41.84
  
48.67
  
114374.00
  
97.47

Ayten-3. Bölüm

Ayten-3. Bölüm

  3. BÖLÜM 

Ahmet, babasına her konuda yardımcı olmaya devam ediyordu. Evde babasından sonra aile reisi oydu. Babasından gördüğü şefkat ve merhameti başta annesi olmak üzere o da kardeşlerine gösteriyordu.

İslam hakkında daha fazla bilgi sahibi olabilmek için zaman zaman köyün İmamını ziyaret edip, aklını kurcalayan sorular hakkında bilgi sahibi olmaya çalışıyordu. Dini meseleleri merak edip öğrenme isteği olan birkaç kişiden biri de Ahmet’ti. Her ne zaman kafasına takılan soruyu sormak için İmam’a uğrasa İmam ona önce sorduğu sorunun cevabını verir, ardından da İslam’ı anlatıyordu. Bu çocuğu sevdiğinden olsa gerek, özel ilgi ve alaka gösteriyor, yetişmesi için belki de ilk defa bir gence İslam’ı böyle istekli anlatıyordu.

İmam’la yaptığı sohbetler Ahmet’in hoşuna gitmeye başlamıştı. Bir şeyleri öğrenmenin verdiği tatminkârlık hoşuna gitmişti. Boş zamanlarında İmam’ın yanına daha sık gitmeye başlamıştı. Bu durum Salih’i sevindiriyordu. Oğlunun dinini öğrenmesini çok istiyordu, çünkü din hayatın çimentosuydu. Salih, hayat hakkında tecrübe sahibiydi. Otuz beş yıllık hayatında edindiği tecrübeleri oğluna aktarmaya çalışıyordu. Yalnız eksik olduğu konuların başında İslami meseleler geliyordu. İslam dini hakkında bildiği tek şey İmam’ın Cuma günü namaz esnasında verdiği vaazlardı.

Salih bu yaşına kadar Kur’an dışında kitap okumamıştı. Kur’an’ı da okuduğu zaman manasını anlamıyordu. Bu yüzden oğluna İslam hakkında bilgi verecek durumda değildi. 

Ahmet, köy İmamından öğrendiklerini ailesiyle fazla paylaşmıyordu. İçe kapanık bir kişiliğe sahipti. Her zamanki halinden biraz daha durulmuş bir hali vardı. İmam’dan öğrendiklerinin ağırlığı altında erken yaşta olgunlaşmış gibiydi. Ailesi başta olmak üzere tanıdıkları insanlarla birlikte ebedi kurtuluşa ermek için kendilerini Allah’a ibadet etmeye yönlendirmenin yollarını düşünüyordu.

Melek’in küçük kardeşi bir gün ansızın çıkıp geldi. Misafir, evdekileri sevindirmişti. Yılmaz’ı sevmeyen sadece Salih idi. Her ne kadar kayınını sevmese de sonuçta eşinin kardeşi, çocuklarının dayısıydı. Evdekilerin sevinci ona yetiyordu.

Salih ve ailesi, eşiyle evlenmek için istemeye gittiklerinde karşı taraf buna sevinmişti. Köy ortamında herkes birbirini çok iyi bilir ve tanırdı. Salih de dürüst ve temiz kişiliğiyle birlikte dine olan bağlılığıyla ve güzel ahlakıyla ön plana çıkan köyün delikanlılarındandı. Bu duruma tek itiraz Yılmaz’dan gelmişti.

Ablasının, Salih gibi dinine bağlı biriyle evlenmesine karşı çıkmıştı. Onun aklında Melek için kendi düşüncesine uygun birileri vardı. Neyse ki aile büyükleri Yılmaz’ın bu itirazını dikkate almadılar da kızlarını Salih’e vermeye razı oldular. O günden sonra ne Salih ne de Yılmaz birbirlerini sevebildiler. Yıldızları bir türlü barışmadı. Kısa bir süre sonra Yılmaz çalışmak için şehre gidince buna en çok Salih sevinmişti.

