41.84
  
48.67
  
0.00
  
97.47

Ayten-18. Bölüm

Ayten-18. Bölüm

  18. BÖLÜM

İnsanı yaratıp ona sayısız nimet veren Allah azze ve celle her bir kulunu sevdiği şeylerle imtihan eder. İnsan kendi iradesiyle sevdiği şeyden sırf Allah için vazgeçtiği takdirde imtihanı kazanmış olur. Hz. İbrahim’in en çok sevdiği oğlu İsmail’ini Allah’a kurban etmesi imtihanın bir gereğiydi. Böylelikle kalbini her şeyin sahibine açmış oluyordu. Allah dışında ne varsa feda ettiğinin bir delili olarak ciğerparesini kurban etmeyi göze alabilmişti.

Ayten, bir imtihanın içinden geçmişti. İradesiyle Halit’in yanına gitmek yerine Allah’a dönmeyi başarmıştı. Ama henüz bunun ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyordu. Sadece kalbinde hissettiği huzur ile seviniyordu. Bunu da gördüklerine bağlıyordu.

Durumu Selma Hoca’yla konuşmanın iyi olacağını düşündü. Gözaltından çıktığından beri onu görmemişti. Yaşadıklarının üzerinde psikolojik bir etki yaratmaması için birkaç gün evinde inzivaya çekilmişti. Okul çıkışı camiye uğrayıp biraz vakit geçirdikten sonra Selma Hoca’yı evinde ziyaret edebilmek için camiden erken çıktı. Yolda yürürken aklında hala dün gördükleri vardı.

Selma Hoca, kendisini ziyarete gelen Ayten’i kapıda görünce şaşırmakla birlikte sevinmişti. Ayten selam verip Hoca’sına geçmiş olsun dileklerinde bulundu. Selma Hoca, Ayten’i içeri davet edince Ayten gösterilen odaya doğru yürüdü. Odadaki eşyalar çok mütevazıydı. Birkaç halı ve kanepe dışında iki sehpa ve bir de sandalyeler vardı. İlk kez geldiği bu evde gördüklerine şaşırmıştı. O biraz daha sıradan bir ev bekliyordu. En azından koltuk takımları, mobilyalar falan… Selma Hoca’nın odaya girmesiyle birlikte karşılıklı oturup hal hatır sorduktan sonra Ayten geçmişi unutmaya çalışan Hoca’sına geliş nedenini; “Hocam! Vaktiniz varsa biraz konuşabilir miyiz?” diyerek müsaade istedi.

Selma Hoca, Ayten’in bu ricasını kırmayıp konuşmadan önce çay demlemek için izin isteyip mutfağa gitti.  Ardından Ayten’in sorusunu sormasını istedi.

Ayten dün gördüğü şeyleri ve yaşadığı halleri anlattıkça Selma Hoca’nın gözleri şaşkınlıktan büyüyordu. Daha önce kitaplarda okuduğu türden şeyleri şimdi Ayten’in ağzından dinliyordu. Ayten yaşadığı ruh halini anlasın diye ariflerin dilinden bir miktar ödünç aldı;

“Yıldız sürülerinin çobanları da olsa olsa yalnızlığı seçip inzivaya çekilen ve orada öylece ağlayıp duran âşıklar olsa gerek. Onlar gecelerin bitmez tükenmez uzunluğunda yıldızları sayıp yıldız yıldız gözyaşı dökerler. Âşıkların göz kapaklarıdır ki bulutlara bu konuda ders verirler,” dedi biraz da utanarak. Devamla;

“Eski bir doğu şiirinde geçen mısraları da terennüm etti;

 

“Şeb-i yeldayı müneccimle muvakat ne bilir

Müptelayı gama sor kim geceler kaç saat”[1]

 

Ayten bir müddet daha üslubunu koruyarak derdini anlatmayı sürdürdü. Ruh halini öyle güzel bir şekilde anlatmıştı ki Selma Hoca, sevinç ve gıptayla karışık; “Sen bir tür malihülya nöbetine tutulmuşsun. Aşk, sevilen için bir hiçse de seven için heptir,” dedi.

Ayten’e duygusal karşılık vererek konuyla ilgili kement kırptığı belli olan Selma Hoca, Ayten’e yardım etmek için yolun yordamını göstermek adına; “Yaşadığın şeyler çok güzel, büyük bir ihtimalle Allah’ın sana olan lütfudur. Yalnız bunun da bir imtihan olduğunu unutma. Dünyaya bu tür şeyleri yaşamak için gelmedik. Şu anda bana kalırsa çok çetin bir imtihanın içinden geçiyorsun,” deyince Ayten endişelendi.

“Bu durumda nasıl davranmam gerektiğini söyleyebilir misiniz?” diye sordu.

“Her ne kadar rüyanda gördüğün kişi sana gerçek gibi görünse de onun bir yansımadan ibaret olduğunu bilmen gerek. Gerçeği bu dünyada yaşamına devam ediyordur. Bunun sebebi bence, hangisine yöneleceğini görmek için karşına çıkarılmış bir sınavdır. Sevgin hangisine daha çoksa ona yöneleceksin. Bu durumda Allah’a yönelmeye bak. Onu ara ve gördüğün tüm güzelliklerde Onu görmeye çalış,” dedi.

Bir miktar daha Selma Hoca’nın tavsiyelerini dinledikten sonra Ayten, Hocasına teşekkür edip, birlikte gelen sıcak çaylar eşliğinde başka konular konuşup sohbet ettiler. Öğrendikleri şimdilik ona yeterdi. Bir daha böyle bir şey yaşaması durumunda daha dikkatli olması gerektiğinin farkındaydı.

