünyada meydana gelen hiçbir hadiseden dolayı korkmazdı. Bunları görüp gözeten mutlak bir gücün olduğunu bilirdi. Ve O’nun kontrolü dışında hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceğini çok iyi bildiği için endişeye kapılmazdı.