Ayten-4. Bölüm
Salih ve arkadaşı Abdullah dayı şehir merkezine yerleşmek için Van’a gidip aileleriyle birlikte kalacakları bir ev aramaya başladılar. Daha önceden Van’a yerleşmiş olan dost ve akrabaları sayesinde ev bulmakta fazla zorlanmadılar. Evi taşıdıktan sonra iş–güç ve ailenin nafakasını daha sonra düşüneceklerdi. Onlar da biliyorlardı ki Allah azze ve celle hiçbir kulunu aç ve açıkta bırakmazdı. Rızık konusunda pek bir endişeleri yoktu. Bu konuda tam bir tevekkül içindeydiler. Kısa bir süre içinde dost ve tanıdıkların yardımıyla başlarını sokacakları birer ev bulabilmişlerdi.
Abdullah dayı endişeli bir şekilde; “Bu koca şehirde nasıl yaşanır Salih? diye sorduğunda Salih gayet sakin bir edayla;
“Bu kadar insan yaşıyorsa bizde yaşarız. Yeter ki çoluk çocuğumuz iyi olsun,” diyerek Abdullah dayıya teselli verdi.
Ailelerini yeni evlerine yerleştirmek için tekrar köye dönüp taşınma hazırlıklarına başladılar. Köy halkı her ne kadar bu iki insanla fikri bir sorun yaşamış olsalar da onlardan hiçbir zaman rahatsızlık duymamışlardı. Şimdi arkadaşlarından ayrılmak onlara zor geliyordu. Aralarına giren ideolojik fikir yüzünden kaybettikleri dostlarının kalabilmeleri için köyün önde gelenleri, bu işe sebep olanlarla neler yapabileceklerini konuşuyorlardı.
Köyün önde gelen en yaşlısı olan Hacı İsmet yılların verdiği tecrübeyle; “Salih ve Abdullah’ın köyden ayrılmaları iyiye alamet değil. Bugün bizim yüzümüzden onlar topraklarını terk edip yaban ellerde yaşamaya mecbur kaldılarsa, Allah azze ve celle bunu bizim yanımıza bırakmaz. Onların gitmelerine engel olmak gerek. Onlar iyi insanlardır. İyilerin aramızdan ayrılması, Allah’ın rahmetinin üzerimizden kalkması anlamına gelir. İyiler içimizde bulunduğu sürece Allah bize rahmet nazarıyla bakar,” dedi.
Salih ve Abdullah’ın gitmesini en çok isteyenlerden biri de yüzünde nur ve meymenet bulunmayan Cevdet’ti. Köye gelen yabancıları evine alıp onları ağırlayan da oydu. Şehre sık sık gidip gelmesiyle meşhurdu. Ne zaman şehre gitse yolda ve şehirde devletin askerinden ve polisinden gördüğü zulmü anlatırdı. Kâbus gibi bu anlatımlar yüzünden korku ve nefretle dolan köylüler, mecbur kalmadıkça şehre gitmeyi tercih etmez olmuşlardı. Evlerini ve mal varlıklarını, Devlete karşı çıkan Kürt Milliyetçilerinin önüne sermelerinin en büyük nedeni de oluşan bu nefrettendi. İntikam alma duygusuyla hareket eden Cevdet, önüne çıkan tüm engelleri bertaraf etmek için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdı. Buna sevdiği arkadaşlarını kaybetmek de dâhildi. Bu yüzden Salih ve Abdullah dayının köyden ayrılmasına;
“Niçin öyle diyorsunuz. Bizler iyi kimseler değil miyiz? diyerek araya girdi. Kendince Hacı İsmet’in açtığı konuyu kapamak istedi. Hacı İsmet;
“Eğer biz iyi kimseler olsaydık hem akrabalar hem de dostlarımızın köyden zorla göç etmelerini sağlamazdık,” dedi Cevdet’e hiddetlenerek.
Cevdet, sözün kendisine yönelik olduğunu anlayıp savunmaya geçti;
“Onlar köyde kaldıkları sürece huzurumuz bozulacaktı,” diye bir iddiada bulundu.
“Huzurumuzu bozan şey onlar değildi. Kendimizi kandırmayalım. Bizler yıllarca huzur içinde birlikte yaşadık. Ne zaman aramıza fikri ayrılıklar girdi işte o zaman huzurumuz kalmadı,” dedi köyün yaşlılarından biri.
Köy Muhtarının evinde toplananlardan her biri kafasını önüne eğip hatalarını itiraf edercesine mahzun olmuşlardı. Buna rağmen yine de toplananlardan biri de çıkıp;
“Onların gitmesine izin vermeyelim. Güvende olduklarını garanti edersek onlarda kalmaya razı olurlar,” demedi, diyemedi.
Salih ve Abdullah dayı arkadaşlarının samimi olmayan ısrarlarının bir anlam ve değer taşımadığını bildiklerinden köyde kalmak istemediklerini söyleyip vedalaştılar.
Köydeki traktörlere yerleştirilen iki evin kayda değer eşyası yoktu. Çok sade olan ev eşyaları köy halkının genel yaşantısını gözler önüne sermişti. Köy hayatında eşyanın lüksüne ihtiyaç yoktu. Köydekiler için zenginlik, hayvan ve tarla miktarına göre belirleniyordu. Ev eşyasının ne kadar lüks veya çok olduğuna bakan yoktu. Bir de çocuklarının fazla oluşu onlar için bir şerefti. Bununla gurur duyarlardı. Gerisi onlar için pek bir anlam ifade etmiyordu. Traktöre yerleştirilen birkaç halı ve yer yatağının yanı sıra birkaç kap kacak dışında başka eşyaları bulunmuyordu.
Şehre yerleşecekleri için tarla ve hayvanlarını elden çıkarmak için ucuza satmışlardı. Şehirde bunlara ihtiyaçları olmayacaktı. Köylünün bu ailelere yaptığı belki de tek iyilik, tarlaları gereken bedel karşılığında satın almak oldu.
Traktörlere yerleştirilen ev eşyalarının ardından traktörler köy meydanına geldi. Köy halkı onları yolcu etmek için köy meydanına toplanmışlardı. Meydan mateme bürünmüş gibiydi. Kadınlar ağlayarak bu ayrılığa sitem ederken, gitmelerini istemeyen erkekler buruk bir şekilde arkadaşlarıyla vedalaşıyorlardı. Köyde bulunan aileler bir şekilde birbirleriyle akrabaydılar. Kız alıp vermelerin yanı sıra bu köye yerleşen iki kardeşin soyundan olan bu köy halkının tümü şecere olarak aynı atada birleşiyorlardı. Adeta koca bir aile gibiydiler. Tüm sorunlarını el ele vererek aşmış, bu zamana kadar gelmişlerdi. Şimdiye kadar yaşadıkları hiçbir sorun onları ayırmaya yetmemişti. Ortaya çıkan Kürt Milliyetçiliği belasına kadar…
Cennetten bir yer olan köylerini terk etmek zorunda kalanların içi yanıyordu. Sevdiklerinden ayrılmanın acısının yanı sıra, büyüdükleri bu toprakları terk etmek zorunda kalışları içlerindeki yangını daha da körüklüyordu. Ayrılığa çocukları için katlandıklarını düşününce ancak teselli buluyorlardı.
Vedalaşmanın ardından köyden ayrılacak olanlar traktördeki eşyaların üzerine çıkıp oturunca, traktör köyden ayrılmak için hareket etti. Köy halkı son defa el sallayarak kendilerini uğurladılar.
Salih ve Melek, gözyaşlarını çocuklarından gizlemek için çok çabalasalar da bunu beceremediler. Traktörün köyden ayrılmasının ardından gözyaşlarını bırakmışlardı. Çünkü buna güçleri kalmamıştı. Eşyaların üzerine oturan aile bireyleri ise hüzünlü bakışlarla geride kalanlara bakıp onlara veda ediyorlardı.
Aslında veda ettikleri tek şey geride kalan dost ve akrabaları değildi. Köyün kendisiydi. Köy onların yuvasıydı. Yaratılış hamurları bu topraklarda yoğrulup şekillenmişti. Onlar buraya aittiler. Taşını toprağını çok iyi tanıdıkları bu yerlerde her birisinin sayısız hatırası vardı. Burası onların nefes aldıkları, özgür olduklarını hissettikleri yerlerdi.
Salih’in gözünden gelen yaşları gören hanımı; “Üzülme Allah bizimledir,” deyip eşini teselli etmeye çalıştı.
“Üzülmemek mümkün değil. Bir Cuma hutbesinde İmam’ın Peygamberimizle sallalahu aleyhi ve sellem ilgili anlattığı bir meselesi geldi aklıma. Peygamberimiz Mekke’den çıkmak zorunda bırakıldığında arkasına dönüp Mekke’ye hitaben “Sen ne hoş beldesin. Seni ne kadar seviyorum! Eğer kavmim beni buradan çıkmaya mecbur etmeseydi, senden başka bir yerde ikamet etmezdim,” dediği gibi bir hali şimdi bizde yaşıyoruz. Salih ve Melek de hissettiklerini dillendirmeseler de yüreklerinde fırtınalar kopuyordu. Bu hale nasıl geldiklerini düşünüyorlardı. Bu ayrılığı içlerine sokanlara lanet okuyorlardı.
Traktör bir bilinmezliğe doğru yol alıyordu. Daha önce de şehre alış veriş için gidip gelmişlerdi. Oysa şimdi kalıcı olarak oraya yerleşmek zorunda olacakları fikrine bile alışmaları kolay değildi.
Köyden ayrılmaya aldırış etmeyen tek kişi belki de Ayten’di. Onun için hayat bir oyun ve eğlenceden ibaretti. Taşınma işine de bir oyun olarak bakıyordu. Traktörün üzerinde neşeli ve keyifli bir şekilde etrafına bakınıyordu. Altı yaşında bir çocuk için köy ve toprağın anlamı yoktu ancak bunu ilerde anlayabilecekti. Akraba ve arkadaşlarından ayrıldığı için de üzülmüyordu. Doğrusu bir ayrılık yaşadığının farkında bile değildi. Traktörün üzerinde hiç görmediği manzaralara bakıp ablasına sorular soruyordu. Dünyanın ne kadar büyük olduğunu hayretle seyrediyordu.
Ayten yolda daha önce hiç görmediği şeyleri gördüğü zaman ablasına; “Abla bu ne,” diye soruyordu.
Aylin daha önce ailecek şehre birkaç kez gitmişti. Ayten’in yaşındayken o da benzer soruları annesine sormuştu. Ayten’in sorularına kendi tecrübelerinden yararlanarak cevap vermeye çalışıyordu.
Çocukların neye ne zaman sevinecekleri bilinmezdi. Onların çok farklı bir hayal dünyası vardı. Altı yaşın verdiği heyecanla taşınma işi Ayten için zevkli bir oyuna dönüşmüştü. Daha önce hiç görmediği yerleri görme fırsatı bulmuştu. Hayatında ilk kez gördüğü şeyleri ablasına veya annesine sorarak tanımaya çalışıyordu. Ancak ne ablası ne de annesi, Ayten’in sorduğu sorulara cevap verecek/konuşacak durumda değillerdi.
Ayten, köyün şose yolunda ilerleyen traktörde etrafına bakıp usanmadan tekrardan el işareti yaparak yanında oturan abla ve annesine bir şeyler göstermeye devam ediyordu. Bu yolculuk onlar için kederli, Ayten için çok eğlenceli geçiyordu. Traktör üzerinde oynanan bir oyunu oynarcasına neşeliydi. Ama bu sadece tek kişilik bir neşeydi.
Anne ve Aylin gözyaşları içinde köylerine veda ederken Ahmet ve babası ise öfkeliydiler. Köylerinden bu şekilde ayrılmamalıydılar. Ahmet, hala neden köyden ayrıldıklarını tam olarak anlayabilmiş değildi. Köylerini terk etme kararı verdiği için biraz da babasına kızgındı. O sadece gençliğin heyecanıyla köyde kalma taraftarıydı. Belki de kendisinden emin bir şekilde köye musallat olan kişilerle ve onların yanlış düşünceleriyle mücadele etmeyi düşünüyordu.
Oysa anne ve baba için en önemli şey çocuklarıydı. Onları korumak ve kötülüklerden muhafaza etmek için her türlü fedakârlığı göze alacak bir şefkat ve merhamete sahiplerdi. Ata topraklarını terk etmeyi göze alacak bir fedakârlık… Yaptıkları fedakârlığı şimdilik çocuklarının anlamasını beklemiyorlardı. Şimdi anlamasalar da ilerde onlar da çoluk çocuk sahibi oldukları zaman çocukları için yapmaları gereken fedakârlığı yaptıklarında bunu çok iyi anlayacaklardı.
Hüzünlü bir yolculuktu. Dert ve keder yüklü bir seyahat… Onları ayakta tutan ve hala nefes almalarını sağlayan tek şey umutlarıydı. Onu da yitirmek üzereydiler. Çünkü geleceğe doğru baktıklarında umut ışığı yerine karanlık görüyorlardı.
Salih, eşinin ve çocuklarının gözlerindeki umutsuzluğu ve çaresizliği fark edince; “Bugün bizler gözyaşı dökerek köyümüzü terk ediyorsak şunu bilin ki bunu Allah için yapıyoruz. Onun rızasını umarak bir yola koyulduk. O yüzden umudunuzu yitirmeyin olur mu? diyerek moral vermeye çalıştı.
Daha iyi bir yaşam ve gelecek umudu… Her ne kadar gelecek onlar için karanlık görünse de yaptıkları fedakârlığın karşılığı olarak Rablerinin onları hiçbir zaman yalnız ve yardımsız bırakmayacağına olan inançları tamdı. Onlar bu yolculuğa dünyalık bir menfaat veya rahat bir hayat için çıkmamışlardı. Köylerinde sahip oldukları rahatlığı ve huzuru bu dünyada hiçbir yerde bulamayacakları kesindi. Ama söz konusu olan inançları ve çocuklarıydı.
Çocuklarının geleceği için endişe ettiklerinden çıkmışlardı bu yola. Onların da birçok kişi gibi yanlış düşüncelere kapılmalarından korkuyorlardı. Allah’ın hoşlanmadığı bir düşünceye kapılıp yanlış işlerin içine düşmemek adına, sevdikleri köylerini terk etmekten başka bir çıkar yol görünmüyordu. Onların yaptıkları aslında bir kaçış değildi. Tam aksine çıktıkları yol bir hicretti. Doğup büyüdükleri köylerinde aciz bir duruma düşmüş olmanın verdiği çaresizlik içinde buldukları tek çözüm yolu hicretti. Bu göç, başvurmak zorunda kaldıkları son çıkış yoluydu. Çaresizce oturup bekleyerek; “Kaderimiz böyleymiş,” dememek için, Allah’ın geniş olan arzında kendilerini barındıracak bir yerin olduğu bildiklerinden çıkmışlardı köylerinden.
Traktör, Van şehir merkezine yaklaştıkça öfkeleri de heyecanları da artıyordu. Onları bu duruma sokanlara karşı duydukları kinlerini gizlemiyorlardı. Allah’a azze ve celle bu fasık topluluğa fırsat vermemesi için dua ediyorlardı.
Ayten, şehir merkezinin girişindeki koca binalara bakıp hayret ediyordu. Bunların nasıl olduğunu annesine sordu. Gerilmiş olan annesi, sinirlilik halinde konuşup kızını üzmek yerine konuşmamayı tercih ediyordu. Ayten’in merak ettiği sorular şimdilik rüzgârla birlikte uçuşup yokluğa karışıyordu.
Traktör, Emin paşa mahallesine doğru yol alırken meraklı bakışlara maruz kalıyorlardı. Traktör üzerinde eşyalarıyla birlikte yolculuk yapanları görenler, aslında bu durumu pek de garipsemiyorlardı. Şehir halkı uzun bir süredir bu türden manzaralara alışkındı. Her gün civar köy ve ilçelerden şehir merkezine taşınmak zorunda kalan nice insanlar görmüşlerdi. Şehir halkı bu görüntülere çoktan alışmıştı. Bu ailelerin neden şehre taşındığını tahmin eden vicdan sahipleri onlara acıyordu. Mağdur olmuş bir ailenin dramını hayal etmeye çalışıyorlardı. Son zamanlarda şehre yerleşen birçok ailenin perişan hallerini iyi biliyorlardı…
Traktör, Emin paşa mahallesine girdiğinde vakit öğlene doğru geliyordu. Mahalledeki çocuklar sokaklarına giren iki traktörün ardına takılmaya başladılar. Bu zevkleri fazla sürmedi. Öndeki traktör tek katlı boş bir evin önünde, diğer traktör ise yirmi metre ilerdeki müstakil evin önüne kadar gidip orada durdu.
Mahalleli yeni komşularını bekliyorlardı. Köyden geleceklerini bildiklerinden önceden evi temizlemişlerdi.
Ayten belki de ilk kez içinde bulunduğu durumu garipsemeye başladı. Kendisini yabancı bir yerde görünce garipsedi. Etrafta yaşıtı olan birçok çocuk olmasına rağmen onlardan hiçbirini tanımıyordu. Konuşacağı kimse yoktu. Neşesini paylaşacağı bir arkadaşının olmayışına mı, yoksa bilmediği ve tanımadığı bu yabancı yerde birçok yaşıtı olmasına rağmen onlardan hiçbirini tanımayışına mı üzülsün, bilemedi.
Salih ve Melek traktörden inince çevredekiler yeni komşularına yardımcı olmak için bir anda yanı başlarında bitivermişlerdi. Salih, erkeklerin selamlarını alırken, kadınlar da Melek’e; “Hoş geldin” dilekleriyle moral vermeye çalışıyorlardı.
Traktörcü römorkun kapağını açmak için etrafta büyükçe bir taş aradı ama çabası boşunaydı. Burası şehirdi, istediği gibi bir taşı her yerde bulması kolay değildi. Oynayan çocuklardan yardım almanın daha iyi olacağını düşündü. Yüksek bir sesle, “Çocuklar! Bana büyük bir taş bulun,” diyerek ricada bulundu.
Çocuklar hep bir ağızdan; “Ne kadar büyük olsun amca,” diye sordular. Traktörcü eliyle taşın büyüklüğünü işaret edince çocuklar etrafa dağıldı. Mahallelerini avuçlarının içi gibi biliyorlardı. Çok kısa bir zamanda her bir çocuk elinde değişik boyuttaki taşlarla traktörün yanına koşarak traktörcüye gösterdiler. Traktörcü istediği taşın biraz ağır ve sağlam bir şey olmasını istediğinden çocukların ellerindeki taşlardan bazılarını eline alıp karpuz yoklar gibi yoklayarak taşların ağırlığını ölçmeye çalıştı. Arkadan bir çocuğun; “Amca! Bu taş nasıl,” dediğini duydu.
Tam da istediği ağırlıkta ve sağlamlıkta olan bir taştı bu. Hiç test etmeden çocuğun elinden taşı alıp römorkun arka kapağını tutan kancalara alt taraftan vurarak kancaların çıkmasını sağladı. Her iki tarafın kancalarını çıkardıktan sonra taşı duvar kenarına fırlatıp römorkun arka kapağını açtı.
Anne ve Aylin eve geçip taşınacak eşyaların nerelere konulacağını konuştular. Erkekler ve mahallenin çocukları ise bir an önce traktörden eşyaları indirmek için kolları sıvadılar. Ağır ve kırılacak olan eşyaları büyükler taşırken, mahallenin çocukları da ıvır zıvır eşyaları taşımak için birbirleriyle yarışmaya koyuldular. Çocukların neredeyse her şeyi oyuna çevirme gibi bir becerileri vardı. Aynı beceriyi şimdi de evi taşıyarak yapıyorlardı. Çocuklar traktörden aldıkları eşyaları bir çırpıda evin içine bırakıp koşarak geri geliyorlardı.
Ayten de yaşıtları gibi eşya taşımak istiyordu. Traktörün üzerinde bulunan traktörcüye; “Amca bana da ver,” deyince traktörcü Ayten’in taşıyabileceği bir eşyayı tam da Ayten’in eline bırakmıştı ki arkadan yetişen bir çocuk; “Kızlar eşya taşımazlar. Sen git otur, ver ben taşırım,” diyerek Ayten’in elindeki eşyayı aldı.
Ayten neye uğradığını şaşırmıştı. Bu çocuk da kim oluyordu? Kendi evinin eşyasını ondan alıp bir de onu azarlıyordu. Ayten, kızgın ve küskün bir şekilde duvar dibine çekildi. Bu çocuğa karşı içinde bir nefret hissetmeye başladı. Bugüne kadar hiçbir arkadaşı ona böyle davranmamıştı. Ayten’e kızan çocuk ise hiçbir şey olmamış gibi eşyaları taşımaya devam ediyordu.
Traktördeki eşyalar çok kısa bir sürede taşınmıştı. Ayten de eve girmiş, ailesiyle birlikte oturacakları yeni evlerinin odalarını dolaşıyorlardı. Bu arada evi nasıl düzenleyeceklerini düşünüyorlardı. Şu andaki evleri köydeki evlerine hiç benzemiyordu. Üç odalı, mutfak, banyo ve tuvaletten oluşan bu evin giriş kapısı dışında bir de dışarda yaklaşık bir metrelik bir alandan sonra bir dış kapı daha vardı. Evin yeni boyandığı, kokusundan belli oluyordu. Boyanmış ev temiz görünse de şu anda buna aldıran yoktu. Köydeki evlerini hiçbir şeye değişmeyen aile, bu beton yapının boyanmasıyla ilgilenmiyordu.
Melek, evi saran ağır boya kokusunun çıkması için tüm pencereleri açtı. Boya kokusunun çıkması için günler, hatta belik haftalar geçmesi gerekliydi.
Betonarme olan yeni evleri, şehrin soğuk yüzünü onlara hissettirmeye yetmişti. Köy evlerindeki kerpiç sıcaklığı yoktu burda. Sade olan kerpiç evlerini şimdiden özlemişlerdi. Köy hayatı kerpiç gibi sıcak iken, beton yapılar şehrin soğuk yüzünü temsil ediyordu.
Dış kapının zili çalınca evdekiler ilk olarak ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Şaşkınlığını üzerinden atan Salih, Ayten’e; “Kızım gidip sokak kapısını aç,” dedi.
Ayten sokak kapısını açtığında karşısında az önce kendisini azarlayan çocuğu gördü. İçindeki kızgınlığı yeniden canlandı. Kapıyı çocuğun yüzüne kapatmayı istediyse de çocuk hiçbir şey demeden elinde tuttuğu bir tepsiyle içeri girdi. Evin girişinde toplanan tüm aileye, elindeki tepsiyi uzatıp; “Bunu annem gönderdi,” dedi.
O anda Ayten de eve girdi. Kızdığı çocuğun neden geldiğini öğrenmek istiyordu. Melek, çocuğun elindeki tepsiyi alıp çocuğa teşekkür etti. Çocuğu daha yakından tanımak için; “Adın ne senin? diye sordu.
“Halit” dedi çocuk.
“Kimin oğlusun? Annenin adı ne?”
“Şendur’un oğluyum.”
“Nerede oturuyorsunuz oğlum?”
“Hemen sizin yan komşunuzuz teyze.”
Ayten bu çocuğun yan komşuları çıkmasına kızmıştı. Bu çocukla sık sık karşılaşmanın hiç hoşuna gitmeyeceğini düşündü. Melek, çocuğun getirdiği tepsiyi mutfağa götürüp boşalttıktan sonra boş tabakları ve tepsiyi çocuğa geri verip teşekkür etti. Bir de çocuğun yanaklarından öpünce, Ayten deliye döndü. Annesini daha önce de köydeki bazı çocukların yanaklarını öperken görmüştü. Ama o zamanlar bu kadar kızdığını hiç hatırlamıyordu. Şimdi kendisine ne olduğunu o bile anlamıyordu. Anlaşılan şehir hayatı şimdiden onu değiştirmeye başlamıştı.
Çocuk boş tepsiyi alıp evden çıktı. Kısa aralıklarla kapı zili çalıyor, başka çocuklar ve bazı kadınlar ellerinde yemek tepsileriyle yeni komşularına yiyecek getiriyorlardı. Gidiş gelişler Ayten’i şaşırtmıyordu. Ayten’in sinir olduğu, aslında komşularının bir şeyler getirmesi değildi. Halit adındaki komşu çocuğunun kendisine yaptığı şeyi unutamadığı için sinir oluyordu.
Evin erkekleri, kadınların daha rahat hareket etmesi için evden çıktılar. Mahalleli kadınlar yeni komşularının bir an önce yerleşmeleri için el birliğiyle evi düzenlediler. Ev eşyasının azlığı da mahalleliyi şaşırtmıyordu. Hemen herkesin maddi durumu aşağı yukarı aynıydı. Zamanla yeni komşularının da şehir hayatına alışacaklarından emindiler.
Akşam vaktine yakın evin erkekleri eve döndüklerinde evi hazır buldular. Tüm eşyaları yerli yerinde ve evi de düzenli bulunca sevindiler. Salih ailesinin bu kadar çabuk bir şekilde evin düzenini sağlayıp normal bir hayata geçmelerine şaşırmıştı. Eşinin ve kızının köylerini bırakıp da buraya gelmek zorunda kaldıkları için bir müddet sıkıntı yaşayabileceklerini düşünmüştü. Düşündüğü gibi olmadığı için seviniyordu.
Demek ki komşuluk ve iyi insani ilişkiler kederleri azaltıyordu. “Ev alma, komşu al” sözünün ne kadar anlamlı olduğu bir kez daha anlaşılmış oldu. Dinimizin ve örfümüzün komşuluğa verdiği önemi ve hikmetini de burada aramak mümkündür.
Yaşanılan şey, birbirine zıt olan iki haldi. İç içe geçmiş olan duyguların sarmaş dolaş olduğu, düşüncelerin bulanıklaştığı, musibetin ağır olduğu ilk anları atlatabilmek için birbirlerini ihtiyaç duyuyorlardı.
Alınan kararın ve yola çıkmanın sonucu olarak hayırlı bir netice doğması iyi insani ilişkilere bağlıdır. Üzüntü ve sevinç, insanın var olduğu yeri terk etmeye, bazen peş peşe bazen de kol kola gelen iki zıt alandır… Paylaşıldığında üzüntünün azalması, sevincin de artması daha başka nasıl anlaşılabilir?
Akşam yemeği için birlikte sofraya oturduklarında komşuların getirdiği yemekler tek tek sofraya gelmeye başladı. Salih için tüm ailenin birlikte olduğu sofra, her şeyden daha kıymetliydi. Yemeğe başlamadan ailesine bakıp, verdiği nimetler için Allah’a şükretti.
Hiçbir şey olmamış gibi davranan eşi Melek ise, evlendikleri günden beri hiçbir zaman şikâyet etmemiş, sahip olduklarıyla yetinmesini her zaman bilmiş bir eş ve hayat arkadaşıydı. Şimdi sofrada olduğu gibi, hayatlarında yaşadıkları bu zorlu ve zorunlu değişikliği rahat bir şekilde atlatabilmek için en başta kendisinin bu hayata razı olması gerektiğini bilecek kadar anlayış sahibi, güngörmüş bir kadındı. Hazırladığı yemeklerden ziyade Ayten’in bugün ne kadar çok çalıştığını eşine anlatıp gülüşüyorlardı. Yemek esnasında yapılan sohbet ve gülüşmeler o an için aile fertlerinin içinde bulunduğu dertleri unutturmaya yetmişti. Herkes iştahlı bir şekilde yemeğini yiyip sohbet ederken Salih; “Yaprak sarması çok güzel olmuş,” dedi.
Melek; “Onu yan komşumuz göndermişti, deyince, Ayten birden elindeki sarmayı tabağa geri koydu. Bu hareket sofradakilerin gözünden kaçmadı. Ablası; “Ne oldu cimcime? diye sorduğunda, Ayten durumu onlara nasıl anlatabileceğini bilmiyordu. Bugün o yemeği getiren çocuğun kendisine kızdığını söyleyip söylememe arasında kararsız kaldı. Sonra omuz silkerek; “Hiç, güzel değil,” deyip omuz silkti. Ayten’in omuz silkip tavır yaptığını gören aile bireyleri, Ayten’in o anki kadar tatlı ve sevecen haline sevinip gülüştüler. Halit’e olan öfkesinden, sofradaki yaprak sarmasına bir daha elini uzatmadı Ayten.
Yatsı namazının ardından günün verdiği yorgunlukla erken yatmaya karar verdiler. Ayten ve ablası mutfağın yanındaki odada, Ahmet ise sokağa bakan odada kalacaktı. Ayten yine ablasıyla birlikte olduğu için sevinmişti. Ondan ayrılmak istemiyordu. Ablasıyla birlikte girdikleri odalarında akıllarına gelen ilk şey, köydeki odaları oldu. Oranın sıcaklığını şimdiden özlemişlerdi. Bu odaları köydeki odalarından daha büyüktü. Yere serdikleri yatakların dışında bir sürü boş yer kalmıştı. Oysa köydeki odalarında yataklarını serdiklerinde boşluk kalmıyordu.
Köydeki odaları küçüktü, ama onların gönülleri genişti. Orası, doğup büyüdükleri sıcacık yuvalarıydı. O evin sıcaklığını hayatları boyunca başka hiçbir yerde bulamayacaklarını bildikleri gibi, buraya alışmak zorunda olduklarını da biliyorlardı. Artık köyleri onların yuvası olmaktan çıkmıştı. Sadece bayramlarda akrabalarını ziyaret edebilecekleri bir yer olmuştu. O da belki…
Geceyi istirahatle geçiren aile fertleri, Ahmet dışında, köy hayatlarında olduğu gibi yine sabah erkenden kalkmışlardı. Ahmet ise uykuyu çok sevdiği için hala yatıyordu. Onu kaldıran biri olmasa, öğleye kadar rahat yatardı. Salih ilk günden Ahmet’i rahatsız etmek istemedi. Birkaç gün sonra tekrar okula başladığında mecburen erken kalkacaktı. Bu yüzden Ahmet’i uyandırmalarını istemedi.
Salih bugün yapacağı işlerin bir listesini çıkararak eşine gösterip; “Unuttuğum bir şey var mı?” diye sordu.
Melek, eşinin kendisine uzattığı listeye bakıp; “Ahmet’in okul işini bir an önce halletsen iyi olur,” dedi. Salih, eşinin gözlerinin içine bakıp sevecen bir ses tonuyla; “Sen hiç merak etme,” dedikten sonra birlikte kahvaltı edip evden çıktı.
Salih’in bir an önce ailesinin nafakası için çalışacak bir iş bulması gerekiyordu. Sabahın erken vaktinde rızkını aramak için evden çıktı. Elinde köy hayatının tek mesleği olan çiftçilik ve çobanlıktan başka bir mesleği yoktu. Onların da bu şehir hayatında kıymeti yoktu. Bu yüzden iş bulma noktasında çok zorlanacağını biliyordu. Ama Allah’ın ‘Rezzak’ ismine tevekkülü tamdı. Rızkı verenin kim olduğunu çok iyi biliyordu. Bugüne kadar onları el âleme muhtaç etmeyen Kudretin, bundan sonra da onları kimseye muhtaç etmeyeceğine olan inancı tamdı.
Salih, kendisi gibi köylerinden zorunlu olarak ayrılmak zorunda kalan insanların günlük olarak çalıştıkları işler bulabilmek için takıldıkları bir kahvehaneye gitti. Şehir ahalisi günlük iş gücünü burada temin edebileceklerini biliyorlardı. Her sabah işçiye ihtiyacı olanlar buraya gelip, seçtikleri adamları çalıştırmak için günlük yevmiyeyle alıp götürürlerdi.
Salih burada tanıdığı birkaç arkadaşını görünce rahatlamıştı. Onlarla birlikte oturup bir çay içtikten sonra arkadaşlarının kendisine yardımcı olacaklarını söylemeleri onu sevindirmişti. Ama hemen işe başlamayı düşünmüyordu. Bugün özellikle Ahmet’in okul işini halletmesi gerekiyordu. Bu yüzden çayını içtikten sonra arkadaşlarıyla vedalaşıp ayrıldı.
İş konusu neredeyse tamam sayılırdı. Şimdi sırada Ahmet’in okul kaydı vardı. Bu konuyu da fazla bir sorun çıkmadan hallettikten sonra, evin bazı ihtiyaçlarını alıp evine dönecekti.
Şehirdeki tüm okullar, bölgede yaşanan hadiselerden dolayı göçmek zorunda kalan çocukların mağdur olmaması için, genelde kayıtlarını açık tutup, gelenlere yardımcı oluyorlardı. Salih de köyden gelen bir mağdur olarak çocuğunu Emin paşa Ortaokulu birinci sınıfına kaydetmekte sıkıntı yaşamamıştı. Bu arada eve dönerken Ahmet için birkaç defter almayı da ihmal etmedi.
Sabah’ın ilerleyen saatlerinde hayat gittikçe daha bir hareketlenmeye başlıyordu. Erkekler işlerine, öğrenciler okullarına gidiyordu. Sokaklarda, henüz okul çağına gelmemiş çocukların oyun sesleri ve cıvıltıları mahalleyi şenlendiriyordu.
Annesi; “Kızım çıkıp sokakta arkadaşlarınla oyun oyna,” demesine rağmen Ayten omuz silkip; “Canım oyun oynamak istemiyor,” diyerek diretiyordu.
Annesi, Ayten’in yabancılık çektiğini düşündüğünden olsa gerek; “Kızım onlarla oyun oynarsan yakında her biri senin en iyi arkadaşın olur. Ama oyun oynamazsan hiç arkadaşın olmaz,” diye kızını cesaretlendirmeye çalıştı. Ayten, annesinin bu isteğine gönülsüzce, “Hayır” demeye devam ediyordu. Kızının neler hissettiğini anladığından, annesi de aynı şekilde gidip oynaması için ısrar ediyordu.
Küçük yaştaki çocuklar için oyun oynamak ve arkadaşlarıyla vakit geçirmek çok önemliydi. Melek bunu biliyordu. Ayten, tanımadığı bir mahallede bilmediği kişilerle oynamaya pek hevesli olmasa da zamanla her şeyin düzelebilmesi için en kısa zamanda yeni arkadaşlar edinip hayata kaldığı yerden devam etmesi şarttı. Annesi ısrar etmese, Ayten evden dışarıya adım atmayı düşünmüyordu.
Annesi, Ayten’i ikna etmeye çalışırken kapı çalındı. Ayten bir koşu kapıyı açtı. Karşısında gördüğü bayanı tanımadığı için bir anlığına şaşırdı. Oysa köylerinde evlerine gelen tüm komşularını tanırdı. Kapıda duran bayan, Ayten’in başını elleriyle okşayıp; “Maşallah sen ne kadar güzel bir kızsın böyle. Annen yok mu? diye sevecen bir şekilde sordu.
Ayten, annesine seslendikten sonra annesi kapıda duran kadını içeri davet edip tanıştılar. Gelen kadın Aylin’le tanışıp elinde tuttuğu tencereyi Aylin’e verdikten sonra, kendisini yan komşuları Şendur olarak tanıttı, sonra birlikte odaya geçip sohbet etmeye ve birbirlerini daha iyi tanımaya çalıştılar.
Daha ilk günden güzel dostluklar ve komşuluklar edinmişlerdi. Şendur Hanım, Ayten’in güzelliğinin kaynağının annesi olduğunu yeni fark ediyordu. Ayten’in dışarda oyun oynayan çocuklara katılıp onlarla birlikte oynamasını söylediğinde Melek; “Kızım, tanıdığı arkadaşı olmadığı için çekiniyor,” deyince Şendur Hanım hemen pencereyi açıp; “Halit!” diye seslendi. Annesinin sesini duyan Halit pencerenin altına gelip; “Efendim anne,” dedi.
“Oğlum! Ayten’i al ve onu da oynadığınız oyunlara dâhil edin,” diye seslendi.
Halit, kızgın bir ses tonuyla; “Anne, o kızdır. Bizimle ne oynayacak. Gidip kızlarla oynasın,” diyerek sitem etti.
“Oğlum! Onu al götür, kızlarla birlikte oynasın.”
“Tamam,” dedi Halit, kızlarla oynayacak olmasına sevinmişti.
Ayten, Şendur Hanımı çok sevmişti, ama onun Halit’in annesi olduğunu bilmiyordu. Halit’in annesi olduğunu öğrendikten sonra da kalbinde Şendur Hanıma karşı sevgisinden hiçbir şey eksilmemişti. Onun öfkesi sadece Halit’eydi. Halit’ten ne kadar nefret ederse etsin, onunla sık sık karşılaşacağı kesindi. Annesinin ve Şendur Hanımın ısrarlarıyla Ayten istemeyerek de olsa dışarıya çıkmak zorunda kaldı.
Kapı önünde kendisini bekleyen Halit’e öfkeyle baktı. Dün yaptıklarının hesabını sormak istiyordu. Halit; “Bak şurada oynayan kızlar var, seni onların yanına götürüp tanıştıracağım. Artık onlarla birlikte oynarsın,” dediğinde Ayten’in aklında hala ona dün yaptıkları vardı.
Ayten yanında duran bu çocuğa bir kez daha baktı. Dün kendisini azarlayan çocuktan eser yoktu. İçindeki öfkeyi bir kenara bırakmak istedi. Ama yapamadı. Küçük kalbi çok kırılmıştı. Özellikle de kız çocuğu olduğu için onu azarladığını hatırladıkça içindeki öfkeye mani olamıyordu.
Halit, Ayten’le birlikte az ilerde oynayan kız çocuklarının yanına gidip Ayten’i onlarla tanıştırdıktan sonra arkadaşlarıyla oynamaya devam etti. Neyse ki Ayten’in korktuğu gibi olmadı. Mahallenin kız çocukları onu aralarına almada sorun çıkarmadılar. Tam aksine yeni bir arkadaşları olduğu için memnun olmuşlardı. Aynı durum Ayten için de geçerliydi. Oyun oynamak kendisine iyi gelmişti. Yaşadıklarını unutmuş, arkadaşlarıyla gülüşüp oynamaya başlamıştı.
Pencereden sürekli kızına bakan Melek, kızının yeni arkadaşlarıyla oynamasına çok memnun olmuş eski neşesini bulduğu için sevinmişti. Şendur Hanım, Melek’in, kızını sürekli gözettiğini görünce; “Merak etme. Kısa bir süre sonra o da diğer çocuklar gibi yaşadığı kötü şeyleri unutacaktır. Onlar çocuktur, çok çabuk unuturlar. Yeni hayatlarına bizden daha iyi ayak uydururlar,” diyerek umut ve teselli verdi.