Gördüğü güzellikleri düşündü. Allah’ın kendisine gösterdiği güzelliklere hayret ediyordu. Oysa hayret edilecek hiçbir durumun olmadığını biliyordu. Bu dünyada da o kadar güzel şeylere sahipti ki bunların kıymetini tam olarak idrak edemediğinden emindi. Ailesini, okul arkadaşlarını ve cami arkadaşlarını düşündü. Özellikle ders verdiği öğrencilerini düşününce Allah’ın kendisine verdiği tüm bu güzelliklere karşı yeterince şükrünü eda edemediğini anladı. Asıl anladığı şey ise insanın sahip olamadıklarıyla değil, sahip olduğu şeylerle mutlu olması gerektiğiydi. Bunu başarıp başaramayacağını da bilmiyordu. Ama deneyecekti. Çünkü sahip olduğu şeylerin şükrünü eda etmediği takdirde bir gün elinden kayıp gitmesinden korktu.

Okula gitmek için hazırlık yaptı. Bugün yine her zamanki gibi neşeliydi. Bu neşeli halini gören arkadaşlarının yine kendisini sıkıştırmamaları için biraz somurtmaya çalıştıysa da gözlerindeki ışıltı buna müsaade etmiyordu. Her ne yaptıysa yüzüne somurtma ifadesini veremedi. Somurtmaktan vazgeçti. Zaten somurtmak gülmekten daha fazla yüz kaslarını yoruyordu.

Neşeliydi ve bu neşesini gizlemeyecekti. Okula vardığında Şule’yle Kübra’yı girişte bekler görünce yanlarına gitti. Selam verdikten sonra arkadaşlarının yüzündeki ifadeden ters giden bir şeylerin olduğunu anlamakta gecikmedi. Şule’nin morali bozuk olduğu zaman, uzak mesafeden dahi yüzündeki hüznü görmek mümkündü. Kübra her ne kadar hüzünlü olsa da sakin görünmeyi başarabiliyordu. Konuşmuyordu. Sessizliği bir şeylerin ters gittiğinin işaretti. Ayten, arkadaşlarındaki bu hali merak edip; “Hayırdır kızlar! Ne olmuş size böyle? Yüzünüzün rengine bakılırsa yolunda gitmeyen bir şeyler var galiba,” diye sorduğunda onu yüzü hala neşeliydi.

Şule, konuşmak istediyse de bir türlü söylemeye dili dönmüyordu. Konuşmaktan haz alan ve kelimelerle oynarcasına konuşan Şule bile mevcut sorunu kelimelere dökemiyorsa demek sorun çok büyüktü.

Ayten daha çok merak etmeye başlamıştı. Arkadaşlarını konuşturmak istiyordu, ama hiç birinin konuşacak mecali yoktu. Konuşmak yerine susmayı tercih ediyorlardı.

Ders zili çalınca Kübra derse girmek istemediğini camiye gitmek istediğini söyledi.

Ayten; “Çocukları çok mu özledin?” diye Kübra’ya şaka yapmaya çalıştıysa da Kübra aldırmadı bile.

Ayten yaptığı şakanın soğuk bir duş etkisinden başka bir işe yaramadığını görünce susmayı tercih etti. Anlaşılan şu anda yapması gereken tek şey ağır başlı bir şekilde susmaktı.

Şule durgun ve düşünceli bir şekilde; “Ben de seninle birlikte camiye geleyim. Bu aralar Kur’an cüzlerimi okumayı ihmal etmişim. Onları okurum,” dedi.

Kübra bunun bir bahane olduğunu bilse de arkadaşına hiçbir şey demedi. Ayten hala ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Arkadaşlarının bu haline alışkın değildi. Bu durum sinirlerini bozmaya başlıyordu. Onları daha fazla sıkmak istemese de anlaşılan onları sıkıştırmayıncaya kadar bir şey anlatmaya niyetleri yoktu.

Ayten sorunu öğrenmek ve arkadaşlarını yalnız bırakmamak için; “Ben de sizinle birlikte camiye geleceğim,” dedi.

Kübra; “Senin bahanen ne?” diye sordu.

“Camiye gelmem için bir bahanemin olması mı gerekiyor? Siz hangi nedenle camiye gidiyorsanız, ben de o nedenle geleceğim,” diyerek ince bir dokundurmayı ihmal etmedi.

Kübra; “Kızlar! Siz derslerinize girin. Benim biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var. Biraz yalnız kalıp düşünmem gerek,” diyerek arkadaşlarını göndermek istedi.

Ayten, Kübra’yı yalnız bırakmamak için; “Neyi düşüneceksin?” dedi.

“Sana daha sonra anlatırım. Şimdilik beni biraz yalnız bırakın yeter,” diye sert bir sesle konuşan Kübra kendinde değildi.

Ayten artık sinirlenmişti. Şimdi istemediği halde neşesini kaybetmişti. Kübra’ya bir şeyler olduğu kesindi. Ama henüz bundan ona söz etmemişlerdi. Bu durumda ne yapacağını düşündü ve ardından kendisinin bir sorunu olduğu zaman arkadaşlarının onu asla yalnız bırakmayacaklarını hatırladı. Sırf Kübra istiyor diye onu yalnız bırakamazdı. Bu durumda belki de yalnızlık iyiydi, ama ondan daha iyi ve güzel olanı ise sorunların paylaşılmasıydı.

