Ayten-16. Bölüm
16. BÖLÜM
Aşkın hayali ve bedii düşünceleri sevgilinin güzelliğini arttırmaya yetmişti. Cennetin en güzel tasvirleri bile cennetin yanına yaklaşmaktan çok uzak değil midir? O halde, kâinatta görülen bütün güzelliklerin “Mutlak Güzel,” den bir iz taşıdığı için güzel olduğunu söyleyen kişi haksız sayılabilir mi?
Neler olduğunu anlamasa da gördüklerinin sadece bir rüya olmadığını biliyordu. Rüyalar hiç bu kadar gerçekçi olamazdı. Bu kadar yoğun duygular içinde böyle rüyalar görülmezdi. Gördüklerinin bir başka anlamı vardı. Özellikle de Halit’i görmesi ve ona tebessüm etmesine bir anlam veremiyordu. Halit neden kendisine tebessüm etmişti? Hem de Ahmet abisinin yanında.
Ahmet ve Halit, polis tarafından aranmaya başladıklarından beri eve uğramaları tehlikeli olmaya devam ediyordu. Bu durumdan herkes şikâyetçi olsa da özlem ve hasretlerini kalplerine gömmekten başka çareleri yoktu. Kim bilir Ahmet ve Halit ne haldeydi. Düşünmek için çabaladı.
Evleri sürekli olarak polis gözetiminde tutuluyordu. Eve gelmek demek tutuklanmak demekti. Tutuklanmaktan korkmuyorlardı. İslam davasına hizmet etmeye gönüllü oldukları andan itibaren artık tutuklanma veya zindanlara eyvallah diyorlardı. Bunu biliyorlardı. Okudukları İslam kahramanlarının hayat hikâyeleri bunlarla doluydu. Sahabe hayatında yaşananları defalarca okumuş, onlar da İslam’a hizmet için çekilen sıkıntıları göze almışlardı. Zorlu ve meşakkatli bir yoldu. Ama girdikleri yol İslam’dı. Orada Allah’ın rızası vardı. Bundan öte hiçbir gayeleri yoktu. Onlara tüm sıkıntılara katlanma gücü veren, Allah’a olan inanç ve teslimiyetleriydi.
Ahmet’le Halit, aranmalarının ardından cami hücrelerinde veya bazı dava arkadaşlarının evinde misafir olarak kalmaya başlamışlardı. Bu durum hiç de kolay değildi. Bir yandan polisten kaçarken öte yandan da İslam’a hizmet etmeleri gerekiyordu. Onlar da zamanın Hüseyin’inin ifade ettiği gibiydiler.
“Tevhid uğrunda mücadele verenleri, evvelki ümmetleri, en başta Peygamberleri ve onların izleyicileri olan kahramanları düşünün… İslam’ın, hak davanın, insanlığın ve tarihin onların omuzları üzerinde yükseldiğini göreceksiniz…
Biliyorsunuz muhacerat kaçmak değildir. Muhacerat; müminlerin, baş eğmezlerin güç yetiremeyince teslim olmayışlarıdır. Muhacir gözden dökülen yaş gibidir. Hicret gözyaşı; anadan, babadan, kardeşten, eşten, dosttan, memleketten ayrılmanın hasretin ifadesi olan gözyaşı…
Muhacir, yüksek dağlardan geldiği yerin kokusunu teneffüs ederken, dağlar kadar büyük zulüm dağlarını hatırlar. Bir mücahidin güç yetiremediğinden muhacir olduğunu andıkça içten içe yanması insanı ağlatmaz mı?
İnsanı duygulandıran birçok olay vardır. Fakat en çok duygulandıran kalpleri yangına çevirenlerin başında muhacerat olsa gerek… Dava tarihinde davaların oluşumunda ve davaların zafere ulaşmasında muhaceratın önemli ağırlığının olması da bilinen bir gerçektir.
Ya da beni duygulandıran, kalbime fazla dokunan bir şeydir muhacerat. Dolayısıyla şimdi dava uğruna küçük yaşında garip bir muhacerat yaşayan gençlere fazla meylim vardır.”
Evet, artık onlar da muhacir olmuşlardı. Henüz memleketlerinde İslam’a hizmet edecek alanları vardı. Ellerindeki tüm imkânları kullanarak İslam davasına hizmet için hiçbir şeyden çekinmeden çalışmalarına devam ediyorlardı.
Ahmet’le Halit’i bir an önce yakalamaya kararlı olan emniyet, gittikleri camilere sık sık baskınlar düzenlemeye başlamışlardı. Bu nedenle artık camiye gidemiyorlardı. Sevdikleri öğrencilerine Kur’an dersi vermeyi bırakmışlardı. Onlar da öğrencilerini cami dışında görüp, İslam şuuru ve bilinciyle yetiştirmek için çalışıyorlardı. Her gün en az üç beş arkadaşlarıyla buluşup daha iyi bir çalışma alanı oluşturmak için ayaküstü istişare ediyorlardı.
Halit’in, İslam’a gönülden bağlı olması, yaşadıkları tüm sıkıntılarını ve çilesini hiçe indiriyordu. Onun tek endişesi ve derdi vardı. O da İslam’a hizmet edebilmekti. Yakalanmaktan ve işkence görmekten korkmuyordu. Zaman zaman Ahmet’le yaptıkları sohbetlerde bu konuyu defalarca konuşmuşlardı. Her seferinde en değerli olan varlıklarını, canlarını Allah yolunda feda etme arzusu ile birbirlerine dua edip sohbetlerini sonlandırırlardı.
İçine düştükleri bu sıkıntının üstesinden gelmek için sabrediyorlardı. Tek tesellileri İslam’a hala hizmet ediyor oluşlarıydı.
Her gün tedbirli bir şekilde kaldıkları yerden çıkıp arkadaşlarını ziyaret ediyorlardı. Bunun yanı sıra İslam’ı anlattıkları ve hidayetlerine vesile olabilmek için görüştükleri bazı arkadaşları da vardı. İslam’ı anlatmak için var güçleriyle çalışıyorlardı. Arkadaşlarıyla birlikte dolaştıkları yerlerde polisle karşılaşmaları an meselesi olsa da bunu arkadaşlarına hissettirmemeye çalışıyorlardı. Arkadaşlarının henüz İslam’a tam olarak teslim olmadıklarını bildikleri için onları korkutup ürkütmek istemiyorlardı.
Ahmet’le Halit, birlikte kaldıkları yerde her akşam mutlaka günlük yaşamlarının muhasebesini yapar, eksiklerini görmeye çalışırlardı. Özellikle Halit, bilmediği ve içinden çıkamadığı meseleleri Ahmet’e sorar onun bilgisinden istifade ederdi. Birlikte çok iyi anlaşıyorlardı. Abi kardeş olmuşlardı.
İçlerinde ara sıra hissettikleri aile özlemini birbirlerine açılarak gideriyorlardı. Ahmet gibi Halit de ailesini özlemişti. Ama eve gidemiyorlardı. Evin yakınından bile geçmek riskliydi. “Ne olursa olsun polis gözetimi bitmeden aileden hiç kimseyle bir araya gelinmeyecek,” diye kesin karar almışlardı. Her ne kadar ailelerini özleseler de yakalanmaya henüz niyetleri yoktu. Ailelerine karşı içlerinde hissettikleri özlem ve hasretlerini birbirleriyle gidermeye çalışıyorlardı.
Ahmet’le Halit’in yetiştirdiği öğrencileri de, onların İslam ahlakına sahip oluşlarını her zaman takdir edip kendileri için örnek alırlardı. Musibet anında kaçmak değil, belki de daha azimli bir şekilde mücadeleye devam edilmesi gerektiğini yaşamlarıyla ortaya koyuyorlardı. Her gün yeni bir başlangıç ile hayatlarına devam etmeye çalışsalar da onlar da sonuçta insandılar. Ailelerini özlüyorlardı.
Ahmet için en acı gün, Aylin ablasının düğününde yanında olamayışıydı. Bunun burukluğunu yaşıyordu. Her ne kadar evlendikten sonra Aylin’e misafir olmuşsa da en mutlu gününde yanında olmadığı için içinde bir burukluk vardı. Ona karşı hep mahcuptu.
Halit gençti ve kanı kaynıyordu. İslam adına ailesinden dahi vazgeçmesi gerektiğini çok erken yaşta öğrenmişti. Henüz anne sevgisine muhtaçtı. Baba şefkatine özlem duyuyordu. Buna rağmen İslam ateşi tüm bu hasretleri yakmayı başarıyordu. İslam ile yanıp tutuşuyordu. Ailesi için dua edip onları âlemlerin Rabbine emanet ediyordu. Kendisi yüzünden sıkıntı yaşamalarını istemiyordu.
Katlandıkları şey İslam adına Allah için olsa da aile ve kan bağı başka bir şeydi. İslam’a hizmet eden kardeşleriyle arasında var olan kardeşlik bağı ise herkes tarafından takdir ediliyordu. Onlar Allah’ın rahmeti sayesinde kardeş olmuşlardı.
Sahip oldukları binlerce kardeşleri vardı. Ama onlardan hiçbiri anne ve babanın yerini doldurmuyordu. Halit bu özlemini cami hücresinde ve evlerinde misafir kaldığı nice arkadaşlarının evinde gece namazlarında secde halinde defalarca Rabbine açmıştı. Ondan yardım dileyip duruyordu. Annesinin çok üzüldüğünü tahmin edebiliyordu. Gönlünde tek bir ateş vardı. O da İslam ateşiydi. Onu yakan ve kanını kaynatan bu ateşti. Ama sonuçta o da bir annenin evladıydı. Ve annesine karşı hissettiği fıtri bir şeydi. Bunun önüne geçemezdi.
Aile bağı her ne kadar İslam da önem atfedilen bir konuysa da İslam’a hizmet etmek te bir o kadar önemliydi. Onlar yanlış bir şey yapmamışlardı. Allah için İslam’a hizmet etmek isterken karşılaştıkları bir sorunu bertaraf etmekten başka bir suçları yoktu. İstedikleri tek şey Allah azze ve celle ile bağlarını güçlendirmek, İbadetlerini erkânıyla eda etmek, İhlaslarını muhafaza edip, insanları Allah’ın yoluna davet etmekti. Bir de gerektiğinde Müslümanların izzet ve şerefini muhafaza etmekti…
İslam’a hizmet edecek olan tüm kardeşlerin Allah’ın bu emrini en güzel şekilde yerine getirmeleri için bildiklerini paylaşıp, topluca Allah’ın ipine sarılmaktan başka bir gayeleri yoktu. Bunu suç kabul edenlerin ne düşündükleri umurlarında değildi.
Gündüzün yorucu koşuşturmasının ardından istirahat edebilmeleri için çok az bir vakitleri vardı. Ahmet’le Halit cami hücresinde kardeşlerin sorunlarına çözüm bulmak için geç vakte kadar istişare ediyorlardı. En güzel şekilde nasıl hizmet edilir diye fikir yürütüyorlardı.
Gündüzün tüm yorgunluğunu gece namazı sayesinde üzerlerinden atabiliyorlardı. İhmal edilmemesi gereken en önemli sünnetti gece namazı. Gece namazının sıradan sünnet namazlardan çok daha farklı yönleri vardı. Her şeyden önce her davetçinin ihmal etmemesi gereken önemli bir sünnetti. Çünkü gece namazı, taşıdıkları sorumlulukta onlara yardımcı olan manevi bir güç kaynağıydı.
Gündüz insanların hidayetiyle meşgul olurken geceleri Allah’a daha yakın olabilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Allah’ın güzel isimlerini zikredip onu tesbih ettikten sonra sabah namazına kadar Kur’an okuyarak Allah’ın azze ve celle kendilerinden nasıl bir kulluk istediğini daha iyi anlamak ve istenildiği gibi Allah’ın salih bir kulu olabilmek için çabalıyorlardı. Bu çabaları boşa gitmiyordu. Başta yaşantılarıyla olmak üzere, insanlar üzerinde etki bırakacak kadar güzel bir ahlak sahibi olmuşlardı. Bu ahlak sayesinde onlara teveccüh eden nice kişinin hidayetine vesile olmuşlardı.
Bunlardan belki de daha önemlisi, nefislerini kötülüklerden alıkoymayı başarabiliyorlardı. Bunda hiç şüphesiz Allah’ın çok açık yardımını görüyorlardı. Allah’ın yardımı sayesinde gönüllerinde hiçbir endişe yoktu. Karşılaştıkları tüm sıkıntıları Allah’ın yardımı sayesinde kolay bir şekilde atlatabiliyorlardı. Allah’ın açık yardımına defalarca şahit olmuşlardı. Defalarca karşılaştıkları polis arama noktasından kolayca geçmeleri, gördükleri en zahiri yardımdı. Bu duruma kendileri gibi kardeşlerini de şaşırtıyordu. Kardeşlerinin de defalarca polis noktasından ellerini kollarını sallayarak geçmiş olmaları, onların ihlasından kaynaklanıyordu. Bundan hiç kimsenin zerre şüphesi yoktu. Allah yardım ettiği takdirde onlara galip gelecek hiç kimsenin olmadığına iman etmişlerdi. Çünkü müminlerin dostu ve yardımcısı, her şey gücü yeten Allah’tı.
Ahmet’le Halit’in sahip oldukları en güzel özellikleri ise hiç şüphesiz her şeyleri ile Allah’a tam bir tevekkül ve teslimiyetle bağlı olmalarıydı. Bu teslimiyet ve tevekkül, tedbiri elden bırakmayı gerektirmiyordu. Her neyle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar başlarına gelen şeylerden dolayı karamsarlığa kapılmazlardı. Her şeyi gören ve bilen âlemlerin Rabbinin gözetiminde olduklarının şuur ve bilinciyle hareket ediyorlardı. Bu bilinç ve şuur sayesinde imanları hakiki bir imana tekâmül etmişti.
Ahmet’le Halit her ne kadar iyi anlaşan kardeşler olsalar da, Allah’ın lütfuyla kendilerine ikramda bulunması hakkında söz etmezlerdi. Gördükleri şeyleri sadece kendi iç âlemlerinde değerlendirirlerdi. Durumlarını birbirilerine dahi söylemekten hayâ ederlerdi. Allah’ın verdiği bir ikramı ifşa etmek istemiyorlardı.
Ahmet gün içinde canını sıkan sorunlarla karşılaştığı zamanlarda gece alnını secdeye koyar ve içini Allah’a azze ve celle açarak rahatlardı. Allah, azze ve celle onun gönlündeki sıkıntıları giderene kadar alnını seccadeden kaldırmazdı. Namazdan sonra kendisini çok hafif ve rahat hissederdi.
Halit’e ise bir başka âlemin kapıları açılmıştı. En çok sevdiği Risale-i Nur müellifi Üstad Bediüzzaman’ı sık sık rüyasında görür, adeta ondan ders alır gibiydi. Bilmediği hakikatleri ondan öğrenirdi. Halit için Risaleler vazgeçilmezdi. Risaleler sayesinde Allah’ı daha iyi tanıma fırsatı bulmuştu. Allah’a olan inancı Risaleler sayesinde perçinlenmişti. Risalelerdeki hakikatler birçok kimsenin rahat bir şekilde anlayabileceği misallerle anlatıldığı için daha iyi anlıyordu.
Risalelerden yirmi altıncı mektubu okuduktan sonra, okuduklarının künhüne varmasının ardından Üstad Bediüzzaman’ın maneviyatından ders almaya başlamıştı. Şöyle diyordu Üstat Bediüzzaman:
“Malûm olsun ki: Bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var: Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünki ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hakk'a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş. İkinci cihet, sırf Kur'an-ı Hakîm'in dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri, alerre'si vel'ayn kabul ediyorum.”[1] Böyle bir zata gidilmez miydi? Gidenler geri çevrilir miydi?
Ahmet ve Halit’in Allah’a imanları tamdı. Onlar, zamanın mücahitleri idiler. Bu mücahitlerin ismini kimsenin bilmesine gerek yoktu. Çünkü yaptıkları hiçbir şeyi nefisleri için veya başka bir gaye için değil, sadece İlahi rıza için yapıyorlardı. Tıpkı şairin iki satıra sığdırdığı gibiydiler. Az görünüp çok amel edenlerdendiler.
“Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır
Fazilet hissi insanlarda, Allah korkusundandır…”[2]
Takva sahibi olan bu gençler hayatlarının her karesini sünnete göre yaşamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Allah Resulüne duydukları sevgi onları Allah’a yaklaştıran en güçlü bağlarıydı. Onun hayatının her karesini öğrenmek için her fırsatta siyer kitapları okuyup kendilerini yetiştirmeye çalışıyorlardı. Okuduklarını hayatlarında yaşamak için çabalıyorlardı. Salt bilginin hiçbir faydasının olmadığını çok iyi öğrenmişlerdi. Onlardaki bilgi birçok insanın sahip olduğu bilgiyle kıyas edildiğinde çok az olabilirdi. Ama onlar, okuduklarını hayata geçirme sayesinde elde ettikleri takva ile birçok ilim sahibinin ulaşamadığı en büyük hazineye sahip olmuşlardı.
Ahmet’le Halit’in en büyük hayalleri ise şehit olmaktı. Şehit olmayı çok istiyorlardı. Şehadete âşıktılar. Onlar için varsa yoksa şehit olmak vardı. Kaldıkları yerde sohbetlerinin sonunda konu bir şekilde şehadete gelir sonrada; “Kim önce şehit olursa diğerine şefaatçi olacak,” diye birbirlerinden söz alırlardı.
Şehadet arzusu her Müslümanın kanını kaynatan eşsiz bir arzuydu. Bu arzunun gerçekleşmesi için her şeyden önce onu çok istemek gerekiyordu. Tabi bu, sadece istemekle olacak bir iş değildi. Buna layık olmak da gerekiyordu. İstemek belki de ilk adımdı. Daha sonra şehit gibi yaşamak gerekiyordu. Şehit gibi yaşamak için birbirleriyle yarışıyorlardı.
Şehit gibi yaşamaktan kasıtları ise; küçük büyük tüm günahlardan kaçınmak, Allah’a yakın olmak için namazları erkânıyla eda edip, İslam sancağını dalgalandırmak için mücadele etmekti. Bu mücadele alanında nice şehitler Rablerine dönmüşlerdi. İslami mücadele verirken şedit olan Muhammed Ata, Hacı Biçer, Şeyh Zeki, Şehit Ahmet, Abdüsselam İrdem, Murat Bilik ve daha niceleri Rablerine verdikleri sözleri yerine getirip şehit olmuşlardı. “Müminlerden Allah'a verdikleri söze sadakat gösteren erler vardır. Onlardan kimi adağını yerine getirdi (şehit oldu), onlardan kimi de beklemektedir. Onlar kesinlikle (sözlerini) değiştirmediler.”[3] Allah’ın kelamında buyurulduğu gibi…
Ahmet’le Halit, Rablerine verdikleri sözlerinde sadıktılar. Bir gün şehadet sırasının kendilerine gelmesi için dua edip duruyorlardı.
Onlar şehit olmayı beklerken İlahi takdir başka şeyler dilemişti. Ahmet’le Halit cami hücresindeyken, sabah namazına yakın gece namazını eda ettikleri sırada caminin içi polislerle dolmuştu. Cami hücresinin bulunduğu avlu girişinin sol tarafındaki bölüm tamamıyla çembere alınmıştı. Kapıyı çalmaya bile gerek duymadan “Koçbaşı” dedikleri kapı kırmaya yarayan aletle kapıyı kırıp içeri daldıklarında, Ahmet’le Halit’in hücrenin birbirinden uzak iki köşesinde secdede olduklarını gördüler. Onları apar topar secdeden kaldırıp bir anda polis otosuna bindirdiler. Ardından caminin hücresini aramak için orayı alt üst ettikten sonra hiçbir şey bulamadan emniyete döndüler.
Polisler için günün kârı yaptıkları operasyonda yakaladıkları gençler olmuştu. Bunlar arasında Necmi de vardı. Polis, uzun bir süredir aradıkları ve takipte oldukları Ahmet Yıldız, Halit Ak ve Necmi’yi sonunda yakalamışlardı. Bunları aylardır aradıkları halde henüz bulan polis öfkeden deliye dünmüş, barbarca sorgulamalardan, işkencelerden geçirmişlerdi.
Ahmet’le Halit’in yakalanmasının ardından polislerin artık evlerini gözetlemesine gerek kalmamıştı. Aradıklarını bulmuşlardı. Ahmet’le Halit’in dün gece yakalandığı haberi bir kor olup dava kardeşlerinin bağrına düştü.
Ayten, o gün yatağından kalktığı andan itibaren canının çok sıkkın olduğunu fark etmişti. Canını sıkan bir şeyler vardı. Ama ne olduğunu anlayamadı. İçinden geçen kötü düşünceleri dillendirmekten korkuyordu. Bu yüzden sabah kahvaltı yapmadan okuluna gitti. Henüz okul için vakit çok erkendi.
Sabahın erken vaktinde insanı üşüten sonbaharın soğuk rüzgârı esiyordu. Soğuk rüzgâra aldırış etmeden yavaş adımlarla okulun yolunu tutmuştu. Her tarafı üşüyordu. Gökyüzü kara bulutlarla doluydu. Kara bulutlar güneşin doğmasını engellemek için ellerinden geleni yapıyor gibiydi. Bulutların arasından süzülen güneşin huzmeleri çok zayıftı. Bu durum onun canını daha çok sıktı. Bu havayı oldu olası sevmemişti. İnsanın içini karartan bir havaydı. Yanakları ve burnu soğuktan kıpkırmızı olmuştu. O an bunları düşünecek durumda değildi. Aklından geçenlerle o kadar meşgul idi ki yanından geçen insanların meraklı bakışlarına aldırmıyordu. Henüz şafağın yeni yeni attığı bir vakitte bir genç kızın okul yolunda olması elbette ki tuhaftı. Bundan daha tuhafı ise üzerinde onu soğuk rüzgârdan koruyacak giysisinin olmayışıydı.
Sabahın erken saatindeki soğuk hava, kışın zemheri soğuğunu aratmıyordu. İnsanın kanını donduran esintili bir hava vardı.
Normal zamanlarda dahi okula gittiği zamanlarda üzerine kalın bir şeyler alırdı. Bu sefer kendini bir an önce evden dışarı atma isteği yüzünden kalın giyinmeyi unutmuştu. Evdeyken tek istediği şey kendisini sıkan bu dar ortamdan bir an önce kurtulmaktı. Saatin kaç olduğuna veya havanın dondurucu soğuğuna aldırış etmeden okul kıyafetlerini giyip evden çıkmıştı.
Okula vardığında öğrencilerin gelmemesine aldırmadan okulun çevresinde dolaşmaya başladı. Oturmak istemiyordu. Ne istediğini o da bilemiyordu. Canını sıkan bir şey vardı ve bunun nedenini merak edip düşünüyordu. Bu yüzden şuursuzca dolaşarak içindeki sıkıntıdan kurtulmak istiyordu. Bu dolaşma bir yere kadar işe yarıyordu.
Öğrencilerin okula yavaş yavaş gelmesiyle iç sıkıntısı biraz olsun hafiflemişti. Okul arkadaşlarının selamları ve onlarla yaptığı ayaküstü sohbetler biraz olsun onu sıkıntıdan uzaklaşmasına yardımcı oldu.
Özelliklede Şule ile Kübra’nın gelmesiyle Ayten kendini daha iyi hissetti. Onlarla dertleşmek istiyordu, ama neyi nasıl anlatacaktı. İç sıkıntısının nedenini bilmiyordu. Şule, Ayten’deki sıkıntıyı fark etmişti. Yüzü ve elleri soğuktan kırmızı olmuş olan Ayten’in ellerini avuçlarının içine alarak ısıtmaya çalıştı. Ayten’in yüzündeki ifadeden kendinde olmadığı çok belli oluyordu. Şule ile Kübra, Ayten’i alıp okul kantinine gittiler.
Ayten’in ısınması ve kendine gelmesi için büyük bardakta sıcak bir çay getirdiler. Ayten’in çayı içmesi için ısrar ettiler. Ayten, arkadaşlarının ısrarına daha fazla dayanamayıp çayını içti. İçtiği sıcak çay kanını ısıtmaya yetmişti. Şimdi biraz daha iyiydi. Yüzünün rengi normale dönmüştü.
Kübra neler olduğunu sormaktan korkuyordu. Ayten’i üzmek istemediklerinden öylece oturup bir şeyler anlatmasını beklediler. Ders zili çaldığı halde Ayten yerinden kalkmayınca arkadaşları da onunla birlikte oturdular. Ayten’i hiç bu kadar kötü görmemişlerdi. Ayten’e ne olduğunu merak etseler de bunu sormaktan çekiniyorlardı. Ama her ne olmuşsa kötü bir şey olduğundan emindiler.
Ayten’in tamamıyla kendisine geldiğine emin olduktan sonra Şule endişeli bir şekilde; “Neyin var böyle? Ne oldu sana? Niye bu haldesin?” diye peş peşe sordu.
Ayten’den ses yoktu. Konuşmak istemiyordu. Şule’nin sorduğu soruları duymamış gibiydi. Kübra endişeli ve sitemli bir şekilde; “Canım arkadaşım! Niye bizimle konuşmuyorsun? Ne derdin varsa söyle sana yardımcı olalım. Bak sen bu haldeyken bizim içimiz rahat değil. Ne olursun kurbanın olayım bir şey söyle,” diye üsteledi.
Ayten’in konuşmaktan başka çaresi kalmamıştı; “Ne diyebilirim, bilmiyorum. Bana neler olduğunu ben de anlamıyorum. Bugün her zamanki gibi erken kalktım. Canım çok sıkılıyordu. Kötü bir rüya olabileceğini düşündüm. Akşam gördüğüm rüyaları düşündüm. Canımı sıkan bir şey görmemiştim. Evdeki duvarlar üzerime gelmeye başlamıştı. Daha fazla dayanamayıp kendimi dışarı attım. Neler olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. Sadece canımı sıkan bir şey var ve ben bunu bilmiyorum. Düşünmemek için elimden geleni yapıyorum. Ama kısa bir süre sonra kalbim sıkışıyor. Canım çok yanmaya başlıyor. Neden böyle olduğum hakkında hiçbir fikrim yok,” diye söylediğinde sesinde ve yüzündeki şaşkınlık doğru söylediğinin işaretlerini veriyordu.
Ayten’in anlattıklarını dinleyen iki arkadaşı endişe etmeye başladılar. Bu hiç de normal bir durum değildi. “Bunun mutlaka mantıklı bir açıklaması vardır,” diye düşünseler de onların da aklına bir şey gelmiyordu. Bu durumda arkadaşlarını yalnız bırakmanın iyi olmayacağına karar verdiler. Ayten’i eve götürmek istedilerse de Ayten bunu kabul etmedi. Evde daha çok canının sıkılacağından emindi. “En iyisi camiye gitmek,” diye söyledi. Bu fikir Şule’yle Kübra’ya da mantıklı gelmişti. Ayten’i sevindiren tek şey camiydi. Birlikte camiye gitmek için kalktılar. Bugün okulu ekmişlerdi. Söz konusu olan arkadaşları olunca okulu düşünen yoktu.
Ayten, Şule ve Kübra camiye geldikleri zaman Selma Hoca’nın da her zaman ki gibi caminin alt katında bayanların ders verdiği yerde sabah öğrencilerine Kur’an dersi vermese gerekiyorken o da yoktu. Onun yerine bir başkası çocukların dersini veriyordu.
Ayten ile arkadaşlarını sabahın bu vaktinde, okul saatinde burada gören Hoca buna şaşırmadı. Ayten’in kötü haberi öğrendiğini sanmıştı. Bu yüzden okulu ekmiş olabileceğini düşünmüştü.
Ders verdiği öğrencileri bir başka arkadaşına emanet edip Ayten’in yanına gelen Hoca, Ayten’in hiç de iyi görünmediğini görünce endişelendi. Ayakta dahi durmakta zorlanıyordu. Hoca; “Nasılsın? Ne oldu sana böyle?” diye sordu.
Kübra yüzündeki endişenin verdiği bir ses tonuyla; “Selma Hoca yok mu?” diye sordu.
“Selma Hoca birkaç gün gelemeyecek,” dediğinde Kübra, ona bir şey olmasından endişe etti.
“Ayten’in durumu hiç de iyi değil. Onu eve götürün,” diye Kübra ve Şule’ye tavsiyeden daha çok emir verir gibi söylemişti bu sözü.
Kübra; “Onu eve götürmek istedik, ama bir türlü eve gitmek istemedi. Bizde camiye geldik.”
Hoca, neden böyle olduğunu bildiği Ayten’e acıyarak; “Nasıl iyi olsun? İnsan bu tür zamanlarda metanetli olmak istese de yine de insan olmamız hasebiyle sevdiklerimize bir şey olunca üzülüyoruz işte,” dediğinde kızların şaşkın bakışları birden Hoca’ya kilitlendi.
Hocanın neden söz ettiğini anlayamadılar. Ayten şaşkın bir şekilde; “Hocam ne dediğinizi hiç anlamadım. Kime ne olmuş?” diye sordu. Şaşırma sırası Hoca’daydı. Biraz da mahcup bir edayla; “Haberin yok mu?” diye sordu.
“Neden haberim yok mu?” diye soran Ayten’in şaşkınlığı korkuya dönüştü. Hoca cevaplamak zorunda hissetti kendisini; “Dün gece Ahmet abin, Halit, Selma Hoca’nın eşi ve birçok kişi gözaltına alındı,” diye söylediğinde sesinde acıma ve keder vardı. Gözaltılarda neler yaşandığını çok duymuş ve okumuş olmanın verdiği vicdanı devreye girmişti.
Ayten duyduğu sözler karşında kendinden geçti. Baygınlık geçiriyordu. Ayten’in durumu, Hoca’yı endişelendirdi. Şule’yle Kübra, Ayten’in yere düşmemesi için kollarına girip onu sakinleştirmeye çalışırken Hoca, polis baskını hakkında Ayten’in bilgisi olmadığını yeni fark etti. Büyük bir pot kırmıştı. Ancak iş işten geçmişti. Ayten’i teselli etmek istedi. Biraz su istedi. Endişelenerek çevrelerine üşüşen öğrencilerinden biri bir bardak suyla Hoca’nın yanında bitiverdi. Hoca su bardağından biraz su alıp Ayten’in yüzünü ovmaya başladı. Ayten neler olduğunu sormaktan bile acizdi.
Onun yerine Kübra; “Hocam dün gece ne olmuş,” diye sorup anlatmasını rica etti.
Hoca, dün gece Ahmet’le Halit’in yakalanışını anlattı. Ayten’in bunu bildiği için canının bu kadar sıkkın olduğunu düşündüğünden buraya geldiğini sandığını söyledi. Şule’yle Kübra, Ayten’in bu sabahtan itibaren neler yaşadığını Hoca’ya anlattılar. Hoca buna çok şaşırdı. Ama olan olmuştu. Şu anda yapmaları gereken tek şey Ayten’le ilgilenmekti. Ayten’in ellerini ve yüzünü suyla ovmaya devam eden Hoca, Ayten’in kendine gelmesine çok sevindi. Onu hastaneye götürmek istediyse de Ayten bunu kabul etmedi.
Ayten bir kez daha Hoca’dan Ahmet abisi ve Halit’in yakalanışını anlatmasını rica etti. Hoca duyduğu şeyleri anlattıkça Ayten gözyaşlarına boğuldu. Polisler tarafından apar topar yakalanıp polis otosuna bindirilen abisini ve Halit’i düşündü. Hoca, Ayten’e teselli vermek için bunun İslami mücadele verenlerin karşılaşacakları bir musibet olduğunu hatırlattı. “Zindanlar, davaları için mücadele edenlerin savaş meydanlarıydı. Bu savaşa katılanlar elbette birçok şeyi göze almışlardı. Tarih boyunca daima zindandakiler ya bilfiil ya netice itibariyle dışarıyı yönlendirmişlerdi. Vazife çok büyük ve görkemliydi...” Hoca’nın o an için söyledikleri Ayten için bir şey ifade etmiyordu. Aklı ve fikri abisinde ve Halit’teydi. Onları düşündükçe içinde hissettiği şey sıkıntıydı.
Oysa Hoca, hala konuşmaya devam ediyordu; “Kesinlikle bunu teselli için söylemiyorum. Şeytanın vesveseleri ve düşmanın gaddarlığı karşısında gaflet olmasın, bu büyük ibadete zarar gelmesin, heder olmasın diye hatırlatıyorum,” şeklinde tavsiyede bulundu.
Hoca’nın nasihatlerini tam olarak anlamasa da iyi şeylerden söz ettiğini biliyordu. Ayten, yaşananların bir gün gelip kapılarını çalacağını biliyordu. Üzüldüğü şey aslında abisinin veya Halit’in yakalanması olduğundan emin değildi. Yüreğindeki sıkıntının nedeni bunlar değildi. Abisinin ve Halit’in yakalanması onun için bir şerefti. İslam davası için mücadele verenlerin bir gün ya şehadet ya da zindanla karşılaşması an meselesiydi. Neden bu kadar üzüldüğünü anlayamadı. Sonra Allah için mücadele veren nice Müslüman gibi abisi, Halit ve diğer kardeşlerinin verdikleri İslami mücadele nedeniyle tutuklandıklarını düşündü. Bu yolun yolcusu olan salih kullara Allah azze ve celle böyle bir şeyi takdir etmişse onları çok sevdiğindendir diye düşündü. “Kim Allah rızası için musibete sabreder, kısmetine razı olursa, Allah bununla dünyada onu süsler ve ahirette sevabını çoğaltır...” Hadisini hatırladı. Bir müddet bunun üzerine tefekkür etti.
Ayten, bunları düşündükçe Allah’ın takdir ettiği bu musibet karşısında dik durması gerektiğini anladı. Çünkü dik durduğu sürece ailesine ve Şendur Hoca’sına teselli verebilirdi. Bunu ailesine söyleme işi ona düşmüştü.
“Selma Hoca’yı sordu. Onun neden gelmediğini,” merak etmişti. Hoca, Ayten’in sorduğu bu soru üzerine derinden bir iç çekti. Gözleri dolmuş, ağlamamak için direniyordu. Sesine hâkim olabilmek için bir iki öksürüp sesini iyi çıkarmaya çalıştı, ardından; “Selma Hoca ve eşi de gözaltına alınanlar arasında bulunuyor,” dediğinde Ayten, Kübra ve Şule duyduklarına inanamadılar. Ayten’in dizlerinin bağı çözüldü. O andan itibaren konuşulacak bir şey kalmamıştı. Kübra ve Şule, Ayten’in kollarına girip onu eve götürdüler.
Ayten, ailesine destek olabilmek için daha dik durması gerektiğine inandı. Annesinin duyacaklarından sonra yıkılacağını tahmin etmesi zor değildi. Onun yanında olabilmek için daha sağlam durması gerektiğine inandı. Kendisini biraz olsun toparladıktan sona eve girdi. Annesi, kızını görünce çok şaşırdı. Okulda olması gereken bir saatte evde olması normal değildi. Babasını sordu. Annesi, babasının işe gittiğini söyledi. Ayten biraz soluklandıktan sonra annesine Ahmet abisinin başına gelenleri haber vermeden önce Şendur Hoca’sına uğrayıp onu da evlerine davet etti. Şendur Hoca, Ayten’in peşi sıra eve girdi.
Ayten’in, Halit’ten haber getirmiş olma ihtimali vardı. Bu yüzden hiç vakit kaybetmemişti. Şendur Hoca’nın gelmesiyle Ayten metanetini korumaya çalışarak Ahmet abisinin ve Halit’in dün gece kaldıkları cami hücresinde gözaltına alındığını söyledi. Ayten’in sözleri bitmişti ki annesi ve Şendur Hoca ağlaşmaya başladılar. Bir müddet aralarında hiçbir konuşma geçmedi.
Şendur Hoca; “Komşu, Allah’tan ümit kesme. Çocuklarımız inşallah Allah yolundaydılar. Allah yolunda başlarına her ne gelirse gelsin inşallah hayırdır. Yeter ki İslami mücadeleyi vermekten asla vazgeçmesinler,” diyerek üzüntüler içinde teselli verdi, kendisi teselliye muhtaçken.
Melek” “Kim bilir şimdi o zalimler çocuklarımıza nasıl işkence ediyorlar. Allah onların da diğer tüm Müslümanların da yar ve yardımcısı olsun,” diyerek dua etti.
Şendur Hoca, Ayten’den çocuklarının nasıl yakalandığını sorup daha detaylı bilgi istediyse de Ayten’in de bildiği pek fazla bir şey yoktu. Yine de bildiklerini tekrarladı. Annesiyle, Şendur Hoca’yı en çok etkileyen şey, çocuklarının cami hücresinde kalışlarını öğrenmeleri oldu. Sıcak ev ortamı dururken çocuklarının cami hücresinde kalması yüreklerini burkmuştu. Sonra her biri kendi acısıyla baş başa kaldı.
Yakalananlar, polis tarafından sorgulanmaya başlanmıştı. Ahmet kendisine isnat edilen tüm suçlamaları başta kabul etmediyse de ilerleyen vakitlerde Halit’i ve diğer kardeşlerini kurtarmak için suçlamaları kabul etmek zorunda kaldı. Polis tarafından hazırlanan, “Ahmet, Halit ve Necmi’nin yasa dışı İslami faaliyetlerde bulundukları,” hakkında kaba bir dosya bulunuyordu. Ahmet, Halit’e ve Necmi’ye isnat edilen suçlamaların yersiz olduğunu, Halit’in kendisinin birçok öğrencisinden sadece biri olduğunu, Necmi’nin arkadaşı olduğu yönünde ifade vermesi polisleri de memnun etmişti. En azından biri suçunu kabul etmişti. Bu bile onlar için büyük bir başarıydı.
Daha önce de yakalanan İslami hizmetlerinden dolayı yakalanan kişiler polis tarafından yapılan işkencelere rağmen kendilerine isnat edilen hiçbir suçlamayı kabul etmiyorlardı. Ahmet de bunu biliyordu. Ama şu anda düşündüğü tek şey Halit’i ve Necmi’yi kurtarmaktı. Onların ve diğer gözaltında bulunan kardeşlerinin kurtuluşu için suçlamaları kabul etmesi gerekiyordu. Aksi takdirde hepsinin tutuklanıp cezaevine gönderilmeleri an meselesiydi.
Polis, Ahmet’ten aldığı ifadeyle Halit’in ve Necmi’nin ifadelerini karşılaştırdı. Daha önce bu tür bir yakalanmaya karşı hazırladıkları ifade doğrultusunda Halit ve Necmi de Ahmet’in verdiği ifadeyi doğruladı. Böylelikle polisin elinde bulunan Halit’e ve Necmi’ye ait dosyanın hiçbir anlamı kalmadı. Dosyadaki ifadelerin büyük bir çoğunluğu Ahmet’le ilgiliydi. Bu, polis için yeterliydi. Ahmet onların elindeydi. Yine de Halit’i ve Necmi’yi bir hafta gözaltında tutup Selma Hoca dâhil diğer gözaltına aldıkları kişilere gözdağı verip serbest bıraktılar.
Bir hafta sonra Halit ve Necmi gözaltından serbest bırakıldılar. Ahmet, on günlük gözaltı süresinden sonra önce savcılığa, sonra da tutuklanma talebiyle nöbetçi hâkimliğe çıkarılıp tutuklandı ve cezaevine gönderildi.
Halit evine özgür bir şekilde dönebilmişti. Yalnız gelişi sevinç yerine hüzünlü olmuştu. Çünkü Ahmet abisini gözaltında bırakmıştı. Bu yüzden sevinememişti. Ahmet’le birlikte olmayı çok istemesine rağmen Ahmet buna müsaade etmemişti.
Halit’in aranması kalktığı için artık cami hücresinde kalmasına gerek kalmamıştı. Bundan böyle Ahmet’in arkasında bıraktığı işlerle Halit ilgilenecekti. Bu görevi en iyi şekilde yerine getirmek için elinden geleni yapıyordu. Ahmet abisinin gözü arkada kalmayacaktı.
Halit’in evine dönmesine çok sevinen Ayten, abisinin tutuklanmasına da bir o kadar üzülüyordu. En azından birilerinin kurtulmuş olmasına seviniyordu. Aslında bir yandan da abisinin tutuklanmasındaki hikmeti anlamaya çalışıyordu.
Ahmet, Halit’in ve birçok gencin hem hocasıydı hem de onların hidayetine vesile olan kişiydi. Bunu birçok kişi de biliyordu. Bu yüzden Halit’in ve arkadaşlarının tutuklanması ve Ahmet’in serbest bırakılması tutuklananların aileleri tarafından yanlış anlaşılmaya sebep olabilirdi.
Herkes Ahmet’in yaptığı fedakârlığın farkındaydı. Ahmet kendisine yakışır olanı yapmıştı. Ondan beklenilen tam da buydu. Kardeşleri için kendi hayatını hiçe saymak isarın ta kendisiydi. Ahmet tüm kardeşlerine karşı sevgi beslese de, Halit’le geçirdiği günler sonunda onu hiç sahip olmadığı erkek kardeşi yerine koymuş ve ona kalbi bir sevgi beslemeye başlamıştı. Bu da aralarında fazladan bir duygusal bağın oluşmasına neden olmuştu.
[1] Risale–i Nur Külliyatı: Mektubat 26. Mektup Onuncu Mesele
[2] Mehmet Akif Ersoy
[3] Ahzap Suresi: 23