Yılmaz, şehirde benimsediği ideolojiye sahip olanları bulup onlarla takılmaya başladıktan sonra başı bir türlü beladan kurtulmaz olmuştu. Zaman zaman polis baskınlarıyla gözaltına alınıp bırakılıyordu. En son gözaltına alındığında, benimsediği düşüncelerini sözlü anlatmak yerine, işin içine bir de şiddet koymuştu. Yaptığı küçük de olsa bir iş yerine attığı molotof kokteyli yüzünden yakalanmış, bir müddet cezaevinde kalmıştı. Yılmaz’ın yakalandığını duyan Melek gözyaşlarına boğulmuş ve kardeşi için endişelenmişti. Yılmaz’ın fikri ne olursa olsun o, kardeşiydi. Kardeşini seviyordu. Onun için üzülüyor ve doğru yolu bulabilmesi için sürekli dua ediyordu. Yılmaz cezaevindeyken, bayramlarda eşinden izin alıp ailesiyle birlikte Yılmaz’ı ziyaret eder, ihtiyaçlarını sorup ona bazı giysiler bırakırdı.

Yılmaz, yaptıklarının duyulması üzerine köylünün tepkisinden korkup köye pek gelmez olmuştu. En son Ayten’in doğumunda gelmişti. Her ne kadar Salih’i sevmese de ablasını ve yeğenlerini bir o kadar çok seviyordu. En sevdiği yeğeni de Ahmet’ti. Yılmaz’ın, sevgisine karşılık bulduğu bu aileden bir beklentisinin olabileceğini evdekiler bilemezdi.

Yılmaz’ın köye gelişinin üzerinden birkaç gün geçmişti. Sık sık ablasını ve yeğenlerini ziyaret edip onlarla vakit geçiriyordu. En çok da Ahmet’e ilgi gösteriyordu. Bu yakın ilgiyi herkes doğal karşılıyordu. Sonuçta yeğeniydi. Ta ki evde Ahmet’e anlattığı düşüncelerine kadar her şey çok güzeldi.

Melek, kardeşinin, oğluna anlattığı şeyleri duymuş ve endişe etmeye başlamıştı. Yılmaz, Allah’ın varlığını sorgulamakla kalmıyordu Onu inkâr eden sözler sarf ediyordu. Bugüne kadar duymadığı şeyleri duyan Melek ne yapacağını bilmez olmuştu. Bu durumu eşine söylerse eşi hiç tereddüt etmeden onu evden kovardı. Söylemediği takdirde oğlu gençti ve bu fikirlere kapılırsa bunun ağır mesuliyeti altında kalır ve bir ömür vicdan azabı çekerdi. Düşününce kardeşinin Ahmet’e anlattığı şeyleri eşine söylemeye karar verdi.

Yılmaz, Ahmet için sadece dayı değildi. Onunla birlikteyken kendisini daha rahat hissettiğinden dayısını bir arkadaş gibi görüyordu. Yılmaz’ın yeğenine gösterdiği ilgi Ahmet’i sevindiriyordu. Hiçbir zaman sahip olamadığı abiliği dayısından görüyordu. Yılmaz da bunu bildiğinden olsa gerek köyde ilk olarak fikirlerini benimseyeceğini umduğu geleceğin genç nesillerini yetiştirmek için ilk olarak Ahmet’i seçmiş, fikirlerini ona anlatmıştı. Köy gençlerine benimsediği fikirleri Ahmet üzerinden anlatıp onları kendi ideolojisine inandırmak için uzun bir süre köyde kalıp çalışması gerektiğini bildiğinden hazırlıklı gelmişti. En fazla beş yıl sonra bu gençlerin her biri Kürtçü Sosyalist olur diye düşünüyordu. Geleceğin en iyi yatırımı olan gençlere ilgi göstermesinin altında yatan bu nedeni henüz kimse bilmiyordu.

İçinde saklı tuttuğu köye geliş sebebini; sinsi niyetini açık etmeye başlamıştı. Ahmet’e, gençliğin kanını coşturan milliyetçilik damarından giriyordu. Yılmaz için Ahmet gibi bir genci kendi saflarına katmak çok kolaydı. Daha önce de bunu yapmış, birçok gence bu zehri enjekte etmeyi başarmıştı. Yılmaz yüzünden çatışmada öldürülen gençlerin sayısı onu buluyordu. Ama bunu onu tanıyan, benimsediği ideoloji içerisinde olanlar bilirdi. Yılmaz’ın ailesi bunu bilselerdi, oğullarını evlatlıktan kesinlikle reddederlerdi.

Yılmaz, Ahmet’e Devletin Kürt Halkına yaptığı zulümleri anlatıp bu zulme bir dur deme vaktinin geldiğini söylüyordu. Yılmaz’ın heyecanlı bir şekilde anlattığı milliyetçiliği Ahmet sadece dinliyordu. Dayısının ne demek istediğini çok iyi anlamasına rağmen sadece dinlemekle yetiniyor, bazen de başıyla dayısını onaylıyordu. 

Devletin yaptığı zulmü bilmeyen yoktu. Özellikle son yıllarda ortaya çıkan Kürt Milliyetçiliği adı altında Sosyalizmi savunan eli silahlı örgüt nedeniyle devlet güçleri tüm Kürt halkını aynı kefeye koyup onlara terörist muamelesi yapıyordu. Bu yüzden devlete düşman olmayan kalmamış gibiydi. Bundan en çok da örgüt nemalanıyordu.

Yılmaz, Ahmet’in kendisini dinlediğini anlayınca asıl görüşlerini yani zehrini enjekte etme vaktinin geldiğini anlayıp, “Yeğenim! Din, insanı kandıran onun zihnini esir alan bir ideolojidir. Din diyerek bize milliyetimizi unutturdular. Koyun gibi güdülmemizin tek sebebi dindir. Bize namaz kılıp, oruç tutmamızı söylediler. Yıllarca bu şekilde bizi uyutup mücadele ruhumuzu öldürdüler. Öyle bir zaman geldi ki artık Kürtleri adam yerine bile koymaz oldular. Okullarda Türkçe ders verdiler. Şehirlerde resmi kurumlarda Kürtçe konuşmayı yasakladılar. Bir zamanlar dilimizi hepten unutalım diye Kürtçe kasetleri bile yasakladılar. Oysa şimdi haklarımızı alma zamanıdır. Ama bunu bizi uyutan dinle değil, özgür bir düşünce ile yapabiliriz. Zihnimizi dinden kurtarırsak, işte o zaman Kürtler için bir gelecekten söz edebiliriz, diyerek yeğenini etkilemeye çalışıyordu.

Kürtlerin mazlumiyetini etkili bir şekilde anlatan Yılmaz, Ahmet’in zihin dünyasında olgunlaştırdığı sorulara canlılık kazandırmıştı. En önemli soru, “Kürtler neden bu hale geldi?”; ikincisi ise, “Neden bu halde kalmaya devam etti?”

Zihin ve duygu dünyasında bu aşamaya gelen bir genç için sadece suçluyu işaret etmek yeterliydi. Yılmaz da bunu yaptı. Tıpkı, Marks’ın, “Din, afyondur.” Sözüne birer pratik alan oluşturan Stalin, Lenin ve Mao gibi…

Yılmaz konuşuyor Ahmet sessizce onu dinliyordu. Bu arada Ahmet, duyduklarını İmam’ın öğrettiği bilgilerle karşılaştırıyor, dayısına nasıl cevap vereceğini düşünüyordu. Dayısının anlattıkları ve sordukları sorular, saf ve berrak olan zihnini bulandırmaya yetmişti. Bu işin içinden çıkamayınca, sorunu çözmesini umduğu köy İmamına sormayı tercih etti.

Köy İmam’ı, Ahmet’in kendisine sorduğu soruların kaynağını öğrenince hiç şaşırmadı. Yıllardır şehirlerde ve özellikle de okullarda gençlerin zihnini bulandırmak için hep aynı metodu deniyorlardı. İşe yaramış olacak ki köylere kadar yayılmıştı. Allah’ın varlığını sorgulayan, görünmeyen bir İlaha ibadet etmenin mantıksızlığından dem vuranlar nice gencin ahiret hayatını cehenneme çevirmişti. Onları kurtarmaktan aciz kalan köy İmamı da şehirdeki bu kirli ve puslu havayı daha fazla solumaktan nefret ettiği için şehir yaşantısını terk edip, gürültüden uzak, sessiz ve huzurlu olan bu köye yerleşmişti. Buradaki insanlara, sordukları takdirde dini konularda onlara yardımcı olmaya karar vermişti.

Korkup kaçtığı şey gelip onu bu yerde de bulmuştu. Eğer böyle bir yerde böylesi sorularla karşılaşa biliyorsa dünyanın öbür ucuna da gitse bundan kurtulamayacağını düşündüğünden artık kaçmak istemedi.

Bunca yıl bir korkak gibi kaçmıştı. Korkunun ecele faydası yoktu. O bir din adamıydı ve bildikleri ile insanları yanlış yollardan doğru yolu iletmek gibi önemli bir misyonu vardı. Bu misyon, Peygamberlerden ümmetlerine kalan mirastı. Sahip olduğu mirasa sahip çıkmanın vakti geldiğini düşündü. Geçmişi için pişmanlık duydu.

Onu gaflet uykusundan uyandıran, Ahmet’in istekli ve hevesli gayreti olmuştu. Dayısının zihnini bulandıran sorularına mantıklı bir cevap aramak için gelen bu gence gıptayla baktı. Onun gayretini takdir etti. Allah, dinini, seçtiği kişilerle güçlendirmeye Kadir’di.

Köy İmam’ı kendini toparlayıp Ahmet’in zihnini karıştıran soruları izah etmekle kalmayıp, ona uzun bir sohbet yaptı. Öyle ki sohbetleri bittiğinde Ahmet, Allah’ın varlığına olan imanı güçlenmiş bir şekilde İmam’ın yanından ayrıldı.

Eve vardığında Dayısının kendisini beklediğini gördü. Ahmet’in gelişine sevinen Yılmaz, onu güler yüzle karşılayıp saçını eliyle okşayarak sevgisini gösterdikten sonra oturdular. Annesi ve Aylin birlikte mutfağa geçip bir şeyler hazırlamakla meşgulken Ahmet, İmam’ın kendisine anlattığı şeyleri unutmamak için bir an önce konuya girerek; “Dayı! Sen Allah’ın varlığına inanıyor musun? diye sordu.

Hiç beklemediği bir anda beklemediği bir soruyla karşılaşan Yılmaz; “İnanırım tabi. Niye, ne oldu ki?”

“Bir şey olduğu yok. Allah’ın adaletine inanır mısın peki?” diye bir başka soru sordu Ahmet.

On iki yaşındaki yeğeninin neden bunları sorduğunu anlamasa da onunla sağlıklı bir iletişim kurmak için sorduğu tüm sorulara yanıt vermesi gerektiğini biliyordu Yılmaz. “İnanırım.”

“Ben de inanırım,” diye cevap verdi Ahmet.

Yılmaz şaşırmış bir şekilde; “Bu sorduğun soruların sonu nereye varacak merak ediyorum.”

“Merak edilecek bir şey yok. Senin sorduğun soruların cevabını vermeden önce bazı şeylerden emin olmak için sorduğum birkaç şey işte,” diye kendine emin bir şekilde konuşuyordu Ahmet.

Yılmaz, yeğeninin sordukları sorulara kızmadan cevap vermeye çalışıyordu. Kızmak ve karşısındaki muhatabını dinlemek onu kendisinden uzaklaştıracağını bildiğinden oldukça sakin görünmeye çalışıyordu.

Ahmet, Dayısına sorduğu sorulara istediği gibi cevap alınca bu sefer öğrendiklerini anlatmak için; “Bizim cami İmamından, ‘Allah’ın hiçbir canlıya zulmetmeyeceğini, onlara haksızlık yapmayacağını öğrendim,” dediğinde Dayısı tebessüm etti.

“Bize zulmeden Allah değil ki. Onun kullarıdır yeğenim.”

“Eğer tüm canlılar Allah’ın yaratığı ise, başta insanlar birbirlerine zulmediyorlarsa, ya da birileri güçlü ve kuvvetli olduğu için birilerine haksızlık yapıyorsa bunun hesabını Allah öbür dünyada sormaz mı?

Yılmaz bu küçük çocuğa nasıl cevap vereceğini şaşırdı. Karşısında, yetişkin biri olsaydı ona söyleyecek birçok söz bulabilirdi. Ama çocuk aklı çok basit çalışırdı. Ona detaylı açıklama yapamazdı. Ahmet’i incitip korkutmamak adına eliyle saçlarını okşayıp; “Bakıyorum da büyümüş, Allah’ı dahi tanımışsın,” diyerek işi şakaya vurarak geçiştirdi. 

Ahmet’in sorduğu sorudan ve verdiği cevaptan etkilenen sadece Yılmaz değildi. Onların konuşmalarını mutfakta işiten Anne ve Aylin de Ahmet’in, Yılmaz karşısında sağlam durmasına sevinip şaşırmışlardı. Ne ara bunları öğrendiğini merak etseler de şimdilik bunları düşünecek değillerdi. Yılmaz’ın kendi evlerinde Ahmet’e böyle şeyler anlatmasına ve ona batıl fikrini kabul etmesi için yaptığı teklife kızmışlardı. Evlerine benimsemedikleri fikirlerin girmesini istemiyorlardı. Eğer o sözleri söyleyen Yılmaz değil de bir başkası olsaydı onu belki de evden kovar, bir daha gelmemesi için uyarırlardı. Ama Yılmaz, Melek’in kardeşiydi. Onu öyle bir seferde atmak onun için kolay değildi.

Yılmaz, Ahmet’ten umduğunu bulamamanın şaşkınlığını yaşıyordu. Böyle bir tepki beklemediği için yeğenine ne diyeceğini düşünüp durdu. Söylediklerinde haklı olduğunu bilse de bunu ona söyleyemezdi. Bu şekilde yaptığı takdirde Ahmet’i hepten kaybetmekle kalmayacak, aynı zamanda savunduğu fikirlerin boş olduğunu da kabul etmiş olacaktı.

İnat ve ayak diretme her yer ve zamanda aynıdır. Kibir ve nefis, insanın gözlerini hakka karşı her zaman kör edip, onu karanlıklarda bırakmaya devam ediyordu.

Yılmaz daha fazla söz söylemeden kalkıp evden ayrıldı. Yüz ifadesine bakılırsa Ahmet’ten ümidini kesmiş gibiydi.

Akşam Salih tarladan eve döndüğünde, Melek, Yılmaz ve Ahmet arasında yaşananları anlattı. Salih her ne kadar Ahmet’in yaptıklarıyla övünse de aslında endişe etmeye başlamıştı. Ne de olsa Ahmet çok toydu. Aklının bir karış havada olduğu, kanının deli dolu akmaya başlamaya yüz tuttuğu yıllardaydı.

Salih ve Melek, çocuklarını dayılarının bozuk fikirlerinden nasıl koruyacaklarını bunun için ne yapacaklarını konuştular.

Melek önce söze girip, “Ahmet’ten anladığım kadarıyla bu çocuk Yılmaz’ın fikirlerini benimsemez,” dedi kendinden emin bir şekilde. Yine de oğlunun bir gün İslam karşıtı bir söyleme veya fikre kapılma düşüncesi onu korkutmaya yetiyordu.

Salih; “Çocuk aklı gelgitlidir. Bugün benimsemediği bir şeyi yarın benimsemesi normaldir. Henüz gelişme ve öğrenme çağındadır. Ona doğruyu ve hakkı öğretemezsek bizim yerimize bir başkası öğretir,” diyerek, hanımına duyduğu endişeyi anlattı.

Melek eşinin ne demek istediğini anlamıştı. Haksız sayılmazdı. Yılmaz’ın sapık fikirlerinden çocuklarını kurtarmak gerektiği noktasında hem fikirlerdi.

Yılmaz, Ahmet’le arasında geçenlerden sonra bir daha ablasını ve yeğenlerini görmeye gelmedi. Onları gördüğü yerde de selamlaşmamak için gizlenmeye başlamıştı. Sevgisi bir anda nefrete dönüşmüştü. Bu duruma üzülen Melek, kardeşine acımaya başlamıştı. Sahip olduğu fikirleri yüzünden cehennemde azap göreceği fikri onu ziyadesiyle üzüyordu.

Kısa bir süre sonra Yılmaz’ın arkadaşları olduğu söylenilen bazı kişiler köyde belirdi. Köydeki kahvede insanları toplayıp onlara Kürtçülüğü ve Kürtlere yapılan zulmü anlatıyorlardı. Onların anlatımlarından etkilenen insanlar oluyordu. Ama hiç kimse onların sakladıkları gizli niyetlerini bilmiyordu. Onların İslam düşmanı olduklarını bilselerdi onları köye bile sokmazlardı. Ama bunlar çok sinsiydi. Halkın dine karşı olan olumlu tutumunu bildikleri için onlara şimdilik dinle ilgili bir şey söylemek yerine en zayıf noktalarından yanaşmaya çalışıyorlardı. Bu durumu fark ettiklerinde ise iş işten geçmiş olacaktı.

Kısa bir süre sonra her yerde Yılmaz ve arkadaşlarının anlattıkları konuşulmaya başlanmıştı. İnsanlar söylenen sözlere çok çabuk kanmışlardı. Bunlara inanmalarını sağlayan belki de en büyük etken, köyleri basıp ahaliye örgüt elemanlarına yardım yapıyorsunuz diye iddiada bulanan askerlerin yaptıkları zulmün ayyuka çıkmasıydı. Suçsuz yere birçok insan askerlerin vicdansız işkencesinden geçiyordu. Onurları için yaşadıkları hayatta onurlarını peş para eden askere karşı kin kusmaya başlamışlardı.

Bunu kendi lehlerine çevirmesini bilenler, köylüleri kendi yanlarına çekmek için zorlanmadılar. Ellerinde çok sağlam bir gerekçe olan ‘asker zulmü’ vardı. Bunu kullanmasını çok iyi biliyorlardı. Gittikleri her yerde bunun propagandasını yaparak yandaş kazanıyorlardı.

Şimdi sırada Güzelsu köyü vardı. Köye gelen yabancılar köy erkeklerinin ayrılmadıkları kahvede oturup insanların duygularını harekete geçirmeye çalışıyorlardı. Kısa bir süre sonra köy kahvesinde yapılan tatlı sohbetler yerini münakaşaya terk etmişti. Oysa burası kısa bir süre öncesine kadar huzurlu bir yerdi. Buranın huzurunu kaçırmayı başaranlar insanların arasındaki münakaşalara bakarak yaptıklarının keyfini sürüyorlardı.

Artık köy halkı Kürtçülüğü ve Kürt Milliyetçiliğini benimseyenler ve benimsemeyenler diye iki guruba ayrılmıştı. Ne gariptir ki Kürt Milliyetçiliğine destek vermeyenlerin sayısı azınlıktaydı. Her geçen gün bu sayı gözle görülür bir şekilde azalıyordu.

Onlara direnen sadece iki aile kalmıştı köyde. Onlar da dindarlıklarıyla tanınan ailelerdi. Köye gelip yerleşen yabancılar her ne yaptılarsa bu aileleri bir türlü kazanamadılar. En sonunda bu ailelere köylerini terk etmelerini, ya da en azından çocuklarının kendi saflarında yer almaları için onlara teslim edilmesini söyleme cüretini gösterdiler. Aksi takdirde olacakları hayal bile edemeyeceklerini söyleyip, bir an önce köyden çıkmaları için tehdit ettiler. “Dağdan gelip bağdakini kovmak,” deyimi bu olsa gerek.

Salih ve köyde kalan tek arkadaşı Abdullah dayı, aileleriyle birlikte doğup büyüdükleri ata topraklarını terk etmekten başka çare bulamamışlardı. Çocuklarını yanlış ideolojiye kaptırma düşüncesi bile onları ürpertmeye yetiyordu. Topraklarından ayrılmak, büyüdükleri köyü terk etmek onlar için hiç de kolay değildi.  Başka bir yol olsa idi mutlaka yaparlardı. İki arkadaş da köyü terk etmekten başka bir çarelerinin olmadığını biliyorlardı.

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar