Beşik Kertmesi-8.Bölüm
8. BÖLÜM
Zaman akıp gide dursun. Ardından bıraktığı her şey üzerinde etki ettiğinden şüphe yoktur. Hiçbir şey aynı kalmıyor. Günler birbirini kovaladıkça da aynı kalmayacağı kesin.
“İnsan zaman denen denizde bir sal misali ecele doğru kürek çekmeye devam ede dursun. Dalgalar ve fırtınalar onu menzile varmaktan asla geri bırakmayacaktır.”
Cuma emmi, oğlu Zeki’yi evlendirmesine evlendirmişti de asıl sorun onun bundan sonrasıydı. İlerde oğlunun, eşini alıp kendi yuvasını kurduğunda yanlarından ayrılacağını düşünüp hüzünlenmişti. Hayatın cilvesi işte… Bir zamanlar o da aynı şekilde kendi yuvasını kurup baba evinden ayrılmıştı. Şimdi aynı şeyler onun başına geliyordu. Etme bulma dünyası dedikleri şey buydu. Oğlunun evden ayrılmasını istemiyordu. Ama bunun er ya da geç gerçekleşeceğini biliyordu. O zaman gelmeden oğlu için ayakları üzerinde durabileceği, ailesini rahat bir şekilde geçindireceği bir iş bulmak için uğraşıyordu. Bu konuda dost ve ahbaplarından yardım alıyordu.
Cuma emmi imkânlarını kullanarak oğlunun Büyük Postanede işe alınmasını sağladı. Zeki için hayatın amacı ailesini kimseye muhtaç etmeden başları dik bir şekilde çalışmaktan ibaretti. Eşini mutlu edebilmek için onun isteklerini karşılamayı kendisine bir vazife bilmişti. Nikâhtan sonra eşine;
–Yaşadığım sürece seni sevip üzülmemen için elimden geleni yapacağıma dair sana söz veriyorum, demişti.
Hayat, eşinin kendisine böyle iyi davranmasına karşılık;
–Senin sevgine ve ilgine layık olabilmek için elimden geleni yapıp seni mutlu etmeye çalışacağım. Rabbim nasip ederse sana hayırlı evlatlar doğurup yüzünü her daim güldüreceğim, diye eşinin yüzünü güldürmüştü.
Zeki, zamanla postane işini sevdi. İş yerine ve mesai arkadaşlarına çok çabuk ayak uydurdu. Rahat bir işi vardı. Vezneye bakıyordu. Gelen faturaların tahsildarlığını yapmakla meşguldü. Onun gibi çalışan üç mesai arkadaşı daha vardı. Onlardan ikisi bayandı. Diğer arkadaşı ise yirmi beş yaşında, kısa boylu, hafif kilolu, tatlı sözlü, muhabbet ehli Kemal’di. Onunla iyi anlaşıyorlardı. Mesai saatleri dışında birlikte takılmaya başlamışlardı. Öğle yemeklerinin ardından birlikte Büyük postanenin karşısında bulunan çay bahçesine gidip orada karşılıklı çaylarını içerken sohbet etmek neredeyse alışkanlıkları olmuştu. Sıcak çaylar eşliğinde yapılan sıcak ve samimi sohbet gibisi olmasa gerek…
Kemal dindar biriydi. İbadetlerine verdiği önemi fark eden Zeki en çok onun bu yönünü seviyordu. Belki de kendisi bunları yapamadığı içindi. Kemal’in bu özeliğini yaşantısının her karesinde görebiliyordu. Konuşması ve davranışları yapmacıktan uzak, samimiyet kokuyordu. Zeki, kendi eksikliklerini Kemal’in şahsiyetinde görüyordu. Ona gıptayla bakıyordu. Bu yaşına geldiği güne kadar beş vakit namaz kıldığını hiç hatırlamıyordu. Birkaç kez babasıyla gittiği Cuma namazı dışında namazla işi olmamıştı. Cuma namazlarını da babasının zoruyla kılmıştı.
Kemal her fırsatta Zeki’ye İslam’ı anlatıp Müslüman olduklarını hatırlatıp namaz kılmamanın Müslümanın kişiliğiyle bağdaşmayacağından söz ediyordu. “Namaz kılmayan birinin Müslümanlığı diliyledir. Oysa namaz kalpte var olan Allah inancının dışa vurmuş halidir,” diyerek onu teşvik ediyordu. Allah’ı bilmekle O’na ibadet etmeyi bir bütünlük içinde ele alıyordu.
