Ayten-13. Bölüm
13. BÖLÜM
Rabbini anarak yeni bir güne merhaba dedi. Gününü nurlu ve hayırlı kılmasını diledi. Yüzü gülüyordu. Ama neden bu kadar neşeli olduğunu o da bilmiyordu. Sadece neşeliydi. Düşündüğü hiçbir şey yoktu. O an aklında olan tek şey okuldan sonra camiye gitmekti Ayten’in.
Okulda arkadaşlarıyla bir araya geldiği zaman yüzündeki sevinci fark eden Şule, meraklı bir ses tonuyla; “Hayırdır, bugün keyfin yerinde bakıyorum. Yüzünde güller açıyor. Ne oldu? Seni bu kadar mutlu eden nedir? Bize söyle de biz de sevinelim,” dedi.
Ayten, arkadaşlarının merakını unutmuş, benzer sorulara nasıl cevap vermesi gerektiğini hiç düşünmemişti. Çünkü kendisi bile bugün neden bu kadar sevinçli olduğunu henüz bilmiyordu. Şule’nin sorduğu soruya; “Kızlar inanmazsınız, ama gerçekten ben de bugünkü neşemin sebebini bilmiyorum. Sabah kalktığımdan beri keyfim yerinde, ama neden bu kadar keyifli olduğumu inanın bilmiyorum,” dediğinde yüzündeki ifadeden de şaşkın olduğu anlaşılıyordu.
Kübra; “Belki de dün gece çok güzel bir rüya görmüşsündür olamaz mı?” diyerek bir tahminde bulundu.
“Şayet güzel bir rüya görseydim, emin olun ki bunu mutlaka hatırlardım. Beni bu kadar sevindiren şey rüya değil. Daha önce de güzel rüyalar görmüştüm. Hiç birinde bu kadar sevinmemiştim. Size nasıl söylesem, içim içime sığmıyor. Elimde olmadan sürekli tebessüm ediyorum.
“Senin anlattığın şey ancak âşıkların yaşadığı haldir. İnsan sevince böyle durduk yere neşeli olur. Sen kimi seviyorsun, diyerek Ayten’in ağzından laf almaya çalıştı Şule, damdan düşercesine. Ayten’in yüzü al al olmuştu. Utancından arkadaşlarının yüzüne bakamıyordu artık. Her ne kadar yakın arkadaş olsalar dahi onlarla bile bu türden şeyleri konuşmak istemiyordu. Her türlü sırrını paylaştığı bu yakın arkadaşlarına bile içindeki sevgiyi anlatamıyordu. Hem hata olduğunu bildiği bir sevgiyle gurur duyar gibi anlatmak ancak hayâsızların işi diye düşünüyordu. Her düşündüğü şeyi arkadaşlarına anlatamazdı.
Arkadaşları, Ayten’deki bu sevincin nedenini çok merak etmişlerdi. Durumu fark eden Ayten bunu onlara nasıl anlatacağını düşünmeye başladı. İmdadına ders zili yetişti. Ders zili çalınca konu değişmişti. Ayten ve arkadaşları sınıflarının yolunu tutarken Kübra; “Bizden kurtulduğunu zannediyorsan yanılıyorsun. Bize neden bu kadar mutlu olduğunu söyleyeceksin,” deyip sınıfa girdiler.
Öğrenciler yerlerine geçip oturduktan sonra Edebiyat Hocaları sınıfa girince hep birlikte ayağa kalktılar. Ayten o an sadece diğer öğrencilerin yaptığını yapmıştı. Ne yaptığının farkında değildi. Neden ayağa kalktığını bile hiç düşünmemişti. Aklını kurcalayan tek şey, “Neden bugün o kadar mutlu olduğuydu.” Bu hiç de normal bir durum değildi. İlk kez başına böyle bir durum geliyordu. Bunun nedenini çok merak ediyordu. Dün geceyi düşündü. En son yatmadan önce aklının çok karışık olduğunu hatırladı. Sabah namazında dahi durumunun normal olduğunu anımsadı. Ne olmuş ise sabah namazından sonra olmuştu. Hatırlayamadığı bir rüya olabileceğini düşündü. Ama gördüğü bir rüya yoktu. Şayet güzel bir rüya görmüş olsaydı onu hatırlayacağından emin gibiydi.
Sevincinin bir nedeninin olduğundan emindi. Ama neydi bu sevincinin kaynağı… Ders boyunca düşündüğü tek şey buydu. Dersi bile dinleyememişti. Dalıp gitmişti. Dersin bitişini haber veren teneffüs zili ile kendisine geldi.
Arkadaşlarıyla birlikte teneffüse çıkınca Kübra ile Şule, Ayten’in kollarına girip birlikte sınıftan çıktılar. Ders boyunca yaşadığı dalgın hali arkadaşlarının gözünden kaçmamıştı. Ayten’e bir şeyler olduğuna emindiler. Bunu öğrenmek için en iyi konuşma alanı olan kantine gittiler. Ayten ile Kübra boş olan bir masaya geçip oturdular. Şule arkadaşlarına çay almak için kantine gitti. Ayten kendisini bekleyen sorulara nasıl cevap vereceğini düşünmekteydi. Sebebini bilmediği bir mutluluğun tadını çıkarmaya izin vermeyen arkadaşlarının bitmek bilmeyen soruları bile onun neşesini ve keyfini bozmaya yetmeyecekti.
Şule, getirdiği çayları masaya bıraktıktan sonra Ayten’e merak ettiği ilk soruyu sordu:
“Hala bize ne olduğunu anlatmayacak mısın?”
“Size ne anlatacağımı gerçekten de bilmiyorum. Emin olun ki bendeki bu durumu sizden daha çok merak ediyorum. Neler olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. Evet mutluyum. Kendi kendime tebessüm ediyorum. Bunların farkındayım. Ama neden böyle yaptığımı bilmiyorum.”
“İnsan kendisini mutlu eden şeyi nasıl bilmez?” diyerek şaşkınlığını dile getirdi Kübra.
“Kızlar gerçekten de bilmiyorum. Bilseydim bu kadar ısrar etmenize gerek kalmadan size anlatırdım.
“Senin bu halin bizi korkutuyor. Eğer seni tanımasaydık âşık olduğunu ve bunu bizden gizlediğini düşünürdük. Öyle bir şey yok değil mi? dediğinde bile Şule, Ayten’in âşık olduğundan emin bir şekilde sormuştu bu sorusunu. Ayten sonunda pes etti:
“Sizinle bir konu hakkında konuşmak isterim. Ama bunu nasıl anlatacağımı inanın bilmiyorum.”
Kübra heyecanla; “Sen bir anlatmaya başla o zaman çok kolay olduğunu anlayacaksın,” diyerek onu cesaretlendirdi.
Ayten utangaç bir edayla; “Bugüne kadar size söylemek istediğim halde söyleyemediğim bir şey var. Ama bana söz vermelisiniz. Size söyleyeceğim şey aramızda kalacak. Ve ben size daha fazlasını anlatmadığım sürece benden daha fazlasını istemeyeceksiniz, söz mü?”
Kübra ve Şule, Ayten’in ne söyleyeceğini çok merak ettiklerinden istediği sözü verdiler.
Ayten derin bir nefes aldı, kararsız bir duruştan sonra arkadaşlarının gözlerinin içine baktı. İkisi de nefes almadan bekliyordu. Ayten sonunda; “Son zamanlarda kalbimi ve aklımı meşgul eden bir erkek var…” diyerek onlara yaşadığı şeyi anlatmaya karar vermişti.
Kübra, duyduğu son sözün ardından Şule’ye dönüp; “Ben sana demedim mi bu kız âşık olmuş,” diye.
Ayten renkten renge giriyordu. Yalnız bu durumunu arkadaşlarından daha fazla saklayamayacağını bildiği için biran önce anlatıp kurtulmak istiyordu. Kim bilir belki de anlatarak arkadaşlarından yardım alabileceğini bile düşünmüş olabilirdi.
“Böyle bir şeyi bizden bunca zaman nasıl saklamayı başardın. Doğrusu korkulur senden. Desene bunca zaman kendi kendine gülüp tebessüm etmenin nedeni buymuş,” diyerek sevindiğini belli eden bir tebessümle Ayten’e baktı Şule.
Ayten: “Yalnız kızlar bu halim hiç doğru bir şey değil. Bu yüzden bundan kurtulmam için bana yardımcı olmanızı istiyorum. Allah’ın razı olmadığı bir şey için sevinmenizi beklemiyordum.”