Selma Hoca’nın bu tür durumlar için verdiği nasihati hatırladı:

“Dert ve keder bu dünyanın bir parçasıdır. Onlarla her zaman karşılaşırız. Bazen bu dertler o kadar ağır olur ki belimizi bükerler. Çok zayıf olduğumuzu bize hatırlatırlar. İşte o zamanlarda yapılması gereken tek şey bela vereni bulup ona tevekkül etmektir,” demişti.

Ayten, Üstad Bediüzzaman’ın sabır tavsiye eden meşhur vecizesini ezbere okumaya başladı;

 

Bırak ey biçare feryadı belâdan kıl tevekkül,

Zira feryat belâ ender hatâ ender belâdır bil.

Eğer belâ vereni buldunsa, safâ ender atâ ender belâdır bil.

Eğer bulmazsan, bütün dünya cefâ ender fenâ ender belâdır bil.

Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan? Gel, tevekkül kıl.

Tevekkülle belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.[2]

 

Bu güzel ve hikmetli sözlerin ardından Kübra ile Şule’nin yüzündeki hüzün ve kederin az da olsa dağıldığını fark etti. Şule olanları anlatmak istediyse de Kübra anlatmamasını istedi. Camiye gidip orada konuşmanın daha iyi olacağını söyleyip birlikte camiye gittiler.

Öğrencilere ders verdikleri caminin alt katındaki her zamanki yerlerine geçtiler. Sabahın bu erken saatlerinde camide kimseler yoktu. Bugün günlerden Perşembe’ydi. Camideki dersler için tatil günüydü. Ortama sessizlik hâkimdi.

Ayten; “Çocuklar olmayınca burası ne kadar sessiz değil mi?” diye sordu.

Arkadaşları yine ona manalı bakışlar attılar. Ayten her ne kadar ortamı biraz olsun yumuşatmak istese de bugün bunu bir türlü başaramıyordu. En son okuduğu şiirin tesiri çok çabuk geçmişti anlaşılan. “Acaba şiir okumaya devam mı etsem,” diye aklından geçirdi. İye de o kadar şiiri nereden getirecekti ki?

Kübra namaz kılmak için caminin bir köşesine çekildi. Namaza durduğunu gören Şule olanları Ayten’e anlatmak için Kübra’dan uzak bir köşeye geçip oturdular.

Sessiz, çaresiz ve sabırsızca bekleyen Ayten’e Kübra’nın başına gelenleri, olup biteni anlatan Şule özetle; “Kübra’nın babası onu halasının oğluyla evlendirmek istiyor. Bu sene okul bittikten sonra düğün yapabileceklerini ve artık okumasının da bir anlamı olmadığını söylemiş,” diye fısıltıyla söyledi.

Ayten bu habere çok sevinmiş bir şekilde; “Aslına bakarsan bu güzel bir haber, bunu bu kadar büyütecek ne var onu anlamadım?” dedi saf saf.  

Şule; “Kübra’nın halasının oğlu namaz kılmayan, İslami yaşantıyla alakası olmayan soytarı birisiymiş. Sadece maddi durumları iyiymiş. Kübra, babasının kararlılığı karşısında ne yapacağını düşünüyor. Annesine bu iş olmaz demişse de annesi de babası gibi bu işin olmasını istediklerini söyleyip konuyu kestirip atmışlar,” diye açıkladı.

Ayten şimdi duruma vakıf olunca arkadaşlarının neden bu kadar üzgün olduklarını anladı. Namaz kılan Kübra’ya baktı. Öyle güzel, huşu içinde namaz kılıyordu ki bir an için onun gibi huşu içinde namaz kılıp kılmadığını düşündü. Kübra tüm saflığıyla Rabbinin huzurundaydı. O anda düşünebildiği tek şey Kübra’nın ibadet ettiği Rabbinin, onu böyle mahzun bırakmayacağıydı. Kübra’ya bakmaya devam etti. Kübra’nın ağladığı anlaşılıyordu. Kübra’nın bu haline acıyan Şule’nin aksine Ayten ona gıpta ediyordu. Onun gibi Rabbine ibadet ederken gözyaşı dökmenin insanı rahatlatacağını biliyordu. Onu öyle seyredip durdular. Kübra’nın namazındaki her hareketini izlediler.

Kübra namazını bitirip arkadaşlarının yanına geldi. Ayten, sadakat ve sevgiyle arkadaşının elini avuçlarının içine alıp gözlerine baktı usulca ve teselli edercesine; “Üzülme! Allah senin gibi ihlaslı bir kulunu zor durumda bırakmaz, nasıl olacağını bilmiyorum ama buna gönülden inanıyorum,” dedi. Sadece içinde hissettiği şeyi söylemişti. Ve içinden geçen şey tam olarak buydu.

Ayten yaşananları bir de Kübra’dan dinledi. Kübra, babasının düşüncelerini anlattıkça ağlıyordu. Kendisini Mekke dönemindeki kız çocuklarına benzetti. Hiçbir iradesi olmayan ve isteyip istemediği bile sorulmadan birisiyle evlendirilmek istenmesine hiç bir anlam veremiyordu. Halası oğlunun İslami bir yaşantısı yoktu. Her fırsatta bunu dile getiriyordu. Onu en çok üzen şeyin bu olduğunu tekrar edip duruyordu. Ayten, gözyaşlarına boğulan arkadaşına kâh sarılıyor kâh “Üzülme” diye teselli vermeye çalışıyordu. Kübra’nın sakinleşeceği yoktu. Ağlamaya devam ediyordu.  Öte yandan ailesinden şikâyet edip söyleniyordu.

Ayten, arkadaşına daha sıkı sarılıp; “Allah’ın izniyle bunu da atlatacağız,” diyordu.

Tabi bunu nasıl yapacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Aklına gelen tek çözüm, durumu Selma Hoca’yla konuşmaktı. Bu konuda Selma Hoca’nın bir çözüm bulacağını umuyordu. Kübra’ya bu durumunu Selma Hoca’ya iletmesini istediyse de Kübra bunu kabul etmedi. Utanıyordu. Bunu nasıl anlatacağını düşündükçe karamsarlığa kapılıyordu.

Ayten bu işi kendisinin hal edeceğini söyleyip arkadaşına yardımcı olmak isteğini iyice hissettirdi. Şule’yle birlikte Kübra’ya yardımcı olabilmek için ellerinden geleni yapacaklardı. Kübra’nın ağlamaktan düşünecek durumda olmayışı onları üzüyordu. Arkadaşlarını hiç bu kadar üzgün görmemişlerdi. Onu rahatlatmak için ellerinden geleni yapsalar da Kübra bir türlü sakinleşmiyordu. Halası oğlu ile evlilik fikri aklına geldikçe ağlaması şiddetleniyordu. Bir süre hiç konuşmadan öyle kaldılar. Kübra, Ayten’in kolları arasında sakinleşinceye kadar ağladı. Rahatladıktan sonra gözyaşlarını silip verdiği rahatsızlık için özür diledi.

Bir müddet daha camide oturduktan sonra, öğle olmadan ayrıldılar. Ayten, arkadaşlarını alıp eve götürdü. Daha önce de arkadaşlarını getirdiği için annesi, onları tanıyordu. Birlikte Ayten’in odasına kapandılar. Bir müddet Kübra’nın durumu için bir çözüm bulmaya çalıştılarsa da boşuna bir uğraş oldu. Her türlü kapı Kübra’nın ailesinin iznine çıkıyordu. Kübra’nın babası ise oldukça inatçı biriydi. Sözünden asla vazgeçmezdi. Özellikle evlilikle ilgili verdiği bir kararın ardından hiç kimse onu bu sözünden caydıramazdı. O, bir defa bu işin olacağını söylemişti, artık bundan geri dönüş yoktu. Kübra, babasının inadını bildiği için daha çok endişe ediyordu. Bu durumda Selma Hoca’nın da aciz kalmasından korkuyordu. Asıl korktuğu ise, Kübra’nın, hayatını hiç sevmediği, İslami ahlaktan yoksun biriyle birleştirme endişesiydi. Bunu dillendirmek dahi istemiyordu.

Ayten, bu durumu bir an önce konuşmak için tekrar Selma Hoca’nın evine gitti. Bu sefer kendisi için değil arkadaşı için Hoca’sının kapısını çalmıştı.

Selma Hoca beklemediği bu misafirini içeri aldı. Tanıdık bir yere gelmenin rahatlığıyla Ayten geçip kanepeye oturdu. Yüzende sabırsızlık ve endişe ifadeleri vardı. Kötü bir şey olduğu belliydi. Merakından hemen konuya girmek istedi. “Hayırdır neden bu kadar endişelisin,” diye sordu.

Ayten, evden arkadaşlarıyla birlikte çıkmıştı. Kübra’yla Şule, evlerine dönmüşlerdi. Ayten, Selma Hoca’ya geliş sebebini anlatıp Kübra’nın durumuna bir çıkış yolu bulmak için yardımına ihtiyaçları olduğunu söyleyince Selma Hoca duyduklarına tebessüm etti. Benzer durumlarla daha önce de karşılaştığını belirtip, Kübra’nın ne kadar kararlı olduğunu öğrenmek istedi. Ayten, Kübra’nın çektiği sıkıntıları anlatınca Selma Hoca da üzüldü. Kübra’ya yardımcı olabilmek için birkaç gün müsaade istedi. Bu konuyu eşiyle konuşması gerektiğini söyleyip ne yapabilecekleri hakkında konuştuktan sonra tekrar bir araya gelmeye karar verdiler. Bu arada Selma Hoca laf arasında; “Bugünden itibaren tekrar camiye gelip ders vermeye devam edeceğim,” dediğinde Ayten buna sevinmişti. Kötü haberin yanında güzel haberler de olduğu için bu hayatın çekilir olduğunu hatırlardı.

Selma Hoca’nın bir çözüm buluncaya kadar Kübra’nın yanında olabilmek adına onu daha sık ziyaret edip yalnız bırakmamak için Şule’yle birlikte ellerinden geleni yapıyorlardı. Okul çıkışı Şule’yle birlikte camiye gelip ders vermeye artık Kübra gelmiyordu. Babası buna izin vermiyordu. Bu da başka bir sorundu.

Ayten, Şule’yle birlikte okul çıkışı camiye geldiğinde gördüğü çocuklara bugün bir başka gözle baktı. Onların ne kadar masum olduklarını müşahede etti. Öğrencilerin arasına karışınca dünyayla bağını koparıp bu cennet kokan çocuklarla ilgilenmeye başladı. Derslerini verdikten sonra, Peygamber efendimizin sallalahu aleyhi ve sellem Hz. Fatıma’ya olan sevgisini anlattı.

Ayten, bir babanın kızı için en iyi şeyleri istemesi gerektiğini düşündü. Babasını düşündü. “Bir gün o da böyle bir şey yapar mı?” diye merak etti. Oysa babasını çok seviyordu. Babasının da kendisini sevdiğini çok iyi biliyordu. Kübra’nın babası da onu mutlaka seviyordu. Sorulsa, kesin bir şekilde; “Bunu kızımın iyiliği için yapıyorum,” diyecekti.

“Oysa iyilik dediği şeyin kötülük olduğunun farkında mıdır?” diye düşündü. Kübra için üzüldü.

Ardından Halit geldi aklına. Halit’le hiçbir zaman gerçek manada belki de bir gelecekleri olmayacaktı. Düşüncesi bu olduğu halde yine de Halit’i aklından çıkaramadığını anımsadı. Kendi durumu ile Kübra’nın durumunu kıyasladı. Kübra, evlenmekten korkmuyordu. Korktuğu tek şey İslami bir yaşantı ve şahsiyete sahip olmayan biriyle bir aile kurmaktı. Oysa Ayten, Halit’i kaybetmekten korkuyordu. Her ne kadar onunla bir geleceği olmasa da onu görmek, ferahlamak istiyordu.

Eve döndüğü zaman Kübra için endişelenmeye devam ediyordu. Kübra’yı bir türlü aklında çıkaramıyordu. Bu onun en bariz özelliklerinden biriydi. Sevdiği ve değer verdiği birisi için endişelenmekten kendisini alamıyordu.

“Şimdi burada olsaydı bu soruna kesin bir çözüm bulurdu,” diye Ahmet abisini düşündü. Daha sonra aklına güzel, ama üzücü bir fikir geldi. Şayet abisi dışarda olsaydı Kübra’yla evlenmesini isterdi. Kübra tam da Ahmet abisine uygun biriydi. Kübra için de Ahmet çok uygundu. Ama abisi şimdi dört duvar arasında hapisteydi. Onu çok özlüyordu. Yokluğu kendisini gösteriyordu. Ona ve arkadaşlarına dua edip duruyordu. Abisinin evlenmesini ve bir aile kurmasını çok istiyordu. Ona benzeyen küçük çocukları hayal etti. Bunu düşünmek bile ona zevk verdi. En kısa zamanda abisinin cezaevinden çıkmasını Allah’tan dileyip durdu.

Ertesi gün okula gittiğinde Kübra’nın okula gelmediğini görünce Şule’yle birlikte endişelenmişlerdi. Ders boyunca endişeden kurtulamadıklarından dersi dinleyemediler. Okulun bir an önce bitmesi için sabırsızlıkla beklediler. Sonra hiç vakit kaybetmeden Kübra’yı ziyarete gittiler.

Kübra’nın babası, kızının yakında evleneceğini bahane ederek okula gitmesini istememişti. Kübra’yı gözyaşları içinde gördüklerinde iki arkadaşın da bu manzara karşısında gözleri dolmuştu. Ellerinden hiçbir şey gelmiyordu. Ne yapabilirlerdi ki? İki genç kız bu işi nasıl çözecekleri konusunda aciz kalmışlardı. Bu işin bir an önce bir neticeye bağlanması gerektiğini biliyorlardı. Aksi takdirde her şey için çok geç olacaktı.

Ayten’le Şule, Kübra’yı gözyaşları içinde bırakıp oradan ayrıldılar. Birlikte eve gidip öğle namazını kıldıktan sonra Kübra’nın meselesini konuşup durdular. Her ne konuştularsa da Kübra’ya ne bir faydası vardı ne de acısını dindirmeye yetiyordu. Belki de ilk kez kız çocuğu olarak doğdukları için bu durumdan şikâyetçi oluyorlardı.

Şayet erkek olsalardı hiçbir güç onlara istemedikleri bir evliliği yaptıramazdı. Ama İlahi takdir onları kız olarak yaratmıştı. Şimdiye kadar yaşantılarında bir sorun olmadığı için hallerinden memnundular. Oysa kız çocuklarının neler yaşadıklarını çevrelerinden duyup görüyorlardı.

Şimdi ise bu duruma bizzat şahitlik ediyorlardı. Bunun ne kadar acı olduğunu yeni yeni fark ediyorlardı. Oysa kız çocuğu olmaktan her zaman gurur duymuşlardı. Belki de bunun tek sebebi onlara gerektiği sevgi ve saygıyı gösteren aileleriydi. Herkesin kendileri gibi şanslı olmadıkları da bir gerçekti.

İkindi vaktinde Ayten’le Şule camiye gittiler. Selma Hoca’nın gelmiş olmasına sevindiler. Selma Hoca’yla Kübra’nın durumunu konuşmak için sabırsızlandıkların her hallerinden belli oluyordu. Öğrencilerinin derslerini verdikten sonra her zamanki gibi caminin bir köşesine çekilip Kübra’nın meselesini konuştular. Selma Hoca; “Kübra’nın başına gelen şey ne ilktir ne de son olacaktır. Birçok genç kızın karşılaştığı üzücü bir durum olduğu kesindir. Bu durumda bizim de elimizden pek bir şey geldiği söylenemez,” dediğinde Kübra’nın durumuna üzüldüğünden rahat konuşamadığı anlaşılıyordu.

Ayten, “Hocam! Kübra için mutlaka bir yol olmalı,” dediğinde çaresizliğin verdiği umutsuzluk yüzünde görünüyordu.

“Aslına bakarsanız cılız bir şey olsa da bir çözümü var. Yalnız bu biraz çetrefilli bir yoldur. Bunun için Kübra’nın da bize yardımcı olması gerek.”

“Kübra, bize yardımcı olur. Yeter ki onu bu dertten kurtaralım,” diyen Şule, küçük de olsa bir umut ışığı bulmanın sevincini yaşıyordu.