Kemal;
–Allah azze ve celle kullarını yaratırken ruhlar âleminde, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Diye sorduğu zaman onlar: “Evet (Rabbimizsin), şahid olduk” demişlerdi. Allah’ın Rabbimiz olduğuna inanıyoruz da neden O’na ibadet etmediğimizi bir türlü anlamıyorum. Yarın hesap gününde huzuruna çıkarıldığımız zaman biz bundan habersizdik diyemeyiz. Hiçbir mazeretimiz yok. Henüz nefes alıp veriyorken, yol yakınken aklımızı başımıza alıp hatalarımızdan pişmanlık duyup Allah’a dönmemiz gerekmez mi? Aksi takdirde hem bu dünyamız hem de ahiretimiz perişan olur, diyerek ona nasihat ediyordu.
Zeki;
–Niçin böyle söylüyorsun, Allah hiç unutulur mu? O’na ibadet etmesem de varlığına inanıyorum, dedi.
Kemal, Zeki’nin sözlerine;
–Bir şeye inanmak onun gereklerini yerine getirmekle olur. Yoksa kuru bir laftan ibaret olarak, “O’na inanıyorum,” demek daha büyük bir hatadan ibarettir. Yanlışı bir başka yanlışla örtmeye benzer. Nasıl ki çalışmazsak maaş alamayacağımızı biliyoruz. Bunu hak etmek için çalışıyoruz. İşimizi aksatmıyoruz. Her gün sabah kalkıp işe gelmek zorundayız. Çünkü biliyoruz ki işimizi aksatırsak vebali ağır olur. Bildiğimiz bir şeyin gereklerini yerine getirmek için zorluklarına katlanıyoruz. Buna benzer çok şey var hayatımızda.
Oysa Allah’ı da bildiğimizi söyleriz. Ölümün hak olduğunu her gün kendi gözlerimizle gördüğümüz halde yapmamız gerekenleri ertelemekte bir sakınca görmeyiz. Neden? Çünkü Allah’a ve ahirete olan inancı hafife aldığımızdan böyle davranırız. Gerçek manada inancımız güçlü ve kuvvetli olsaydı asıl vazifemiz olan, “Allah’a kulluk,” görevimizi ihmal etmezdik, dedi.
Zeki, Kemal’in söylediklerinden biraz alınarak;
–Allah’ın biz kulların ibadetine ihtiyacı yok ki, diye savunmaya geçti.
Kemal;
–Doğru diyorsun. Allah, biz kulların hiçbir şeyine muhtaç değildir. Tam aksine bizler O’na muhtaç O’na aitiz.
–O’na muhtaç olduğumu kabul ediyorum, bu yetmiyor mu?
–Eğer yetseydi Allah azze ve celle bizden O’na kulluk yapmamızı istemezdi. Buna ihtiyacı olduğu için istemiyor. Ancak bu dünya denilen imtihan yurdunda yaşamın akışına kapılıp gaflete dalmadan varlığımızın sahibini hatırlamamız için ibadet şarttır.
–Namaz olmadan da Allah’a kulluk edilemez mi?
–Namaz kulluğun ilk göstergesidir. Onsuz yapılan her türlü ibadet eksik kalır. Onu bırakıp başka şey yapmak asıl olanı bırakıp gereksiz şeylerle uğraşmaya benzer. Senin görevin iş yerinde bellidir. Nasıl ki kendi işini yapmayıp bir başka işle meşgul olman abes ise aynı şekilde İslam’ın özü olan namazı kılmayıp başka iyiliklerle bunu telafi etmeye kalkışmak da abesle iştigal olur.
Namazsız kulluk olmaz. Namaz İslam dinini ayakta tutan en güçlü ve kuvvetli sütundur. Müslümanın alnındaki secde izi Allah’a kulluğunun nişanesidir.
Zeki, Kemal’in söylediklerinin kendisini rahatsız ettiğini hissetti. Sıkışan kalbini rahatlamak için öne sürdüğü bahanelerini Kemal birkaç cümleyle çürütüyordu. Haklıydı. Söylediklerinin yanlış bir tarafı olmasa da henüz ibadet için kendisini hazır hissetmiyordu.
Kemal, Zeki’nin ruh halini anladığından olsa gerek;
–Bak kardeşim! Seni Allah için severim. İyi birisin. Gıpta edilecek birçok özelliğin var. Yalnız namaz ve Allah’a kulluk olmadı mı bunlar seni kurtarmaya yetmez. Yol yakınkan gel, “Bismillah” deyip hayatına sıfırdan bir çeki düzen ver. “Kendini de aileni de yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem azabından kurtar,” dedi.
Zeki birden bugüne kadar ihmal ettiği namazı ve kulluğunu yerine getirmeye hazır hissetti kendini. Daha fazla ertelemenin, “Yaşlandığımda yaparım,” demenin lüzumsuz olduğuna karar verdi. Vakit kaybetmeden Allah’a dönmeye kararlıydı. O anda; “Eşin ve baban ne der?” sorusuna vereceği bir cevabı yoktu. Babasının da eşinin de onun yanında duracaklarını düşündü. Onlar da sonuçta Allah’a inanan Müslümanlardı. Gerçi babasının namaz kılmasından dolayı sevineceğini tahmin ediyordu. Onu asıl endişeye sevk eden şey eşinin nasıl bir tepki vereceğiydi.
Zeki, Kemal’den öğrendiği şeyleri eşiyle paylaşıp onunla birlikte hayatlarına farklı ve anlamlı bir boyut kazandırmaya karar verdi. Onunla birlikte yeni bir başlangıca yelken açmaya hazırlandı.
Her gece yatmadan önce iş yerindeki günlük şeylerle ilgili eşiyle sohbet etme alışkanlığına bugün daha farklı bir boyut kazandırmak istedi. Eşine;
–Sence Allah bizi niçin yarattı? Diye sordu.
Hayat, eşinin durduk yere böyle bir soru sormasına şaşırsa da cevabı üzerinde biraz düşündükten sonra;
–Bilmem, sen biliyor musun? Diye soruya soruyla karşılık verdi.
Zeki, Kemal’den öğrendiklerini kafasında toparlayıp;
–O’na kulluk etmemiz için. Allah’ın azameti çok büyüktür. O’nu büyük bilip ibadet etmemiz için bizi yarattı. Hani sen bazen güzel bir yemek yaparsın ya, yaptığın yemeğin güzel olup olmadığını bana sorma gereği hissedersin. Beğenilmek ve takdir görmek istersin. İşte bunun gibi, Allah da kendi büyüklüğü karşısında O’na kulluk etmemizi görmek istiyor, dedi.
Hayat o güne kadar düşünmediği bir hakikati eşinden duymuştu. Takdir edilmek ve beğenilmek güzel bir şeydi. Eşinden takdir görmek için nasıl zahmete girdiğini düşündü. Oysa Allah ona her türlü nimeti verdiği halde O’nu takdir etmeyi aklına dahi getirmemişti. Sahip olduklarına lisanı halle şükrediyorlardı. Bu daha çok çevreden gördükleri bir gelenekten dillerine pelesenk olmuş alışkanlıktı. Ailede eksik olan bir tek çocuk vardı. Bir gün Allah’ın onlara çocuk nasip etmesi için dua ediyorlardı, ama ibadet yoktu.
Hayat, gaflet uykusunda yeni uyanmış mahmur gözlerle eşine bakıp;
–Haklısın, bunu neden daha önce hiç düşünmedik bilmiyorum, dedi.
Zeki, eşinden böyle bir cevap duyunca yüzü gülmeye başladı. Korktuğu şey olmamıştı. Hayat arkadaşı, can yoldaşı onunla aynı düşündüğü için mutluydu.
Hayat, endişeli bakışlarla eşine bakıp;
–Peki, bundan sonra ne yapacağız? Diye sordu.
Zeki, gayet sakin ve kendinden emin bir şekilde;
–Namaz kılacağız. Namaz; Allah’a kulluğun en güzel şeklidir, dedi.
O gece aldıkları kararın arkasında durduklarını göstermek adına sabah namazına kadar sohbet edip iç âlemlerinde gerçekleştirdikleri devrimlerini güçlendirdiler. Sohbet edip yeni hayatlarında nasıl bir yaşantı sürmeleri noktasında ciddi kararlar aldılar. Onlar artık Allah’a kulluk etmekle kalmayıp bu yolda canla başla çalışacaklarına ve aileleri başta olmak üzere insanlara İslam’ı anlatmaya kararlıydılar. Bunu gerçekleştirmek için yapacakları şeyleri konuştular. Kemal’in bu noktada kendilerine gerekil yardımı yapacağını tahmin ediyorlardı.
Hayatlarında ilk kez sabah namazı kılan bir çift… Her şeyde olduğu gibi ibadetlerinde de ahenk içinde tek bir ruh gibi hareket ediyorlardı.
Kıldıkları namazın ardından gürültüden olsa gerek babaları uyanıp ne olduğuna bakmak için yatağından çıktı. Oğlunun odasından gelen sesler ilgisini çekti. Duyduğu sese bir anlam veremedi. Yanılmadığını anlamak için iyice kulak kesildi. Duyduğu şeyden tam olarak emin oldu. İçerde namaz kılınıyordu. Bir müddet bekledikten sonra oda kapısını çalıp oğluna seslendi. Zeki, babasının gürültü yüzünden kalktığını anladığında artık çok geçti. Kapıyı açıp;
–Efendim baba, diyebildi.
Cuma emmi şaşkınlığın karıştığı uykulu gözlerle;
–Hayırdır oğlum! Niçin uyanıksınız, neden yatmadınız, diye sordu.
Zeki yaptıkları şeyi sanki her gün yapıyormuşçasına;
–Namaz kılmak için uyanmıştık baba, dedi.
Cuma emmi, oğlundan, “Namaz” sözünü duyduktan sonra ne diyeceğini bilemedi. Ne zaman nasıl namaza başladığını bilmemekle beraber namaz kılması hoşuna gitmişti. Sevinmişti. Bunu belli etmek istemiyordu;
–Tamam, oğlum! İşiniz bitince yatın sabah erken kalkacaksın, deyip odasına gitti.
Zeki ve eşi, ilk namazlarını kıldıklarında kendilerini kuş gibi hafiflemiş hissettiler. Ruhları esaretten kurtulup özgür kalmış gibiydi. Yeni bir güne, yeni bir yaşantıya merhaba diyerek gözlerini açtılar. İlk namazla eski Zeki ve Hayat’ın ömrü son bulmuştu. Bundan böyle, Rablerine kullukta birbirlerine destek ve yardımcı olan, yaratılış gayelerini anlayan ve bunun gereğini yerine getirenlerden olmaya çalışan yeni bir çift vardı. İsimleri değişmese de benlikleri değişmişti. Simaları aynı olsa da bu sabah evdekilerin onların simalarında gördükleri, değişimdi. Bu secdenin iziydi. Rabbini bilen ve O’na kulluk eden seçkin insanlar zümresinden olmak için bir adım atmışlardı. Hidayet nuru dün onların odalarını aydınlattığı gibi gönüllerini de aydınlatmıştı. Allah’ın rahmet esintisi bu sabah evin her köşesinde esmeye devam ediyordu. Yaşadıkları dönüşümün onların en küçük hücrelerine kadar işlediğini onlar fark etmeseler de evdekiler fark ettiler.
Zeki, iş yerine geldiğinde gözleri Kemal’i aradı. Ona dün yaşadığı değişimi anlatıp bundan böyle Allah’a kul olmak için daha başka ne yapması gerektiğini öğrenmek istiyordu. Öğle yemeği vaktine kadar içi içine sığmaz olmuştu. Kafasında birçok soru vardı. Her birini tek tek Kemal’e sorup öğrenmek için sabırsızlanıyordu.
Her zaman ki gibi Kemal’le birlikte yemeğe çıktı. Dün ilk kez namaz kıldığını söylediğinde Kemal’in gözleri parladı. Bu güzel haber üzerine arkadaşını tebrik edip ona çok güzel bir öğle yemeği ısmarladı. Birlikte gittikleri çay bahçesinde çaylarını yudumlarken Zeki;
–Bundan böyle ne yapmam gerek? Diye sordu.
Kemal, Allah’a kullukta ilk adımını atan Zeki’nin ibadeti benimseyip içselleştirmesi için;
–Günlük beş vakit namazı düzenli kılman gerek. Şeytan seninle uğraşıp karşına iş güç çıkarmaya, seni meşgul edecek şeyler yaparak namazdan soğutmaya çalışacak, dikkatli olmalısın, dedi.
Zeki;
–Bunları sormuyorum. Bundan böyle Allah’ın razı olduğu, istediği gibi bir hayat sürdürmek istiyorum. Bunun için ne yapmam gerektiğini soruyorum, dedi.
Kemal, ona içinde bulunduğu İslami Cemaatten ve onun hizmetinden söz edince Zeki;
–Bundan böyle ben de seninle birlikte İslam’a hizmet etmek istiyorum. Bu konuda benim ve eşimin üzerine ne tür bir görev ve sorumluluk düşerse yapmaya hazırız, dedi.
O günden sonra Kemal, Zeki’yle yakından ilgilendi. Onu mensubu bulunduğu İslami Cemaat saflarına katmakla yetinmedi. İslam’ı öğrenmek için yapılan sohbetlere birlikte iştirak edip yazılan İslami eserler okumasını sağladı.
Kısa süre sonra eşiyle birlikte edindikleri İslami şahsiyet evdekilerin hem ilgisini hem de meraklarını çekti. Hayat ve Zeki birlikte aileyle ilgilenip öğrendikleri İslami bilgileri onlarla da paylaşarak onların da hidayet bulmalarına vesile olmaya çalışıyorlardı.
Cuma emminin evi artık köhne bir yer olmaktan çıkmıştı. Namaz kılınan nurlu bir mekân olmuştu. Okulların yarıyıl tatiline girmesini fırsat bilen Musab, Selcan’ı görmek için Diyarbakır’a geldi. Onsuz geçen günlerin hasretini biraz olsun bastırmak istedi. Amcasının evine geldiğinde Selcan’ı göreceği için heyecanlıydı. Kapıyı açan ablasına sarılıp içeri geçti. Hayat, kardeşinin yaptığı bu güzel sürprizi beğenmişti. Ansızın çıkıp gelmesi sevindiriciydi.
Cahide teyze, Musab’ı gördüğünde aklına ilk gelen şey;
–Hoş geldin oğlum! İnşallah kötü bir şey yoktur, diye sormak olmuştu.
Musab;
–Yok yenge, canım çok sıkıldı. Sizi özledim gelip bir göreyim dedim. Endişe edecek bir şey yok, dedi.
Cahide teyze, Musab’ın neden geldiğini anlasa da bunu umursamayı bırakalı yıllar olmuştu. Onu oğlu gibi seviyordu. Yanaklarından öpüp annesini, oradaki yaşantılarını sorup bilgi aldı.
Musab’ın asıl geliş amaçlarından biri de yakında okulunun biteceğini hatırlatıp evlilik tarihi almaktı. Amcası, “Okulunuz bitsin,” demişti ama tarih belirtmemişti.
O gün beklediği halde Selcan’la görüşme imkânı bulamadı. Bunun yerine onunla ilgilenen Zeki fırsatı değerlendirip ona İslam’ı anlatmaya çalıştı. Musab’ın aklı Selcan’da olduğu için Zeki’nin söylediklerini duymuyordu bile.
Bir an önce amcasıyla konuşup düğün tarihini belirlemek için sabırsızlanıyordu. Bir aksiliğin çıkmasından endişe ettiğinden olsa gerek amcasından bir söz almak için daha fazla vakit kaybetmek istemedi. Ertesi gün bu durumu amcasına açmadan son bir kez Selcan’la konuşmak istedi. Ablasından ricacı oldu. Hayat, kardeşini kırmayıp onların rahat konuşacakları bir ortam hazırladı. Selcan’ın isteği üzerine onların yanında kaldı.
Musab, her ne kadar ablasının yanlarında olmasından rahatsızlık duysa da Selcan’ın isteği olduğu için saygı göstermek zorunda kaldı. Geliş sebebini Selcan’a söyleyince yüreği çarpmaya başlayan Selcan duygularını gizlemeye çalıştı. En az onun kadar bir an önce evlenmek isteği yüzünden okunuyordu. Onun da tek endişesi babasının zorluk çıkarmasıydı.
Musab, Selcan’ın hâlâ evlenmeyi en az kendisi kadar çok istediğini anlayınca akşam bu durumu amcasına açıp düğün günü için bir tarih belirlemeye karar verdi.
Cuma emmi, Musab’ın niçin geldiğini biliyordu. Onun gelişinin ardından kendi kendine bir şeyler planlamıştı. Akşam yemeğinin ardından Musab;
–Amca biraz konuşa bilir miyiz? Diye sorduğunda amcası beklediği anın geldiğini bildiğinden bir şey demeden onu misafir odasına aldı. Hal hatır sormanın ardından konuya giren Musab;
–Amca! Allah kısmet ederse okulun bitmesine az kaldı. Okuldan sonra düğün için bir tarih belirlesek nasıl olur, diye sordu.
Cuma emmi, yüzünü astı. Kızını vermek istemeyen bir baba gibi isteksizce;
–Aralığın beşinde düğün yaparız, dediğinde Musab sevincinden ne yapacağını şaşırdı. Saygısından kalkıp amcasının elini öpüp odadan çıktı.
Birkaç gün daha kalıp Selcan’la vakit geçirmek istediği halde gün içinde ablasının refakatinde birkaç saat dışında Selcan’la baş başa kalma imkânı bulamadığı için Mersin’e geri dönmek zorunda kaldı.
Zeki edindiği İslami bilgiler sayesinde kendisini ve eşini yetiştirmek için elinden geleni yapıyordu. Sırada öğrendiğini babasıyla paylaşmak kalmıştı. Onunla birlikte yapılan İslami sohbetlere katılmak için sabırsızlanıyordu. Baba oğul birlikte İslam saflarında yer almanın hayalini kuruyordu.
Bu hayalin bir an önce gerçekleşmesi için babasına yaptığı İslami hizmetlerden söz etti. Cuma emmi, oğlunda ve gelininde açıkça görünen değişimi fark etmişti. Yanlış bir şey görmediği için sessiz kalıp olacak olanları gözlemlemekle yetiniyordu. Zeki, hayalini gerçekleştirmek adına babasına;
–Baba! Bu akşam İslami sohbet yapılan bir eve davetliyim. İstersen birlikte gidelim, ne dersin? Diye sorduğunda babası beklediği teklifin geçte olsa gelmesine sevindi. Oğlunun kimlere takıldığını merak ediyordu. Onları yakından tanıyıp nasıl insanlarla arkadaşlık kurduğunu kendi gözleriyle görmek istiyordu. Bu istek ve arzuyla;
–Güzel olur, dedi.
Birlikte katıldıkları sohbette konu her zaman ki gibi İslam dininin emrettiklerini yerine getirme, Allah’a karşı kul olarak sorumluluklar ve peygamber efendimizin hayatından pasajlarla son buluyordu. Samimiyet kokan, sıcak bir sohbetin ardından gözleri dolan Cuma emmi, ona bugünleri gösteren Allah’a hamd etti. Oğlu aracılığıyla öğrendiği şeyler yeni değildi. Ama yapılanma ve hizmette el ele verip bir birlerine kenetlenen insanların varlığı onu duygulandırmıştı. Sanki yıllardır aradığı bir şeyi yeni bulmuş gibi ona sımsıkı sarılmak istedi. O günden sonra Cuma emmi yapılan sohbetlere katılıp İslami hizmet saflarında kendisine de yer verilmesi için adeta yalvardı. Kayıp yıllarını telafi edebilmek adına var gücüyle elinden geldiğince imkânları dâhilinde hizmette bulundu.
Hayat; Zeliha ve Selcan’ı evlerine yakın olan camide yapılan sohbete davet ettiğinde iki kız kardeş meraklarından, biraz da nelerin konuşulduğunu öğrenmek için yapılan bu teklifi kabul ettiler. Gerçi Zeliha bu tür şeylere fazla meraklı değildi. Selcan’ın;
–Sen gelmezsen ben tek başıma gitmem, diye ısrarı üzerine isteksizce kabul etti. Zeliha;
–Bu seferlik gelirim ama başka zaman istesen de gelmem, diyerek kardeşini kırmadı.
Birlikte gittikleri camide kendi yaşıtları gibi birçok bayanın bulunmasına biraz şaşırdılar. Yaşları ortalama on beş ila yirmi beş olan ondan fazla siyah çarşaflı bayanı bir arada görünce nasıl bir tepki vereceklerini bilemediler. Evlerine yakın olan bu camide böyle bir çalışma yapıldığını duymamış olmanın verdiği şaşkınlıkla suskunluklarını korumaya çalıştılar.
O günkü dersin konusu, “Allah’ın ahirette iyilere ve kötülere vaat ettiği cennet ve cehennem,”di. Bu konu sanki bilerek seçilmiş gibiydi. Dersi yirmi üç yaşlarındaki Sevgi Hoca şöyle anlatıyordu;
–Cennet; Allah’ın emrine uyup, O’nun istediklerini yapanlara verilecek olan İlahi bir lütuf ve ikram iken, cehennem; tam aksine Allah’ın emrini yerine getirmeyenlere verilen bir cezadır.
Bu dünyaya geliş amacımız, hangimizin daha iyi ve güzel ameller işleyeceğimizin ortaya çıkması içindir. Burası bir imtihan yurdudur. Bu yurtta hiçbir insanoğlu kalıcı değildir. Zamanı gelince asıl yurt olan ahirete göç etmek için ölüm kapımızı çalacaktır. O güne kadar yapacağımız iyiliklerle Allah’ın rızasını kazanmaya ve O’na layık bir kul olmaya bakalım.
Aksi halde şeytana ve nefsimize uyup bu dünya hayatında Allah’ın değil de istek ve arzularımızın ardından gidersek işte o zaman ahirette bizi bekleyen tek şey cehennem olacaktır. Yakıtı insanlar ve taşlar olan bu ateşe girmek istemiyorsak bu kısa, geçici olan dünya hayatına aldanmadan Allah’ın ipine sımsıkı sarılmamız gerek. Bir binanın yapı taşları gibi bir birimize kenetlenip şeytan ve dostlarının bizi saptırmasına müsaade etmememiz için birbirimize tutunmalıyız, diyerek konuşmasını sürdürdü.
Sevgi Hoca derse yeni katılan iki genç kızı cennetle müjdeleyip cehennemle korkuttuktan sonra onların yüzlerine baktı. Bir insanın tepkisini en iyi ifade eden yüz hatlarında iki misafirin etkilendiğini anlayınca sohbetini sonlandırdı.
Selcan, o gün sohbette öğrendiklerini düşünüp durdu. Yatağına uzandığında ruh halinin daraldığını, onu sıkan bir şeyin olduğunu hissetse de düşündüğü şeyler yüzünden bunu umursamadı. Sevgi Hocanın anlattıklarının ardından sessiz bir değişim geçirdiğinin o bile henüz farkında değildi. Allah’a kul olmak için yapması gerekenleri düşünürken bu konuda ona yol gösterip yardımcı olacak olan yengesi Hayat aklına geldi. Ondan daha fazla şey öğrenmek için sabahın olmasını beklemek zorunda kaldı. Düşünceler içinde gözlerini kapattığında rüyasında içine düşmek üzereyken cehennem çukurunun kenarında kendisini gördü. Feryatlarını ve yardım çığlıklarını duyan yoktu. Korku ve gözyaşları içinde çaresizce, “Allah’ım yardım et,” diye bağırdığı bir anda nereden çıktığı belli olmayan yengesi gelip elinden tutarak onu oradan uzaklaştırıp çok güzel bir yere götürmüştü. Hayatında görmediği güzelliklerle çevrili bu yerin cennet olduğunu söyleyen yengesi konuşmasına devam ederken sabah ezanının sesiyle uyandı. Gördüklerinin korku ve telaşını henüz üzerinden atamamış olmanın verdiği endişeyle yatağında bir müddet oturup gördüklerini yorumladı. Ardından hiç vakit kaybetmeden yatağından çıkarak yengesinin odasının önünde durup kapıyı hafifçe tıklattı.
–Yenge yenge! Diye fısıltıyla seslendi. Hayat, Selcan’ın sesini tanıyıp odasından çıktı. Selcan’ın yüzündeki endişeyi görünce kötü bir şey olduğunu zannedip;
–Hayırdır ne oldu, diye sordu.
Selcan;
–Namaz kılmak istiyorum, nasıl kılacağımı ve nasıl başlayacağımı anlatır mısın? Diye sordu.
Hayat, beklemediği bu değişim karşında boynuna sarılıp hayır dualarında bulundu. Ona namazla ilgili bildiklerini anlatırken sevinçten gözleri parlıyordu.
Selcan’ın namaz kılmaya başladığını gören Zeliha da namaz kılmak için ilk adımı atıp kardeşiyle birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak istedi.
Günün ilk ışıklarıyla aydınlanan yeni bir gün gibi Selcan’ın da gönlü aydınlanmış olarak yeni bir hayata merhaba diyerek başladı. Aldığı kararın gereklerini yerine getirmek için yengesiyle birlikte camiye gitmek için hazırlanırken ilk kez başını örttü. Birlikte kahvaltı sofrasına oturduklarında annesi ve Zeliha, Selcan’daki değişime iltifatlar yağdırdılar. Babası;
–Aferin kızım, dediğinde Selcan’ın yüzü gülüyordu. Kahvaltı sofrasında bulunan yengesine;
–Yenge, yarın işin yoksa birlikte çarşıya çıkıp bana uygun bir çarşaf alsak nasıl olur, diye sorduğunda sofradakilerin bakışları birden ona çevrildi. Zeki, kardeşinin bu isteğine;
–Parası benden olmak şartıyla yengenin seninle gelmesine izin veririm. Hem belki Zeliha da çarşaf giymek ister. Sen de istersen birlikte çarşıya gidin masraflar benden, deyince Zeliha daha bir şey demeden annesi;
–Zeliha çarşaf giymeyi sevmez, o daha çok…
Zeliha, annesinin kendi yerine karar vermesine fırsat vermeden;
–Tamam, yarın yengemle birlikte gideriz, deyip konuyu kapattı.
Selcan, yaptığı fiziksel değişimi tamamladığına inanınca artık manevi bir değişimin içine girmenin vakti geldiğine karar verip bunun gereklerini yerine getirmek adına yeni bir yola girdi. Gündüz vakitleri camiye gidip sohbet halkalarına katılırken akşamlarını İslami kitaplar okuyarak geçirmeye başladı. Ruhu her geçen gün yeniden doğup hayat bulmuş gibi heyecanlıydı. Cami sohbetlerinin ardından arkadaşlarıyla mahalleliyi ziyaret edip onlara İslam’ı anlatan bir grup arkadaşına eşlik etmeye başladığından itibaren daha çok kitap okuma ve kendisini daha iyi yetiştirmek için çabaladı.