Kübra alaylı bir tavırla; “Sevindiğimiz şey senin birini sevmiş olman. Bu güzel bir duygudur. Tabi dediğinde de haklısın. Eeee! Bizden ne tür bir yardım bekliyorsun, sen onu söyle.”
“Bundan kurtulmam için bana yardım edeceksiniz. Onu aklımdan ve kalbimden sökmem için bana destek olmanızı bekliyorum.
“Peki, kim bu şanslı kişi?” diyerek Şule sorulmaması gereken sorunun ilkini sormuş oldu.
“Kim olduğunun bir önemi yok. Önemli olan ondan kurtulmam gerektiğidir.”
Arkadaşları, onun kim olduğunu merak etseler de Ayten kim olduğunu kesinlikle söylememeye kararlıydı. Bu yüzden konuyu değiştirmek istedi:
“Şimdi söyleyin bakalım çokbilmişler! Ben bundan nasıl kurtulurum?”
“Âşık olmuşsun tadını çıkarsana. Niçin kurtulmaya çalışıyorsun?” dedi Şule.
Ayten bir anlığına söylediğine pişman olmuş gibiydi. Daha sonra;
“Âşık olmak güzel bir şey ona söyleyecek bir sözüm yok. Ama benim aşkım kirli, yasak bir aşk bu yüzden ondan kurtulmak istiyorum. Kalbim acı çekiyor. Benim için doğru bir şey değil,” dedi
Kübra daha mantıklı konuşmaya çalışıp bir çözüm yolu bulmuş gibi;
“Âşık olduğun kişi her kimse o da sana âşık mı?” diye sorunca Şule’nin bakışları birden Ayten’e kaydı.
“İşte işin tuhaf yanı da bu ya. Onun benden haberi bile yok,” dedi üzülerek.
Şule şaşkın, afallamış bir şekilde; “Nasıl yani, âşık olduğun erkeğin senden haberi yok mu?”
“Yok! Benimkisi tek taraflı bir şey,” deyip kestirip attı Ayten.
Âşık ve maşuk arasında fark edilmeyen bir çekim gücü vardı. Mıknatıs, çekim gücünü göz ile sevgili arasındaki ilişkiden almış. Dilbilgisinde sıfatın isme uyması gibi, göz de sevgiliye uyar, onda eriyip sonsuzluğa karışırdı.
Kızlar ne diyeceklerini bilememişlerdi. Kübra bir an ümitlenip karşılıklı bir şey olduğunu düşünmüştü. Bu durumda her şey çok daha kolay olabilirdi. Evlilik çağına gelmiş iki kişi arasındaki bu sevgi nikâh akdiyle perçinlenebilirdi. Ama duydukları karşısında o da Şule kadar hayal kırıklığı yaşıyordu. Tek taraflı bir şeyi çözmek çok zordu. En iyisi Ayten’in istediği yardımda bulunup onu bu dertten kurtarmaktı.
“Tamam, sana kurtulman için elimizden geldiği kadar yardım etmeye hazırız. Yalnız ne yapacağımız konusunda biz senden daha çok şey bilmiyoruz,” dedi Kübra üzülerek. Ayten, Kübra’dan duymak istediği destek sözünden sonra sevinmişti. En azından onu anlayan bir arkadaşı vardı. Şule’ye dönüp baktı.
Şule arkadaşlarının bakışlarını üstünde hissedince isteksizce; “Tamaaam, sizin istediğiniz gibi olsun,” dedi isteksizce.
“Sevmek insanı şaşkına döndürür,” dedi Kübra. “Sence de öyle mi?”
“Bendeki hali bunca zaman nasıl yorumladığınızı siz söyleyin?”
“Şaşkın ve kendinden geçmiş haldeydin,” diye cevap verdi Şule.
“Okul açıldığından beri kafanda bir bulutla dolaşıyordun. Sendeki bu hal beni çok endişelendirmişti. Ailevi sorunlarının olduğunu ve bize anlatmak istemediğini düşünmüştüm. Eğer senin birisine âşık olduğunu bilseydim sana daha önce yardımcı olmak isterdim. Ama bunda senin de suçun var. Bize hiçbir şey anlatmadın,” diye Ayten’i suçladı Kübra.
“Haklısınız. Yalnız beni de anlamaya çalışın. Bunu size nasıl anlatabileceğimi düşünüp duruyordum. Yaşadığım şeyin ne olduğunu inanın ben de yeni yeni öğreniyorum,” diyerek kendini arkadaşlarına affettirmeye çalıştı Ayten.
“Özrünü kabul etmemiz için bize en azından kim olduğunu söyle,” diye merakını yeniledi Şule.
Ayten kızarır gibi olunca Şule; “Tamam, bir daha sormayacağım,” deyip yine gülüştüler.
Kübra merak ettiği bir şeyi öğrenmek için; “Hani bazen kendi kendine gülümsediğin anlar vardı. O anlarda aklından geçen şey bu mesele miydi?” diye sorduğunda Şule merak ettiği şeylerden birinin cevabını duymak umuduyla Ayten’e baktı.
“Aslına bakarsanız bu meselenin adını koymak benim için hiç kolay olmadı. İlk zamanlarda bunun ne olduğunu anlamaya çalıştım. Kalbi bir şey olmaması için dualar ettim. Her ne kadar onu inkâr edip kabul etmesem de bu yaşadığım şeyleri değiştirmedi. En iyi yolun bunu kabullenmek olduğunu anladım. Eğer bazen kendi kendime gülümsemişsem mutlaka bundandır.”
“En azından aşığın durduk yere sevinmesini gerektirecek bir nedeni olması gerek. Seni sevindirecek neden neydi?” diye soran yine Şule’ydi.
“İnsanı durduk yere mutlu eden şeylerden birinin de sevgi olduğunu öğrendim. Hani bazen biri ne yaptığını bilmeden hareket eder de ona, ‘Sen âşık mısın?’ demelerinin sebebini çok iyi anladım.”
“Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu Kübra.
“Bilmiyorum”
“Bizim bu konuda sana nasıl bir yardımımız dokunabilir?” diye yardımcı olmak için elinden geleni yapan Kübra ne yapacağını bilmiyordu. Arkadaşına yardımcı olmak istediği halde yabancısı olduğu bir konu hakkında ellerinden tek şey onun yanında bulunmaktı.
“Sana yardım etmemizi istediğin aklında olan bir şey var mı?” diye Şule, arkadaşına yardımcı olabilmek için tekrar sordu.
“İnanın onu da bilmiyorum. Sadece bana destek olmanızı günaha girmeme mani olmanızı istiyorum. Sizi yanımda görmek beni sevindirir,” diye çaresizliğini ifade etti Ayten.
“Biz her zaman senin yanındayız. İsteriz ki sana bir faydamız dokunsun,” dedi Kübra.
“Sizinle dertleşip içimi dökme fırsatı verdiniz, bu bana yapılan en iyi yardımdır. Allah sizden razı olsun.”
Şule, Ayten’in yaşadıklarından etkilenmişti. Yüreğindekileri en özlü bir şekilde ifade edebilmek için; “İşte aşk budur,” dedi.
Ayten artık nefsine bile itiraf edemediği aşkını belki de ilk kez böyle kabullenmek zorunda kalmıştı. Halit’e karşı hissettiği şeyin aşk olduğuna kesin olarak inandı. Bunu kabul etmek ona çok zor gelse de gerçeklerden uzun süre kaçamayacağını biliyordu. En iyi şeyin kabullenmek olduğuna kanaat edip arkadaşlarıyla paylaşmak onu rahatlatmıştı. Kabullenmek bazen en kısa ve kestirme yoldu.
Halit’e olan aşkını kabul ettikten sonra değişen sadece duyguları değildi, tarih de değişmişti. Aşktan önce ve aşktan sonra diye yeni bir süreç başlamıştı. Geçmişin silindiği, yaşanmamış zaman diye zihnin en diplerine itildiği, unutulduğu yepyeni bir tarih başlıyordu.
Aşk salt bir duygu işi değildi. Kimyayı bozup maşuku alt üst eden, bedeni yıpratıp bitkin düşüren bir çelişkiydi aynı zamanda. Nasıl oldu da böyle bir illete tutulduğunu düşüne dursun Ayten ve Ayten gibileri başta haleler dönmeye başladıktan sonra bunun hiçbir önemi kalmıyordu. Aşktan sonra nasıl ve nedenlerin bir anlam ifade etmiyordu. Bir defa gelip gönül tahtına oturdu mu geriye yapılabilecek pek fazla bir şey kalmıyordu. Aşk; acı ve mutluluğun, sevinç ve kederin, cennet ve cehennemin bir diğer adıdır.
Kantinde oturan üç arkadaş çaylarını yudumlarken yine Ayten’in dalıp gitmesine şahit olmuşlardı. Her ne kadar Ayten onlara hissettiklerini söylemiş olsa da onlar gönlündeki aşk ateşiyle onu bir müddet baş başa bıraktılar. Dalıp gitmesine mani olmadılar. Nereye gittiği belli olmuştu. Artık onun için endişelenecek bir durum olmadığı ortaya çıkmıştı. Arkadaşları, onun iyi olduğunu bildikleri sürece dalıp gitmesine ses çıkarmamaya karar verdiler. Ayten’in bu haline bir yandan imrenip bir yandan da ona acıyorlardı. Çektiklerinin henüz çok küçük bir kısmına şahit oldukları halde neler yaşadığını tahmin etmek onlar için güç değildi. Ayten’in çok değiştiğinin farkındaydılar. Onu tekrardan kazanmak istiyorlardı. Bu belki de arkadaş olarak yapmaları gereken bir şeydi. Ama bilmedikleri yabancısı oldukları bir konuda ona yardımcı olmak hiç de kolay değildi. Bunun için mutlaka bir yol olmalı diye düşünüyorlardı. Onlardan daha tecrübeli birisi belki de bu konuda yol gösterebilir diye umut etmeye başladılar.
Kübra’nın aklına Selma Hoca geldi. Evli ve kültürlü biri olarak tanıdığı nadir kişilerden biriydi. Bu konuda mutlaka bir bilgi birikimine sahiptir diye düşündü. Bunu Ayten’e söylemek için Ayten’in kendisine gelmesini bekledi.
Neyse ki Şule daha fazla dayanamayıp onu dürtünce Ayten kendine geldi. Yaşadığı şaşkınlık yüzünden açıklama yapmasına fırsat vermeden Kübra; “Selma Hoca sana yardımcı olabilir. İstersen bu konuyu onunla konuş, diye düşündüğü şeyi heyecanla söylemesine rağmen Ayten’in bu sözden hiç etkilenmediğini gördü.
“Selma Hocayla konuştum. Bu konuda bilgisi var, ama ona daha fazla detay vermediğim için bana istediği gibi yardımcı olamadı. Ben de yaşadıklarımı ona anlatmaktan utandım. Bu yüzden söyledikleri şeyler bir yere kadar fayda verdi,” diye izahat yaptı.
“Selma Hocaya gidip benim de böyle bir şey yaşadığını ve arkadaşları olarak O’na nasıl yardımcı olacağınızı sorsanız nasıl olur?” diye ortaya güzel bir fikir attı Şule.
“Bu çok güzel bir fikir, senden beklenen tam da buydu,” dedi Kübra, Şule’yi tasdik ederek.
Arkadaşları bu ateşte onun tek başına yanmasına izin vermek istemiyorlardı. Konuşup dertleşerek yangının geçmesi için yardımcı olmaya çalışmak bir yere kadar iyi gelebilirdi. Ama onu tamamıyla içine düştüğü bu dertten kurtarmak için daha fazlasını yapmaları gerektiği de kesindi.
Ayten henüz arkadaşlarına hissettiklerini tam olarak söylemediğini biliyordu. Onu gece rüyalarında gördüğünü, siluetiyle nasıl konuştuğunu vs… Bunları söyleyecek, anlatacak durumda değildi. Yeni yeni Halit’e karşı hissettiği şeyin aşk olduğunu kabullenmişti. Bunu hazmetmesi için bir süre daha geçmesi gerekiyordu. Artık hissettiği şeyin adını koymuş, buna aşk demişti. Şimdi daha rahattı. En azından hastalığının teşhisini koymuştu. Bu bile bir adımdı.
Onu düşündüren şey, hata olarak gördüğü aşkını helal dairesi içinde nasıl koruyacağıydı. Bunun mümkün olmadığını düşünüyordu. Günahsız bir aşk istiyordu. Allah’ın indinde mesul tutulmayacağı bir aşk…
Ayten, arkadaşlarından özür dileyerek bu konunun şimdilik kapatılmasını, zamanı gelince onlarla tekrar konuşacağını söyleyip konuyu değiştirdi.
