Ayten-17. Bölüm
17. BÖLÜM
Ahmet’in cezaevine girmesinin ardından, tek erkek çocuklarını kaybeden Salih ve Melek, onun yokluğunu hissetmeye başlamışlardı. Yakalanmadan önce en azından özgür olduğunu ve bir yerlerde bulunduğunu bildikleri için içleri biraz daha rahattı. “Bir gün evine geri dönecek,” diye ümitleri vardı. Oysa şimdi ciğerpareleri kör kuyuya atılmıştı. Oradan çıkması uzun sürecek gibi görünüyordu. Artık Ahmet’in yokluğuna alışmaları gerekiyordu. Bu hiç de kolay değildi.
Halit ise, artık aranmadığı için eski hayatına geri dönmüştü. Ailesiyle birlikte yaşamaya devam etmenin yanı sıra Üniversite sınavlarına hazırlanmak için derslerine çalışmaya başlamıştı. Ahmet’in bıraktığı çalışmalarının sekteye uğramaması için gece gündüz demeden çalışıyordu. Sürekli hareket halindeydi. Boş kaldığı bir anı bile yoktu. Gece geç vakitlere kadar İslami hizmetinde çalışmalarını aksatmamak için elinden geleni yapıyordu. Gece eve gelip biraz ders çalıştıktan sonra yatıp gece namazı için tekrar kalkıyordu. Günlük olarak sadece beş altı saat uyuyordu. Bu, onun yaşındaki birisi için oldukça az olsa da Halit’in buna aldırdığı yoktu. Onun için tek endişe ettiği şey İslami hizmetleriydi.
Halit, çok çalışmasına rağmen Ahmet’in yerini dolduramadı. Ahmet’in yokluğu her zaman fark ediliyordu. Ahmet’in yokluğunu en çok hissedenlerden biri de hiç şüphesiz kendisiydi. Hocasından, abisinden ve dert arkadaşından ayrılmış olmaya bir türlü alışamıyordu. Onun yokluğu kendisini belli ediyordu. Ondan çok şey öğrenmişti. Şimdi o yoktu ve artık eskisi gibi yeni şeyler öğrenmekten mahrumdu.
Halit’in sorumluluklarından biri de Ahmet’in anne ve babasını her daim sorup onlara Ahmet’in yokluğunu aratmamaktı. Bu, aslında bir görevden daha çok bir kardeşin terk etmemesi gereken vefaydı. Halit her sabah evden çıktığı ve akşam eve geldiği zaman mutlaka Ahmetlerin evine uğramayı, Salih amca ile Melek teyzeye bir ihtiyaçlarının olup olmadığını sormayı alışkanlık haline getirmişti.
Salih ile Melek, Ahmet’in yokluğunda Halit’le teselli bulmaya çalıştılar. Halit’i, Ahmet’in yerine koydular. Onu çok sevdiler. Ahmet’in ziyaretine gittikleri vakitlerde bunu Ahmet’e de söyleyip gözünün arkada kalmaması için ona teselli verdiler.
Geçen zamanla birlikte Ahmet’in yakalanmasından dolayı duydukları acıları hafifleyen Ayten kendisini çok çabuk toparladı. Olanlara Allah’ın hikmet nazarıyla bakabilmeyi öğrendiği için başlarına gelen bu musibete karşı sabrı ve tevekkülü kuşanmıştı. Abisinin en kısa zamanda tekrar kendilerine kavuşacağı anı sabır ve duayla bekliyordu.
Halit’in her gün gelip kapıyı çalması artık neredeyse rutin bir şey olmuştu. Bu durum Ayten’in yüreğini parçalıyordu. Her gün Halit’in evlerinin kapısını çalması kadar ona acı veren bir şey yoktu. Halit’in yokluğu da varlığı da acıydı. Ama varlığı daha çok acı vermeye başlamıştı. Her gün onu görmek ve onun sesini duymak artık dayanılacak gibi değildi.
Çok çaresizdi. Bu acıya nasıl katlanacağını bilemiyordu. İçindeki bu sır artık yüreğine sığmaz olmuştu. Her kapı çalındığında Halit olabilir düşüncesine kapılıyordu. Bu düşünce kanının kaynamasına, heyecanlanmasına yetiyordu. “Halit olabilir,” diye kapıya gitmekten çekiniyordu. Halit’in ne sesini duymaya ne de onu görmeye takati vardı. Bunu kaldıramıyordu. Halit’in geliş vakitlerinde kendisini oyalayacak bir meşgale bulmaya çalışıyordu. Bu şekilde kapıyı annesinin açmasını ve Halit’i görmek zorunda kalmayacağını düşünüyordu.
Halit’i görmediği zamanlar ise ayrı bir ıstıraptı. Onun kapıda olduğunu bilmek ve onu görememek… Varlığı ve yokluğu aynı anda tecrübe etmek… Elinden gelseydi Halit’ten uzaklaşırdı. Onun varlığını bildiği halde onu görmezden gelmek çok zordu. Annesinin kapıya bakması dahi işe yaramamıştı. Halit’in geldiği zamanlar Halit’e kapıyı açan annesi, Halit’i yolcu ettikten sonra Ayten’in yanına geldiği zaman kendisini tutamayıp, “Gelen kimdi anne,” diye sorar, annesi de Halit’in geldiğini söylerdi. Bu arada Ayten’in yüzü kızarırdı. Utancından yerin dibine geçmek istediği oluyordu. Annesinin durumunu fark etmesinden korkuyordu. Anneydi o, kızının neler hissettiğini anlayabilirdi. Bu tür durumlar da ondan saklı kalmazdı. Her ne kadar anne, kızındaki değişikliği fark etse de bunu sormaktan çekiniyordu.
Ayten, Halit’le karşılaşmamak için sabahları daha erken saatlerde okula gitmeye başladı. En azından Halit’in geldiği zamanlar evde olmayacaktı. Bu, bulabildiği tek mantıklı çözümdü. Bundan başka aklına gelen hiçbir çözüm yoktu. Buna köklü bir çözüm bulması gerektiğinin farkında olsa da daha önce çok denediği halde hiçbir çözüm yolu bulamadığını itiraf etti. Çok çaresiz ve acizdi. Artık yaşamak onun için acıdan farksızdı. Halit’i her gördüğünde kalbi çarpıyordu. Ölmeden cehennemi yaşıyordu. Halit, içini yakıyordu. Sesini duyduğu zaman kalbi artık asileşiyordu. Ayten’i dinlemek yerine Halit’in sesine kulak veriyordu kalbi…
Zamanla Halit, onun sadece kalbini değil tüm bedenini ele geçirmişti. Halit, Ayten’in içinde yaşayan bir kanser gibi her tarafını istila etmeyi başarmıştı. Artık Halit’i gördüğü zaman heyecandan tüyleri diken diken oluyordu. Heyecandan dili tutulup konuşamaz hale geliyordu. Halit’in geleceğini beklediği zamanlar oluyordu. Halit gelecek diye akşam vaktine yakın artık kulağı kapının çalınmasını bekliyordu.
Yine bir akşam vaktiydi; annesi mutfakta yemekle uğraşıyordu. Kapı çalındı. Annesi yemeği bırakamadığı için; “Kızım kapıya bak” diye Ayten’e seslendi. Ayten ne yapacağını şaşırdı. Halit’in gelmiş olma ihtimali yüksekti ve onu görmeye dayanamazdı. Her yanı bir ateşin içindeymiş gibi yanmaya başladı. Heyecandan annesine cevap veremiyordu. Kapı ısrarla çalmaya devam ediyordu. Annesi; “Kızım kapıya bak,” diye yüksek sesle Ayten’e seslendi. Ayten kapıya bakmaya mecbur kaldı. Ayakları kapıya gitmemesi için diretiyordu. Ayaklarını kaldırmakta zorlanıyordu. Kapıya gidene kadar kapı zili birkaç defa daha çaldı. Ayten için bu kısa yol bitmek bilmeyen bir çelişkiler yumağının misaline dönüşmüştü.
Kapıyı açmak için elini kapı koluna uzattı. Bunu yapmaması gerektiğini biliyordu. Halit’i görmemesi gerektiğinin farkındaydı. Onu gördükten sonra en az birkaç gün kendisine gelmeyeceğini biliyordu. Elleri bir türlü kapıyı açmaya gitmiyordu. İçerde annesinin sesini duyuyordu. Annesi ısrarla çalınan kapı zilinden rahatsız olmuştu. Sonunda “Ya Allah” deyip kapıyı açtı. Karşısında duran kişiyi görünce gayri ihtiyari içinden, “Sübhanallah, bu insan değil ancak bir Melek olabilir,” diye geçirdi. Halit ona öyle bir şekilde görünmüştü ki o an güneşin battığı akşam vakti olmasına rağmen Ayten için her yer aydınlanmıştı. Sanki güneş tekrar doğmuştu. Güneş doğmakla kalmamış kapısına kadar gelmişti. Halit’i görmesiyle yine yüreği ağzına gelmişti. Kalbinin çarpıntısının sesini Halit’in duymasından korktu. Hiçbir şey diyemiyordu. Kapıda duranla konuşmayalı o kadar uzun bir zaman olmuştu ki sesini bu kadar yakından duymaya yüreğinin dayanamayacağını sanıyordu. Halit selam verip anne ve babasından herhangi birisini sordu. Ayten, Halit’in ağzından çıkan melodiden o kadar etkilenmişti ki biraz daha konuşmasını arzulamıştı. Halit’in ne dediğinin hiçbir önemi yoktu. Önemli olan tek şey Halit’in konuşmasıydı.
Halit, sözlerini bir kez daha tekrarlamak zorunda kaldı. Ayten hiç de iyi görünmüyordu. Ama bunun nedeninin kendisi olduğu Halit’in aklının ucuna dahi gelmezdi. Halit için Ayten çocukluk arkadaşı ve Ahmet abisinin kardeşiydi. Bundan öte hiçbir zaman ona başka bir gözle bakmamıştı. Şimdi kapıda duran bu arkadaşına, “Merhaba” bile demeden neden geldiğini anlatmaya çalışıyordu.
Ayten kapının ağzında Halit’e bakmaya doyamıyordu. Nutku tutulmuş gibi öylece kala kalmıştı. Bakışlarını Halit’ten ayırmadan ona odaklanmıştı. Ayten’in bu durumundan endişelenmeye başlayan Halit’in yardımına Melek yetişti. Mutfakta seslendiği halde kızının ses vermemesi üzere kapıya çıkmıştı annesi. Kapıda duran Halit’i görünce sevinmişti. Halit’in hal hatırını sorduğunda Ayten kendine gelmeye başladı. Neden kapı önünde olduğunu düşündü. Sonra hiçbir şey söylemeden annesini ve Halit’i baş başa bırakıp içeriye koştu. Odasına girip kapısını kapattıktan sonra gözyaşlarını salıverdi. Az önce yaşadıklarından çok utanmıştı. Halit’e karşı hissettiği şey yüzünden içine düştüğü durumdan dolayı yine pişman olup, Allah’tan kendisini kurtarmasını isteyip yalvardı.
Ayten işlediği hatadan dolayı pişmandı. Samimi bir pişmanlıktı bu. Belki de ilk kez Halit’ten kurtulmayı hiç olmadığı kadar arzuladı. Yüreğindeki hatayı taşımaya devam etse de bundan artık rahatsızlık duyuyordu. Artık bu durumdan hoşnut değildi.
Selma Hoca’yla sohbetlerinin birinde yaşadıklarını ona anlattığı vakit; “İbadet ve taat yapamadığında üzülmemen, hata ve günah işlediğinde ise pişmanlık duymaman kalbin ölüm işaretlerindendir.”[1] Eğer yaptığın hatadan dolayı bir pişmanlık duyuyorsan bu kalbinin ölmediği anlamına geliyor, diye söylemişti.
Halinden dolayı pişmanlık duyuyordu. Buna göre Ayten’in kalbi hala sağdı. Günahlarını gözyaşıyla temizlemeye çalışıyordu.
Rabbine karşı olan sorumluluklarının farkındaydı. Kulluk için yaratıldığını biliyordu. İbadetlerine çok düşkündü. Hiçbir zaman ibadetlerini aksatmıyordu. İbadetlerini severek ve isteyerek eda ediyordu. Onun için tek sevgili vardı. O da âlemlerin Rabbiydi.
Ama ya Halit? Halit’in geçici bir kalp hastalığı olduğunu düşünüyordu. Eğer tıpta bu hastalığının tedavisi olsaydı tedavi olmayı düşünebilirdi. Aklına az önce kapı önünde yaşadığı hadiseler geldi. Annesinin durumundan şüphelenmiş olabileceğini düşündü. Annesine gördüğü durumu nasıl izah edeceğini kara kara düşünmeye başladı. Annesinin gördükleri karşısında ne diyebilirdi? Gönlünde saklı tuttuğu sevgisini açık etmişti. Şimdi hangi yüzle annesinin karşısına çıkacağını dert ediniyordu.
Ayten, annesine açılacak kadar cesaretli değildi. Hem nasıl annesine; “Ben Halit’e kalbimi kaptırdım,” diyebilirdi ki. Böyle bir şeyin olması asla mümkün değildi. Kalbinin derinliklerinde saklı tuttuğu hatasını açıklayamazdı. Hatasını itiraf etmek hiç de kolay değildi. Özellikle de onu tüm kötülük ve çirkinliklere karşı uyarıp yetiştiren annesine bunu izah etmek imkânsız gibi bir şeydi. Bu yüzden olsa gerek utanıyordu.
Halit’i her gördüğünde yüzünün kızarıyor olması onu ele veriyordu. Bunun bir çözümünü bulmadığı takdirde bir gün biri ondaki bu hali anlayacak diye endişe etmeye başladı. Al al olan yanaklarını saklayamazdı. Deli gibi çarpan kalbini sakinleştiremezdi. Halit’i gördüğü zaman çarpan kalbi yüreğinde saklı tuttuğu her şeyi gün yüzüne çıkarıyordu. Bunları düşündükçe içinde saklı tuttuğu hatasını annesine açıklamak istemedi. Bunu yapamayacağından emindi. Annesine bir şeyler söylemesi gerekmediğine karar verdi. Her zamanki gibi annesinin bir şeyler sorması halinde muğlak ifadelerle geçiştirmenin daha iyi olacağına karar verdi.
Ayten gözyaşları içinde bunları düşünürken annesi, odasına kapanmış olan kızını rahatsız etmek istemedi. Halit’e karşı neler hissettiğini daha önceden de tahmin ettiği için kızını yalnız bırakmanın daha iyi olacağını düşünmüştü. Aile içinde genç bir kızın hissettiği kalbi duygularını açıklaması ayıplanırdı. Ayten de böyle bir terbiyeden geçmişti.
Ayten her ne kadar annesinin gelmesini beklediyse de annesinin gelmemesi onu daha çok endişelendirmişti. Annesinin bir şeylerin farkına varmış olma ihtimalini düşündü.
“Aman Allah’ım eğer annem böyle bir şeyi sezmişse ben hiçbir şey olmamış gibi onun o güzel yüzüne nasıl bakarım?” diye endişe etmeye başladı. Öyle bir şey olmaması için dua etti.
Annesinin bunu bilmesine dayanamazdı. Yetiştirdiği kızını böyle günahlara dalmış olarak görmesi onu yıkardı herhalde. Ayten artık neyi nasıl düşüneceğini bilmemenin şaşkınlığını yaşıyordu.
Oysa Melek bir anneden önce bir kadındı. Sevmenin ve sevilmenin ne demek olduğunu kızından çok daha iyi biliyordu. Kızının durumundan da haberdardı. Halit’e karşı bir şeyler hissettiğini fark etmişti. Ama bunu geçici bir heves, gençlik duygusu diye yorumlamıştı. Bunun üzerine konuşmanın hiçbir anlamı yoktu. Sevmek ve sevilmek güzel bir şeydi, ama namahrem bir konu olduğunu bildiğinden gördükleri ve şahit olduğu durum karşısında sessiz kalmayı tercih etti.
Vakit epey geç olmuştu. Yemeğe oturmak için babasının gelmesini bekliyorlardı. Bugün sofrayı kurmak için annesine yardım etmemişti. Odasına kapanmıştı. Kalbindeki hatası ile hesaplaşıyordu. Akşam namazını kıldıktan sonra sakinleşebilmişti. Aklı ona vesvese veren tüm olumsuzluklardan arınmıştı. Hiçbir şey yokmuş gibi mutfakta bulunan annesinin yanına gidip ona yardımcı olmak istediyse de yapılacak hiçbir iş kalmamıştı.
Annesi, kızının gözlerine bakınca ağlamaktan kızarıp şiştiğini fark etti. Bunun çok ciddi bir durum olduğunu ilk kez anladı. Kızının haline yüreği dayanmadı. Mutfakta bulunan masaya geçip; “Kızım neyin var? Neden ağlamışsın?” diye sordu.
“Yok bir şey anne. Sadece biraz canım sıkıldı. Başımıza gelenleri düşündüm de bu durumlarda ağlamak bezen iyi geliyor işte,” diye annesinin sorduğu soruyu geçiştirmeye çalıştı.
Annesi ısrar edip; “Bak kızım! Eğer benim yardımcı olacağım bir şey varsa benimle paylaşabilirsin,” dedi.
“Biliyorum anne, Allah razı olsun,” deyip ikinci ısrarı da geri çevirdi. Bu durumda ısrarın fayda etmeyeceğini anlayan annesi farklı bir yola başvurdu:
“Kızım! Geçenlerde Şendur Hoca bana bir dua öğretti istersen onu sana öğreteyim ne dersin?”
“Güzel olur,” diye karşılık verince Ayten, annesi tane tane duayı okumaya başladı:
“İlahi! Sen duyurmazsan ben duyamam, sen söyletmezsen ben söyleyemem, sen sevdirmezsen ben sevemem. Sevdir bize hep sevdiklerini, yerdir bize hep yerdiklerini.”
Duayı dinleyen Ayten’in yüzü aydınlandı; “Çok güzel bir dua bu, inşallah bundan böyle ben de bu duayı okuyacağı,” diyerek annesinin yanaklarına sevgisinin işareti olan güzel bir öpücük kondurdu.
Ayten öğrendiği bu duayla sevinse de annesinin neden ona bu duayı şimdi öğrettiğini hiç düşünmedi. O sadece Allah’a bir başka şekilde seslenmeyi öğrendiği için sevinmişti. En çok ta, “Sen sevdirmezsen ben sevemem” cümlesinden etkilenmişti.
Ağlayan gözleri şimdi gülmeye, neşelenmeye başlamıştı. Annesi, kızının bu halini çok seviyordu. Cimcimesi küçük kızının neşelendiğini görünce o da seviniyordu. Onun neşesi evdeki havayı her zaman olumlu etkiliyordu. O sırada babası da eve geldi. Ayten, aynı neşe ile babasını karşıladı. Eve yorgun gelen baba, kızının gülmesi ve sevinciyle günün tüm yorgunluğunu alıp götürmeye yetmişti. “Keşke her zaman onu böyle neşeli görebilsem, o zaman ne dert kalırdı ne de tasa. Her şeyi Ayten’in gülümsemesine feda ederdim,” diye içinden geçirdi. Sevinç dolu anlar çok sürmedi. Ayten’in odasında yalnızlığa geçmesiyle tekrar film başa sardı.
Ayten, yine yalnız başına yatağına uzanmıştı. Bugün yaşadıklarını ve Halit’i düşünmüş, Halit’e karşı hissettiği şeyin gerçek bir aşk olmadığını tekrarlayıp durmuştu. Bu şekilde uykuya dalmış, dili farklı dese de kalbi başka bir şey fısıldamıştı.
Gece namazı için kalktığında kendisini biraz daha iyi hissediyordu. Abdestini alıp namaza durduğunda kalbinde bulunan gerçek sevgiliyle Allah’ın huzurunda olduğunu hayal etti. Tüm vücudunu bir titreme kapladı. Kimin huzurunda olduğunu idrak eden kalbi hızlı bir şekilde çarpmaya başladı. Sakinleşmek için hiçbir şey yapmıyordu. Sadece Kur’an’dan ayetler okuyordu. Okuduğu ayetlerin her bir kelimesi kalbinden çıkıyordu. Öyle ki o anda namaza durduğu mekânın değiştiğini bile fark etmemişti. Odasını kaplayan nurun farkında değildi. Kendisinden geçmişti. Huzurunda bulunduğu Rabbine ibadet etmenin hazzını yaşıyordu.
Tıpkı derslerde Selma Hoca’nın her fırsatta öğrencilerine anlattığı; “Allah ile beraber olmak, nefis terbiyesinin temel hedefidir. Çünkü Onunla olunca masivaullahtan ayrılık hasreti çekilmez. Bu mesele, ilişki, irtibatlanma temelinde düşünüldüğü zaman daha iyi kavranmış olur. İnsanın Allah ile irtibatı koptuğu ya da koparıldığı zaman her şeyden irtibatı kopar. Bütün sevdiklerinden de… Ama Allah ile irtibatı güçlenirse herkes ve her şeyle irtibatı olur. Allah ile irtibat hayatın manası ve temelidir. Bu durumda bütün ilişkiler, irtibatlar bu irtibata tabi kılınır. Bu ‘Urvet–ül vuska’ yani metin olan Hablullahtır.”[2] diye ifade ettiği sözleri doğrulayan bir ruh haline varmıştı.
Ayten, içinde bulunduğu halin farkında olmasa da Allah ile kurduğu bu sağlam bağdan dolayı memnundu. Halit’in tümüyle onu ele geçirmediğinin belki de tek delili, ibadetlerinden ve Allah ile rabıtasından zevk alıyor olmasıydı.
Odasını dolduran nura aldırmadan ibadetlerini eda etmeye devam ediyordu. Kalbini kuşatan İlahi sevgi ile bu anın hiç bitmesini istemediği için bitirdiği bir surenin yerine başka bir sure okuyarak bu anı uzatabildiği kadar uzatmaya çalışıyordu. Bir ömür bu şekilde kalmaya razıydı. Bu anın ebedi olmasını ve hissettiği duygunun baki kalmasını arzuluyordu. Allah ile olunca artık hiçbir şeyin önemi yoktu. Ne Halit vardı ne de Halit’le ilgili yaşadıkları.
Yaradılış gayesini şimdi daha iyi fehm ediyordu. İbadetlerdeki hikmetler ona bir bir açılıyordu. Hayata anlam katan şeyin Allah azze ve celle olduğu gerçeğini kavramaya başlıyordu. Allah azze ve celle olmadan hayatın hiçbir anlam ifade etmediğinin farkına varıyordu. Okuduğu ayetlerin de bunu destekler nitelikte olması ayrı bir İlahi vesileydi.
Alnını secdeye bıraktıktan sonra gözlerinin önündeki perde biraz daha aralandı. Gördükleri karşısında ne diyeceğini bilemedi. Tesbihatını yaptı. Ardından içinden geldiği gibi dua etti. Annesinin bugün kendisine öğrettiği duayı mırıldandı. “Sevdir bize hep sevdiklerini, yerdir bize hep yerdiklerini.”
Her şeyiyle kendisini Allah’a teslim etti. Günahlarından ve Halit’e karış hissettiği şeylerden dolayı istiğfar edip günahlarının bedelini çekmeye hazır olduğunu söylemeye başladı:
“İlahi! Sana ait olan bir mekâna yabancı birini aldım. Senin olması gereken kalbime bir başkasının girmesine izin vererek Sana ihanet ettim. Haram bir şeyi düşünmekle nefsime zulmettim. Seninle birlikte, yarattığın bir kulunu hakkım olmadığı halde sevdim. Yapmamam gereken hatalar yaptım. Yanlış düşüncelere girdim. Tüm günahlarım için affet beni. Cezam her neyse razıyım. İhanetimin bedelini ödemeye hazırım. Yeter ki Sen benden yüz çevirme, beni yalnız ve yardımsız bırakma. Asıl Seni kaybedersem işte o zaman dalalete düşenlerden olurum. Sen olmayınca hayatımın hiçbir anlamı olmaz. Ben, Seninle varım. Senin Vedud isminle sevmeyi öğrendim. Senin verdiğin bu güzel nimeti yanlış yolda kullanıp heba ettim. Bağışla beni. Vedud isminle beni de sev ve beni de Seni sevenlerden kıl.” Gözyaşları ile suladığı seccadesinde alnını kaldırdığında hala gözlerinden yaşlar boşalıyordu.
Namazını bitirdiği zaman odasındaki değişikliği yeni fark etmeye başlamıştı. Bulunduğu oda onun odası değildi. Nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Her taraf gündüz gibi aydınlıktı. En son gece namazı için kalktığını hatırlıyordu. Oysa şimdi her taraf gündüzdü. Etrafı aydınlatan, güneşten daha güzel ve parlak bir şey vardı. Ne olduğunu merak edip odadan dışarıya çıktı.
Odasının kapısını açınca gördükleri karşısında şaşkına döndü. Gördüğü manzaralar, Kur’an’da anlatılan cennete çok benziyordu. Her taraf yemyeşildi. Çeşit çeşit şelalelerden akan nurdan huzmeleri daha önce hiç görmemişti. Etrafı saran güzel bir koku vardı ve ömrü boyunca böylesine güzel bir koku almadığından emindi. Kapısının önünde başlayıp sonu olmayan rengârenk çiçekleri ilk kez görüyordu. Onlara basmaktan korktuğu için adım atmaktan çekindi. Nerede olduğunu, burasının neresi olduğunu anlamaya çalıştıysa da hiçbir anlam veremedi. Daha önce böyle güzel bir yer görseydi, bunu mutlaka hatırlayacağından emindi.
Etrafta kimseler yoktu. Sadece insanı kendinden geçiren bir meltem esiyordu. Yüzünü okşayan yel o kadar hoştu ki bir daha arzuluyordu. Her esişinde yüzünü okşaması kalbini heyecanlandırıyordu. Kim olduğunu ve nerede olduğunu düşündü. Ayten olduğundan emindi. Üzerindeki elbiselerin kendisine ait olmadığını fark etti. Daha önce hiç bu kadar güzel elbisesi olmamıştı. “Bunu ne zaman aldım,” diye düşündü. Neler olduğunu anlayamadı. Rüyada olup olmadığını düşündü. “Hayır,” dedi “Bu bir rüya değil. Rüyalar bu kadar gerçek ve sahici olamaz,” diye kendi kendisiyle konuştu.
Halit diye bir ses duyması üzerine sesin geldiği yöne doğru hiç düşünmeden koştu. Etraftaki tüm çiçeklerin Halit diye seslendiğini fark etmesi hayretini artırdı. Şuursuzca koşuyordu. Nereye ve kime koştuğunun bir önemi yoktu. En son Halit’in adını duymuştu ve kendisini kapının dışına atmıştı. İçinde hâkim olan tek şey Halit’i görme arzusuydu. Artık etrafındaki güzellikleri görmez olmuştu. Görmek istediği tek kişi Halit’ti.
Halit’i görmek arzusu yine ağır basmıştı. Onu görmek için koşmaya devam ediyordu. Bulunduğu bahçeden daha güzel bir bahçenin ortasında birisinin secdeye kapandığını gördü. Bahçeye girmeye çalıştıysa da ona engel olan görünmez bir set vardı. Secdede olan kişinin Halit olduğunu anladı. “Halit” diye seslendi. Secdede olan ise onu duymuyordu. Daha güçlü bir sesle “Halit” dediyse de yine de sesini duyuramadı. Olduğu yere çöktü. Ne yaptığını düşündü. “Neredeyim böyle?” diye etrafına bakında. Birkaç metre ilerde duran Halit’e tekrar baktı. Hala secdedeydi. Onun o haline bakarken kendisinin de en son namazda ve secde halindeyken Allah’a yalvardığını hatırladı.