“Kübra gibi inançlı genç kızlarını mümkün olduğunca kendileri gibi inançlı kişilerle evlendirmeye çalışan bazı kardeşlerimiz var. Kübra isterse kendisi gibi inançlı birini bulabiliriz. Bu şekilde İslam’a hizmet etme konusunda hiçbir problem yaşamaz. Tıpkı benim ve eşim gibi…”

“Ailesi bu iş bitmeden onun başkasıyla evlenmesine asla razı olmaz,” dedi Ayten.

“Kübra gibi, aileleri tarafından istemedikleri kişilerle zorla evlendirilmek istenen nice kişiler için bir başka yol ise Kübra’nın babasını tanıyan birisinin gidip onunla konuşması ve bu evliliğin uygun olmadığı konusunda onu ikna etmesi de olabilir.”

“Babasının inadını kıracak biri var mı?” dedi Ayten.

“Babasının namaz için gittiği cami İmamı var. Eşim, İmam’ın iyi biri olduğunu, elinden geldiğince de herkese yardımcı olan biri olarak ondan söz etti. İmamdan ricada bulunabiliriz.”

“Bu daha mantıklı bir çözüm gibi geliyor,” diyen Şule, ümitvar olmaya başlamıştı.

Ayten ve Şule vakit kaybetmeden Kübra’yı ziyaret ederek Selma Hoca’yla aldıkları kararı iletiler. Ancak Kübra onlar kadar habere sevinemedi. Çünkü babasının inadını biliyordu. Onun inadını kırmanın hiç de kolay olmadığının farkındaydı. Bu yüzden aldıkları kararın pek bir işe yaramayacağına inanıyordu.

İslam, bir babaya kızını evlendirme yetkisi vermişti. Yalnız kızını evlendireceği kişinin en azından İslami bir yaşantıya sahip olması da o şartlardan biriydi. Ya da en kötü ihtimalle günlük beş vakit namazını kılması o şartlar arasındaydı. Bir baba, namaz kılmayan ve İslami bir yaşantıya sahip olmayan birisine kızını verirse bunun mesuliyeti de çok ağırdı.

Selma Hoca, eşinden yardımcı olmasını isteyip durumu anlattı. İmam’dan, Kübra’nın babasıyla konuşup yaptığının yanlış olduğunu, kızının bir ömür mutsuz olmasının yanı sıra ahiret hayatındı da riske attığını anlatması için ricada bulunmasını istedi. Böylelikle Kübra’nın babasının aldığı bu karardan vazgeçmesini umuyorlardı. Bunun için bir müddet daha beklemeleri gerekiyordu.

“Babası inadından vazgeçmediği takdirde ne olacak?” diye Selma Hoca, eşine sorduğunda Necmi; “Başka bir yola başvurup gereğini yapacağını söyleyerek,” eşinin merak etmemesini güler yüzle ifade etti.

Birkaç gün sonra babası bundan böyle camiye gitmesini de yasaklayınca Kübra hepten yıkıldı. Babasının bunları yapmasına bir anlam veremiyordu. Ayten, ona, “ İmam, babanla konuşmuş. Senin dediğin gibi baban buna daha çok öfkelenmiş,” deyince Kübra buna şaşırmadı. “Böyle olacağı başından beri belliydi,” dediğinde üzüntülü ve çaresizdi.

Ayten, “Bundan sonra olacaklar için artık karar vermesi gereken kişi sensin. Çünkü artık bundan sonra pek fazla bir seçeneğin kalmadı. Ya babanın istediği gibi halanın oğlu ile evleneceksin ya da Selma Hoca’nın çetrefilli dediği önerisine uyacaksın.”

“Selma Hoca’nın önerisi nedir?” diye sordu çaresizlik içindeki Kübra.

“Selma Hoca’nın önerisi, evden ayrılmandır. Uygun bir eş adayı olduğu takdirde evlenip kendi yuvanı kurana kadar uygun olan bir evde kalmandan başka seçenek yok. Bu durumda iyi düşünüp karar vermen gerek.”

Kübra ne yapacağını bilmiyordu. Selma Hoca’nın önerisi çok zor gibi görünse de başka çıkar yol görmüyordu. Ya babasının dediğini yapacaktı ya da dünya ve ahireti için kendisi bir karar alacaktı. Kara kara düşünmeye başlamıştı. Her ne karar verirse versin Kübra için çok zor bir karar olduğu kesindi. Ne yapacağı konusunda kararsız kaldı. Selma Hoca’nın önerisi mantıklı olsa da bunun aileye karşı gelmek olduğunu çok iyi biliyordu. İslam’da anne ve babaya itaat edilmesi yönünde kesin emir olduğunu da biliyordu. Ama babası, onu İslam’ın uygun görmediği birisiyle evlendirmek istiyordu. Bu durumda babasına itaat etmek zorunda değildi. Bu işi Ayten’le istişare etti.

“Vereceğin kararı çok iyi düşün. Ya babanın uygun gördüğü kişiyle evliliği gerçekleştirip maddeten rahat, ama manen hiç de rahat olmayacak bir hayat sürersin. Ya da Selma Hoca’nın uygun gördüğü öneriyi kabul eder maddeten rahatsız, ama manen rahat edebileceğin bir hayat sürme imkânın olabilir. Bu yüzden her ne karar verirsen ver, yine de senin arkanda olacağımı bilmeni istiyorum,” diyerek arkadaşının yanında olacağını ifade etti.

Kübra için hayatının kararını vermesi gerekiyordu. Ailesini çok sevdiği için onlardan ayrılmak istemiyordu. Evden ayrıldığı takdirde annesi ve kardeşlerinin çok üzüleceğini biliyordu. Bunları düşününce evden ayrılma fikri hiç de cazip gelmiyordu. Acaba evlendikten sonra kuzeninin tövbe etmesini sağlayabilir miydi? Bu fikir de ona cazip gelmedi.

Öte yandan ahireti söz konusuydu. Bu dünya hayatı bir şekilde son bulacaktı. Peki ya ahiret hayatı? Ahiret hayatını kazanabilmek için Allah’ın razı olacağı bir hayat kurup yaşaması gerektiğini bilecek kadar şuurluydu. Her ne kadar babasının öyle bir endişesi olmasa da kendisi bunu çok iyi biliyordu.

İçinde bulunduğu durumu annesiyle konuşmak istedi. Annesinin de üzerindeki hakkını düşünüyordu. Onu üzmek istemiyordu. Bu yüzden karar vermeden önce son bir defa annesiyle konuşmaya karar verdi. Akşam annesinin her akşam neredeyse bitmek bilmeyen örgüyle uğraştığı bir anda öfkeli bir ses tonuyla; “Kuzenimle evlenmek istemiyorum. Babamla konuş bu kararından vazgeçsin,” dedi.  

Annesi; “Kızım, babanı bilmezmiş gibi konuşma. O bir karar aldı mı artık onu o kararından vazgeçirmek imkânsızdır bilmiyor musun?” dedi çaresizliğini göstermek adına.

“Eğer babam kararından vazgeçmezse ben de evden ayrılırım. Ölürüm de kuzenimle evlenmem.”

“Kızım o nasıl söz. Sen ne dediğini biliyor musun?” diyerek elindeki örgüyü endişeyle bıraktı.

“Biliyorum anne. Ne dediğimi çok iyi biliyorum. Ama siz benim ne demek istediğimi hiç anlamıyorsunuz. İslami bir yaşantısı olmayan kuzenimle evlenmem demek ahiret hayatımı tehlikeye atmak anlamına geliyor. Sizin için bunların hiç mi önemi yok. Önemli olan tek şey sadece para mı? Bu dünyada rahat etsem de ahirette ne yapacağımı hiç düşündünüz mü?” dediğinde ağlamamak için kendisini tutmaya çalışıyordu.

Annesinin kendisine acıyıp yardımcı olacağını düşündü bir anda; “Kızım sana ne onun İslami yaşantısından. Sen yine namazını kıl. Kimse sana namazını kılma demiyor ki. Senin günahın sana onun günahı ona,” dedi annesi orta bir yol bulmuş gibi. Anlaşılan Kübra’nın annesi de çetin cevizdi.

“Hayır anne, hiç de senin dediğin gibi değil. İnsan evlenince artık sana ne veya bana ne olmuyor. Hayatı paylaşacağım birisiyle yaşayacaksam en azından evimizde İslami bir yaşantı olsun isterim. Evlendikten sonra sen veya ben diye bir şey kalmıyor, biz oluyoruz. Biz olduğumuz zaman da istediğimiz gibi davranamayız,” diye karşılık verdi Kübra.

“Kızım, senin aklın karışmış. Arkadaşların senin aklını karıştırmış. Zaten baban bu yüzden artık camiye gitmene izin vermiyor.”

“Bak kendin söylüyorsun. Babam benim camiye gitmeme izin vermiyor. Neden anne? Camiye gidip öğrencilere Kur’an dersi vermemin neresi kötü? Şimdi babam izin vermiyor, yarın da eşim izin vermeyecek. Peki, o zaman ne yapacağım. Eşim izin vermiyor diye yerimde oturmam gerekecek. Daha sonra izin vermiyor diye İslami hizmetlerden mahrum olacağım. Bunun vebalini kim taşıyacak, bunu bana söyleyebilir misin anne?”

“Kızım! Her kız hayırlı bir eş bulup evlenmek isterken sen kalkmış koca beğenmiyorsun.”

“Beğenmem tabi. İnsan evlendiği zaman sadece bu dünya hayatının değil, ahiret hayatının da güzel olması için evlenmeli. Eşler birbiri için bir örtü olmalılar. Birbirlerine her daim iyiyi, güzeli ve hakkı tavsiye etmeliler…” Sonuçsuz bir çekişme şeklinde konuşmalarını sürdürdüler.

Kübra her ne söylediyse de annesini ikna edemedi. Annesinin evden ayrılma fikrini de hiç ciddiye almadığını görünce artık ne yapması gerektiği noktasında kararını vermişti.

Aldığı kararı Ayten’le paylaştıktan sonra birlikte camiye gidip Kübra’nın aldığı kararı Selma Hoca’yla paylaştılar. Selma Hoca buna sevindi. Genç bir kız için ailesini terk etmek hiç de kolay değildi. Özellikle Kürt bölgelerinde bu daha büyük sorunlara sebebiyet verebilirdi. Namus meselesi deyip işi kan dökmeye kadar götürebilirlerdi.

Ama Selma Hoca tüm bunları düşünmüştü. Kübra’nın evden ayrılmasının sebebi, İslami hassasiyetinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden ailelerin işi namus meselesine çevirmeyeceklerini tahmin ediyordu. Kübra’nın evden ayrılmasından sonra mahalledeki birkaç kişiye neden ayrıldığını anlatması yeterli olacaktı.

Kübra kararını verdikten birkaç gün sonra evden ayrılacağını söyledi. Selma Hoca, ona kalacağı uygun bir yer düşünmeye başladı. Genç bir kızın kalacağı pek fazla ev yoktu. Dedikodulardan ve de her ihtimale karşı polis baskınına karşı güvenilir bir yer olması şarttı.

Ayten’in aklına tam da istedikleri gibi bir yer geliyordu. Bir zamanlar birlikte köylerini terk ettikleri mütedeyyin Abdullah amca. Abdullah amcanın çocukları ya evlenmişlerdi ya da çalışmak için şehir dışına çıkmışlardı. Evde kendisi ve eşi dışında kimseni olmayışının yanı sıra onlardan şüphelenecek kimse de yoktu. Bunu Selma Hoca’ya söylediğinde en kısa zaman da Abdullah amcayla konuşmasını istedi Ayten’den.

Kübra evden ayrılıp, ayarlanan Abdullah amcanın evine yerleştirildi. Kızının evden ayrılmasına üzülenlerin başında Kübra’nın annesi geliyordu. Kızının söylediklerini ciddiye almadığını hatırlayıp kendisini paralıyordu. Ama artık her şey için çok geçti. Kübra evden ayrılmıştı. Şimdilik nerede olduğunu bilen çok az kişi vardı.

Ayten’le Şule, fırsatını buldukça Kübra’yı ziyaret ediyorlardı. Evden ayrıldıktan sonra Kübra ne okula ne de camiye gidebiliyordu. Gün boyu evde kalması gerekiyordu. Bu iş sonuçlanana kadar saklanmak zorundaydı.

Kübra’nın kısa bir süre sonra tekrar aralarında olabilmesi için dua edip, bu işin hayırlı bir şekilde sonlanmasını diliyorlardı her şeye gücü yeten Allah’tan. O güne kadar hiçbir şey olmamış gibi iki arkadaş okula gidip gelmeye devam edeceklerdi.

Kübra’nın babası, kızının evden ayrılmasının tek sorumlusu olarak Ayten’i görüyordu. Kızının aklına girdiğinden emindi. Bu yüzden karakola gidip yanlış ve yalan iftiralarda bulunarak şikâyetçi oldu. Kübra’nın babasının şikâyetiyle Ayten’in camide olduğu bir vakitte camiye baskın yapıldı. Selma Hoca ile Şule’nin de bulunduğu camiden sadece Ayten gözaltına alınmıştı. Olanlara bir türlü anlam veremeyen Selma Hoca, olanları seyretmekten başka hiçbir şey yapamadığına yanıyordu.

Ayten’in gözaltına alınmasından sonra annesi ve babası yıkılmışlardı. Şule ile Selma Hoca, teselli vermek için onları hiç yalnız bırakmadı.

Ayten, Kübra nedeniyle gözaltına alındığını öğrendiği zaman biraz olsun rahatlamıştı. Çünkü Kübra’nın güvende olduğunu biliyordu. Polislerin tüm sorgulamalarına rağmen Ayten, Kübra’nın nerede olduğunu bilmediğini, ancak en yakın arkadaşının evden ayrılma sebebini anlatabileceğini söyledi. Polisler durumu öğrenince Kübra’nın babasını tekrar çağırıp Ayten’in söylediklerinin doğru olup olmadığı sordular.

Kübra’nın babası, Ayten’in söylediklerini doğrulayınca polisler tarafından bir güzel azarlandı. Şikâyetinden vazgeçen Kübra’nın babası eli boş bir şekilde evine döndü.

Ayten’in gözaltına alınışı sadece anne ve babasın etkilemedi. Yıllarca ona emek veren Şendur Hoca’sını da etkilemişti. Akşam eşine Ayten’in başına gelenleri anlatan Şendur Hoca, oğlunun kendisini dinlediğini fark etmemişti. Halit, belki de ilk kez Ayten için endişelendi. Gözaltına alındığı zaman yaşadıklarını Ayten’in de yaşıyor olabileceğini düşünce içinden kopup gelen bir öfke vardı. Yumruklarını sıkıp zulme lanet okudu. Odasına geçip Ayten için Allah’a dua etti. Ahmet abisinin kardeşi, çocukluk arkadaşı şimdi gözaltındaydı. Hem de kendisi gibi onu da cami ders verirken yakalamışlardı.

İlk kez çocukluk arkadaşının büyüdüğünü fark etti. Arkadaşının yaşadıklarından çok etkilenmişti. Ahmet’ten sonra Ayten’in tutuklanmasına katlanamazdı. Bundan böyle Ahmet’in ailesine sahip çıkmak için çok daha dikkatli ve özenli olmaya karar verdi.

Ayten bir gece gözaltında kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Gözaltında yaşadığını Selma Hoca’yla ve Şule’yle paylaştığı için rahatlamıştı. Yaşananları şimdilik Kübra’ya anlatmamaya kara verdiler. Üzülüp yanlış bir şey yapmasın diye her şey yolundaymış gibi davrandılar.

Kübra’nın evden ayrılmasının üzerinde bir hafta geçtikten sonra İmam, Kübra’nın babasıyla tekrar konuşup; “Kızının eve gelmesini istiyorsan, onu istemediği birisiyle zorla evlendirmekten vazgeç, aksi takdirde bir daha kızını göremeyeceksin” diye tehditkâr konuştu. Kübra’nın babası, yaptıklarından dolayı pişmanlığını dile getirip İmam’ın uygun gördüğü çözümü kabul etti. Birkaç gün sonra Kübra tekrar evine ve okuluna dönünce hayata kaldığı yerden devam etti.

 

[1] Yılın en uzun gecesinin hangi gece olduğunu müneccimler ile takvim düzenleyenler asla bilemezler. Onun hangisi olduğunu ancak gama müptela olmuş âşıklar bilir.

[2] Risal–i Nur Külliyatı: Lemalar– Birinci Lema–Beşinci Nükte İkinci Mesele

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar