41.84
  
48.67
  
0.00
  
97.47

Ayten-1. Bölüm

Ayten-1. Bölüm

  1. BÖLÜM

Okullar açılalı nerdeyse üç hafta olmuştu. Ekim ayının rahatsız etmeyen, terletmeyen, güzel havası insanın içini ısıtıyordu… Güzel havaların insan psikolojisi üzerinde olumlu etkileri olduğu bir gerçek, ancak bu gerçek her zaman geçerli değildi.  Çünkü her İnsanın hayat sahasında karşısına çıkan değişik dert ve sıkıntıları olabiliyordu. Dertler, kederler ve çileler her ne kadar farklı da olsa çekilen ıstıraplar hep benzer oluyordu…

Ayten okul sezonu açıldığından bu yana içinde sürekli bir iç huzursuzluk yaşıyordu. Bu rahatsızlığı canını sıkmaya başlamıştı. İçinde sıcak havadan daha bunaltıcı bir sıkıntı hissediyordu. Bunun nedeni mekân olamazdı. Çünkü okul her zaman ki okuluydu. Her şey geçen yıl bıraktıkları gibi yerli yerindeydi. Buna rağmen yüreğinde bir şeylerin eksikliğini, yokluğunu hissediyordu.

İki bloktan oluşan okulun dış cephesinin sıvası biraz daha dökülmüştü. Solmuş olan dış cephe boyasının yanı sıra birkaç sınıfın penceresi de kırılmıştı. Okulun geniş olan bahçesi bomboştu, değişen tek şey bahçenin karolarla kaplanmış olmasıydı. Okul sıraları yine aynıydı. Üç kişilik sıralarda oturmaya devam ediliyorlardı. Geçen yıllarda öğrencilerin sıralar üzerine yazdıkları yazılar olduğu gibi duruyordu. 

Ayten’in eksikliğini hissettiği şeyler buna benzer şeyler değildi. Ondaki sıkıntı farklı bir şeydi. Henüz sebebini bilmediği, çözemediği bir şeyin eksikliğini yaşıyordu. Bu senenin geçen yıllara nazaran daha sıkıcı geçeceğini hissetmiş gibiydi. Bunun nedeni, belki de kendisine bile itiraf etmekten korktuğu birisinin yokluğuydu.  

Ayten bu sene lise üçüncü sınıfa başlamıştı. Ortaokuldan beri birlikte olduğu yakın arkadaşları Şule ve Kübra’yla birlikteydi. Okula gelen öğrencilerin birçoğunun siması ona tanıdık geliyordu. Yüreğinde hissettiği boşluğa sebep olan her neyse onu bulmak için çabalıyordu. Aslında o da bunun bir umutsuz çaba olduğunu biliyordu buna rağmen hüzünlü gözlerle etrafına bakınıp duruyordu. 

Aradığını bulamayınca da can sıkıntısı daha da artıyordu

Duyduğu üzüntü ve acıdan karnı ağrımaya başlamıştı. İçinde onu tırmalayan bir şeyler vardı. Midesi kasılıyordu. Ağlamak istediği halde ağlayamıyordu. Avazı çıktığı kadar bağırmak geliyordu içinden. Bunu istese de yapamayacağını biliyordu.

Çaresiz ve bitkin düşmüştü. İçindeki boşluğu dolduracak eksikliği gidermek ve rahatlamak için yeni bir umutla tekrar etrafına bakınıyor, ama her seferinde gözleri kendisine yorgun ve çaresiz olarak geri dönüyordu.

Her ne kadar kendisine söylemekten çekinse de mide kasılmalarına sebep olan şeyin ne olduğunu aslında biliyordu. O’nu arıyordu. Görmek istediği tek kişi oydu. Korktuğu, kaçındığı şeyin başına gelmesinden endişe ediyordu. Yaşadığı şeyleri inkâr ediyordu. Onu düşünmediğini fısıldasa da kalp atışları hiç de öyle demiyordu.

Ayten kendisiyle mücadele ediyordu. İç sıkıntısının sebebini bildiği halde başka bir neden bulmak istiyordu. Kalp atışlarının aksine içini kemiren boşluğu dolduracak farklı bir şey bulmak için etrafına bakınmaya devam etti. Bu eksikliği, hissettiği boşluğu okulun fiziki yapısında bulmayı çok istiyordu. Öyle bir şey gerçek olsaydı sevinecek miydi? Düşünmekten dahi korktuğu şeyle yüzleşmekten kurtulacak mıydı?

Okulun yapısında ne bulmayı umduğunu o da bilmiyordu. Yıkılmaya yüz tutmuş olan okulun dış cephesi ona adeta kalbini göstermişti. Kalbi şu anda yıkılmak üzereydi. Üzerindeki masumiyet kabuklarını atmaya çalışan yüreğini yansıtmıştı dökülen sıvalar. Belki de örtmeye, üzerini kapatmaya çalıştığı şeyin ortaya çıkması için bilinçli bir çabaydı bu. Özgür bırakmak istiyordu esir tuttuğu duygularını. Dile getirmekten çekindiği hislerini.

Kalbinin hissettiği şeyi aklından dahi saklamaya çalışıyordu. Sanki dile getirmese, aklı bu hakikati bilmeyecekti.  Bu yüzden olsa gerek, yüreğinde hissettiği bu eksikliğin sebebini başka şeylerde arayıp kendisini kandırmaya devam ediyordu. Bugüne kadar yaptığı ve işe yarar bulduğu şey de artık işe yaramıyordu. Duygularının, aklını esir almaması için çırpınıyordu. Ancak kalbi, saklı tuttuğu şeyi ortaya çıkarmaya kararlıydı.  

Bu üç arkadaş her zaman birlikteydiler. İyi anlaşıyorlardı.  Ortaokuldan beri hiç ayrılmamışlardı. Aralarında çok güzel bir dostluk oluşmuştu. Dostlukları onları sırdaş yapmıştı. Öyle ki birbirlerinin en gizli sırlarına dahi vakıf olmuşlardı. En azından; “Bizim aramızda sır yok,” diyebilecek kadar yakın olduklarını iddia edebilirlerdi.

Üç kız arkadaş boş olan dersi fırsat bilerek okul kantinine gitmeye karar verdiler. Bu saatlerde boş olan okul kantininde her zamanki yerlerine geçip oturdular. Ayten yine durgundu. Okul kantininin boş olması ona yüreğindeki boşluğu hatırlatmıştı. Bu kantinde çok güzel anıları vardı. Onlardan bazılarını anımsadı.

 Halit’le sık sık karşılaştıkları bu yerde şimdi ondan geriye kalan sadece anılardı. Halit’in olmadığı bir okul artık çekici gelmiyordu ona. Halit’in varlığına o kadar alışmıştı ki çok sevdiği okulu bile artık eskisi gibi ona cazip gelmiyordu. Okulu güzelleştiren şeyin Halit olduğuna o da inanmak istemiyordu ama gerçek buydu. Yeni yeni bunun farkına vardığı için o da şaşkın bir haldeydi. Meğer Halit’e ne çok bağlanmış da haberi yokmuş diye derinlere dalmıştı…

 Halit’in yokluğu, yüreğindeki hisleri ortaya çıkarmıştı. Ama Ayten bu hisleri kabullenmekte zorlanıyordu. Zordan da öte imkânsız görüyordu. Çünkü o güne kadar Halit’e farklı bir gözle baktığını hatırlamıyordu. Evet, Halit’e saygı duyuyor ve kişiliğini takdir ediyordu. Ama ona karşı hissettiği duyguların kendisini bu denli bağlayacak türden olacağını aklına getirmemişti.

İlkokuldan beri komşuları olan Halit ile aynı okulda okumaları nedeniyle Ayten hiçbir zaman kendisini yalnız hissetmemişti. Halit’i her zaman kendisini kollayan gizli kahramanı olarak bilmek ona güven ve huzur veriyordu. Onun sayesinde özellikle de erkekler tarafından rahatsız edilmiyordu. Yakından tanımayanlar onu Ayten’in abisi olduğunu sanırdı.

Halit için de Ayten bir kız kardeşten farklı bir şey değildi. Ayten, çok sevdiği komşuları Ahmet abinin kız kardeşiydi.  Okul yıllarında Ayten’in yanında olan tek kişiydi denilse, mübalağa sayılmazdı. Ama artık Halit yoktu. Birlikte okudukları okuldan mezun olmuş, kazanması halinde Üniversite’ye devam edecekti. İki arkadaşın yolları yıllar sonra ilk kez ayrılıyordu. Bu ayrılığa alışamayan tek kişi ise Ayten’di.

 Boş olan kantine girdiklerinde Kübra çay almak için onlardan ayrıldı. Ayten ve Şule ise dışarıya bakan cam kenarındaki masaya geçip oturmuşlardı. Şule cebinden kâğıt mendil çıkarıp kirli olan masayı silmeye başladı. Masayı sildiği mendil kir içinde kalmıştı. Ayten’e gösterip, “Görüyor musun ne kadar kirli,” dedi.

Ayten mendilin üzerindeki kire bakıp kafasıyla Şule’yi tasdik edercesine, “Evet gördüm,” demekle yetindi.

Ayten masaya oturduğundan beri dalgındı. Pencere kenarındaki sandalyede dışarıyı seyrediyordu. Kübra elinde tuttuğu üç çayla arkadaşlarına katıldığında, Ayten’i yine gözlerini dışarıya çevirip dalmış olarak buldu. Birkaç kez Ayten’e seslenmesine rağmen Ayten bir tepki vermedi. Son günlerde sık sık dalan Ayten’in bu durumuna bir anlam veremeyen arkadaşları Ayten’deki bu değişikliği anlamak için çok uğraştıkları halde ondan bir şey öğrenememişlerdi.

Ayten’in kendilerinden bir şey sakladığını düşünseler de onu üzmemek adına üzerine fazla gitmeyi doğru bulmuyorlardı. Zamanı gelince onu böyle düşündüren şeyi kendisi anlatır diye umuyorlardı. Ayten’i tanıyorlardı. Onun ketum biri olmadığını çok iyi biliyorlardı. Özellikle de kendilerine hiçbir şeyi gizlemeyeceğinden emindiler.

Bazen evde yaşanan kimi üzücü olayları bile arkadaşlarına anlatmakta bir sakınca görmezdi. Onlarla dertleşmek, sorunlarını onlarla paylaşmak onu rahatlatıyordu. Dertleşmek kendisini daha rahat hissetmesini sağlıyordu. Bu durum diğer kızlar için de geçerliydi. Bu yüzden olsa gerek arkadaşları Ayten’deki bu duruma şaşırsalar da üzerine gidip onu sıkboğaz etmekten kaçınıyorlardı.

Ayten sevdiği ve güvendiği bu sırdaşlarına yüreğindeki boşluğu henüz açmaya hazır hissetmiyordu kendisini. Çünkü hala kendisi bile bunu kabullenmek istemiyordu.

Ayten için Halit’i tarif etmek imkânsızdı. Ondan nasıl söz edeceğini bilemiyordu. Aralarındaki mesafeyi her zaman korumuşlardı. Sohbetleri bile belli bir çerçevedeydi. Laubalilikten uzak, ciddi ve mesafeliydi. Birbirlerine fazla sokulmaktan kaçınıyorlardı. Edep ve hayâları koruyorlardı. Halit iyi bir arkadaş olmanın yanı sıra güvenilir limanı olmuştu onun.  Onunla birlikte okula yürümek ve eve gelmek kadar güzel bir şeyin olmadığını yeni yeni fark ediyordu Ayten.

Onlar asıl konuşmalarını konuşarak değil belki de beden diliyle sohbet etmişlerdi.  Her ne kadar tuhaf olsa da onlar için gayet normal bir şeydi. Onların konuşmaya ve sohbete ihtiyaçları yoktu. Her gün gördüğü birisinin yüzündeki o ışıltı ve parıltı onun gününü aydınlatmaya yetiyordu.

Ayten buna ilk zamanlarda dostluk nazarıyla oluşan bir muhabbet gözüyle bakıyordu. Olması gereken de bundan başka bir şey değildi. Çünkü yabancı bir genç kız ile delikanlının arkadaşlık adı altında bir araya gelip sohbet etmesi normal bir davranış değildi. Bu ne İslamiydi ne de örf ve âdete uygundu. Kızlar hayâ timsali oldukları gibi erkeklerin de namahrem olan kızlarla arkadaşlık kurmaktan sakınan şahsiyetli kişiler olmaları gerekiyordu.

Halit, yıllarca birlikte okula gittiği Ayten’e hiçbir zaman yan gözle bakmadı. Onu incitecek söz ve bakışlardan her zaman kaçındı. Belki de bu yüzden hiçbir zaman onunla uzun sohbet etmek istemedi. Sohbetler tehlikeliydi. Masum gibi görünen konuşmalarda sarf edilen sözler ve kelimeler farkında olmadan karşıdaki muhatabın kalbine dokunur da bunun farkına bile varılmayabilir. Halit bu edepli davranışını, örfteki yabancı bir kızla konuşulmayacağını bildiğinden yapıyordu. Aynı durum Ayten içinde geçerliydi.

Yıllarca birlikte okul yolunu arşınladıkları halde konuştukları birkaç kelime dışında uzun sohbetleri hiç olmamıştı. Bu Ayten’e yetiyordu. Konuşmak veya sohbet bahaneydi. Asıl olan onu görmek ve ışıldayan gözlerine bakıp sevinç duymaktı.  Bunları böyle algılayıp hisseden sadece Ayten’di. Halit’in, Ayten hakkında ne düşündüğünü bilen yoktu. Onu gördüğü zaman hiç heyecanlanmazdı. Yüzünün şekli dahi değişmezdi. Ayten bunu anlamak için onunla buluştukları her seferinde yüzüne bakıp bir şey anlamaya çalışırken bunu fark etmişti.

Şimdi bu arkadaşının yokluğu canını sıkıyordu. Daha önce Halit’ten hiç bu kadar ayrı kaldığını hatırlamıyordu. Hafta sonları bile onu mahallede görebiliyordu. Hayatının her karesinde Halit vardı. Oysa şimdi hayatının tüm karelerini dolduran; yüreğini işgal eden Halit’ten eser yoktu. Lisenin son yılı Üniversiteye hazırlık yapılan bu heyecan dolu yılda artık Halit’in sesini bile duymaz olmuştu. Kalbini hüzne boğan, onu düşüncelere daldıran bu yokluktu işte...

Kübra, getirdiği çayı Ayten’in önüne bıraktığı halde Ayten istifini bozmadan dışarıyı seyretmeye devam ediyordu. İki arkadaş, Ayten’e seslendilerse de Ayten o kadar dalmıştı ki onları duyacak durumda değildi. Gözleri dışarıda bir şeye bakar gibiydi. O an daha hayret verici olan bir durum yaşandı. Ayten bir yandan dışarıya bakarken bir yandan da tebessüm ediyordu. Sanki dışarda tanıdığı, sevdiği birini görmüş gibi tebessüm ediyordu. Arkadaşları Ayten’in nereye baktığını merak edip dışarıya baktılar. Okulun bahçesinde hiç kimseler yoktu. Oysa Ayten tebessüm etmeye devam ediyordu. İki arkadaş, Ayten’in bu durumundan endişe etmeye başladılar. Ayten ise gözlerini okul bahçesinden alamıyordu. Çünkü onun gördüğünü arkadaşları göremiyorlardı.

Şule hayretini ifade eden bir ses tonuyla; “Neye bakıyorsun Allah aşkına, bize de söyle biz de neye baktığını bilelim, dedi.

Ayten, Şule’ye bakıp tebessüm etti. Tatlı yumuşak sesiyle birazcık da alayvari bir edayla; “Hiiiç!” diyerek karşılık verdi.

Kübra, Ayten’in verdiği cevaba biraz kızmış olsa da bunu belli ettirmemeye çalıştı. Ayten’in yüz mimiklerinden bir şeyler gizlediğini anlamıştı. Ayten’in ne gizlediğini öğrenmek için; “Ne demek hiiiç! Oturduğundan beri dışarıyı gözlüyorsun. Gelen çayın bile farkında değilsin, Allah aşkına bizden ne gizliyorsun, diye sitemde bulundu.

Ayten, Kübra’nın getirdiği çaydan bir yudum alıp arkadaşlarına tebessüm etmeye devam etti. O anda gözleri yine dışarıya kaydı.

Ayten, o an okulun bahçe kapısından giren Halit’i görüyordu. Arkadaşlarıyla sohbet eden ve gülümseyen güzel yüzüyle etrafına güven veren Halit’i görmenin sevinci yüzünden okunuyordu. Yüzünün şekli değişmişti. Yüreğindeki sıkıntının birden ortadan kaybolduğunu hissetti. Yitirdiğini bulmuş olmanın sevinciyle tebessüm etmeye devam ediyordu. Halit’i düşünmek hiç bu kadar çekici gelmemişti Ayten’e.

Ayten o an gördüklerini arkadaşlarına gösteremezdi. Gördüklerini onlara anlatmak isterdi, ama bunu nasıl anlatabilirdi? Kendisinin gördüğü şeyi belli ki arkadaşları göremiyorlardı. Onların görmedikleri bir şeyi göstermek nasıl olurdu bilmiyordu.

Henüz kendisi bile bunun ne olduğundan tam olarak emin değildi. Daha önce hiç başına gelmemiş bir durumu yaşıyordu. Adını bir türlü koyamadığı bir durumla karşı karşıyaydı. Bu duruma sevinsin mi yoksa üzülsün mü, bilemedi. Halit’i gerçekten mi görüyordu yoksa düş mü kuruyordu? Eminde değildi. Düş dese düş değildi. Halit’in yeniden okula geldiğini düşünse de pek mantıklı gelmedi.

Geçen yıl ve ondan önceki yıllarda olduğu gibi Halit’in hastalanıp okula gelmediği zamanlarda da onun okulda olduğunu hayal ederdi. Kurduğu hayal onu gerçek hayattan koparmaya yetiyordu.

Hayal dahi olsa Halit’in varlığına bu kadar sevineceğini o bile tahmin etmemişti. Halit’in varlığı ne kadar sevindirici idiyse, yokluğu da bir o kadar acı vericiydi. Onu görememek, Ayten’e tarifi imkânsız bir şeyler yaşatıyordu. Bu, acı mıydı yoksa hüzün mü? Yoksa kaybedilen bir dostun yokluğunda hissedilen keder mi?

Her ne kadar itiraf etmekten utansa da Halit’e bağlandığı kesindi. Yoksa bu hep korkup kendisinden uzak durmaya çalıştığı şey miydi? “Hayır, bu olamaz,” dedi içinden. “Halit’e karşı hissettiğim şey aşk olamaz. Bu mümkün değil,” derken bile bunun aslında mümkün olduğunu biliyordu. Çünkü bunun neden mümkün olmadığını açıklayamıyordu. Belki de aşkı kendisine yakıştıramıyordu. O inançlı bir genç kızdı. Onun aşkla işi olmazdı. En azından gençlik yıllarında böyle bir şey olmasını beklemiyordu. Bu türden duygulara kalbi de aklı da kapalıydı. Annesi onu her zaman iffetli bir kız olarak yetiştirmişti. Hiçbir zaman harama tevessül etmemişti. Aşkla ilgili konuları dahi konuşmaktan hayâ ederdi.  Bu yaşına kadar hiçbir erkeğe ilgi duymamış ve onlara karşı her zaman mesafeli olmuştu. Bunlara Halit de dâhildi. Aklının kendisine oyunlar oynadığını ve şeytanın vesvese verdiğini düşündü.  

Kübra daha fazla dayanamayıp Ayten’e; “Eğer yalnız kalmak istiyorsan söyle seni kendi haline bırakıp kalkıp gidelim,” diye seslendi. Ayten onu duyamayacak kadar kendisini hayal dünyasına kaptırmıştı. Bu dünyayla ilişiğini kesmiş, başka bir dünyada Halit’le eskisi gibi oldukları anı yaşıyordu.

Zihninin kendisine Halit’le ilgili oyunlar oynadığını düşünemeyecek kadar yaşadıklarının gerçek olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden yaşadığı anın farkında değildi. O kadar derin dalmıştı ki bu âlemde değilmiş gibi bir hali vardı. Başka âlemlerde gezmeye, seyrana başlamıştı. Nefsi, yaşadığı andan aldığı zevk ile mutluluğu doyasıya tadıyordu. Belli ki yaşadığı mutluluğun kaybolmaması için gördüklerinin gerçek olduğuna kendisini inandırmaya çalışıyordu. Halit’in varlığı ve yokluğu nedeniyle hissettiklerine, kalbinin sevinç ve huzuruna verecek mantıklı bir cevap arıyordu. Aşk ve sevgi dışında tüm çabası boşunaydı. Onları da Ayten kabul etmiyordu. Ayten aciz kaldıkça nefsi ona vesvese vermeye devam ediyordu.

Kübra, Ayten’i dürterek; “Sen kendinde misin? Ne oluyor sana? Nedir bu halin anlatmayacak mısın?” diye ciddi ciddi sormaya başladı.

Ayten dürtülmenin etkisiyle kendine gelip kızgın bir şekilde Kübra’ya dönüp; “Ne oluyor size! niye beni rahat bırakmıyorsunuz? Ne istiyorsunuz?” Diye ağlamaklı bir ses tonuyla sitem etti.

 Aslında Kübra’ya sitem etmesinin nedeni onu dürtmesi değildi. Hayallerinden onu çekip aldığı için ona kızmıştı. Kim bilir belki de Halit’le arasına girdiği içindi kızgınlığı. Tabi bunu onlara söyleyemezdi. Nefsine aldanıp böylesine bir hayal dünyasına girdiği için suçluluk duyuyordu. Asıl suçluluğu ve pişmanlığı ise nefsine mağlup olup olmayacak bir hayal âleminde kurduğu ve gördüğü düşlerdi. Suçluluk hissi sinirlerini germişti. 

Şule ve Kübra, Ayten’i bu kadar agresif görmeye alışkın olmadıklarından Kübra; “Okul açıldığından beri sende bir şeyler var. Sürekli dalıp gidiyorsun. Hayırdır bizim bilmediğimiz ne var?” Diye sordu.

Ayten, Kübra’ya haksız yere sitem ettiği için pişman olmuştu.  Gönlünü almak için ondan özür diledi. Ne söylediğinin farkında olmadığını söyleyip kendisini affetmesi için adeta yalvardı. Ayten son zamanlarda yaptığı gibi arkadaşının bu sorusunu da geçiştirmek için; “Yok, bir şey,” diyerek cevap verdi.

Oysa bir sorunu olduğu çok açıktı. Dalıp dalıp gitmesinden de Ayten’in bir sıkıntısının olduğu anlaşılıyordu. Bugüne kadar arkadaşlarına anlatmadığı bir sıkıntısı olması arkadaşlarını endişelendiriyordu.  Her ne kadar Ayten, “Yok bir şey,” dese de gözleri onu ele veriyordu. Yanakları utancından al al olmuştu. Hiç olmadığı kadar dalgındı.  Ama arkadaşları ona ne olduğunu bir türlü anlayamıyorlardı. Oysa birbirlerinin her türlü sırlarını bildiklerini iddia ederlerdi. Bildikleri kadarıyla hiç birinin öyle dalıp gitmesini gerektirecek bir sıkıntısı yoktu. 

Kübra ve Şule, Ayten’e neler olduğunu öğrenmek istediklerinden onu tekrar sıkıştırdılar. Üzerine gidip kendilerinden ne sakladığını öğrenmek için uğraştılar. Daha öncede birkaç kez denedikleri bu yöntemden bir şey beklemedikleri halde şanslarını denemek istediler. Onu çok sıkıştırmalarına daha fazla dayanamayan Ayten, onlara içinden geçenleri anlatamadığından; “Geleceği düşünüyorum,” diyerek endişelerini gidermeye çalıştı. Ayten’in bu sözleri arkadaşlarını tatmin etmeye yetmedi.

Şule; “Geleceğin neyini düşünüyorsun? Evlenip çoluk çocuğa karışma hayalleri mi kuruyorsun?” diye söylediğine inanmadıklarını göstermek için söylediği bu söze Ayten ve Kübra, gülerek karşılık verdiler. Üç arkadaş henüz evlenip çoluk çocuğa karışmak için kendilerini çok genç görüyorlardı.

Ayten; “Okuldan sonra ne yapacağımı, nasıl bir hayatım olacağını düşünüyorum,” diyerek ne düşündüğünü daha açık etmek istediyse de söylediği şey arkadaşlarına inandırıcı gelmemişti. Şule meseleyi çözmüş gibi tebessümle araya girerek; “Yoksa evlendiğinde bizden ayrılacağın için mi üzülüyorsun?” dedi. Şule’nin sorusu onların da gülmelerine sebep olmuştu.

Ayten; “Aslına bakarsanız Aylin ablam evlenmeden evlenmeyi düşünmüyorum. Onun varlığı bana güç veriyor. Yanımda olduğu için çok şanslıyım. Tüm dert ve sıkıntımı onunla rahat bir şekilde konuşabiliyorum. Evlenip evden ayrılacak olması beni düşündürüyor. Hani evlenip mutlu olacağı hakkında en küçük bir şüphem olsa ondan evlenmemesini isterdim. Hayat işte. Zamanı gelen her genç kız gibi oda evlenip yuvasını kurmalı. Kendi evini, yuvasını kurup çoluk çocuğa karışmalı. Her genç kızın hayalini süsleyen beyaz atlı bir Prensi kapıya dayanmışken; ‘Beni yalnız bırakma,’ diyemem ki. Ondan böyle bir şey istemem bencillik olur. Öte yandan Allah’tan müstakbel eniştemin, ablama hayırlı bir eş olması için dua ediyorum,” dedi.

Şule biraz şaka biraz da ciddi olarak; “Benim için de dua etsene,” diye talepte bulundu. “Hayatta yapacağımız tercihlerden belki de en önemlisi eş seçimi değil mi? Başta seveceğimiz biri olmalı. Saygılı ve mütedeyyin olmazsa olmaz. Ahiret hayatımın kurtulmasını ne kadar çok istiyorsam, bu dünya hayatımın da güzel olmasını istiyorum. Dünya dediğim zaman aklıma gelen ilk şey hayırlı bir eştir. Siz ne dersiniz yanlış mı düşünüyorum?” Diye sorduğunda arkadaşlarının nasıl bir cevap vereceklerini merak ettiğinden durup bekledi.

Kübra; “Bundan daha güzel ne olabilir? Bir genç kız için sevmek, sevilmek ve saygı görmekten daha güzel bir şey yok herhalde. Hem Allah azze ve celle, ‘Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru,’ diye dua etmemizi buyurmuyor mu?”

Şule derinden bir iç çekip; “İnşallah bir gün bizim için de dediğin şekilde hayırlı bir kısmet çıkar da evleniriz,” dediğinde bunu tüm samimiyetiyle istediği sesinden ve gözlerindeki ışıltıdan anlaşılıyordu.

 Kübra, Şule’nin bu özlem dolu sözlerine üzgün bir ses tonuyla; “Ben şahsen evlenmeyi düşünmüyorum,” dedi,

Ayten, merakla; “Neden düşünmüyorsun?” Diye sordu.

“Biliyorsunuz en büyük ablam eşi tarafından şiddete maruz kalıyor. Bazen ‘Allah belasını versin’ eniştem onu ölümüne dövüp evden kovduğunda, ablam çocuklarını alıp bize gelir. Onu o haliyle gördüğüm zaman evlilikten nefret eder oldum. Hiçbir zaman ablam gibi olmayacağıma dair yemin ettim. Bir erkek tarafından şiddete maruz kalmamak için evlenmeyeceğim” dediğinde arkadaşlarının kurduğu güzel hayallerini berbat ettiğinin farkında değildi.

İşin ironik tarafı Kübra’nın söylediği şeylerin hakikat olmasıydı. Yaşanılan bir gerçeği dile getirmişti. Bilinen ama bir türlü önü alınamayan ‘koca dayağı’ korkutuyordu. Endişe etseler de bu endişelerini gizlemeye çalışıyorlardı. Hayatın bir gerçeği olan evlilik gibi güzel bir şeye böyle olumsuz şeylerin gölge düşürmesine izin vermek istemediklerinden bunu fazla düşünmemeye çalışıyorlardı. Hem tüm erkekler kötüdür diye bir şey yoktu. Sayıları az da olsa iyi erkekler de vardı.

Şule, Kübra’nın sözünü kesip; “Tüm erkekler senin enişten gibi olsaydı o zaman hiçbir genç kız evlenmezdi, dedi. Bu dünyada iyi insanlar da var. Hem iyi insanların sayısının kötülerden daha az olduğuna da inanmıyorum. Evlenmek fıtri bir şeydir. Evlenmekten nefret etme. Nefret edeceksen eğer, kötü insanlardan nefret et. Kadınlarına şiddet uygulayan enişten gibi adamlardan nefret et. Evlilik güzle olmasaydı bu kadar insan evlenmek için birçok zorluğa katlanır mıydı?”  

Ayten; “Bir erkek için karısına boş yere el kaldırmak, onun ne kadar kötü bir şahsiyete sahip olduğunu gösterir. Allah azze ve celle bizi kötü şahsiyetli erkeklerin şerrinden korusun,” dediğinde bu duaya hep birlikte âmin dediler.

Kübra; “Hem bence hiçbir kız kendisine kötü davranan bir erkeği istemez, onu sevip saygı göstermez,” dedi.

Ayten, arkadaşlarının konuşmasından sonra yine hayal kurmaya başladı. O an evleneceği kişiyi hayal etmeye çalıştı. O güne kadar evlenebileceği hiçbir erkeği düşünmemişti. Evlilikle ilgili düşüncelerden hoşlanmıyordu. Allah’ın kaderine razı olacaktı. Karşısına hayırlı bir kısmet çıkar diye ümit ediyordu. Ama bunun üzerinde detaylı düşünmemişti. Henüz okulunu bitirmediği için mi yoksa başka bir sebepten mi evliliği aklından geçirmediğini düşününce, kendisi de şaşırdı.

Oysa her genç kız gibi onun da evlilik hayalleri kurması kadar daha doğal bir şey yoktu. Ama nedense o, böyle bir hayal kurmamıştı. Okumak istiyordu. Hayalleri daha çok okumak üzerineydi. Okumak ve gelecekte çok sevdiği öğretmenlik mesleğini yapmak istiyordu. Bazen öğretmenlikle ilgili hayaller kurduğunda, evlenmeyip, hayatını eğitime vakfettiğini görüyordu. Adeta mesleğiyle evlenmek istiyordu.

Öğretmenlik hedefine ulaşmada hiçbir engelle karşılaşmak istemiyordu. Bir erkeğe bağlanmak ve onun için hayallerinden vazgeçmek düşüncesinden dahi tiksiniyordu. Belki de bu yüzden bugüne kadar hiç evliliği düşünmemişti. Sonra, “Neden olmasın diye?” Aklından geçirdi. Derken bu sefer de; “Acaba bir gün ben de ablam gibi hayırlı bir kısmet bulabilecek miyim?” diye düşündü. Birden hayalinde Halit canlandı. Yüzü utancından yine al al oldu. Yanaklarının elma gibi kızardığını görseydi kendisinden utanırdı. Ayten’in sürekli olarak renkten renge girmesi arkadaşlarının gözünden kaçmıyordu.

Ayten, yaşadıklarının hayalden ibaret olduğunu düşünse de yüzünün kızarması hayal değil, gerçekti. Bu haliyle henüz açılmamış kırmızı bir güle benziyordu. Böyle anlarda doğuştan sahip olduğu kendine has güzel kokusuyla gerçek bir gülü aratmaz oluyordu.

 Daha öncede evlilikle ilgili ablasıyla sohbetleri olmuştu. Ablasından güzel tavsiyeler de almıştı. Nedense evlilik hakkında onunla konuştuğunda yüzü pek kızarmazdı. Bu konuları ablasıyla rahat bir şekilde konuşabiliyordu. Hatta yaptıkları evlilik sohbetleri sırasında ablasının yüzündeki mutluluğu görünce bu konuyu daha çok konuşup onu sevindirmek istiyordu. Tabi ablasıyla yaptığı bu sohbetlerde aklının ucunda Halit’le ilgili hiçbir şey geçmediği için çok rahattı. O zamanlar endişe edeceği gizli bir yürek acısını henüz tatmamıştı. Oysa şimdi durum çok farklıydı. Onu böyle utangaç yapan şey; Halit’i düşünmeye başlamasıydı.

Ablası nasihatlerinde hep Rabbini bilen ve Ona kulluk şuuruyla ibadet eden bir eş konusu üzerinde duruyordu. Böyle bir eşin hem dünya hem de ahiret için hayırlı olacağı üzerinde durup bilmiş bir edayla; “Sen sen ol, Rabbini bilmeyen, O’nu tanımayan ve özellikle de namaz kılmayan biriyle evlenmeyi asla kabul etme. Velev ki o şahsın birçok özelliği olsa bile buna razı olma. Dünyalık bir şey için hiçbir zaman endişe etme. Evlilik ahiret hayatına yapılan en hayırlı yatırımdır. Hayırlı bir eş sana hem dünyayı hem de ahireti kazandırabilir. Aynı şeyler senin içinde geçerlidir. Sen de bir gün evlenirsen, eşine hem dünya hem de ahiret hayatında hayırlı birisi olmak için elinden geleni yap. Hayırlı bir eşten daha güzel hiçbir şey yoktur,” diye anlatırdı.

Ayten, ablasının nasihatlerini dinlediği zamanlarda, zihninde eş olarak görebileceği bir aday belirmiyordu. Ablasının haklılığını kabul etmekle yetiniyordu. Acaba o zamanlar Halit’e karşı hissettiği şeyi bilseydi yine de bu kadar rahat olabilir miydi?  Oysa şimdi durduk yere Halit’in aklına gelmesi bir tesadüf değildi. Halit’in yokluğunda ortaya çıkan duygularından utanıyordu. Halit’e hiçbir zaman bir eş ve koca adayı olarak bakmamıştı. Bunu düşünmek bile istemiyordu. “Hayır, bu olamaz,” diye kendisini kandırmaya çalışsa da nefsi, Halit’le ortak bir geleceklerinin olabileceğini kulağına fısıldıyordu.

Halit, çocukluk arkadaşı, birlikte büyüdüğü komşu çocuğuydu. Tabi bunların hiçbiri onu müstakbel damat adayı olmaktan çıkaran şeyler değildi. Evlenmelerine mani bir engel bulmaya çalıştı. Ya da, yakın akrabalık gibi bir şey. Ama bu da boşuna bir çaba oldu. Halit’le bir geleceklerinin olmaması için şer’i bir sorun yoktu. 

Birlikte okula gidip geldiği komşu çocuğuna her ne kadar abi diye hitap etmişse de bu onu gerçek abisi yapmaya yeterli değildi. Yüreğinin derinliklerinden fısıldayan nefsinin ve arzusunun sesiyle boş bir mücadele içinde olduğunu o da çok iyi biliyordu. Şu an aklından geçenler ise hiç de masumane düşünceler değildi.

Halit, yakın arkadaşı olduğu için onu çok iyi tanıyordu. Her türlü huyunu suyunu biliyordu. Bu nedenden olsa gerek ondan mükemmel bir eş olacağını düşünmeye başlamıştı. Müstakbel bir eş adayında aradığı her şey Halit’te mevcuttu. Halit’le arkadaş olması onun eşi olmayacağı anlamına gelmezdi. O an annesinin bir sözü aklına geldi. “Kızdan eş olur arkadaş olmaz,” diyordu ara sıra Ahmet abisine… Bu söz üzerine düşündü. Gerçekten de Halit’le arkadaş olup olmadıklarını sorguladı. Birlikte geçen onca yıl boyunca aralarında güzel bir dostluk örneği sergilemişlerdi. Yıllarca birlikte okul yolunu arşınlarken abi kardeş gibi davranmışlardı. Bu yakınlık hiç kimseyi rahatsız etmemişti. Belki de çocuk olduklarından olsa gerek aileleri bile bu dostluğa hiç ses çıkarmamakla birlikte onların okula birlikte gidip gelmelerini teşvik etmişlerdi.

Dersin boş olmasını fırsat bilerek kantine gelen ve ağız tadıyla çay içmek isteyen kızlardan Kübra, Ayten’i daldığı dünyasından çekip çıkarmak için; “Hayrola yine daldın! Ne olduğunu hala söylemeyecek misin?” Diye tekrar sordu.

Ayten suratını asıp; “Yok, bir şey,” dedi.

“Ama yüzündeki ifade hiç de öyle demiyor.”

“Peki, ne diyor?”

“Bilmem, ama bir şeyler söylediği belli oluyor. Böyle dalıp gitmelerin hayra alamet değil. Sen bize söylemesen bile gözlerin ve dalıp gittiğinde kendi kendine tebessüm edişin bir şeylerin var olduğunu söylüyor.”

“Hadi canım sen de, öyle mi yapıyorum gerçekten?

Şule araya girip; “Bak işte sen bile kendi durumundan haberdar değilsin. Oysa biz seni defalarca Kübra’nın dediği gibi gördük. Hani kendi kendine gülene ‘Deli’ derler ya, seni tanımasak senin de delirdiğini düşünürdük.”

Kübra; Sinsi bir tebessümle; “Delilik ancak bir durumda mahzur görülebilir,” dedi.

Ayten merakla; “Nedir o durum?” diye sordu pişman olacağını bilmeden.

“Ne olacak aşk tabi ki,” dedi Kübra, çokbilmiş bir edayla.

Kübra’nın son sözleriyle Ayten’in zihnindeki film kopuverdi. Yüzü yine renkten renge girmeye başladı. Ne zaman utansa yüz rengi onu ele veriyordu. Arkadaşlarının bir şeyler anlamış olabileceklerinden korktu. Sonra onlara hiçbir zaman Halit’ten söz etmediğini hatırlayınca rahatladı.  Bir şüphe kırıntısı bile kalmasın diye taşı gediğine oturtmak için; “Gidin işinize Allah aşkına! Aşk kim, ben kim? Hem aşk benim neyime? Bir erkeğe farklı bir şekilde bakmanın ne kadar günah olduğunu bilmiyor musunuz?” diye söylediğinde düşüncelerinden utandı.

Kübra muzip bir edayla; “Peki, o zaman seni bu hale sokan şeyin ne olduğunu söyle de biz de senin deli olmadığına, pardon âşık olmadığına ikna olalım,” dedi.

Demek ki taş tam olarak yerine oturmamıştı. Ayten sözlerinin ağırlık kazanması için ses tonuna ciddiyet vermeye çalışarak; “Geçmişte yaşadığım bazı anılarım gözlerimin önünde canlanıyor. O güzel günleri hatırlayınca da gayri ihtiyari tebessüm ediyorumdur, ne var bunda,” deyip yaptıklarına bir izahat getirdiyse de arkadaşları buna inanmamış olacak ki,

Şule; “Bak ne kadar güzel söyledin. Geçmişte yaşanmış güzel hatıraları söyle bize de seninle birlikte gülelim. Sevincine ortak olalım,” deyip yaşadıklarını anlatmasını bekledi.

“Ne kadar meraklısınız. Bir gün bu merakınız sizin başınıza bir iş açacak biliyorsunuz değil mi?” dedi Ayten tebessüm ederek.

Kübra nasihat ve tehdit arası bir üslupla; “Kız kısmı meraklı olur. Merak etmesek bu kadar şeyi nasıl öğrenebiliriz. Henüz senin bizden ne sakladığını bilmiyoruz, ama olsun bir gün onu da öğreniriz. Bizden daha ne kadar saklayabileceğini düşünüyorsun?  Eninde sonunda ortaya çıkacak sen de bunu biliyorsun değil mi? Şunu unutma hiçbir sır ebedi olarak gizli kalmaz. Her gizli sır, zamanı gelince mutlaka ortaya çıkar. İstersen şimdi kendin bize anlat da bizi daha fazla merakta bırakma,” dedi.

Ayten ne yapacağını bilemedi. En iyi arkadaşlarından sakladığı bu düşüncelerinin bir gün ortaya çıkma ihtimalini düşündü. O an, “Yer yarılsa da içine girsem,” diye dua etti. Öyle bir şey olsa her halde arkadaşlarının yüzüne bir daha bakamazdı. Ya annesinin yüzene nasıl bakacaktı. “Hayır” dedi, “Halit’e karşı hissettiğim şeyler aklımın bana oynadığı bir oyundan başka bir şey değil!”

Durduk yere Halit’i bu kadar düşünmesine sebep olan şeyin, sadece birlikte geçirdikleri yılların özleminden kaynaklandığını yüreğine kabullendirmeye çalıştı. “Evet” dedi, “Evet” bu bir özlemdi. Yakın bir arkadaşın yokluğu anında hissedilen bir özlem. “Peki, bu bir özlemse neden bunu arkadaşlarına söylemiyorsun,” diye iç sesi devreye girdi.

Ayten, buna nasıl bir cevap vereceğini bilemedi, şaşkın bir durumdaydı. Arkadaşlarına baktı. Onların da meraklı gözlerle kendisine baktığını fark edince; “Neden bana öyle bakıyorsunuz,” diye kızarak sordu.

Kübra; “Yine aynı şeyi yaptın.”

“Ne yaptım?”

“Dalıp gittin. Ama bu sefer tebessüm etmedin. Bunun yerine bir şeyler mırıldandın ama anlayamadık. Sen anladın mı Şule?”

“Hayır, ben de bir şeyler duydum, ama ne dediğini tam olarak anlayamadım.  Sen istediğin kadar bizden saklamaya çalış. Bilmediğimiz bir şey olduğu çok açık. Eğer seni tanımasak bize güvenmediğini düşünebilirdim. Öyle bir şey yok değil mi?”

“Saçmalamayın, sizler benim en sevdiğim ve güvendiğim arkadaşlarımsınız. Nasıl öyle şeyler düşünebilirsiniz. Size güvenmemek ne demek, bugüne kadar sizden bir şeyimi saklamadığımı bilmiyor musunuz?”

Kübra aradığı sözcükleri bulmuşçasına; “Ha işte biz de tam bundan söz ediyoruz, dedi. Bugüne kadar bizden hiçbir şeyi saklamadın. Biz de senden saklamadık. En azından ben sizden hiçbir şeyimi saklamadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Ama son birkaç gündür çok tuhafsın. Bizden bir şeyler sakladığın o kadar açık ki her ne kadar sen ‘Yok bir şey’ desen de seni yakından tanıyan arkadaşların olarak sende anormal bir durum olduğu çok açık. Okul açıldığından bu yana bizden gizlediğin bir şey var. Bunu belki de bizimle şimdilik paylaşmak istemeyebilirsin. Bunu anlarız.  Ama ‘Yok bir şey’ diyerek bizden saklamana bir anlam veremiyoruz.”

“Kübra haklı bence, sen kabul etmesen de öyle bir görüntü veriyorsun ki gerçekten de endişeleniyoruz. Hani bizimle paylaşsan, belki de sana bir faydamız dokunur, ne dersin?” diye sordu Şule, arkadaşça.

“Sağ olun kızlar. Ama gerçekten de sizden hiçbir şey saklamıyorum. Sadece zihnim bana bazı oyunlar oynuyor. Geçmişle ilgili anılarım gözlerimin önünde canlanınca, dalıp gidiyorum. Ama illa ki size bir sır vermemi istiyorsanız, vereyim. Bu aralar bazı rüyalar görüyorum. Tamam, oldu mu?”

Aşkın sebepleri arasında belki de en inanılmaz olanı rüyada görüp âşık olmaktı. İnsan sevgiliyi her vakit rüyada görür ama yalnız bir kez rüyasında gördüğü birisine sevgili diyebilir mi? Bunlar olsa olsa bir zamanların efsanevi âşıkları Hüsrev ile Şirin, Vamık ile Azra hikâyelerinde olur.

Gönlün hiç olmayan birisine tutulması imkânsız değil midir? Birisi hiç görmediği ve asla göremeyeceği birisini sevdiğini söylerse onun aklını kaçırdığı düşünülmez mi? Sanki ruhu ona aşkı fısıldıyor, temenni ve arzuları kalbini yönlendiriyormuş gibi…

Oysa bir âşık, sevgilinin ay mı yoksa güneş mi olduğunu bilmese de aklının bir oyunu mu, hayalinin çılgınlığı mı olduğunu kestiremese de gözlerine her daim onun görüntüsü girdiği müddetçe âşık sayılmaz mı?

Allah’ın güzelliğini rüyasında görüp de Ona âşık olan dervişe inanılır da neden sevgilisinin hayaliyle meftun olan aşığa inanılmaz. Eğer ona inanmayacaksak aşk, surete tutulmaktan gayrı ne olabilir ki?

O halde insan, sevdiği kişiyi karşısında görmeden de onun aşığı olabilir. Sevgili için kaygılanmak da, hayaliyle mest olmak da, geceleri uykusuz kalmak ve seherlerde acı çekmek de hep aşığın sevgiliyi görmeden yaptığı şeyler değil mi?

Ama Ayten’in durumu bunlardan çok daha farklıydı. O aşığı olduğu kişiyi tanıyordu. Onun kim olduğunu çok iyi biliyordu. Sorun şu ki şimdilik onun kim olduğunu arkadaşlarına söyleyecek durumda değildi.

Kübra; etrafına inanmadığını gösteren bakışlar gönderdikten sonra; “Ne yani, oldu mu şimdi, sen kendince bize bir sır mı vermiş oldun. Hepimiz rüyalar görüyoruz. Bunu yutmadık, dedi. Ama şimdilik seni rahat bırakacağız. Ne zaman istersen bizimle paylaşabileceğini bilsen yeter,” diyerek onu mahcup etmeyi denedi.

“Bu güzel olur. İnşallah bir gün sizinle oturup burada konuştuklarımızı yâd eder ve gülüşürüz diye umut ediyorum,” dedi. Söz savaşının galibi belli olmuştu. Şimdilik konu kapanmıştı.

Üç kız arkadaş çaylarını bitirdikten sonra kantinden çıkıp okul bahçesinde dolaşmaya karar verdiler. Kol kola giren üç arkadaş birbirlerine sokulup yürümeye başladılar. Aralarına bir başkası girmesin diye birbirlerine çok yakın haldeydiler. Birlikte olduklarında kendilerini daha güvende hisseden üç çekingen ceylan gibi…  Birbirine kenetlenmiş kollarından güç alıyorlardı. Birlikte okul bahçesinde dolaşarak vakit geçirdiler.

Ayten eve döndüğünde hala aklında Halit’le ilgili düşünceleri vardı. Bu düşüncelerin neden kaynaklandığını merak ediyordu. Aşk olmasından korkuyordu. İşin tuhaf yanı aşkın ne olduğu hakkında da fikri yoktu. Daha önce yaşadığı hiçbir aşkı olmamıştı. Kitaplarda ve televizyon filmlerinde gördüğü şeylerin hiçbirini yaşamamıştı. Bu yüzden hissettiği şeylerin aşk olmadığına inanmak istiyordu. Ama kalbi hiç de öyle demiyordu.

Gece yatağına girince düşünceleri bu sefer daha yoğun bir şekilde saldırmaya başladılar. Halit’le tanıştığı ilk günü hatırladı. Gayri ihtiyarı yüzü yine tebessüm etti. Bu sefer bunun farkına vardı. Ama hiçbir şey yapmadı. Ne de olsa onu gören kimse yoktu. Kendini hayallerinin kollarına bıraktı. Artık onlara daha fazla karşı koyacak gücü kalmamıştı. En iyisi teslim olmaktı. Bu şekilde biraz da olsa özleminin dineceğini umuyordu. Bunun bir özlemden kaynaklanması için dua edip yatmaya çalıştı.

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar