Beşik Kertmesi-7.Bölüm
7. BÖLÜM
Hayatta güzel şeyler olduğu gibi bazen de olumsuzluklar olurdu. Kimi zaman hüzün, kimi zaman da sevinçle yaşarız bu hayatı. Bazen sevdiklerimizden ayrılmanın acısı, bazen de onlara kavuşma anındaki mutluluk… Bunlar yaşamın birer parçası.
Selcan’la Musab firakın son bulması için gün sayarken birbirlerini ne kadar çok özlediklerinin farkına varmışlardı. Haftalık telefon görüşmelerinde birbirlerinin sesini duymasaydılar bu ayrılığa katlanacak gücü kendilerinde bulamazlardı.
Tutsak edilmiş mahkûm gibi sevdiklerine kavuşacakları günü saymak için takvim yapraklarını yırtmakla kalmıyor, odalarına astıkları kavuşma günlerini belirten tablonun üzerine bir çarpı işareti atarak geri sayım yapıyorlardı.
Kimileri özgürlük için bunu yapsa da Selcan ve Musab birbirlerinin esiri ve mahkûmu olmak, bir ömrü el ele göz göze geçirebilmek için gün sayıyorlardı. Onlar parmaklarına takacakları evlilik yüzüğüyle bir ömür boyu birbirlerine bağlanmak için sabırsızlanıyorlardı.
Yalnız yaşama veya gönlünün istediği gibi takılma düşüncesi onlarda yoktu. Onların gönlü birbirini arzulayan, kavuşmak için ayrılmak zorunda kalan, bir elmanın iki yarısı gibiydiler. Tekrar bir bütün olmayı, bir olmayı istiyorlardı. Selcan artık eskisi gibi Musab’a nazlanmıyordu. Onu incitmekten, kaybetmekten korkmaya başlamıştı. Güzel sözler değil, sadece onun sesini duymak istiyordu.
Musab, Selcan’ı aradığı geçen hafta hiç beklemedik bir şey olmuştu. Musab;
–Nasılsın? Diye sormuştu.
Selcan, can sıkıntısını ifade etmek için;
–Ne olsun işte uğraşıp duruyorum, demişti. Onu özlediğini söylemek istediği halde söyleyememişti.
Musab lafı uzatmak adına;
–Neyle uğraşıyorsun? Diye sormuştu.
Selcan, özlemin verdiği hasret yüzünden kızgındı. Bunu ses tonuyla ifade etmeye çalışıyordu;
–Ne yapacaksın neyle uğraştığımı? Diye çıkışmıştı.
Musab, hâlâ sakin bir şekilde;
–Bilmem, merak ettiğim için sordum, dedi.
Selcan, söylemek istediği birçok sözü olmasına rağmen;
–Neyi merak ediyorsun, merak etseydin çekip gitmez, beni burada yalnız bırakmazdın, diye sitem dolu sözler sarf etmeye başlamıştı.
Musab, Selcan’ın sözlerinden zevk almıştı;
–Günlerini nasıl geçirdiğini, bensiz nasıl avunduğunu, merak etmiştim. Anlaşılan özlemişsin, dedi.
Selcan, duygularını ifade ettiği için biraz utanmıştı. Birden;
–Ev işiyle uğraşmak zorunda kalınca seni düşünecek fazla zamanım kalmıyor, diye yalan söylemişti. Ev işi de yapsa yine de Musab’ı düşünmeden edemiyordu.
Selcan, içindeki özlemi dile getirmekten neden çekindiğini, niçin böyle yaptığını bilmiyordu. Oysa onu düşünmediği bir anı bile yoktu. Onu düşündüğü için annesinin ondan istediği ve beklediği ev işlerine dahi el atmayıp bunalım takıldığını söylemeyi çok istiyordu.
Musab, daha bir cesaret gösterip;
–Oysa benim her günüm seni düşünmekle geçiyor. Aklımın ve kalbimin seni düşünmediği bir anı dahi yok. Buna sen ne dersin bilmem ama ben bunun sevgi olduğunu düşünüyorum. Seni sevdiğimi bilmeni isterim, diye sözlerini sürdürdü.
Selcan ilk kez baskı kurmadan, zorlama olmadan Musab’tan duyduğu bu sözler karşısında nutku tutulmuştu. Sevincinden ne diyeceğini bilemedi. Musab, telefondan ses gelmeyince merakla;
–Orada mısın? Diye sordu.
Selcan heyecandan konuşmaz durumda telefonun öbür ucunda Musab’ın kendisini görmediğine seviniyordu. Yüzünün rengi al al olmuştu. Kızaran yanaklarını gizleme gereği duymadığı için kendisini şanslı hissetti. Musab’ın ısrarlı sorusuna;
–Evet buradayım, diye bildi.
Musab, Selcan’ın ses tonundan nasıl bir ruh hali içinde olduğunu tahmin ettiyse de bundan tam olarak emin olamadığı için;
–Niçin konuşmuyorsun? Diye sorma gereği duydu.
Selcan kendini toparlayıp Musab’ın söylediği sözlere karşılık;
–Konuşacak takat bırakmadın ki? Diye hayretini ifade etti.
Musab hiçbir şey olmamış gibi;
–Niçin ne oldu? Diye bilmezlikten geldi.
Selcan;
–Yıllardır senden beklediğim o büyülü, kulağa hoş gelen, içimi eriten sözcüğü ilk kez söyledin. Bundan sonra hiçbir sözün önemi yok, diye içinde saklı tuttuğu hisselerini açık etti.
–Eğer bu güne kadar seni sevdiğimi anlamamış isen…
–Senin sevginden hiçbir zaman şüphe etmedim. Ama buna rağmen senden duymak için ne kadar beklediğimi bir bilsen.
–Keşke daha önce böyle bir şey beklediğini bilseydim. Seninle her karşılaşmamda sana söylerdim.
–Hayır ya, o kadar da değil. Ara sıra söylemen daha güzel. Sık sık, olur olmaz kullanılıp yıpratılacak bir kelime değil sevgi sözcüğü.
–Peki, sen nasıl istersen.
Selcan’ın yüzünde güller açmaya başlamıştı. Hayatının en mutlu gününü yaşadığını anladığı anda bunu unutmamak ve bir anı ve hatıra olarak anımsayabilmek için defterine şöyle bir not düştü. “02. 01. 93 saat 18:30 Musab’tan ayrılışımızın üzerinde 5 ay yirmi gün geçti. Bugün hayatımın en mutlu günü. Uzun süreden beri beklediğim o güzel, kulağa nağmeli gelen, “Sevgi” sözcüğünü ilk kez Musab’tan duyduğum an. Havanın dondurucu soğuğuna rağmen beni iliklerime kadar ısıtan sımsıcak, “Seni seviyorum,” kelimesi. Bunu söyleyen Musab’ı ben de seviyorum.”
Musab telefonu kapattıktan sonra Selcan’ı özlemeye devam ediyordu. Onsuz geçmek bilmeyen günlerin nasıl son bulacağını düşünüp dursa da beklemekten, sabretmekten başka bir yolu olmadığını daha iyi anlayıp görebiliyordu.
Sanki zaman onların aleyhindeymiş gibi geçmek bilmez bir hal almıştı. Saniyeler dakika gibi uzun geliyordu Selcan’ı özlediği anlarda. Onu özlediği günler hafta gibi uzayıp gidiyordu. Özlemi, çileye dönmek üzereydi. Bazen her şeyi bırakıp Selcan’ın yanında soluğu almayı düşünse de bunun olmayacak bir istek olduğunun farkındaydı. Arzularına gem vurup sabrı kuşanmaktan başka çaresi olmadığını aklı söylese de kalbi buna karşı çıkıyordu.
Selcan’ın durumu Musab’tan pek farklı değildi. Onu da sevgi sarıp sarmalamıştı. Musab’tan duyduğu sevgi sözcüğünün ardından kendinden geçmişti. Sevilmenin özellikle Musab tarafından sevilmenin tadını çıkarıyordu. Evdekilerin gözünden kaçmayan neşesini saklama gereği duymuyordu. Hani utanıp çekinmese yalnız evdekilere değil belki sesinin ulaşabildiği herkese ve her yere avazı çıktığı kadar, “Musab beni seviyor, ben de onu seviyorum,” diye bağıracaktı. Neyse ki öyle bir deliliği yapmadı. Yoksa başta babası sonra abisi Zeki’nin elinden onu kurtaracak kimseyi bulamazdı.
Zeliha, bir gece vakti içini kemiren merak kurduna yenik düşüp Selcan’a;
–Birkaç gündür çok mutlu ve neşelisin hayırdır ne oldu? Diye sordu.
Selcan içinden çıkmak için çırpınan sevincini ablasıyla paylaşmak adına;
–Musab geçen hafta telefonda beni sevdiğini söyledi, dedi. Bunu derken bile yüzü güller saçıyordu.
Zeliha buna normal bir tepki verip;
–Eee, ne var bunda, diye sordu.
Selcan, ablasının sıradan bir şeymiş gibi davranmasına içerleyip yüzünün buruşturarak;
–Ne demek ne var bunda, dedi.
Zeliha gayet sakin bir şekilde;
–Onun seni sevdiğini bilmeyen mi var Allah aşkına.
Selcan, ablasından içini ferahlatan bir söz duyunca morali tekrar düzeldi;
–Mesele de bu ya. Sevgisinden şüphe etmiyordum. Ama bu güne kadar beni sevdiğini hiç söylememişti. Onun ağzından duymak bir başka güzel, dedi.
Anlaşılan Zeliha bu gece Selcan’ı kızdırmaya niyetliydi;
–Bildiğin bir şeyi duyduğun için mi bu kadar mutlusun, dedi eğlenerek.
Selcan o gece ablasına Musab’tan ve gelecekte yapacakları evliliklerinden bahsedip durdu. Hayallerini ve beklentilerini daha önceki sohbetlerinde her ne kadar dile getirmiş olsa da bu konuyu her açtığında yine de heyecanlanıyordu. Sevdiği, belki de konuşmaktan haz aldığı tek konu gelecekte Musab’la yapacağı evlilik konusuydu.
Bu konuda Zeliha, Selcan’ın ablası olsa da ondan öğreneceği çok şey vardı. Selcan hayata bir sıfır ondan önce başlamıştı. Beşik kertmesi olan Musab’la küçük yaşta evcilik oynadıklarını hatırlıyordu. Oynadıkları oyunun gerçekleşmesine az bir zaman kalmıştı. Onlar muradlarına ermek üzereydiler. Oysa Zeliha’nın geleceği hâlâ muğlaktı. Müstakbel eşini bilmediği için onun nasıl biri olduğunu düşünüp hayal kurmaktan çok uzaktı. Selcan’a beklentilerini aktarıyordu;
–Şöyle şöyle biri olsa, şu boyda, şu kiloda vs…gibi konuşsa da bunların gerçekleşme ihtimalinin çok düşük olduğunu biliyordu.
Selcan da görerek öğrenmişti sevgi gözünün kör olduğunu.
Selcan küçük kardeş olarak ablasına;
–Eşin hayırlısı boylu poslu olanı değil, yakışıklı olanı ise hiç değil. Eş dediğin sevmesini ve saygılı olmasını bilmeli, incitmemeli, sevdiğini kırmamalı, hayat arkadaşını gördüğünde gözlerini kaçırmamalı. Tatlı dilli, güler yüzlü olmalı. Hayatı paylaştıkları gibi derdi ve sevinci de paylaşmalı, yanındayken sıkılmamalı, mutlu olmalı. Eşiyle birlikte geçirdiği anları mutluluk bilmeli. En küçük şeyde küsmemeli, kızıp surat asmamalı. Hoşuna gitmeyen şey yüzünden bağırıp çağırmamalı. Anlayışlı ve hoşgörülü olmalı. Sohbet ehli olmalı her ne varsa hayata dair eşiyle paylaşmalı. Onu sevincine ve kederine ortak etmeli. Yani ablacığım anlayacağın benimle Musab gibi olmalı, diye bir nutuk çekti.
Zeliha, kardeşinin bu çokbilmişlik haline güldü. Bilgiçlik taslayıp nasihat etmesine gülerek;
–Eğer bu anlattıkların sizde varsa o zaman siz insan değil de birer melek olmuşsunuz da haberiniz yok, deyip Selcan’ın tüm hayallerini bir seferde yıktı.
Selcan yıkılan hayallerini tekrar inşa etmek üzere gözlerini kapayıp kendisini huzur veren uykunun kollarına bıraktı. Rüyasında gördüğü Musab’a;
–Bir eşten beklentilerin nelerdir? Diye sordu.
Musab;
–Eşim sensin, beklentim tek bir şeydir. Bir ömür boyu seninle birlikte sevgi ve saygı çerçevesi içinde, birbirimizi kırıp incitmeden evliliğimizi yıpratıp eskitmeden yaşamak istiyorum, dedi.
–Başka ne tür beklentilerin var? Diye sordu.
Her ne kadar konuşan Musab olsa da rüyanın sahibi Selcan’dı duymak istediği her ne varsa onu Musab’a söyleten bilinçaltıydı. Yine de gerçekmiş gibi güzel ve sahici geliyordu. Rüya olsa bile…