Ayten-2. Bölüm
2. BÖLÜM
Kış uykusundan uyanan tabiat, tüm güzelliklerini gözler önüne sermiş, Allah’ın tüm azametini ve yüceliğini gözlere gösterircesine etraftaki nebatat yeniden canlanıp hayat bulmuştu. Tabiatın eşsiz güzelliği her zamanki gibi göz kamaştırıcıydı. Baharın gelişiyle canlanan yalnız tabiat değildi. Etrafta uçuşan hayvanatın yaptıkları rakslar eşliğinde çıkardıkları nağmeler, insana neşe ve huzur veriyordu. Bahar aylarında canlanan tabiat Güzelsu köyünü adeta cennet köşesinden bir köşeye çevirmişti. Görenlerin asla unutamayacakları güzelliğe sahip olan bu köy, cenneti andırıyordu desek abartı olmaz herhalde. Eskilerin dediği gibi, “Dünyada Van, Ahirette iman,” sözü bu yerden esinlenmişti sanki.
Tabiat, güzellikleriyle burasını cennete çevirmekle kalmamıştı. Rengârenk çiçeklerin bir arada bulunduğu ender yerlerden biri olan bu köy, insanın iç huzuru bulması için adeta bulunmaz bir mekândı.
Güzelsu köyü; etrafında bulunan Yiğit dağı, Başkale dağı ve Gök dağı arasında kalan vadi üzerinde kurulmuştu. Dünyanın başka hiçbir yerinde görülmemiş bir güzelliğin yanı sıra çağlayan pınarları görülmeye değerdi. Bu vadide her türlü güzelliği bulmak mümkündü. Şehrin kirli havasından çok uzak olan bu cennet köşesinde insan yaşadığını, nefes aldığını hissediyordu.
Van’ın Başkale ilçesinin İran sınırına yakın olan bu vadide gözün görebildiği her tarafta başkaldırmış olan kırmızı laleler adeta şehadeti çağrıştırıyordu. Her bir lale bir şehidi temsil eder gibi kıyamda Allah’ın varlığına şehadet getiriyorlardı.
Laleler içinde yürüyüş yolu olarak küçük bir hat oluşturulmuştu. Laleler arasından geçtiğinizde zihninizde sonsuzluğa doğru yol aldığınızı düşünürdünüz. Dünya ve ahiret arasındaki bağlantı yolunun bu hat üzerinden gerçekleştiğini düşünmek fazla aşırı bir iddia olmasa gerek.
Laleleri en güzel şekilde anlatan Nahifi Efendi; “(…) Ve elbette lale doğuludur, Hıristiyanlık kadar, Musevilik kadar, İslamiyet kadar doğuludur yani… Lale utangaçtır, taze bir gelin kadar, iltifat görmemiş bir nazenin kadar utangaç yani… Lale altı yaprağıyla hercaidir, batılar ve kuzeyler kadar, alt veya üst kadar… Lale sabr-u sebatın, ölümden sonra dirilmenin adıdır yani, ekim mevsiminde ekilip nisan mevsiminde açacak kadar…
Öte yandan lale, aşkın adıdır, Hani şu, bağrını firkat ateşlerinin yaktığı özge aşığın yani…
Kadife kadife lalelerin taç yaprağı üzerindeki bir çiğ tanesine yıldırım düşüp de bağrını yakmış gibi… Yoksa yüzlerce lale isminde, bunca aşk ahengi ve şiirsellik bulanabilir miydi?(…)”
Lale soğanlarının en belirgin özelliği belki de her yıl bir dal üzerine sadece bir tek çiçek veriyor olmasıdır. Allah’ın birliğini temsil etmek ve göstermek gibi, bu yüzden, ikiz lale soğanı pek nadir bulunur. Öte yandan, şekil itibariyle de bir lale, tevhidin sembolü olan elife benzer. Allah’ın varlığını yansıtan farklı bir çiçek olarak algılanışı, güzelliğinin sırrı da bundan olsa gerek.
Laleler arasında uzun bir yürüyüşün ardından dünya cennetinden bir yer olan Güzelsu köyüne ulaşıldığını bir müddet sonra ancak anlamak mümkün olurdu.
Köye ulaşım, tali bir yoldan sağlanıyordu. Sadece bu köye çıkan yol, köylüler tarafından kullanılan tek ulaşımdı. Sınırın tam da sıfır noktasında olan bu köy halkı, dindarlıkları ve cesaretleriyle ün salmışlardı. Dürüstlükleri ve İslam’dan aldıkları ahlakları, çevre köylüler tarafından takdir ediliyordu. Engebeli olan bu köy yolunda yürümek için maharet gerekirdi. Taşlık olan bu yolda yürüyebilmek için ayakların bastığı yeri çok iyi seçmek gerekiyordu. Aksi takdirde hiç de hoş olmayan sonuçlarla karşılaşılabilirdi. Alışkın olmayanlar için bu tali yol, zorlu ve meşakkatli bir yürüyüşle sonuçlanabilirdi.
Araç ile köye gitmek için ayrı bir yol kullanılıyordu. Bu yol yayalar için biraz daha uzun olduğu için, yürüyerek köye gitmek isteyenler bu yolu kullanmıyorlardı. Köyün dışında dağlardan akıp gelen çağlayan soğuk su, civardaki tüm canlılar için ab-ı hayat oluyordu. Bu sudan içmek için bile insan birçok zahmete katlanabilirdi. Kevser suyunu andıran bu suyu içtikçe, insanın daha çok içesi geliyordu. Eğer Kevser suyunun bir benzeri bu dünyada olsaydı, mutlaka bu pınar olurdu. Belki de bu dünyanın ab-ı Kevser’iydi bu su, kim bilir?
Köye yaklaştıkça, sık ağaçlıklarla kaplı küçük bir ormanı andıran heybetli ve güzel bir manzara karşılıyordu gelenleri. Rüzgârın esmesiyle ağaçların yapraklarının çıkardığı sesler, “Hoş geldiniz,” der gibi eğilerek gelenleri selamlıyordu. Rüzgâr, ağaçlar arasından süzülerek beraberinde getirdiği güzel kokularla yüzünüzü okşadığında, hiçbir yerde hissedemeyeceğiniz o nefis kokularla kendinizden geçip o anın ebedileşmesini arzulardınız. Burada görülecek her şey Allah’ın azametini ve yüceliğini gösterip Onun birliğine şehadet etmeye vesile oluyordu. Allah’ın yarattığı bu güzellikler karşısında söylenecek tek şey, ancak “Sübhanallah” sözü olurdu.
Bu güzellikleri geride bırakıp köye girdiğinizde sizi başka güzellikler karşılardı. Bu güzellikler diyarını kendilerine yurt edinenlerin ne zamandan beri buraya yerleştiklerini kimse bilmiyordu. Milattan öncesine kadar giden bir tarihten söz edilse de, kesin tarihi kimse tam olarak bilmiyordu.
Köyün yaşlıları tarafından anlatılan hikâyelerde bir zamanlar buralarda İran’ın halk kahramanı Rüstem-i Zâl’ın yaptığı savaşlar dahi anlatılıyordu. Köyün yaşlıları, lalelerle dolu vadinin eskiden savaş alanı olarak kullanıldığını söylerlerdi. Kızıl lalelerin nedeni, yaşlı köylülerin bu anlatımlarından anlaşılır hale geliyordu.
Savaşı ve yitip giden canları düşünmektense bunun yerine Allah’ın yaratığı güzellikleri düşünmek daha güzel geliyordu. Köylüler, kışın soğuğundan ve yazın sıcağından korunmak için evlerini kerpiçten yapmışlardı. Otuz haneli olan bu köyde her evin kendisine ait bir bahçesi vardı. Yeşillikler içinde kaybolan evleri görmek mümkün olmuyordu. Henüz hiçbir beton yapının girmediği bu yerde yaşayanlar kendi hallerinden memnun görünüyorlardı. Baharın güzelliği kadar kışın zemheri soğuğunu da yaşayan köy halkı, dış dünyadan oldukça uzak, rahat ve huzurlu bir yaşam sürüyordu.
Her zaman ve her yerde olduğu gibi burada da evlerin arasından göğe doğru yükselen neşeli çocuk sesleri görülmeye değerdi. Her biri beş altı yaşlarında birer cennet gülü olan kız ve erkek çocukları, ebeveynlerinin neşesi ve gözlerinin nuru olmayı ziyadesiyle hak ediyorlardı. Dört kız çocuğu ip atlayıp bir tekerlemeyi söylüyorlardı. Tekerlemeyi ipi atlayarak bitiren başarılı sayılıyordu. İp atlayan kızların içinde biri vardı ki Allah’ın sanatını en güzel şekilde yansıtan bir güzelliğe ve tatlılığa sahipti. İri ve siyah gözlerindeki ışıltı insanın yüreğine etki ediyordu. Onu görüp de sevmemek mümkün değildi. Tatlılığı ve sevecenliği sayesinde köyün maskotu olmuştu. Onu ön plana çıkaran şey, güzelliğin ötesinde, sahip olduğu edep ve hayâ idi. Annesinden aldığı terbiye sayesinde köylülerin gözdesi olmuş bir melekti adeta. Diğer aileler kendi çocuklarına; “Sizlerde Ayten gibi olun,” deyip bu sevimli kızı rol model olarak gösterirlerdi. Oysa Ayten, arkadaşlarıyla oynarken kendini onlardan farklı görmüyor ve sahip olduğu meziyetlere aldırmadan yaşının güzelliklerini yaşıyordu. Şimdi oyun zamanıydı ve arkadaşlarıyla birlikte oynadığı oyunlardan tat almaya çalışıyordu.
Kışın karlar yüzünden erteledikleri tüm oyunlarını oynamak için sürekli birlikte vakit geçiriyorlardı. Ayten, oyun oynadığı arkadaşlarını sevmenin yanı sıra onlarla güzel vakit geçirdiği için de onlara minnettardı. Ona göre hayatın kendisi bir oyundu ve oyun neşelenmek içindi.
Sabah ezanını okuyan köy İmamının sesi sadece köylüleri canlandırmakla kalmıyor tabiatın canlanmasının fitilini de ateşliyordu adeta. Kuşlar uçuşuyor, hayvanlar ahırlarından çıkarılıp doğaya bırakılıyordu. Köyde hayat ezanla başlardı. Ezan-ı Muhammediyi duyan köylüler sıcak yataklarından kalkıp namazlarını eda ettikten sonra gündelik rutin işlerini yapmak için akşama kadar yorucu bir koşuşturmanın içine girerlerdi. İbadetle başlayan gün yine ibadetle biterdi.
Ezan sesiyle güne başlayan köyün erkekleri abdestlerini alıp köyün tek camisinin yolunu tutarken, kadınlar ise eş ve çocukları camiden dönünceye kadar namazlarını kılıp kahvaltıyı hazırlarlardı. Köyün camisi gösterişten uzak, kerpiçten yapılmış tek katlı bir yapıdan ibaretti. Geniş avlusunda duvar diplerine abdest almak için bırakılmış olan su ibrikleri ve birkaç nalın dışında, bir de avlunun tam ortasında abdest suyu çekmek için bir tulumba vardı. Caminin içi de dışı gibi mütevazıydı. Caminin duvarları, yeşil yağlı boya ile yıllar önce boyanmıştı. Geçen zamanla yer yer boyaları dökülmeye başlamış olsa da hala dimdik ayaktaydı. Zaman sadece boyaların dökülmesine sebep olmamış; yeşil olan rengi soldurmuş, adeta başka bir renge dönüştürmüştü.
Caminin içinde tahtadan yapılma üç katlı bir raf üzerinde altı tane Kur’an-ı Kerim ve iki tane Elifba vardı. Minberin yanı başına asılmış olan bu raftaki Kur’an’lar atalardan kalmış gibi tarihiydi. Okumak için ele alınan bu Kur’anların yaprakları okuyanın elinde kalıyordu. Zamanın çürüttüğü bu kâğıtların ömrü son bulmuştu. Onları raflardan kaldırıp yerine yenilerini koymayı kimse düşünmüyordu. Sanki olması gereken şey buymuş gibi…
Kılınan namazın ardından selamlaşan köylüler birbirlerine hayır dualarında bulunur, işlerinin bereketli olması temennisiyle ayrılırlardı.
Evde tüm ailenin yaptığı kahvaltının ardından büyükler günlük rutin işlerini yapmak için işe koyulurdu. Salih, oğlu Ahmet’le birlikte tarlaya giderken, Melek, büyük kızı Aylin ile birlikte hayvanların yemlerini verip ahırı temizlerdi. Ayten’in ise çalışmasına izin verilmiyordu. Onun arkadaşlarıyla birlikte oyunlar oynaması evdekileri sevindirmeye yetiyordu.
Salih otuz beş yaşlarında uzun boylu, iri cüssesi ile taşı sıksa suyunu çıkaracak bir fiziğe sahipti. Kahverengi gözleri, siyah saçları ile köyün yakışıklı delikanlıları arasında ismi ilk sırada zikrediliyordu. On altı yıl önce eşi Melek’le evlendiğinde, Melek, köyün en güzel kızı iken kendisi de köyün en yakışıklısıydı. Ama Salih, eşi Melek’i güzel olduğu için tercih etmemişti. Melek, soy itibariyle Seyyide idi. Ailesinden aldığı güzel ahlak ve terbiye onun en belirgin özelliğiydi. Güzelliğini ikinci plana atacak kadar güzel ahlak sahibiydi. Ayten bu yönüyle annesine çekmişti.
Salih ile tanışıp görüşme olmadan, geleneksel olarak görücü usulüyle evlendikten kısa bir süre sonra aralarında oluşan sevgi onları birbirlerine bağlamıştı. Aralarında oluşan sevgi ve muhabbet dünyaya gelen çocuklarıyla taçlanmıştı.
Nikâhta keramet var dedikleri bu olsa gerekti. Evlendikten sonra birbirleri için yaratılmış olduklarına onları tanıyan herkes şahitlik ederdi. O zamanlar köy ortamında aşk evliliği yok denecek kadar azdı. Yapılan aşk evlilikleri yerini kısa bir süre sonra normal bir hayata bırakırdı. Bu durumda aşk diye bir şey kalmazdı. “Evlilik aşkı öldürüyor,” sözü burada da doğruluğu ispatlanmıştı. Oysa ölen aşk değil, ölen duygulardı. Sevdiğini elde ettikten sonra kapılan rehavetti.
Salih ve Melek’in durumları farklıydı. Onlar aşklarını ve sevgilerini her geçen gün büyütüyorlardı. Onlara göre aşk, karşılıklı sevgi ve saygı isterdi. Bu yüzden birbirlerini kırmamaya ve incitmemeye gayret ederlerdi. Her zaman, her konuda birbirlerine karşı anlayışlı olmaları sayesinde sevgileri aşka dönüşmüştü. Aşkları ise dillerde dolaşan bir destana…
İlk çocukları, aşklarının ilk meyvesi, evlerinin neşesi olmuştu. Bu güzel evin tek eksiği de tamamlanmış olduğundan lütfedilen çocuk için Allah’a hamd ediyorlardı. Artık aşklarının meyvesini de almışlardı. Doğan bu çocuk onların yüzlerini güldürmüş, sevinçlerine sevinç katmıştı. Güzelliğini annesinden alan bu bebeğin adını Aylin koydular. Bu kadar güzel bir çocuğa nazar değmesinden korkan anne her gece kızına ayetler okur, dualar ederdi. Eşiyle birlikte, verdiği bu çocuk için Allah’a şükrederlerdi. Şükür nimeti artırırdı. Şükür sayesinde Allah azze ve celle onlara birkaç yıl sonra bir erkek çocuğu nasip etti.
Yeni doğan erkek çocuklarına Ahmet adını verdiler. Bu ismi vermelerinin tek sebebi çocuklarının Hz. Peygamberin sallalahu aleyhi ve sellemin güzel ahlakına sahip olmasını istemeleriydi.
İlahi hikmetten sual olunmaz, ama Ahmet’in doğumunun ardından, topluma göre uzun sayılabilecek bir müddet istedikleri halde Allah azze ve celle onlara evlat nasip etmedi. Bunun neden kaynaklandığını bilmiyorlardı. Yine de hallerine şükrediyorlardı. En azından iki çocukları vardı.
Köyde çocuk sahibi olmak bir itibardı. Özellikle erkek çocuklarının fazlalığıyla övünenler için. Salih ve Melek ise, çocuklarının erkek veya kız olmasına aldırış etmiyorlardı. Onlar dualarında Allah azze ve celle den hayırlı evlatlar isteyip duruyorlardı. Ahmet’in ardından çocuk sahibi olmayışlarına pek aldırmaz, boş sözlere kulak asmazlardı. “Vardır bunda da bir hikmet,” deyip Allah’ın takdirine rıza gösteriyorlardı.
Ahmet’in doğumunun üzerinden uzun bir müddet geçmişti. Neredeyse altı yıla yakın Salih ve Melek’in çocukları olmadı. Hallerinden dolayı hiç şikâyet etmeden sabreden bu güzel aileye Allah azze ve celle bir kız evladı daha nasip etti. Ama bu sıradan bir kız değildi. O kadar güzel ve tatlıydı ki bu çocuğun İlahi bir armağan olduğundan hiç kimsenin şüphesi yoktu. Sanki Yaradan çocuğu özel yaratmış gibiydi. İlahi el değmiş gibi onu görenler büyüleniyordu.
Bebeğin güzelliğini görenler onun yüzündeki o masumiyet karşısında ne diyeceklerini şaşırıyorlardı. Dilleri tutulmuş gibi kalakalıyorlardı. Hayretlerini ifade etmek adına; “Maşallah” deyip yüzüne üflüyorlardı. Annesi, güzelliğinden dolayı ona Ayten[1] adını verdi. Babasının bu isme hiç itirazı olmadı. Annesi, kızına en uygun ismi bulmuştu. Uzun bir aradan sonra gelen Ayten evde adeta bir nur gibi saçılıp tüm hane halkını sevince boğmuştu. Evin neşesi ve huzuru daha güzel bir hal almıştı. Ayten’in gelişiyle birlikte Melek ve Salih’in keyiflerine diyecek yoktu. Aşklarını en güzel bir şekilde yaşayarak sahip oldukları çocuklarıyla bu hayatın tadını çıkarıyorlardı. Allah azze ve celle onlara dünyalık her türlü nimet bahşetmişti. Buna karşılık olarak onlar da Allah’a verdiği nimetler için her zaman şükrediciydiler. Sahip oldukları nimetlerin şükrünü ellerinden geldiğince eda etmeye gayret ve özen gösteriyorlardı.
Ayten, nazik bir çiçek gibi büyütülüyordu. Öyle ki annesi onu gözünden bile sakınır olmuştu. Koşup oynama yaşına geldiği zaman köy halkının da gözdesi olmuştu. Sıradan biri olmadığı, yaşıtlarıyla bir araya geldiği zaman daha iyi fark ediliyordu. Küçük bir çocuk olmasına rağmen çok ağır başlıydı. Mızmızlanmayan, durduk yere ağlamayan, arkadaşlarıyla iyi geçinen bu küçük çocuk için; “Büyümüş de küçülmüş,” tabirini kullanmaya başlamışlardı. Ayten ise tüm masumiyetiyle arkadaşları ile birlikte oyunlar oynamaktan zevk alıyordu. Onun için her şey bir oyundan ibaretti. Hayatını yaşıyordu. Onu çok seven bir ailesi vardı. Bir çocuk için bundan daha güzel ne olabilirdi ki?
Ayten, sahip olduğu meziyetlerini annesine borçluydu. Annesi onu büyütmekle kalmadı, aynı zamanda iyi bir terbiyeyle büyümesi için ona Peygamber efendimizin güzel ahlakını hikâye şeklinde anlatırdı. Annesi, konuşmaya başladığı andan itibaren Ayten’e iyiyi-güzeli, kötüyü-çirkini, helalı-haramı öğretmeye çalışarak onu güzel yetiştirmek için elinden geleni yapıyordu. Elindekini paylaşmayı, arkadaşlarıyla iyi geçinmeyi, büyüklerine karşı saygılı olmayı da yine annesi öğretmişti. Ayten, annesinden aldığı eğitim sayesinde fiziksel güzelliğine bir de manevi bir güzellik kattığını şimdilik bilmese de ilerde bunu anlayacak ve annesine ne kadar teşekkür etmesi gerektiğini öğrenecekti.
Ayten, annesinden öğrendiklerini benimseyerek yerine getiriyordu. Kişiliğini, annesinin kazandırdığı güzel alışkanlıklar süslüyordu.
Salih ve oğlu Ahmet, sabah namazından sonra tarlaya gidip çalışıyorlardı. Salih, oğluna hayatla ilgili bilgiler verip onu eğitiyordu. Ahmet, deli dolu bir yapıya sahipti. Gençliğin verdiği heyecanla kanı kaynıyordu. Çok ateşliydi. Biraz da asabiydi. Yine de babasından aldığı eğitimle az da olsa kendisini frenleyebiliyordu. Ahmet ve birkaç arkadaşı bazen bilmedikleri konular hakkında aralarında tartışırlardı. Tartıştıkları konular daha çok İslami meseleler olurdu. Oysa henüz İslam hakkında namaz ve oruç dışında bildikleri bir şey yoktu.
Köy imamının ara sıra yaptığı sohbetlerde nasibini alan gençler namazın çok önemli orucun da mutlak surette eda edilmesi gereken bir ibadet olduğu dışında bir şey bilmiyorlardı. İslami bilgi ve eğitimden yoksun gençler, bilmediklerini sormayı da bilmiyorlardı. Kafalarına takılan sorular için İmam’a uğrayıp soru sordukları pek nadir olurdu. İslami konularda bilgi edinmek için epey bilgi sahibi olan köy İmamına gitmiyorlardı. Bilmedikleri konularda bilmiş gibi yapıyorlardı. Üzerinde saatlerce hatta bazen günlerce konuşup tartıştıkları böylesi konular bile olurdu. Bunda İmam’ın da etkisi büyüktü. Girişken ve kendinden emin olmayışı onu pasif yapmıştı. Oysa kendisine sorulan birçok soruda muhatabını ikna edebilecek kadar bilgi sahibiydi. Ama bazen salt bilgi hiçbir işe yaramıyordu. O bilgiyi sunmayı bilmek, ayrı bir maharet gerektiriyordu.
Bilgi bir hazinedir. Hazine ise ancak işlendiğinde hem sahibine hem de etrafındakilere faydası olurdu. Aksi takdirde işe yaramayan bir yük, sahibi için ağır bir vebal olmaktan öte bir şey ifade etmez...
Salih de diğer köylüler gibi oğlunu eğitmek için ona çobanlığı öğretmiş, hayvanlara nasıl davranması gerektiği hakkında gerekli olan bilgileri vermişti.
Bir konu hakkında ‘bilgi sahibi olmak’ tek başına bir anlam ifade eder mi? Elbette ki hayır, önemli olan bilgi ile amel etmekti. Ahmet, babasından aldığı çobanlık eğitimi sayesinde bazı şeyleri öğrenip uygulasa da henüz bildiği halde uygulamadığı birçok şey vardı.
Çobanlık sıradan bir meslek ve iş değildi. Hayatın ta kendisiydi. Peygamber mesleğiydi. Hayata bakan yönüyle sorumluluk isteyen bir işti. Çobanlık mesleğinde birçok kişi için eğitici yön bulmak mümkündü. Bir babanın ailesini idare etmesi, bir İmam’ın bulunduğu yerdeki ahaliyi kötülüklerden koruyup uzak tutması, bir annenin çocuklarını ve evini dışardan gelecek tehlikelere karşı bir arada tutup koruması, bir devlet büyüğünün halkının refahını gözetmesi dahi çobanlık mesleğinin sırları içinde bulmak mümkündü.
Babası tarafından Ahmet’in sorumluluğuna verilen beş adet koyun vardı. Onlardan bizzat Ahmet sorumluydu. Onların tüm ihtiyaçlarını Ahmet karşılayacaktı ve onlardan elde edilecek olan gelir Ahmet’in olacaktı. Bu sayede Ahmet biraz olsun sorumluluğun ne demek olduğunu anlayabilecekti.
Ahmet, sahip olduğu beş adet koyuna gözü gibi bakıyordu. Onlar üzerinde gelecekle ilgili hesaplar bile yapıyordu. Onları en kısa zamanda besili hale getirip satacak ve yerine yeni kuzular alıp onları da besledikten sonra satacaktı. Bu şekilde birkaç yıl içinde çok ciddi bir sermaye elde edeceğine inanıyordu. Oysa Salih, bu hesapların nereye varacağını bilmesine rağmen yine de ona müdahale etmeden bir müddet bu hevesle oyalanmasına müsaade ediyordu.
Hayvanlar gelir kaynağıydı. Ama onlar her şeyden önce candılar. Can sahibi bir varlığa gereken önemin verilmesini unutmuş, onları sadece zenginlik kaynağı olarak gören Ahmet’in doğru olanı kendiliğinden anlamasını bekliyordu babası. Koyun alıp satmak kolaydı. Ama can alıp satmak zordu. Hayat bir ticaretti. Ama bu ticarette kârlı olan tek şey alım satım değildi. Bazen ahirete yönelik bir adım, bu dünyada sahip olacağı birçok şeyden daha hayırlı olabilirdi. Bunu Ahmet’in anlaması için babasının fazla beklemesine gerek kalmadı. Koyunlardan ikisi hastalanınca Ahmet neye uğradığını şaşırmıştı. Bu şaşkınlığıyla ne yapacağını bilemediği için babasına koşup yardım istedi. Babası, oğlunun ne kadar çok telaşlandığını gözlerinden okuyabiliyordu. Bu şekilde telaşlanmasını iyiye yordu. Her ne kadar Ahmet’in telaşı hayalini kurduğu gelecek için olsa da, ona o geleceği verecek olan koyunlara en azından bundan böyle daha iyi bakacağı kesindi. Salih koyunlar için bir miktar ilaç hazırlayıp oğluna verdi. “Bu ilaçları koyunların su içtikleri yalağa kat, diğer koyunlar da bu sudan içsinler. Yoksa birkaç gün sonra diğer koyunlar da hastalanır,” diyerek oğluna ne yapması gerektiğini anlattı.
Ahmet, kaybetmekten korktuğu koyunların acısını ilk kez tatmış oldu. O günden sonra koyunlarına ticaret aracı olarak bakmaktan vazgeçip onlarla daha yakından ilgilendi. Öyle ki hayvanların birinde en küçük bir değişikliği fark eder etmez onunla yakından ilgilenip hasta olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Babasına danışıp koyunda gördüğü değişikliği anlatıyor ne yapması gerektiğini sorup öğreniyordu. Artık onlar Ahmet için birer can olmuşlardı. Nefes alıp veren, ruh sahibi her türlü mahlûkata karşı şefkatli ve merhametli bir olup çıkmıştı. Hayvanların ve bitkilerin de canlı olduklarını, onların da en az insanoğlu kadar bu dünyada yaşam haklarının bulunduğunun idrakine varmıştı. Nefes alan canlılara karşı yüreğinde hissettiği şey merhametti. Hayvanlara karşı bu kadar merhametli olunması gerekiyorsa, yaratılmışların en mükemmeli olan insan yaşamı için ne yapılmalı, onlara nasıl faydalı olunmalı diye düşünmeye başlamıştı.
Koyunlarla yalnız kaldığı köyün meralarında onlarla konuşup dertleşmesi onların kendisini anladığına inanmasından kaynaklıydı. Her ne kadar onlar konuşarak cevap vermeseler de Ahmet, kendisini dinlediklerinden emindi.
Aylin, evde annesinin en büyük yardımcısı olmakla beraber ona arkadaş ta olmuştu. Her şeyini çok rahat paylaştığı annesi onun için en güzel ve en değerli öğretmendi. İlkokuldan sonra okula devam etmemişti. Oysa okumayı çok seviyordu. Ama köylüler için kız çocuklarının okuma yazma öğrenmesi yeterli görülüyordu. Bu yüzden ilkokuldan sonra kızlarını okula göndermezlerdi.
Salih ve Melek, her ne kadar söz konusu düşünceye karşı olsalar da, köydeki geleneği tek başlarına değiştiremeyeceklerini bildiklerinden Aylin’i ilkokuldan sonra okula göndermemişlerdi. Okuduğu tek şey Kur’an-ı Kerim’di. Ona okulu hatırlattığı için kitap okumaktan nefret eder olmuştu. Okulu hatırlatacak her türlü şeyden kaçıyordu. Anne ve babası, onun okumayı ne kadar çok sevdiğini bilseler de bu konuda çok çaresizdiler. Yapabilecekleri bir şey yoktu. Kızlarının Kur’an-ı Kerim’i okuyarak teselli bulması için ellerinden geleni yaptılar.
Aylin’in okula gitmemesi en çok Ayten’in işine yaramış gibiydi. Sürekli olarak ablasının ilgisiyle şımartılıyordu. Ablasının, Ayten’e olan sevgisi bir başkaydı. Her konuda kardeşini şımartmayı seviyordu. Aynı odayı paylaşmaya başladıkları son iki yıl içinde birbirlerine daha fazla bağlanmışlardı.
Ayten büyüdükçe daha bir güzelleşiyordu. Altı yaşına girdiğinde ise annesi; “Bundan böyle başörtüsü tak kızım,” dediğinde Ayten sevincinden havalara uçmuştu.
Başörtüsü takmak Ayten için büyüdüğü anlamına geliyordu. Daha öncede başörtüsü takmak için annesine; “Ben de başımı sizin gibi bağlamak istiyorum,” diye izin istediği her seferinde annesi; “Kızım! Biraz daha büyüdükten sonra takarsın,” diyerek bu isteğini ertelemişti.
Ayten, çok sevdiği başörtüsüne sahip olacak yaşa gelmişti. Bundan böyle başörtüsü onun için vazgeçilmez olacaktı. Ayten, annesinin aldığı başörtüsünü taktığı zaman siyah zeytin gözleri daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyordu. Ayten, taktığı başörtüsüyle, güzelliği ve sevimliliği doruklara çıkıyordu. Aylin, Ayten’i başörtüsüyle gördüğü ilk seferinde; “Ya Rabbi! Bir başörtüsü bir kıza bu kadar mı yakışır?” diye iltifat ve hayretini ifade etmişti.
Masumiyetin verdiği saflıkla Ayten’in gözleri parıldıyordu. Hiçbir günaha bulaşmamış olan Ayten, saflığı temsil ediyordu. Küçük kalbini kirletecek düşüncelerden uzaktı. Hayatın ve günahın kiri kalbine girmemiş ve o saf olan yeri siyahlaştırıp kirletmemişti.
Ayten evdekilerin sabah namazıyla kalktığı vakitte kalkıp onlarla birlikte bir şeyler yapmaya çalışırdı. Ama evde hiç kimse Ayten’e iş yaptırmazdı. Öyle ki Ayten artık boş kalmaktan sıkılmaya başlamıştı. Elini neye atsa hemen arkasından ablası yetişip; “Sen dur cimcime ben yaparım,” diyerek Ayten’in elinden o işi alıp kendisi yapardı.
Şımartılmak artık Ayten için eskisi kadar zevkli değildi. Bir şeyler yapmak, ailesine yardımcı olmak ve onlarla birlikte koşuşturmak istiyordu. Ama buna anne ve babası izin verseler de ablası izin vermiyordu. Biricik kardeşine kıyamıyordu. Bu durum Ayten’in canını sıkmaya başlamıştı. Anne, kızının sıkıldığını yüzünden okuyabiliyordu. Her ne kadar Aylin’e; “Kardeşin sana yardımcı olsun,” diye söylediyse de Aylin, Ayten’i çalıştırmamaya kararlıydı.
Sonunda anne, Ayten’i alıp evin avlusuna çıkardı. Eline aldığı bir avuç buğdayı kümes hayvanlarına nasıl vereceğini öğretti. Ve bundan böyle her sabah hayvanların yiyeceklerini verme görevini Ayten’e verdi. Ayten daha önce de bunu yapmıştı. Ama sadece kendi istediği için yapmıştı. Oysa şimdi ailede herkesin bir görevi olduğu gibi, o da evin bir parçası olan hayvanların sabah yemlerini verip onları doyurmakla görevlendirilmişti.
Büyümek sadece başörtüsü takmakla olmazdı. Büyümek sorumluluk isterdi. Hayatın idamesi için bir birey olarak bir şeyler yapıp hane halkıyla görev paylaşımı isterdi. Ayten de artık sorumluluk sahibiydi. Ailenin en küçüğü ve evin neşesi olan Ayten her ne kadar büyüdüğünü iddia etse de, o her zaman için bu evin küçüğü, ablasının, “Cimcimesi” olarak kalacaktı.
[1] Ay yüzlü– Teni beyaz ve parlak olan