Ayten-9. Bölüm
9. BÖLÜM
Halit liseyi bitirdikten sonra ilk yıl üniversiteyi kazanamamıştı. Bu nedenle yoğun bir çalışma temposuna girmek istiyordu. Ancak bu isteği, polis tarafından aranmaya başlanmasıyla akim kalmıştı. Ahmet’le birlikte yaptıkları İslami çalışmalar semere vermeye başlamıştı. Bundan rahatsızlık duyanlar onlara iftira ve kara çalarak polisleri onların üzerin salmak için ihbarda bulunup onları harekete geçirmişti. Demek ki gençlerin hidayetine vesile olması kimilerini rahatsız etmişti. Ahmet ve Halit’in aktif olduğu İslami faaliyetlerine engel olmanın en kolay ve kısa yolu onları dört duvar arasına hapsetmekten geçiyordu. Bunu yapmak çok basitti. Birkaç yalancı şahidin ifadeleriyle Ahmet ve Halit mahpusu boylarlardı.
Polise gelen ihbarlar çoğalınca inceleme başlatıldı. İslami hizmet ve faaliyetler, “Gerici, meczup” gibi itici kelimelerle baltalanmaya çalışılıp engelleniyordu. Polis, İslami hizmetlere izin vermediği gibi buna göz de açtırmıyordu. Ahmet ve Halit’in, mahalledeki gençlere İslam’ı anlattıkları anlaşılınca onlar hakkında tutuklama kararı verdiler. Yaptıkları araştırmada fırsat kollayan bazı kindarlar, Necmi ve Ahmet’in kendilerine yaptıklarını çarpıtarak, Ahmet ve Halit’in öncülük ettiği bir arkadaş gurubunun saldırılarda bulunduklarını dillendirmeye başladılar. İşin içine darp ve saldırı karışınca polis bu işin üzerinde ciddiyetle durdu. İşin aslını öğrenmek için onları yakalayıp sorguya çekmeleri gerekiyordu. Bu yüzden Ahmet ve Halit’in evi başta olmak üzere gidebilecekleri diğer yerler polis tarafından kontrol altına alınmıştı.
Polisin kendilerini aradıklarını öğrenmelerinin ardından eve uğramaz olmuşlardı. Bu durumun ne kadar süreceğini bilmedikleri için, İmam’ın tavsiyesi üzerine caminin bir bölümü olan hücrede yatıp kalkmaya başlamışlardı. Böylelikle mahalleden kopmamış oluyorlardı.
Ahmet’in anne ve babası metanetli olmaya çalışıyorlardı. Oysa Halit’in anne ve babası, çocukları için daha çok endişeliydiler. Onlar da uzun bir süredir Halit’ten haber alamıyorlardı. Halit’i sürekli merak eden Şendur Hoca, Ayten’i sık sık ziyaret edip Halit’ten bir haber getirmesini rica edip duruyordu.
Polis tarafından aranan yalnız Ahmet ve Halit değildi. Onlarla birlikte soytarılara hak ettikleri cezayı verenler de polisin hedefindeydi.
Her bir aile kendi çocukları için endişelenirken, Ayten, ikisi için de üzülüyordu. Bir yandan çok sevdiği abisi, öte yandan kalbini fethetmiş olan Halit!..
Hangisi için daha çok üzüleceğini bilemiyordu. Onlardan birine bir şey olacak diye ödü patlıyordu. Bu duruma daha fazla dayanacağını zannetmiyordu. Yaşına göre omuzlarındaki yük oldukça ağırlaşmıştı. Okul arkadaşları Şule, Kübra ve Hocası Selma olmasa bu yükün altında kalacaktı. Onların teselli ve sabır tavsiyeleri sayesinde ayakta durabiliyordu.
Ayten onlardan bir haber alabilmek için, ara sıra evlerinde kaldığını bildiği Selma Hoca aracılığıyla Necmi’ye haber göndermişti. Ancak beklediği cevap bir türlü gelmiyordu. Ahmet abisi tedbir olsun diye ailesine durumu hakkında bir şey söylemek istemediğinden Ayten’e cevap vermiyordu. Bu da Ayten’in canını daha çok sıkıyordu. Onlara bir şey olmuş olmasından korkuyordu. Bu endişeyi her ne kadar dillendirmese de, yüreğinde hissettiği duygularını sadece dualarında Rabbi ile paylaşıyordu. Rabbinden başka güvenli bir sığınağının olmadığını biliyordu. Sevdiklerine bir şey olmaması için Allah’a dua edip duruyordu:
“Rabbim! Onlara gelecek olan her türlü bela ve musibeti def et. Onların canlarına gelecek en küçük ezayı dahi onlardan uzaklaştır. Onları selamete çıkar,” diye her fırsatta dualarında sık sık bunu dile getiriyordu.
İşte sevgi böyle bir şeydi. Sevdikleri için kendi canından vazgeçebilmek. Onların yerine acı çekmeye hazır hissetmek sevginin zirvesiydi. Tabi ki Ayten o endişeli halinden dolayı bunu anlayacak durumda değildi. Kalbinde hissettiği şeyin onu nasıl öldürmediğine şaşırıyordu. Çektiği acıdan dahi olsa ölmesi gerektiğini düşünüyordu. Oysa hala nefes alıp verebiliyordu.
Sevdasının ne kadar güçlü olduğunu bilseydi acaba yine aynı şekilde düşünür müydü? Onu ayakta tutanın sevdası olduğunu bilseydi o zaman bakış açısı nasıl olacaktı?
Dualarında dahi olsa Halit’in adını anmaktan imtina ediyordu. Rabbine karşı edepli davranıyordu. Her ne kadar Allah azze ve celle kalbindekilerini daha iyi bilse de bu edepsizlik yapmayı gerektirmezdi. O bir kuldu. Yaptığı hatalar için Rabbine gözyaşlarıyla dua edip af dilemeliydi. Kusurunu ve hatasını itiraf etmeliydi. Bunu yapıyordu zaten. Onu farklı kılan da bu davranışıydı. Rabbini unutmayışıydı.
Birçok gencin başından benzer hadiseler geçmekteydi ancak pek azı istikamete uygun bir tavır sergileyebiliyor, Allah’ın razı olacağı bir çıkış bulabiliyordu. Çünkü dünya imtihan dünyasıydı, fitne ateşleri peygamberleri bile ıskalamamışken, nefsin ve şeytanın saldırılarına açık Ayten gibilerini teğet geçecek değildi. Öyleyse Yusuf alayhisselem gibi, Âdem aleyhisselam gibi imtihanı başarıyla geçmeli ve bulunduğu yerin fevkine çıkmalıydı. Ya da Meryem gibi… Neden Aytenler de böyle olmasındı? Allah-u Teâlâ iffet, keramet ve safiyet makamlarını peygamberlerden gayrına kapatmış değildir ki. Dileyen herkes için o makamların yolu açık bırakılmıştır. Fatıma, Hatice, Meryem ve Asiye’leri hayat sahnesinin usta oyuncuları kılarak mümine kızlara rol model kılmıştır. Bu rol modelleri, olur da imtihan bir genç kızın yakasını tutuşturduğunda, örnek alabileceği misaller kılmıştır ki tecrübesizlikleri bu yıldızlar sayesinde giderme yoluna tutunsunlar, kendilerini yalnız hissetmesinler.
Allah’ın hikmet planında Ayten de yer almış, ağır ama emin adımlarla ilerlemeye başlamıştı. Yürüdükçe ilerleyecek, vardıkça görecek, bu sefer bile bile aşk–ı İlahinin nurunda kaybolacaktı. İşte o vakit kendini bulacaktı. Neyse ki şimdilik elinden tutuluyor, belli belirsiz hedefleri flu bir açıyla adımlıyordu. Başarı ve ihlasa göre çok geçmeden koşmaya başlayacaktı.
Ne zaman içinden çıkılmaz bir dert ile karşılaşsa her zaman adet edindiği üzere Rabbine dönüp Mevlana’nın dediği gibi, “Benim büyük bir derdim var,” demekten vazgeçmişti. Tam aksine gönlü tam bir teslimiyet içinde, “Benim büyük bir Rabbim var,” diyordu. Bu şekilde Allah’a yöneliyor Ona sığınıp yardım istiyordu.
Hem Halit’i, Rabbinin huzurunda hangi sıfatla anacaktı ki? Söz konusu Rabbi ile muhabbet olsa dahi Halit’in adını aşikârca söylemekten hayâ ederdi. Halit’e karşı hissettiklerinin doğru olmadığını biliyordu. Yanlış bir şeyi Rabbinden istemekten çekiniyordu. Rabbinin huzurunda kalbinde saklı tuttuğu hatasını en azından pervasızca söylemek yerine “Hissettiğim, kalbimdeki dert, çilem,” diye hitap edebildi.
Şendur Hoca bazen komşusunu ziyaret edip, Melek’le beraber çocuklarını anıp birlikte ağlaşırlardı. Bilmeyenler, bu iki gözü yaşlı kadının çocuklarını kaybettiğini zannederdi. Birkaç defa Ayten, annesinin ve Hoca’sının ağlayışlarına şahit olmuş, o da onlara katılmıştı. Yüreğini yakan ateşten olsa gerek Ayten’in ağlayışı daha bir yürek yakıcıydı. Yaşadığı acıyı sözle ifade edemediği için, gözlerinden süzülen damlalar buna aracılık ediyordu. Dayanamadığı zamanlar odasına gider yatağına uzanır yorganını başına çekerek gönlünce ağlamaya çalışırdı. Bu duruma en çok şaşıran da Aylin’di.
Ahmet sonuçta Aylin’in de kardeşiydi. Ama Aylin kardeşi için sadece üzülüyordu. Her fırsatta sürekli olarak kardeşi ve arkadaşları için dua ediyordu. Ama hiçbir zaman ne annesi gibi ne de Ayten gibi ağlamamıştı. Annesinin ağlamasına bir anlam yükleyebiliyordu. Neticede anne yüreğiydi. Çocuğunun başına bir hal gelmesinden dolayı duyduğu endişeden ağlaması normaldi. Özellikle de Şendur Hoca’nın evlerine gelip annesiyle birlikte ağlaması da bu düşüncesinde haklı olduğunu gösteriyordu. Ama ya Ayten? Ayten’in niçin bu kadar içli ağladığını anlamıyordu. Ayten’in içindeki yangını bilseydi, Ahmet’ten daha çok Ayten için endişelenirdi.
Yatağında yorganını başına çeken Ayten’e seslenen ablası, neden bu kadar ağladığını sordu.
Ayten, gözyaşları içinde sesini biraz yükselterek; “Ben ağlamayayım da kimler ağlasın abla? Abim ortalıkta yok. Her tarafta polisler onu arıyor. Ona bir şey olmasından korkuyorum,” diye yarı ürkek bir tonda meramını dile getirdi.
“Ahmet’e bir şey olmasından ben de korkuyorum. Hatta annem de korkuyor. Ama hiçbirimiz senin gibi ağlamıyoruz. Sen kendini helak edecek şekilde ağlıyorsun.”
“Ne yapayım elimde değil. Ne zaman düşünsem gözyaşlarıma hâkim olamıyorum.”
“Peki kardeşim ağla, eğer ağlamak sana iyi geliyorsa istediğin kadar ağlayabilirsin. Yalnız şunu bil ki ağlamakla kaderin önüne geçemezsin. Henüz ortada hiçbir şey yokken kendini perişan etmenin hiçbir manası yok. Allah’ın izniyle Ahmet de Halit de çok kısa bir süre sonra sağ salim gelecekler, göreceksin. Başımıza gelen bela ve musibet zehir gibi gelebilir. Ama Allah’ın izniyle sonu hayırdır. Mehmet Akif Ersoy ne güzel söylemiş, diyerek doğruldu ve masada duran Safahat adlı şiir kitabını açtı. Ayten ise hıçkırıklarını bastırarak dikkat kesildi.
“Matem, ölüyü diriltmez,
Hayıflanmak, geçmişi geri getirmez,
Keder, musibeti def etmez.”
Ayten ümitlenmiş ve doğrulup oturmuştu.
“Bildiğin bir şey mi var yoksa öylesine teselli olsun diye mi söylüyorsun.”
“Ne teselli olsun diye, ne de öylesine söylüyorum. Öyle inanıyorum. İçimden geçenleri söylüyorum. Allah’a tevekkül ediyorum. Sen de tevekkül et. Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Kadere teslim ol ki selamette olasın.” Son sözler üzerine Ayten ikna olmuş gibi oldu.
“Doğru söylüyorsun abla.”
“Tabi doğru söylüyorum. Allah’ın onları koruyacağına olan inancım tamdır. Belki şimdi müsait değiller, ama gelecekler, göreceksin ve işte o zaman ‘Ablam dedi,’ diyeceksin.”
Ayten yerinden kalkıp ablasının yanına gelerek gözyaşlarını silip boynuna sarıldı. Teşekkür ettikten sonra abdest almaya gitti. Aldığı abdest onu yenilemişti adeta. Hüzünlerini ve endişelerini bir kenara bırakıp odasındaki köşede namaza durdu. Herhangi bir namazın vakti değildi. Nasıl bir niyet getireceğini bir müddet düşündü. İkindiye yakın bir vakitti. Sünnet namazlarını kılmıştı. Aklına hiçbir sünnet namazı gelmiyordu. Ama o an Rabbiyle konuşmaya çok ihtiyacı vardı. Namazın nasıl bir şey olduğunu biliyordu. Risale kitaplarında “Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nispet, ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir,” gibi namazla ilgili, çok güzel şeyler okumuştu.
Allah’ı azze ve celle hissetmek için mutlaka namaz kılması gerekiyordu. Buna benzer durumları daha önce de yaşamıştı. Rabbine en yakın olduğu anlardı secde hali. Kaç gece secde halindeyken ıslattığı seccadesinin üzerinde izler oluşmuştu. Gözyaşı tuzludur. Ama acıyla akan gözyaşı asit gibi yakıcıydı. Ayten’in gözyaşları da yakıcı olduğundan seccadesini yıpratmıştı. “Kulun Rabbine en yakın olduğu hal, secde hali,” sevdiği bir şeydi. Alnı secdede iken kendisini Rabbine daha yakın hissettiğinden daha içli dua ediyordu.
Bu yüzden namaz kılmak ve secde halinde dua etmek istiyordu. Aklına hiçbir sünnet namazı gelmeyince “Rabbim niyet ediyorum Senin rızan için iki rekât nafile namazı kılmaya,” diyerek tekbir getirerek namaza durdu. Namaza durduğu andan itibaren ruhuna ve bedenine bir sakinlik ve durgunluk hâkim oldu. Namazda huşu haline ulaştığı için rahatlamıştı. Okuması gereken namaz sürelerini okuyup secdeye kapandıktan sonra üç kere “Sübhane Rabbiye’l–alâ” dedi. Ardından gözyaşlarıyla, Rabbine, içinden geçenleri anlatarak hislerini sıraladı. Dua ederken rahatlıyordu. Rahatladıkça da yaşlar gözlerinden süzülüp seccadesini ıslatıyordu. Öğrendiği günden beri hiç ihmal etmediği, sevdiği ve sık sık tekrar ettiği duasını yine aynı duygularla Rabbine arz etmek için; “Allah’ım! Sevgini, seni seven kimsenin sevgisini ve sevgine ulaştıracak ameli istiyorum. Allah’ım! Sevgini, bana canımdan, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle,” diyerek içinde var olan sevgiyi layık olanlara yönlendirmesi için yardım istiyordu. Bu dua gerçek anlamda onu rahatlıyordu.
Namazı çok seviyordu, çünkü Allah’a kendisini çok yakın hissetmesine neden oluyordu. En çok ta Rabbine yakınlaştırdığı için namazlarında secdeyi uzatıyordu. Saatlerce secde halinde kalmak istiyordu. Ama henüz bunu başarabilmiş değildi.
Namazın ardından ağlamaktan kan çanağına dönen gözlerini silip yüzünü yıkamak için banyoya gitti. Anne ve babasının onu böyle görmelerini istemiyordu. Elini yüzünü yıkayıp annesinin yanına geldiğinde Şendur Hoca’nın çoktan evine gittiğini gördü. Annesi yalnızlık içinde oğlunun özlem ve hasretini çekiyordu. Aylin mutfakta akşam yemeği için hazırlık yaptığından annesiyle pek ilgilenememişti.
Ayten, annesinin dalıp gittiğini fark ettiğinde, yanına gidip gitmeme konusunda bir an için tereddüt etti. Çünkü annesine söyleyecek güzel bir haberi yoktu. Onu teselli edecek güzel bir çift sözü dahi aklına gelmiyordu. Daha sonra annesinin haline bakıp çektiklerini düşününce daha fazla düşünmeden annesinin boynuna sarılıp ağladı.
“Ne olur anne daha fazla üzme kendini. Allah’ın izniyle abim yakında gelecek, göreceksin. Seni bu halde görürse çok üzülür,” diye annesine teselli verdi. Ablasının kendisine verdiği teselliyi şimdi o annesine veriyordu. Aylin bu duruma gülümseyerek karşılık verdi.
Annesinin çökmüş yaşlı ellerini tutup öpmeye başlaması bile annesinin hüznünü gidermeye yetmemişti. Annesi hiçbir tepki vermeyince Ayten endişelenmeye başladı.
“Ne olur anne bir şeyler söyle. Böyle hiçbir şey yapmadan durman beni endişelendiriyor,” diyerek annesinin gözlerinin içine baktı.
Ayten’in gözlerine bakan annesi orada yanan yangını görebiliyordu. Kızının da ağladığını ve acı çektiğini anlayan annesi, Ayten’in yanaklarından öpüp;
“Üzülme kızım! Ahmet’im inşallah iyidir. Ben anneyim. Sizin gibi onun iyi olduğunu düşünmek bana yetmiyor. Kendi gözlerimle onu görmeden de bu kalbim rahat etmez. Endişe edecek bir şey yok.”
“Yüreğime söz geçiremiyorum. Ben Ahmet’imi Allah’a emanet ettim. Bu konuda içim rahattır. Gel gör ki kalbim onu görmeden ağlamaya devam edecektir. Bu ağlamalarım bir isyan değil. Tam aksine bir annenin çocuğuna duyduğu şefkattir. Gözyaşı akıtsam da, kalbim acı çekse de Rabbimin takdirine isyan edecek değilim,” derken annesinin söyledikleri sanki kendisini tarif ediyor gibiydi.
Ayten, annesiyle konuşmak için fırsat doğduğuna inandı. Çünkü kendisi aynı durumu yaşıyordu;
“Madem Ahmet’in iyi olduğunu biliyorsun, neden yüreğine söz geçiremiyorsun?”
“Kızım! Bizler her ne kadar sahip olduğumuz kalbin taşıyıcısı olsak da oraya asıl hükmeden biz değiliz. Kalbimize söz geçiremeyiz. Orada olanı çıkarıp atamayız. Kimi sevip sevmeyeceğimize biz karar veremeyiz. Ben, Ahmet’i seveceğim, sizi sevmeyeceğim diye bir tercihte bulunamam? Sizin sevginizi kalbime yerleştiren oranın gerçek sahibidir,” dedi annesi. En olmadık anda Ayten’in merakına cevap olacak bir konu açılmıştı. Ayten engin tecrübeden istifade etmek için;
“Kalpte var olan bir sevgiyi çıkarıp atmak mümkün değil mi yani?”
“Nasıl mümkün olsun. Özellikle bir annenin çocuklarına duyduğu sevgiyi kalpten söküp atmak imkânsız gibi bir şeydir. Eğer öyle olmasaydı çocuklarımızın yaptığı bir hata veya yanlıştan dolayı onlardan nefret edebilirdik. Oysa çocuklarımız her ne yaparlarsa yapsınlar hatta yüz kızartıcı bir şey dahi yapsalar biz yine onları sevmeye devam ederiz. Çocuklarımıza karşı duyduğumuz sevgi o kadar güçlüdür ki onlardan bir zarar gelse, başımıza yağmur yerine bela taşları yağsa, canımızı dahi alsalar biz yine de onları sevmeye devam ederiz.”
Hazır annesi sevgiden konuşuyorken ondan daha fazla istifade etme adına kafasındaki soruları sormanın tam da vakti, diyerek annesine;
“Bir anne ve babanın çocuklarını sevmesini bir yere kadar anlarım. Peki, ya bir yabancıyı sevmek nasıl oluyor?” diye sordu saf bir eda takınarak.
Annesi konunun değişmesine şaşırdığı için;
“Bu nerden çıktı şimdi,” diye hayretini ifade etti.
Ayten fırsatı kaçırmamak için;
“Aklıma gelmişken sorup öğrenmek istedim.”
“Bazen tanımadığımız birini gördüğümüz zaman ona hemen kanımızın kaynadığını hissederiz. Ya da yaptığı bir hareket hoşumuza gider. O andan itibaren biz farkında olmadan onu sevmeye başlarız da haberimiz olmaz.”
“Peki, onu sevdiğimizi nasıl anlarız?”
“Bu öyle zor bir soru ki. Bunun cevabı herkese göre değişir. Bazen insan birini sevdiği zaman bunu çok daha kolay anlayabiliyor. Ama bu her zaman böyle olmuyor tabi. Bazen birini seversin, ama bunun farkına bile varamazsın. Bunun için bir şeylerin olması gerek.”
“Ne gibi mesela?”
“Ayrılık gibi… İnsan sevdiği birisinden ayrılınca içinde bir sıkıntı duymaya başlar. Onu özler ve onu görmek ister. Nerelerde olduğunu merak eder. Onun için endişelenir.”
Ayten, annesiyle böyle bir sohbet imkânı bulduğu için seviniyordu. Daha fazla soru sorup daha çok şey öğrenmek istiyordu. Ama daha fazla soru sorup annesini şüphelendirmekten çekindi. Sorgulamaya son verdi. Soru sormayı bıraktı. Annesine teşekkür etti. Öğrendikleri şimdilik ona iyi gelmişti.
Annesinden öğrendikleri sayesinde Halit’e karşı hissettiği şeyin sevgi olduğundan tam olarak emin oldu. Onu kalbinden söküp atamayacağını biliyordu. Ama bu Halit’e karşı hissettiği şeyler konusunda onu haklı çıkarmıyordu.
Halit’e karşı hissettiği şeyin yerine daha güçlü bir sevgi yerleştirmeye kararlıydı. Bunun hiç de kolay bir şey olmadığını biliyordu. Allah’ın sevgisinden daha güçlü hiçbir sevginin yüreğinde olmasına müsaade etmeyecekti. Bu, Halit’in sevgisi olsa bile.
Sevmenin o yüksek mertebesine ulaşmak için, her ne yapması gerekiyorsa yapıp, arzusuna ulaşmak istiyordu. Allah’a yakın, Halit’e uzak olmak istiyordu.
Kime karşı hissedilirse hissedilsin sevgi sevgidir. Barınağı kalptir. Kalp, sevmeye alıştığında bir üst dereceye ulaşmanın ilk adımını gerçekleştirmiş olur. Gerçek sevgi ve aşkı bulur.
Cennet de böyle değil midir? Dünyada bulunan nimetlerin tamamı cennette de mevcut olduğu için değil mi orayı sevip arzulamamız…
Dünyadaki en önemli nimet, hayattır; ancak, fanidir. Yok olacağına dair kesin bilgi insanı korkutur. Sanki Allah-u Teâlâ, kuluna, asıl olana ulaşması için dünya gibi geçici bir istasyonda örnek göstermişti. Yine Kur’an’ın ifadesiyle, benzeşenler öyle değil miydi? Dünyevi nimetler, meyveler, evlatlar… Burada ne kadar güzel olursa olsunlar, çürümeye mahkûm fani güzellikler yerine baki meyveler… Neden Halit’ e olan sevgisi, İlahi sevgiye inkılap etmesindi? Pek tabii ki bu da mümkündür. Nitekim birçok insan heva ve hevesle kirlettikleri dünyevi aşk ile birlikte derin bir eleme boğulmakla beraber helak olmaktan da kurtulamamıştır. Bununla beraber kimileri de bunu fırsata çevirmiştir. Doğunun güneşi Said’i Kürdi, bunu ne kadar da güzel ifade etmiştir. Hakikat üstadından dinlemeli âşıklar gerçek hikâyelerini;
“Faniyim, fani olanı istemem. Acizim, aciz olanı istemem.
Ruhumu Rahman’ a teslim eyledim. Gayrı istemem.
İsterim, fakat bir Yâr-ı Baki isterim.
Hiç ender hiçim, fakat mevcudatı umumen isterim.”
Halit’ten bu kadar çabuk kurtulamayacağını biliyordu. Henüz kalbi ve aklı bu konuda birleşmiş değillerdi. Kalbine Halit’i unutması için fısıldaması şimdilik işe yaramıyordu. Daha fazla çabaya ihtiyacı vardı. Onu unutmak için daha fazlası gerekiyordu. Şu andaki adımı çok yetersizdi.
Okul çıkışı kızlarla birlikte camiye gidip öğrencileriyle ilgilendi. Her zamanki gibi arkadaşlarından ayrılırken hiç alakası yokken Halit’i düşündü. O temiz nurlu yüzü gözlerinin önünde belirince şaşırdı. Boynunu bükmüş adeta ona kendisini bırakmaması için yalvaran bir hali vardı. Ayten acımıştı ona. O böyle mahzunken onu bırakamazdı.
Kendine geldi. Yine aklının oyununa gelmişti. Yine aldanmıştı. Her seferinde aynı zayıf damardan darbe alıyordu. En zayıf noktasıydı Halit.
“Allah’ım!” dedi. “Bu aciz ve günahkâr kulunun hali ne olacak,” diye ümitsizlik içinde hayıflandı. Bir müddet bir ses, bir cevap duyacakmış gibi bekledi. Ardından; “Gaybi bilen sensin. İçimdekilerden haberdar olan da sensin. Sen yardım etmezsen ben helak olurum. İmdat ya Allah…” diyerek Rabbine sığındı.
Ayten, birden içinde hissettiği şeylere şaşıp kaldı. Abisinden ve Halit’ten iyi bir haber alacağı içine doğmuştu sanki. Bunun nasıl olduğunu bilemiyordu. Sadece içindeki sesi ona; “Onlar yakında sana dönecekler,” diye fısıldıyordu. Bu hali yüzüne bir sevinç dalgası yaydı. Ümitleri yeşermişti. “Nefse ilham edene,” şükretti.
Eve geldiğinde annesinin ve Şendur Hoca’sının birlikte ağlaştıklarını gördükten sonra durumu Selma Hoca’ya; “Şayet abim ve Halit sizde kalıyorlarsa veya eşin onların nerede olduklarını biliyorsa, ağlayan anaların gözyaşlarının dindirilmesi konusunda bana yardımcı olun,” diye rica bulunacaktı.
Daha önce de birkaç kez böyle bir talepte bulunmuştu. Bir kez daha annesinin ve Şendur Hoca’sının durumu hakkında Selma Hoca’dan yardım istemişti. Bu seferki talebin, içinden gelen müjdenin gerçekleşmesi için bir vesile olabileceğini umut etti.
Ertesi gün camiye gittiğinde aklında bu düşünceler vardı. Hiç vakit kaybetmeden Selma Hoca’ya annesinin ve Şendur Hoca’sının nasıl bir araya gelip ağlaştıklarını anlatıp abisinden ve Halit’ten bir haber vermesini rica etti. Selma Hoca, Ayten’in bu ricasını abisine ulaştıracağını söyleyerek onu teselli etti.
Ahmet’le Halit’in İslami faaliyetleri nedeniyle polis tarafından arandığını bilen ailelere verilebilecek tek teselli, şimdilik iyi olduklarını bilmelerini sağlamaktı. Bu nedenle Ahmet ve Halit, Necmi’nin evinde kaldıkları bir vakitte Selma Hoca aracılığıyla Ayten’e şöyle bir haber göndermişlerdi:
“Polis tarafından çok sıkı bir şekilde arandığımızı biliyorsunuz. Şu anda eve gelmek bizim için riskli bir durum olur. Durumumuz iyidir. Sağlığımız yerindedir. Polis araması biraz olsun hafiflediği takdirde sizleri ziyaret edeceğiz. O güne kadar sabırlı olmanızı istiyoruz. Allah azze ve celle her daim yar ve yardımcınız olsun.”
Ayten, aldığı bu habere sevinmişti. Böyle itimat bahşeden bir haber karşısındaki sevinci görülmeye değerdi. Sevdikleri hakkında haber almanın sevinci bir başka olmuştu. Oysa onların iyi olduklarını tahmin edebiliyordu. Yine de abisi ve Halit, tarafından bunun teyit edilmiş olması onu sevindirmeye yetmişti.
Şimdi bu durumu annesine ve Şendur Hoca’sına nasıl söyleyeceğini düşündü. En iyi yolun kendisine söylenilenleri olduğu gibi onlara anlatmak olduğuna karar verdi.
Ayten, camiden eve geldiğinde annesini ve Şendur Hoca’yı dertleşirken görünce duruma pek şaşırmadı. Bu seferki tek fark ağlamayışlarıydı. Sadece gözlerindeki hüzün bile ortamı germeye yetmişti. Uzun bir süreden beri eve hâkim olan bir hüzün her tarafa sinmişti. Bu ev, hüzünler evi olup çıkmıştı.
Ahmet’in babası Salih pek belli etmese de o da en az eşi Melek kadar endişeliydi. Ama bunu dillendirmiyordu. O evin direğiydi, o yıkıldığı takdirde bu evdekilerin yıkılması an meselesiydi. Ahmet yoktu. Ama iki kızı ve bir de gözü yaşlı bir eşi vardı. Onlar için dahi olsa gözyaşlarını içine akıtıyor, onların yanında en küçük bir zayıflık belirtisi göstermekten çekiniyordu. Kim demiş ki babalar ağlamaz diye. Onların ağlamaları çok elem vericidir. Gözyaşlarını dışarıya değil de ciğerlerine akıtırlar da çektikleri tüm acıya rağmen bunu yine de belli etmemeye çalışırlar.
Ayten bu iki bağrı yanık kadının dizlerinin dibine oturup onlara aldığı haberi verince hüzünlü gözler birden ışıldadı. Çocuklarının iyi olduğunun haberine sevindiler. Oysa daha önce de teselli olsun diye onlarca defa Halit ve Ahmet’in iyi olduklarını söylemişti. Ama bu seferki haber çocuklarında gelmişti.
İki anne çocuklarına ve onların arkadaşlarına hayır dualarında bulunup birlikte âmin dediler. Çocuklarının ayrılık hasretine bir müddet daha sabredecek kadar güzel bir haber almışlardı. Şimdilik bu haberin tadını çıkarmaya çalıştılar. Çocuklarının nerede kaldığını, ne yiyip içtiklerini sormaları üzerine, Ayten, onlara ne diyeceğini bilemedi. Bilmediği şeyleri sormuşlardı. Annesi ile Şendur Hoca, Ayten’in onlar hakkında hiçbir bilgisinin olmadığını bildikleri halde o anki sevinç ile öyle sorular sorup durmuştular. Amaçları Ayten’in cevap vermesi değildi. İçlerindeki soruları dışarıya atmaktı.
Ayten de en az onlar kadar abisinin ve Halit’in durumunu merak ediyordu, ama bunu annesine ve Şendur Hoca’sına soramazdı. Bu yüzden olsa gerek bu iki annenin sevinçlerini bozmamak adına güven telkin etmek istedi;
“Merak etmeyin. Onları evlerinde barındırıp aç susuz bırakmayacak nice kardeşleri vardır. Nasıl ki sizde anne yüreği var, emin olun ki onları misafir edenlerde de en az sizin ki kadar anne ve baba şefkati ve merhameti olduğuna eminim. İslam’a gönül vermiş kişilerin, böyle durumlarda kalan kardeşlerine karşı gösterdikleri ilgi ve alakanın oldukça fazla olduğunu düşünüyorum.” Gururla söylediği bu sözlerin doğru olduğundan emin bir şekilde konuşmuştu.