Yaptıkları için pişmanlığını dile getirmişti. Bunun üzerine tekrar secdeye kapandı. Şimdi Halit’le birlikte aynı yöne secde ediyorlardı. Artık Halit’i düşünmüyordu. Ne zaman Allah’a yönelse kalbindeki tüm geçici şeylerden uzaklaştığını biliyordu. Yine Allah’a yönelmişti. Alnını toprağa koyup Allah’ı tesbih etti.
Halit’i ve içinde bulunduğu şeyleri unutmuştu. Gördüğü en güzel şey Allah’ın rahmetiydi. Allah’ın kendisine rahmet nazarıyla baktığını hissedebiliyordu. Bu çok güzel bir duyguydu. Allah’ı tesbih etmeyi sürdürdü. Kalbi ve aklı artık içinde bulunduğu ortamın farkına vardı.
İlk kez gördüğü güzelliklerin İlahi bir lütuf olduğunun farkına varmıştı. Ve bunu kendisine verenin Allah azze ve celle olduğundan zerre kadar şüphesi yoktu. Hak etmediği bir nimete nail olduğunu düşününce gözyaşlarına engel olamadı. Günahkâr olduğu halde, hiç layık değilken Allah O’na lütfetmişti. Bunun şükrünü nasıl idrak edebileceği hakkında hiçbir fikri olmamasına rağmen Rabbine seslendi; “Ya Rabbi! Bana verdiğin nimetlerin kadrini idrak edip sana şükreden kullarından olmamı nasip eyle,” diye dua ettikten sonra secdeden doğruldu.
Giremediği bahçe açılmış önünde duran set kalkmıştı. İsteseydi o bahçeye girebilirdi. Secdede olan Halit secdesini bitirmiş, güzellikler ortasında bağdaş kurarak oturmuştu. O’na gitmeyi çok istiyordu. Bir adım attı. Bahçeye girebileceğini fark etti. Artık ona engel olabilecek hiçbir şey yoktu. Ancak ikinci adımı bir türlü atamıyordu. Bunu yapmaması gerektiğini kendisine telkin edip durdu.
Her ne kadar Halit’e gitmeyi istese de kendisine engel oluyordu. Halit’in yanına giderse her şeyin daha güzel olacağını fısıldayan sese aldırmadı. O anda bir tercihte bulunması gerektiğine karar verdi. Güzellikler içinde oturan Halit yerine ona tüm bu güzellikleri gösteren her şeye Kadir olanı seçti.
İkinci secdeden başını kaldırdı. Odasında olduğunu gördü. Namazını bitirdikten sonra gördüklerinin ne anlama geldiğini düşündü. Gerçek olup olmadıklarından emin bile değildi. Bir şeyler görmüştü. Ama bunu nasıl yorumlayacağını bilemedi.
O an hissettiği tek şey mutluluktu. Halit’i düşündü. Gördüğü güzellikler içinde ne kadar güzel olduğunu hatırladı. Tüm bunlara rağmen o, Halit’ten yüz çevirmeyi başarıp Allah’a yönelmişti. Belki de ilk kez Halit’ten böylesine vazgeçmişti. Onu en güzel haliyle gördüğü anda bile nefsine hâkim olmayı başarmıştı. Sevinse de gördüklerinin ne anlama geldiğini tam olarak anlayamamıştı. Ellerini açıp dua etmeye ve nefsine yenik düşmemek için Allah’a yalvarmaya başladı. O’ndan başka hiçbir sığınak ve melcenin olmadığını biliyordu. O’na sığınıp tüm içtenliğiyle nefsine karşı yardım diledi.
Şimdi kalbinde hissettiği sükûnet, istediği yardımın geldiğinin işaretiydi. Dua ettikçe kalbi huzur içinde sükûnete eriyordu. Hissettiği huzurun bu kadar güzel olabileceğini bilemezdi.
[1] Ataullah İskenderi
[2] Şehid Rehber Hüseyin Velioğlu