Okul çıkışı arkadaşlarıyla birlikte caminin yolunu tuttular. Cami Ayten’in tüm düşüncelerinden sıyrıldığı belki de tek yerdi. Masivaya ait fikir ve düşüncenin kendisini rahatsız etmediği Allah’ın evinde mutluluğu tadıyordu. Gönlü ve kalbi burada huzurluydu. Camide olduğu sürece ne Halit’i düşünüyordu ne de okulda arkadaşlarının söylediklerini. Tek düşüncesi vardı. Öğrencileriyle birlikte Allah’ı zikretmek… Onlara Kur’an dersi verirken Allah rızası için yaptığı bu amelin onu Allah’a yaklaştırdığını bütün varlığıyla hissedebiliyordu.
Camide öğrencileriyle birlikte geçirdiği güzel bir günün daha sonuna gelmişti. Arkadaşları hazırlandıktan sonra birlikte çıkmak için o da hazırlandı. Ancak bir anda onlarla gitmekten vazgeçip bir müddet daha camide kalıp ibadet etmek istedi. Belki de kimse kalmadıktan sonra Rabbiyle baş başa kalabilmek için onlarla gitmek istemedi.
Yaşadıklarını sakin bir kafayla tefekkür etmek istiyordu. Arkadaşlarından müsaade isteyip onları yolcu etti. Sonra camide yalnız başına kaldı. Caminin içini aydınlatan ışıklardan biri dışında tümünü kapattı. Şimdi Allah’ın evinde kendisini misafir gibi hissediyordu. Sadece ilahi rıza için iki rekât sünnet namazı kıldı. Namazdan sonra dizlerinin üzerine oturup ellerini her şeyi gören ve işiten Allah’a açtı.
“Ey kalbimin tek sahibi olan Allah’ım! Gönül haneme izinsiz giren kuluna karşı hissettiğim şey için beni affet. Onu oradan söküp atmakta çok acizim. İçimde ona karşı hissettiklerim yüzünden beni bağışla. Senden başkasının gönlüme hükmetmesine izin verme,” diye dili ve kalbi münacatta bulunurken, gözler inci tanelerini Allah’a sunuyordu.
Halit’e karşı hissettiği şeyin hata olduğunu bile bile ondan vazgeçemediği için ağlıyordu. Gözyaşları, içine düştüğü hatanın pişmanlık ifadeleriydi. Belli ki içine düştüğü bu hatasını temizlemek için gözyaşlarını kullanıyordu. Bunun da yeterli olmayacağını biliyordu. Şimdilik elinden gelenin en iyisi buydu. Duaya devam etti;
“Ey her şeye hükmü geçen Rabbim! Benim gibi aciz bir kulunu ağır ve zor imtihanlarla imtihan etme. Benim gönlümün tek hazinesi var o da yalnız Sensin. Senden başkasına meyletmeme, günaha dalmama müsaade etme. Sen beni koruyup muhafaza etmezsen, korkarım ki ben günaha dalanlardan ve kaybedenlerden olurum. Seni bulduktan sonra kaybetmekten Sana sığınıyorum. Allah’ım! Bana kendi sevgini ve senin yanında sevgisi bana fayda verecek kimsenin sevgisini ver, diye yalvardı canhıraş bir şekilde…
Yapabildiği tek şey, her fırsatta Allah’tan yardım almaktan başka bir çıkar yol görünmediği için elinden geleni yapıyordu. Halit’in gönlünden çıkarmaya gücü yetmiyordu. Oranın sahibi başkaydı. Ve işte gönlünün tek sahibi olan âlemlerin Rabbine sığınıp Ondan yardım diliyordu. Ettiği duanın ardından bir nebze de olsa gönlünün temizlenmiş olmasını umdu. Eve gitmek için hazırlandı. Neredeyse akşamın kızıllığı her tarafı kaplamıştı. Birazdan akşam olacaktı. Eve her zamankinden daha geç kalmıştı. Neden böyle yaptığını anlayamadı. İçinden geldiği gibi davranmıştı. Bir an önce hazırlanıp camiden çıktı.
Camiye kimin girdiğini görene kadar her şey çok güzeldi. Halit yanından geçip camiye girmişti. Birbirlerini tanımışlardı. Çok kısa bir an dışında birbirlerine hiç bakmadan yan yana geçip gitmişlerdi. O an, anlara bölündü ve Ayten’i etkisine altına aldı. Kalbi atmıyordu adeta çarpıyordu. Bir an önce camiden uzaklaşmak için adımlarını hızlandırdı. Adımları hızlanınca kalbinin atışları daha bir hızlı attı. Kalbi, ritimsizce göğsünün içinde etrafındaki kafesi yıkacak gibi coşmuştu. Nefes almakta zorlandı. Caddenin ortasına geldiğinde soluğu kesildi. Biraz daha yürüdükten sonra sağ tarafta gördüğü sokağa girdi. Kalbi hala hızlı bir şekilde atmaktaydı. Elini kalbinin üzerine koyup sakinleşmesini isteyebilirdi. Ama ne ortam ne de şartlar buna müsaitti. Kalbi bir muhabbet kuşunun kalbi gibi atıyordu. Bıraksa hiç düşünmeden Halit’in ardından gidecek kadar aklını kaybetmişti. İçinde bulunduğu bedeni parçalamak ve özgür kalmak istiyordu. Az önce gördüğü maşukunun ardından gitmek için çırpınıyordu. Ayten daha fazla yürüyemedi. Sokak ortasında uygun bulduğu bir yere geçip bekledi. Kalbinin sakinleşmesini istiyordu. Kalbi onu dinlemek yerine daha bir hızlı atıyordu. Az önce camideki ibadetlerini ve Rabbine ettiği duaları düşündü. Bu dualarında gerektiği gibi ihlaslı olmadığına kanaat getirdi. Aksi takdirde Halit’i gördüğü bir anlık süre içinde kalbinin böyle atmasını başka türlü izah edemedi.
Sessiz kelimelerle kalbine, “Beni daha fazla rezil etme ey günahkâr kalbim!” diye sakinleşmesi için fısıldayıp dil döküyordu. Kalbine bir türlü söz geçiremiyordu. Asileşmiş bir kalbe söz geçirmek neredeyse imkânsız gibiydi. Çok çaresiz kalmıştı. Az önce Rabbi için akıttığı gözyaşlarını şimdi de içinde bulunduğu çaresizlikten dolayı döküyordu. Sokaktan geçen meraklı bakışlara aldırmadan ağlıyordu. Kalbine sakinleşmesi için ne kadar dil döktüyse de nafileydi. Kalbi delirmiş, onu dinlemiyordu. Hala Halit deyip onun peşinden gitmek istiyordu. Oysa böyle bir şey yapması imkânsızdı. Kalbine hiçbir söz etki etmiyordu. Kalbi, yaramaz bir çocuk gibi sokak ortasında istediğini almak için ağlıyordu. Sahibini rezil etme pahasına bile olsa istediğine kavuşmak istiyordu. Tek isteği, arzuladığı şeyi elde etmekti. Bunun için ne gerekiyorsa yapıyordu. İmkânsız olduğunu bile bile…
O an evde yatağına uzandığı zamanlarda yaşadığı benzer anlarda yaptığı gibi gözlerini kapayıp bir müddet bekledi. Ardından ellerini kalbinin üzerine bastırıp Allah’ı zikredip kalbinin sakinleşmesini diledi. Her “Allah” zikrinde kalbi biraz olsun sakinleşiyordu. Nasıl sakinleşmesin ki? Onu yaratanın ismi zikrediliyordu. “Allah” ismini zikretmeye devam eden Ayten, kalbinin sakinleştiğini anladıktan sonra yavaş yavaş eve doğru yürümeye başladı. On dakikalık bir yolu vardı. Bugün eve oldukça geç kalmıştı. Adımlarını ve ağzındaki zikrini hızlandırdı. Deli divaneye dönmüştü. Yolda yürürken bir sağa bir sola yalpalayıp duruyordu. Bir an önce eve varmak ve meraklı gözlerden kurtulmak istiyordu.
Eve geldiğinde gözyaşlarının ailesi tarafından fark edilmesini istemediği için lavaboya gidip abdestini tazeledi. Aldığı abdestle bedeni de yenilenmiş, kendisini daha iyi hissetmeye başlamıştı.