Öyle bir gelişim içindeydi ki hafta sonları telefonla arayan Musab’la bile konuşmalarında farklılık olmuştu. İki yabancı gibi olmasa da samimiyetten ve laubalilikten uzak kısa bir konuşmanın ardından telefonu kapatıyordu. Henüz Musab’la nasıl konuşması gerektiğini bilmiyordu. Yabancı bir erkek olmadığı kesindi. Ama nikâhlısı da değildi. Sözlülerdi. Sözlüler nasıl konuşur, ne kadar birbirlerine yakın olabilirler bunu bilmiyordu. Bu konu kafasını karıştırdı. Bu konuyu derinlemesine araştırıp öğreninceye kadar Musab’la aralarına bir mesafe koymanın daha iyi olacağına karar verdi.
Kafasını karıştıran bu konuyu bilgisine ve ilmine güvendiği Sevgi Hocaya açmaya, ondan yardım almaya karar verdi. Fırsatını bulduğu bir vakitte;
–Hocam size sormak istediğim bir konu var, dedi.
Sevgi Hoca çok sevdiği bu arkadaşına;
–Sor bakalım, deyince Selcan, kısaca ona Musab’tan söz etti. Ardından;
–Beni hafta sonları arıyor. Eskiden çok rahat konuşurduk. Oysa şimdi ona nasıl davranmam gerektiğini bilmiyorum. İslam’ın bu konuda neler emrettiğini, nasıl davranmam gerektiğini anlatabilirseniz sevinirim, diye sordu biraz utangaç bir edayla.
Sevgi Hoca evli ve bir çocuk annesi bir bayan olarak Selcan’ın neler hissettiğini çok iyi anlamıştı. Henüz yeni İslam’ı tanıyıp namaza başlayan arkadaşını İslam’dan soğutmamak adına;
–O senin sözlündür. Onunla konuşmanda bir sakınca yoktur. Yalnız konuşurken sözlerine dikkat etmen gerek. Aranızda nikâh olmadığı sürece muhabbetinizi bir ölçüde tutmak her ikiniz açısından hayırlı olur, dedi.
Selcan da aynı şeyleri düşünüyordu. Artık istese de eskisi gibi Musab’la konuşamıyordu. Telefonun öbür ucunda olan Musab, Selcan’daki değişimi fark etmiş olsa da bunun üzerinde durma gereği duymadı. Nasılsa yakında düğünleri olduğunda her şey çok güzel olacak diye hayaller kurup böyle basit şeylerle canını sıkmak istemedi.
Cuma emmi, ailesinde yaşanan bu değişime şaşırmıştı. Nasıl olduğunu tam olarak anlamadığı bir hızda ailede İslami hizmet öylesine benimsenmişti ki bu sıcak yuva İslam’ın yaşandığı cenneti andırır bir mekâna dönüşmüştü. Allah’ın ailesine verdiği bu nimete her daim şükredip oğluna böyle hayırlı bir işe vesile olduğu için hayır duasında bulunuyordu.
Selcan, artık yerinde durmayan gönlü ve aklı İslami hizmetler için çarpan Allah’ın sevgili kulu olabilmek için çalışıp çırpınan biri olmuştu. Gün içinde İslami hizmetlerde bulanmak adına koşşturup duruyordu. Camiye gelen genç kızlara Kur’an dersi vermekle başlayan günün ilk saatlerinin ardından onlara İslami sohbetler yaparak dağılıyorlardı. Ama onun işi bitmiyordu. Ardında mahallede kendilerine yakınlık gösterenleri ziyaret edip onlara İslam’ı anlatmak, hasta ziyareti, komşu ziyareti derken nasıl akşam olduğunu anlamıyordu. Gününü dolu dolu geçirmekten memnundu.
Selcan’ın vazgeçmediği bir duası vardı. Onu her şeye gücü yeten Rabbinden her vakit namazda ve özellikle de gece namazlarında secde halindeyken, “Allah’ım Musab’a hidayet ver,” diyordu. Bu dua, hayırlı bir evlilik ve birlikte kendi rızası doğrultusunda bir yaşam talebiyle son buluyordu.
Yaşadığı dönüşümden Musab’ın haberinin olmayışı onu biraz olsun endişeye sevk ediyordu. Öğrendiği zaman nasıl bir tepki vereceğini bilmiyordu. Her ne kadar aralarındaki sevgi ve saygıya güvense de yine de kalbinin bir köşesinde bir tereddüt vardı. Musab’ı kaybetme korkusu en büyük kâbusuydu. Onu incitmeden, kırmadan, üzmeden, yaşadığı değişimi anlatmaya çalıştığı her seferinde dili bir türlü bunları söyleyemiyordu. Telefonda konuşulacak bir konu olmadığından olsa gerek bunu erteleyip durdu. Bunu zamana bırakmanın daha iyi olacağına karar verip zamanı gelince kendi gözleriyle görmesini istedi. Ne olacaksa yüz yüze olsun, diyerek şimdilik konuyu kapattı.