41.84
  
48.67
  
0.00
  
97.47

Ayten-19. Bölüm

Ayten-19. Bölüm

  19. BÖLÜM

Hayat, kişilerin çektiği acılar yüzünden duraksamıyor, devam ediyordu. Günler birbirini kovalayıp kıyamete doğru yol alıyordu. Hayat sürdükçe dertler ve kederler de devam edecekti.  O zamana kadar herkes üzerine düşeni yapmakla mükellefti.

Halit, Ahmet’in yokluğunu aratmamak için her gün düzenli bir şekilde eve uğramaya devam ediyordu. Bu durum Ayten’in içini yaksa da Halit hala bundan habersizdi. Her gün Halit’i görmek ve sesini işitmekte duyduğu ıstırabı bir o bir de Rabbi bilirdi. Halit’i görmediği zamanlar içi daha az yanıyordu. Ne yapacağı konusunda hala tam olarak bir çözüm bulabilmiş değildi. Aklına gelen tek şey bir müddet Kübra gibi evden ayrılmak oldu. Ama bunu nasıl yapabilirdi ki. Kübra’nın durumu ile onunki birbirine benzemiyordu. Kübra’nın ailesi ile kendi ailesi arasında bir kıyas yaptı. Ve ailesine asla böyle bir şey yapmaya hakkının olmadığı gördü. Hem ne diye evden ayrılacaktı ki. Onun İslami hizmetine engel olan hiç kimse yoktu. Tam aksine annesi ve babası İslami hizmetlerinde ona her zaman destek veriyorlardı.

Kalkıp ailesine; “Halit’in aşk ateşi içime düştü. Onu her gördüğümde içim yanıyor. Kendimi öyle bir ateş içinde görüyorum ki yaşarken cehennem azabını tadıyor gibi hissediyorum mu diyecekti?” asla söyleyemezdi.

Bunu ailesine değil hiç kimseye söyleyemezdi. Bu ateşin şiddetine dayanmalıydı. Halit yüzünden ailesini üzemezdi. Halit, onun acısıydı, günahı ve ayıbıydı. Ailesini bundan haberdar edemezdi.

Düştüğü bu aşkın üstesinden gelebilmek için aşkı öğrenmeye karar vermişti bir kere. Bunun nasıl bir illet olduğunu anlamalıydı. Aşkla baş edebilmek için onu daha yakından tanımalıydı. Her şeyden önce Allah’ı daha iyi tanımak istiyordu. Onu tanıdıkça daha çok seveceğinden emindi. Hiç vakit kaybetmeden bu konuları araştırmaya başladı.

Allah’ı gerçek anlamda tanımak istiyordu. O’nu sevmek ve O’nda fena bulmak için marifetullaha sahip olmak istiyordu.

Marifetullah; Allah’ın varlığına inandıktan sonra O’nu daha iyi tanımaya ve yakini ilimle bilmeye denirdi. Marifetullah, Allah’ı her şeyiyle bilmenin adıydı. O’nun isim ve sıfatlarının künhüne varmaktı. Akılda ve kalpte hiçbir şek ve şüpheye yer kalmayacak şekilde kesin bir bilginin adıydı Marifetullah. Marifetullah her şeyde Allah’ı görebilmekti. Marifetullaha ulaşmış olan birisi için artık Allah gizli olmazdı. O’nu her yerde görebilirdi. O’nu görebilmek için fani gözlere ihtiyaç hissetmezdi. Allah’ın varlığını kabul etmekle O’nu bilmek arasındaki ince nüansı fark edebilmekti marifetullah. Allah’ın varlığını kabul etmek, O’nu bilme anlamına gelmiyordu. Bir şeyi yüzeysel olarak tanımak ayrı bir konuydu. Allah’ın azametine vakıf olmak demek O’nun gücünü, kuvvetini, azamet ve yüceliğini bilmekti. Esma-ül Hüsna’dan her bir İlahi ismin künhüne varmaktı marifetullah. Allah’ın varlığını kabul etmek bazen taklidi olabilirdi. Kâinattaki işleyişe bir anlam veremeyince bunun ancak bir yaratıcı tarafından gerçekleştirilmiş olabileceğini kabul etmek gibi... Hz. İbrahim’in Allah’ı bilmesi, O’na teslim oluşu marifetullahın ta kendisiydi.

Marifetullah hakiki imanın göstergesiydi. Allah’ın varlığını kabul etmek O’na taklidi bir şekilde de olsa iman etmenin ilk adımıydı. İmandan sonra mârifetullah gelirdi.

Mârifetullaha ulaşan biri artık hiçbir zaman kendisini yalnız hissetmezdi. Allah’ı görüyormuş gibi O’nu her zaman yanında hissederdi. Bu his ona huzur verirdi. Her zaman yanı başında kendisini gözeten Rabbinden haberdar olmanın rahatlığını yaşardı. “Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadıklarını da biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” ayetinde Allah’ın bildirdiği gibi O’nu çok yakınında hissederdi. Dünyada meydana gelen hiçbir hadiseden dolayı korkmazdı. Bunları görüp gözeten mutlak bir gücün olduğunu bilirdi. Ve O’nun kontrolü dışında hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceğini çok iyi bildiği için endişeye kapılmazdı.

Dağlar yerinden oynasa bile o yine de Rabbine güvenirdi. Bilir ki kâinat O’nun emrinde ve O izin vermedikçe hiçbir şey kendi başına hareket edemezdi. Dünyanın başıboş olmadığını bilirdi. Allah’ın bilgisi ve hükmü olanda hayır olduğunu, istese de istemese de önüne geçemeyeceğinin farkında olduğundan bunu gönül rızasıyla kabul eder, her işinde Allah’a tevekkül ederdi.

Ayten, Allah’ı gerçekten de seviyordu. Bundan zerre kadar şüphesi yoktu. Yalnız bazen Halit’in sevgisinin bu sevgiye üstün gelmesinden korkuyordu. İbrahim Hakkı hazretlerinin;

 “Şiddetli sevgi; Allah-u Teâlâ’yı ve O'nun sevdiklerini çok sevmektir. Buna hakiki aşk denir. Hakiki aşk, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzelleştirir; insanın kalbinde bir ateş olup, Allah sevgisinden başka her şeyi yakar, yok eder. Hak âşığı olanın sözü, işi ve düşüncesi doğru ve saftır,” şeklinde ifade ettiği gibi Allah’a aşk ile bağlanmak istiyordu.

Ayten, yüreğinde hissettiği şeyleri düşündü. Halit’e karşı duyduğu şey aşk olsa da bu aşk, Allah’ın yarattığı bir mahlûka karşı olunca bunun mecazi bir aşk olduğunu anlıyordu. Oysa o, gerçek aşkı, İlahi aşkı arıyordu. Halit’e karşı hissettiği mecazi aşkını İlahi aşka çevirmenin yollarını arıyordu.

Selma Hoca’nın engin bilgi ve birikiminden oldukça istifade etmişti. Çıkmaza girdiği bir zaman yine Selma Hoca’ya uğrayıp ondan aşkı sormuştu.

Selma Hoca; “Aşkın gözü kördür. Yalnız bu körlük öyle gerçek manada bir körlük değildir. Gören gözleri vardır ama yalnız maşukunu görür. Maşukunun dışında başka hiç kimseyle ilgilenmez.  Her şeyde maşukunu görür. Âşık kişi maşukunun hiçbir hata ve kusurunu göremez. Onu öyle bir şekilde görür ki adeta bir melek masumiyetinde olduğunu düşünür. Bu hali garipsenecek değildir. Çünkü onun gören gözü, işiten kulağı hep bu maşukuyla hemhaldir. Dolayısıyla böyle bir kusursuzluğa fani bir varlık değil, kusursuz bir varlık layıktır. Çünkü yok olup zeval bulacak bir varlığa aşk şiddetinde bağlanmak hakkaniyet olmadığı gibi neticesi de hüsrandır. Zira firaktaki elemin şiddetini artıran, fenaya olan rağbettir.

Aşk hali yeniden doğuş gibidir. Kendi iradesini bir kenara atıp maşukunun iradesine teslim olmaktır. Mutlak manada olup hiçbir karşılık beklenilmeden teslimiyet gerektiren bir durumdur.

Âşık, maşukunu gördüğü zaman aldığı hazzı başka hiçbir şeyde alamaz. Aşk hali bir hastalıktır. Bu nedenle halk arasında aşka düşene, ‘Aşk illetine tutulmuş,’ denir.

Oysa sevgi öyle değildir. Sevgi daha kuşatıcı ve kapsamlıdır. Sevgi hali aklıselim olmayı ifade ederken, aşk hali ise tam aksine düşüncesizlik halidir. Seven kişi sevgisini dile getirirken edep ve hayâ çerçevesinde hareket etmeye dikkat ve özen gösterir. Oysa âşık, deli divane gibi aşkını her yerde fütursuzca dile getirmekten çekinmez.

Aşk, yalnızlıktır. Tek kişilik bir çiledir. Aşka düşenin çaresi yanmaktır. Yandıkça da gerçek aşka inkılap edebilmek için çabalamasıdır. Tıpkı şairin dediği gibi;

 

“Hayal olup yüreğimde uçursam seni

Özgür kılsan şu tutsak kalbimi.”

 

Selma Hoca, Ayten’in aşk acısının hala devam ettiğini biliyordu. Bu konuda ona yardımcı olmak için elinden geleni yapmaya çalışıyor, hayırlı bir şekilde sonuçlanması için çabalıyordu.

Halit, Ayten için gündüze sebep olan güneş, gece karanlığında gökyüzünü aydınlatan ay gibiydi. Ne vakit Halit’i düşünse dertlerinden kurtulurdu. Hüzünlendiğinde, efkârlandığında veya canı bir şeye sıkıldığında Halit’i düşündüğünde yüzü gülmeye başlayıp sevinirdi. Kederli halinden hiçbir eser kalmazdı. Ne hüzün kalırdı, ne de dert. Kalan tek şey Halit olurdu. Acıyla, sevgiyle karışık bir duygu hali dışında... 

Sevgi ile aşkı kıyaslayan Selma Hoca şöyle devam etmişti; “Sevgi ile aşk kıyaslandığı vakit aşkın sevginin bir üst mertebesi olarak görülmesi bir bakıma yanlıştır. Âşıkta olup da seven de bulunmayan hiçbir özellik yoktur. Âşık, maşuku için nasıl bir fedakârlığı yapmaya hazırsa, sevende aynı fedakârlığa hazırdır.  Hatta sevginin daha üstün olduğu dahi iddia edilebilir. Âşık, maşukuna öyle bir tutkuyla bağlıdır ki onu görünce aklı başından gider. Oysa seven sevdiği kişiyi şuurlu ve bilinçli bir şekilde sever. Her ne yaparsa yaptıklarının farkındadır. Âşık kişi deli divane olup etrafta şuursuzca dolaştığı halde sevgili ne yaptığını, ne söylediğini bilir. Sevdiğini mutlu etmek için nasıl davranması gerektiğinin farkındadır.

Âşık, maşuku için yaptığı her şeyden tarifi mümkün olmayan bir zevk alır. Aşkının mükâfatı, bu dünyada aldığı zevktir. Seven kişi de sevdiği için yaptıklarından aynı zevki alır. Bu zevkin doyumsuzluğu her ikisi açısından aynı olsa da seven kişi sevgisinin karşılığının ahirette de kendisine verilmesini ümit eder.

Bu yüzden olsa gerek tasavvufta aşk hali, ‘sekr’ haline benzetilmiştir. Bu boşuna bir teşbih değildir. Âşık kişinin halini en güzel şekilde yansıttığı için ona, ‘Aşk sarhoşu ya da aşkı başına vurmuş,’ ifadesi kullanılır.

Oysa seven kişinin halinde böyle bir sekr hali görülmez. Seven kişi avare olup çöllere düşmez. Bu hal akıl kârı olan kişinin halinden çok uzaktır.

Bu demek değildir ki aşk diye bir şey yoktur. Var, aşk gerçekten de var. Ama gerçekten de âşık olan kişi azdır. ‘Ben aşığım’ diyen kişi maşukunu gördüğü zaman kendi nefsini bir kenara bırakıp, ‘Ben senim’ diyebiliyorsa işte o zaman o kişi gerçek âşıktır. O kişi aşkın zirvesinde dolaştığını iddia etse yalan olmaz.

Aşk yakıcıdır. Gerçek aşkı elde etmek için yanmak gerek. Yanmadan, acı çekmeden salt bir şekilde ben âşığım demekle âşık olunmuyor. Yanmak aşkın ilk merhalesidir. Aşk kalbe düşünce ilkin yanmalı. Kalp, aşkın ateşinde pişmelidir ki olgunlaşabilsin. Mecnun aşkı için kızgın çöllere düştü. Ferhat aşkı için dağları deldi. Kerem, Aslı için yollara düşüp onu bulana kadar vazgeçmedi. Her önüne gelene Aslı’yı sorup durdu. Her gördüğü kızı Aslı zannederdi. Sonunda o da aşk için yandı.

Âşık kişinin acı çekmeden, maşuku için deli divane olmadan aşkından söz etmesi abestir. Aşk zor bir azıktır. Herkesin harcı değildir. Âşık bir güzel harmanda dövülmedikçe, kendi nefsini bir kenara bırakıp maşukunda fena bulmadıkça gerçek âşık değildir.

İnsan sevdiği kişi için maddi olan her şeyden vazgeçebilir. Oysa âşık, maşuku için maddi ve manevi her şeyinden vazgeçer.

Aşk ve sevgi her ikisi de fedakârlık ister. Vefa ister. Her şeyden daha önemlisi tek olmak ister. Gerçek manada aşk ve sevgi tek olanı bulmak için geçilmesi gereken bir merhaledir. Âşık bu merhaleyi asıl menzil zannedip bu menzilde takılıp kalırken, seven kişi bu merhalede fazla beklenilmeyeceğini bilir. Sevdiğinden dahi vazgeçip tek olana doğru yol alır. İşte o zaman mecazi aşktan hakiki aşka yol almış olur.

Sevgi gözden gelen yaş gibidir. Gözyaşı ferahlatıcıdır. Hüzün ve dert halinde akan gözyaşı, insanın yükünü hafifletip onu ferahlatır. Halk arasında, ‘Ağla, rahatlarsın’ deyişi bundan olsa gerek.

Oysa aşk, gözden gelen kanlı gözyaşı gibidir. Her durumda gözden gelen kanlı gözyaşı insana öyle bir acı verir ki, bu dünyada ondan daha büyük bir acı olup olmadığı tartışılır,” diye anlattı.

Ayten şaşırıp kalmıştı. Çünkü bir an Selma Hoca’nın kendisini tarif ettiğini, çektiklerini özetlediğini zannetti.

 

 

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar