Ayten-10. Bölüm
10. AYTEN
Halit’i görmeyeli uzun zaman olmuştu. İstemeyerek de olsa onu özlüyor, o nurlu simasını hayal edip duruyordu. Halit’i görmeyi çok istiyordu, ama bu isteği olacak şey değildi. Artık onun yokluğu acı verecek duruma gelmişti. Bu acı yüreğini çok yakıyordu. Bunun daha kötüye gitmesinden korkmaya başladı. Kalp acısının başka hiçbir şeye benzemediğini çok iyi öğrenmişti. Asıl korktuğu şey ise bunun kendisini güçten düşürmesiydi. Bundan dolayı Allah’a sığındı. Bu durumu başta ailesi olmak üzere hiç kimseye açıklayamayacağını biliyordu.
“Son bir defa Halit’i görebilsem, belki onun yokluğuna bir müddet daha dayanabilirim,” diye düşündü. En azından bu illetten kurtulmak ve bir yol bulana kadar yetineceğini umuyordu. Onun yokluğunu düşünürken ondan kurtulamıyordu. İçini yakan bir ateş varken hiçbir şey düşünecek durumda değildi. Sağlıklı düşünemiyordu. Tek düşündüğü şey Halit’ti. Onu bir kez daha görebilmek için dua edip duruyordu. Kalp acısının ancak onu görmekle dineceğine inanıyordu. Onu görmek arzusu ile yanan kalbi söz dinlemez olmuştu.
Halit’in İslami çalışmaları nedeniyle polisle başı derde girdiği günden itibaren, onun için endişelenip duruyordu. Her ne kadar Halit’in yaptığı hizmet İslam adına olsa da, rejim bu türden hizmetleri yasadışı kabul ediyordu. Çünkü devlet politikasına göre bu tür hizmetler Diyanet Teşkilatına bağlı imam-hatipler tarafından yapılmalıydı. Buna uymayıp kendi başına dini tebliğ yapanlar suç işlemiş sayılıyor, mahkemede yargılanıyordu.
İslami hizmetlerde bulunanlar bu yasaklamalara aldırış etmiyordu. İslam’a hizmet için tüm fertler birlikte insanların hidayetine vesile olabilmek için gayret ediyordu. Ahmet ve Halit de bu yasaklamalara aldırış etmeden Rabbinin emrettiği şekilde İslami çalışmalarda elinden geleni yapanlardandı. Onlar da İslam’a âşıktı. İslam için kendilerinden vazgeçmişlerdi. Tıpkı Ayten’in Halit için kendinden vazgeçtiği gibi…
Onların kalplerine düşen ateş, İslam ateşiydi. Allah’ın rızasını kazanmak için kınayanların kınamasından, öldürülmekten ve zindanlara düşmekten korkmuyorlardı. Bu, aşkın ta kendisiydi. Bu aşk diğer hiçbir aşka benzemiyordu. Bunun merhalesi yoktu. Direkt olarak Allah’a giden tek yoldu. Bu yolun yolcuları için tek şey vardı, o da Allah’ın rızasıydı. Allah’ın dinine hizmet edebilmekten başka hiçbir amaçları olmayanlardan kimisi maşukuna kavuşmuş, kimisi de sıranın kendisine gelmesini beklemekteydi.
Bu aşk için sevilen her şeyden vazgeçmek gerekiyordu. Buna anne, baba eş ve çocuk dâhildi. Muhacir olmuşlardı. Bunu hiç düşünmeden yapabilen âşıkların yolunun adıydı muhacerat. Ahmet de Halit de muhacirler saflarına katılmışlardı. Geride bıraktıkları ailelerini özleseler de âşık oldukları hizmetten geri kalmayı göze alamıyorlardı. Maşukları için ailelerinden dahi vazgeçmeleri gerektiği için bunu yapıyorlardı.
İnsanın ailesinden ayrı olması, onlardan uzak durması içlerini yakıyordu. Eğer söz konusu Allah azze ve celle olmasaydı, ailelerini hiçbir şey için terk etmezlerdi. Allah’a olan sevgileri her şeyin üstündeydi. Allah’ın rızasını kazanmak için İslam’a hizmet etmeleri gerekiyordu. Allah’ın rızası ise salih amellerle olurdu.
Ahmet ve Halit’in nerede olduğunu bilen yoktu. Sırra kadem basmıştılar. Evlerine uğramayalı aylar olmuştu. Onları gözyaşları içinde bekleyen anneleri, çocuklarının firakıyla yanıyorlardı. Tıpkı Yakup aleyhisselam gibi, iki gözü iki çeşme ağlamaktan gözlerinin feri sönmüştü.
Şendur Hoca çektiği acıdan olsa gerek karşılaştığı her sakallı kişiden oğlunu sorup duruyordu. Oğlundan güzel bir haber alabilmek için çalmadığı kapı kalmamıştı. Yalnız o bilmese de polis, Şendur Hoca’nın gittiği her yere ardından gidiyordu. Halit’in, bu gözü yaşlı annenin hasretine daha fazla dayanamayıp mutlaka görmeye geleceğini düşünüyorlardı.
Şendur Hoca, Ayten’i gördüğü her yerde Halit’ini sormaya devam ediyordu. Şendur Hoca çaresiz kalmış bir anneydi. Ayten’in de camiye gidip çocuklara ders verdiği için abisinin ve Halit’in nerede olduğunu ya da onların nerede olabileceğini bildiğini düşünüyordu. Oysa Ayten’in de kendisi gibi yandığını bilemezdi. Biri anne şefkatiyle, diğeri aşk ateşi ile yanıyordu. Biri Yakup aleyhisselam gibi yitiği için gözyaşı döküp feryat ederken, bir diğeri Züleyha olup ondan habersiz Yusuf’u için gözyaşı döküyordu. Acı çeken iki insan… Çektikleri acı farklı nedenlerle olsa da çileleri aynıydı. Aynı kişi için yanıyorlardı. Her iki çileli kadının tek ve ortak isteği Halit’i görmekti. Onu bir kez daha görebilmek için neler yapmazlardı ki…
Ayten de Halit’in yokluğunun nasıl bir şey olduğunu bildiği için Şendur Hoca’sının neler çektiğini çok iyi anlıyordu. Halit’in yokluğuna bir türlü alışamadığını düşününce Şendur Hoca’sının da bu ayrılığa alışamayacağının biliyordu. Kendisini Şendur Hoca’nın yerine koydu. Empati bile olsa hissettiği acıya daha fazla dayanamadı. Şefkatin aşktan daha büyük olduğunu bizzat tecrübe ederek öğrenmiş oldu.
“Rahmet-i İlâhiyenin en lâtîf, en güzel, en hoş, en şirin cilvelerinden olan şefkat, bir iksir-i nuranîdir, aşktan çok keskindir. Çabuk Cenâb-ı Hakka vusule vesile olur. Nasıl aşk-ı mecazî ve aşk-ı dünyevî, pek çok müşkülâtla aşk-ı hakikîye inkılâp eder, Cenâb-ı Hakkı bulur. Öyle de, şefkat, fakat müşkülâtsız, daha kısa, daha safî bir tarzda, kalbi Cenâb-ı Hakka rapteder.”[1] Diye söyleyen Bediuzzaman’ın ne kadar doğru bir tesbitte bulunduğunu daha iyi anlıyordu okuduğu Risale-i Nurlarda… Risale-i Nur’u tekrar okudu:
“Evet, rahmet-i Rabbâniyenin en hürmetli, en halâvetli, en lâtif ve en şirin bir cilvesi olan şefkat-i valide, hakaik-i kâinat içinde en muhterem, en mükerrem bir hakikattir. Ve valide, en kerîm, en rahîm, öyle fedakâr bir dosttur ki, o şefkat saikasıyla, bir valide, bütün dünyasını ve hayatını ve rahatını, veledi için feda eder. Hattâ valideliğin en basit ve en ednâ derecesinde olan korkak tavuk, o şefkatin küçücük bir lem'asıyla, yavrusunu müdafaa için ite atılır, arslana saldırır.”[2]
“Hazret-i Yâkup Aleyhisselâmın Yusuf Aleyhisselâma karşı şedit ve parlak hissiyatı, muhabbet ve aşk değildir, belki şefkattir. Çünkü, şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir ve makam-ı nübüvvete lâyıktır. Fakat muhabbet ve aşk, mecazî mahbuplara ve mahlûklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-yı nübüvvete lâyık düşmüyor. Demek, Kur'ân-ı Hakîmin parlak bir i'câz ile, parlak bir surette gösterdiği ve ism-i Rahîm'in vusulüne vesile olan hissiyat-ı Yâkubiye, yüksek bir derece-i şefkattir. İsm-i Vedûda vesile-i vusul olan aşk ise, Züleyhâ'nın Yusuf Aleyhisselâma karşı olan muhabbet meselesindedir. Demek Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, Hazret-i Yâkup Aleyhisselâmın hissiyatını ne derece Züleyhâ'nın hissiyatından yüksek göstermişse, şefkat dahi o derece aşktan daha yüksek görünüyor.”[3]
Risaledeki hakikati az da olsa hissetmesine rağmen üslup şimdilik ona ağdalı geliyordu. Zira henüz Halit’in sevgisine meydan okuyacak olgunluğa ulaşmamıştı. Bu yüzden onun için Halit… Ayten için Halit artık bir takıntı haline gelmişti. Gittiği her yerde onun siluetini arar olmuştu. Her gördüğünü Halit’e benzetmeye başlamıştı. Halit’i görme ümidiyle sürekli dışarı çıkıp etrafına bakınıp duruyordu. En azından Halit’i görmese de ona benzer birini görmeyi arzu ediyordu. Ama tüm çabaları nafileydi. Baktığı her kişide gözleri ona boş ve faydasız bir şekilde geri dönüyordu. Oysa, “İnsanlar çift yaratılmıştır,” derlerdi. “Hani Halit’e benzeyen bir Allah’ın kulu yok mu ki bu feri sönmüş gözlerime geçici de olsa bir derman olsun,” diye içinden feryat ediyordu.
Halit’i arayan gözleri yorgun ve bitkin düşmüştü. Bir umut diye yorgunluğuna aldırmadan bir müddet daha dolaşmaya devam etti. Halit’le karşılaşma ihtimalini düşününce, biraz olsun derman bulabiliyor ayakları birkaç adım daha atacak takati buluyordu. Umutları kaybolmuş, gözlerinin feri sönmüş bir şekilde eve geri dönmek zorunda kaldı. Yoktu işte! Ne Halit ne de ona benzeyen bir Allah’ın kulu vardı! Bu dünyadaki milyarlarca insan içinde o tek bir kişiyi arıyordu. Ama istediğine kavuşamıyordu. Sadece bir tek kişi… Gerisi fazlalıktı… Aşk böyle bir şeydi. Birine meftun ederken ağyarına kör ederdi.
Günler, haftalar ve aylar geçmeye devem ede dursun. Ayten her geçen gün Halit’in yokluğuyla daha çok yanmaya başlamıştı. Artık yemeden ve içmeden de kesilmişti. Çok zayıflamıştı. Anne ve babasının ısrarlarına rağmen yemeğine çoğu zaman dokunmadan sofradan kalkıyordu. Bu durum anne ve babasını endişelendirse de onlar da çok çaresizdi. Biricik kızlarına ne olduğunu anlayamıyorlardı. Onu defalarca hastaneye götürmek istedilerse de Ayten bunu kabul etmiyordu. “Bir şeyim yok,” deyip hastaneye gitmeyi reddediyordu. Onun tabibi belliydi. O, derdinin dermanın çok iyi biliyordu. Ama ortada ne tabip vardı, ne de derdinin dermanı… Tutulduğu aşk illetinin dermanı belliydi. Hastane ve doktora değil sadece Halit’i görmeye ihtiyacı vardı. İçindeki ateşini kimseyle paylaşmadığından durumunu bilmeyenler ondaki bu duruma bir anlam veremiyordu.
Yine bir akşam vakti yorgun ve bitkin bir şekilde yatağına uzandı. Gözlerini tavana dikti. Tavandaki çizgilerde Halit’in siluetini hayal etti. İçine düştüğü durumu ve babasının doktora gitme ısrarını düşündü. Tavandaki çizgilerde Halit’in siluetini görür gibi oldu; “İşte benim doktorum,” diye mırıldandı. Kurduğu hayale kendisi bile inanmıştı. Halit’in odasındaki tavandan kendisine gülümsediğini görüyordu. Aslında hayal ettiğinin farkında yalnız bunun şimdilik bir önemi yoktu. Sonuçta orada duran Halit olduktan sonra hayal olması hiçbir şeyi değiştirmiyordu.
Akşam yemeğinde babasının söylediği sözler aklına geldi. Halit’i düşünmekten dolayı hastalanmak üzere olduğunu bilmesine rağmen bunun için hiçbir şey yapamıyordu. Elinde değildi. O kadar zayıflamıştı ki ailesinin ve çevresindeki insanların, kendisi hakkında endişe edecek kadar durumunun ciddi olduğunu anladı. “Neredesin Halit! Beni içine soktuğun hale bir bak…” diye söylenmeye başladı.
“Seni bir kez daha görebilecek miyim? Sesini duyabilecek miyim? İyi olduğuna kanaat getirebilseydim, belki bu bana teselli olurdu. En azından ben de kendimi iyi hissederdim. Seni düşünmemin yanlış olduğunu biliyorum, ama ne yapabilirim ki bu benim elimde değil. Elimde olsaydı, seni düşünür müydüm zannediyorsun? İçine girdiğim hatanın farkındayım. Bunun hata olduğunu bilmem bile senden vazgeçmeme engel olmuyor. Keşke senden vazgeçebilseydim? Seni unutup normal yaşantıma dönebilseydim. Bunu o kadar istememe rağmen seni görme isteğim daha ağır basıyor. Ben de herkes gibi aşktan bihaber yaşar giderdim. Olmuyor işte. Bir defa tanıdım seni. Senin sayende aşkın ne olduğunu öğrendim. Artık senden vazgeçemiyorum. Bunun tek suçlusu hiç şüphesiz benim. İstesem de istemesem de aklım ve kalbim hep sende. Bu halim daha ne kadar devam eder bilmiyorum ama bildiğim tek şey artık sensizliğe tahammülüm kalmadı,” diye sessizce içinde söylediği şeyleri Halit’e anlatır gibi söylemişti. Sonra içinde oluşan büyük bir boşluk ve çaresizlikle Rabbine yöneldi, biliyordu ki Ondan başka hiç kimse kendisine yardım edemez. İhtiyaç duyduğu Halit’ten daha çok Allah’a ihtiyacının olduğunu tekrar anladı. Bunu bildiği halde her seferinde yine kendisini gaflet içinde Halit’i düşünürken bulmasına kızsa da durumu değişmiyordu. Yardım alabileceği İlahi dergâha seslendi:
“Ey her şeye Kadir olan Allah’ım! Gönlüme istemediğim halde bir ateş düştü. Bu ateş beni yakmaya devam ediyor. Ne aklıma ne de kalbime söz geçiremiyorum. İrademi kaybetmiş durumdayım. Onun yokluğuyla acı çekiyorum. Sen ki her şeyi bilir ve görürsün. Benim bu biçare halimden de haberdarsın. Ne olur Rabbim! Kurtar beni bu illetten. Onu kalbimden sök at. Ona olan duygularımın Sana yönelmesini nasip eyle. Benim Senden başka kimim kimsem yok. Ben de Hz. Yakup aleyhisselam gibi, ‘Üzüntü ve tasamı yalnız Allah'a açarım…’ Sana sesleniyorum.”
Ayten, Rabbine yalvarırken gözleri ağırlaşmaya başlamıştı. Gittikçe ağırlaşan gözlerine daha fazla hâkim olamadı. Kendisini uykunun rahatlatıcı kucağına bıraktı. Artık gerçek âlemden ayrılmış, rüyalar âlemine kanat açmıştı. Rüya âleminde her şey istediği gibiydi. Orada Halit’i istediği zaman görebiliyordu. İstediği kadar ona bakabildiği yer, hiç şüphesiz rüya âlemiydi. Halit’in peşinden şuursuzca gidiyordu. Onun gittiği her yere hiçbir endişe duymadan gidiyordu.
Ayten, gece namazına kaldırması için kurduğu saatin sesine uyanmıyordu. Adeta ruhu bedeninden ayrılmıştı. Cansız gibi duran bedeni yatağında öylece duruyordu. Saatin alarmına hiçbir tepki vermiyordu. Bunun nedeni ruhunun Halit’in peşinde olmasıydı. Alarm sesinden rahatsız olan anne ve babası kızlarına bir şey olduğunu düşünüp endişelendiler. Bundan önce saatin alarmı hiç bu kadar uzun süre çalmamıştı.
Annesi daha fazla dayanamadı. Aylin’in uykusu çok ağır olduğundan Ayten’i O’na havale edemezdi. Çaresizce kızına bakmaya gitti. Oda kapısını çalmasına rağmen kızından bir ses gelmeyince endişesi arttı. Daha fazla dayanamadı odaya girdi. Kızını yatağında cansız görünce bir an için neye uğradığını şaşırdı. Hiç düşünmeden üzerindeki örtüyü kaldırıp ona seslenerek dürttü. Ayten, annesinin dürtmesiyle kendine geldi. Ayten’in iyi olduğunu gören annesi derin bir nefes aldı. Ayten her şeyden habersizdi. Annesinin o an odasında ne aradığına şaşırdı. Ta ki annesi; “Kızım! Saatin uzun bir süreden beri çalıyor. Sen kapamayınca sana bir şey olmuş diye endişe ettim,” diye konuşana kadar.
Ayten, hayret ve mahcubiyetle saate baktı. Yarım saat geç kaldığını görünce annesine; “Ben iyiyim,” diyebildi.
Ne olduğunu anlamaya çalıştı. En son Halit’le ilgili gördüğü rüyayı hatırladı. Daha önce de Halit’i birçok kez rüyasında görmüştü. Ama hiçbirinde bu seferki gibi bir durum yaşamamıştı. Hala kendisini çok yorgun ve bitkin hissediyordu. Sanki gece boyunca yatmamış gibi... Ayakları çok yürümekten dolayı şişmişti. Sanki rüyada yaşadıkları gerçekmiş gibi...
Annesi, kızının masum yüzündeki çukurlaşmış gözlerine baktı. Gördüğü şeye bir anlam veremedi. Yalnız kızının durumunun iyi olmadığından emindi. Onu üzmemek için alnına düşen saçlarını şefkatle kaldırıp geriye attıktan sonra alnına bir öpücük kondurdu. Odadan çıkmak üzereyken dönüp; “İyi misin Kızım?” diye endişeli bir şekilde sordu.
“İyiyim anne. Sadece dün gece iyi uyuyamadım.
“Hayırdır Kızım bir sıkıntın mı var?”
“Bir sıkıntım yok. Sadece kafama takılan bir şey beni uyutmadı. Yatağımda bir o yana bir bu yana dönüp durdum. Geç saatte ancak uyuyabildim.”
“Bir şey olmaz kızım. İyi ol da gerisinin pek bir önemi yok.”
“Sağ ol anne.”
Annesi, kızının bir sıkıntısı olduğunu bildiği halde hiçbir şey bilmiyormuş gibi davrandı. Kızının kendisine anlatmasını beklemişti. Bu bekleyişin daha ne kadar süreceğini bilmese de beklemekten başka çaresi de yok gibiydi. Bu konuda o ve eşi çok çaresizlerdi. Annesi odadan çıkmak üzereyken Ayten; “Anne!” diye seslendi.
Annesi, kızının kendisine seslenmesi üzerine dönüp ona baktı. Ayten; “Seni ve babamı her şeyden çok seviyorum,” dedi. Gözleri dolmuştu.
Kızının durduk yere böyle bir şey söylemesine şaşırdı, ne diyeceğini bilemedi. Döndü ve kızının yanına oturdu. Ayten de doğrulup oturmuştu. Şefkatle yanaklarını okşayıp kızının başını bağrına bastı. O anda aklına geleni değil de kalbinde hissettiklerini söyledi; “Biz de seni seviyoruz kızım.”
Artık Ayten kendini bırakmıştı. Anne, ne yapacağını bilemiyordu. Tek yaptığı annelik içgüdüsüyle sevgisini göstermekle onu koruyup kollamak üzere güven aşılamaktı. Bir süreden beridir kızının işitilmeyen yardım feryatlarını daha bir anlamaya başladı. Ayten’in zor durumda olduğunu biliyordu. Ancak ona nasıl yaklaşacağını bilmiyordu. Genç bir kızın ne gibi sorunları olabilirdi? Sorulara cevap ararken adeta ruhuna karabasanlar çöküyordu. En olmadık şeyler düşünüyor ancak kızını bunlardan beri görüp şaşkınlık içinde bocalamaya devam ediyordu. Durumu eşine açmaktan çekiniyordu. Tek doğru ve güvenilir yolun susmak ve zamana teslim olmak olduğunu düşünüyordu. Aslında bu, çaresizliğini gizlemek için bulduğu bir bahaneydi. Sorunu tahmin edebiliyordu. Endişe ettiği şey, kızının kalp yarasını deşmekle daha kötü bir hale gelmesiydi.
Ayten biraz durgunlaşınca; “Neyin var yavrum?” diye itimat aşılayan bir merhametle sordu. Ayten birkaç saniye annesinin gözlerine baktı. Ve yine kendi dünyasında yalnız kalmaya karar verdi.
“Bir şeyim yok, belki de abimin yokluğuna alışamadığımdandır,” diyerek endişe edilecek bir şeyi olmadığına annesini inandırmaya çalıştı.
Ahmet’in anılması annesinin yüreğindeki dalgalanmayı tekrar harekete geçirdi. İkisi de Ahmet’in bahane olduğunu bildiği halde biri gizliyormuş gibi, diğeri de bilmiyormuş gibi yapmaya devam etti. Ne acı bir ortak noktaydı bu.
Ayten’in namaz kılmak için iki de bir saatine baktığını gören annesi geç olduğunu fark edince onu yalnız bırakmak üzere odadan çıktı.
Ayten, abdestini alıp odasına döndü. Gece boyunca geçirdiği haller aklından bir türlü çıkmıyordu. Namaza hazırlık yaparken kalbinde Rabbi dışında ne varsa çıkarmaya çalışarak kıyama durdu. O anda istediği tek şey Rabbi ile konuşmaktı. O’nun huzurunda olduğunu biliyordu. Bu şuur sayesinde namazlarında huşuyu yakalayabiliyordu. Namaz kılıp dua ettikten sonra yatağının sol tarafında bulunun etajerin kenarında bulunan kitaplıktaki Kur'an'ı aldı. Tefeül niyetine rastgele açtı. Kur’an okuması iyiydi ancak anlamını bilmede pekiyi sayılmazdı. Kur’an’ın sadece bazı kısımlarını anlıyordu. Baktığı sayfadan gözüne ilişen bir bölümünün ne manaya geldiğini bir türlü anlamadı. Ama bu ayet onun gözlerine öyle bir çarpmıştı ki manasını anlamak için kitaplığında bulunan Mealli Kur’an-ı Kerim’den söz konusu yere baktı. “Korkma, üzülme; Biz şüphesiz onu sana döndüreceğiz…”[4] Okuduğu ayet ona bir müjde verip gönlüne şifa oldu. Ayet karşısında gözyaşlarına hâkim olamadı. Bunun İlahi bir müjde olduğu kalbine doğmuştu. Aldığı bu güzel müjdenin sevincini yaşıyordu. Bu arada gözyaşları sel olup akmaya devam ediyordu.
Ablasını rahatsız etmemek için hıçkırıklarına hâkim olması gerektiğini biliyordu. Gerçi Aylin’in uykusu çok ağırdı. Saatin sesine bile hiçbir tepki vermemişti. Yine de Ayten dikkatli davranıyordu. Sakinleşmek için Allah’ı andı. “Sübhanallah” zikrini çekip kalbinin ve gözyaşlarının dinmesini bekledi. Her şeye rağmen Rabbinin kendisini yalnız bırakmadığını görmüş olmanın neşe ve sevincini hissetti. Gözyaşları ile okuduğu Kur’an’ı kitaplığa bırakıp şükür secdesine kapandı. Secde halinde hissettiği duygular için Rabbine gözyaşları içinde şükredip durdu. Kendisine lütfedilenler için yapabildiği en güzel şeydi gözyaşıyla içinde tesbihat yapmak. Secde halinde Rabbini bildiği isimleriyle tesbih etti. Ardından içinden geldiği gibi tekrar dua ettikten sonra seccadeden kalktı. O an ulaştığı iç huzuruna çok şaşırmıştı. Onu sıkan, kalbine acı veren tüm dert ve endişelerden kurtulmuştu. Uzun süreden beri hiç böyle huzurlu hissetmemişti kendisini.
[1] Risale–i Nur Külliyatı On Yedinci Mektup Beşinci Nokta
[2] Risale–i Nur Külliyatı: On Birinci Mektup Dördüncü Mesele
[3] Risale–i Nur Külliyatı: Sekizinci Mektup
[4] Kasas Suresi: 7