Bir Elmanın İki Yarısı-1.Bölüm
1. BÖLÜM
Nisan ayının insan ruhuna dokunan serin rüzgarı usulca esiyordu. Ölü tabiat Allah’ın izniyle bir kez daha canlanıp hayat bulmaya hazırlanıyordu.
Ölüm ve hayat; Allah’ın yarattığı, İlahi kudretin iki eşsiz nişanesiydi. Sonbahar nasıl ki tabiatın renk değiştirip solduğu ve yapraklarını döküp sekerat halinden ölüm haline geçişin adıysa, İlkbahar da yeniden canlanan, renklenen, güzelleşen, filizlenen hayatın ve yaşamın adıydı. İlkbaharı müjdeleyen Nisan ayı, yeniden doğuşun, dirilişin, yaşamın habercisiydi.
Belki de bu yüzden Nisan ayı her zaman güzelliklerle, hayırla anılmaya başlanmıştı. Büyüklerimizin “Nisan ayı rahmettir” sözü aylar içinde sadece Nisan için söylenilmiştir.
Nisan ayının birde bilinmeyen görünmeyen yüzü vardı. Manevi rahmetin sel gibi yağdığı dört duvar arasında, Yusufi medresede kalanların özlemle bekledikleri bir aydı. Nisan ayı sadece tabiatın canlanmasını müjdelemiyordu. Aynı zamanda diriler kabri denen cezaevindeki kimi mahkumlarında üzerlerine sinen kışın rehavetinden silkelenmenin de vaktini müjdeliyordu.
Diriler kabrine konulan İslam’i Cemaat mensupları için Nisan ayının anlamı bir başkaydı. Heyecan ve coşkunun zirvesini yaşadıkları bu ayda İslam’i Cemaat mensupları tatlı bir telaşın içine giriyorlardı. Dört duvar arasındaki yaşamın dünyaya açılan penceresinden bakıp şehadet kuşunu hayal ettikleri, Yeşil kuşun kursağından cennete nasıl uçacaklarını düşünüp maziye dalıp gittikleri bu ayın anlamı ve hissettirdiklerini seviyorlardı.
Cezaevi; salt kötülerin yeri ve mekanı değildi. Hakim ve savcıların zulmettiği nice kişileri de içinde barındıran, suçsuz ve masum insanları da barındıran zorunlu bir ikametgahın adıydı aynı zamanda. Haksız yere hapsedilen insanlar dört duvar arasındaki yaşama alışmaya, ona adapte olmaya çalışıyorlardı. Cezaevi denilen yapının içindeki farklı hayata alışmak ise hiç de zannedildiği gibi kolay bir şey değildi. Bazı şeylerin üzerinden ne kadara zaman geçerse geçsin alışılmıyordu. Üzerinden kaç zaman geçse de cezaevine alışılmıyordu. Bu zamana kadar alışan biri çıkmamış çıkmazda. Cezaevi; bir kabir gibi içindekilerin sesini ve soluğunu kesip kaderlerine razı olmalarını sağlayan mekanın adından başka bir şey değildi.
İslam’i Cemaat mensuplarının cezaevine girişi sırasında onları karşılayan zulmün temsilcisi ve sürdürücüsü askerlerin insafsız uygulamalarına aldırış etmemeleri onların izzetinden kaynaklanıyordu. İslam’i Cemaat mensuplarının derdi insanları Allah’a davetti. Davet metodunda ise kavga ve münakaşaya yer yoktu. Halim selim tavırlarıyla bilenen İslam’i Cemaat mensuplarının hışmı İslam’a düşmanlık edenlere yönelikti. O zaman halim olmayı bir kenara bırakıp bir şahin gibi saldırmasını bilecek kadar da gözleri pekti. Askerlerin sözlerine bu yüzden karşılık vermiyorlardı. Askerler temsil ettikleri zihniyetin ete kemiğe bürünmüş halinden başka bir şey değildi. Onlardan pek bir farkları olmayan gardiyanlar az biraz insaflı olsalar da onlarda çalıştıkları mekanın rengine bürünmüşlerdi. Cezaevi duvarları gibi soğuk, asık suratları onların karakteri haline gelmiş gibiydi. Böyle olmalarında belki de burada karşılaştıkları insanların da payı vardı. Cezaevine giren birçok kişinin neden tutuklandıklarını bildikleri için içlerinden onlara merhamet etmek gelmemesi normal sayılabilirdi.
İslam’i Cemaat mensuplarına da takındıkları tavır onların rutin hallerinden başka bir şey değildi. Cezaevinin yeni sakinlerini henüz tanımıyorlardı. Tarihte eşine çok az rastlanan bir hadiseye tanıklık ettiklerini bilselerdi belki böyle davranmak yerine onları çiçeklerle karşılarlardı.
İslam’i Cemaat mensupları ruhsuz mekana adım attıklarından itibaren cezaevinde bir heyecan ve coşkuya neden oldu. Onların gelişlerini duyanlar bu yeni ziyaretçileri merak etmekten kendilerini alamadılar. İslam’i Cemaat mensuplarının gelişi cezaevindeki ölü havayı şimdiden dağıtmaya yetmişti. Her sohbetin ana konusu İslam’i Cemaat mensupları olmuştu. Onları bilenler veya bilmeyenler haklarında konuşup duruyorlardı. İslam’i Cemaat mensuplarını tanıyanlar bildiklerinin üzerine bilmediklerini de katıp biri on ederek abartarak anlatmaktan zevk alıyorlardı. Onları tanımış olmanın ayrıcalığını doyasıya çıkarmak için anlattıklarını abarttıkça abartmaktan çekinmiyorlardı. Çok kısa bir süre içinde İslam’i Cemaat mensupları anlatıcılar sayesinde cezaevinin konuşulan popüler insanları oldular. Cezaevinin her köşesinde konuşulan İslam’i Cemaat mensuplarının gördüğü bu ilgi soğuk ve ruhsuz duvarları bile heyecanlandırdı. Bu yeni misafirlerini bir ana hasretiyle sarmak için beklemeye başladı.
İslam’i Cemaat mensuplarının cezaevine girişlerinin ardından yaptıkları ilk şey yılların kasveti altında kalan bu unutulmuşların mekanını gaflet uykusundan uyandıracak olan ezanı okumak oldu. Davudi gür sesiyle öğle namazı için ezan okuyan Yasin’in sesi neredeyse cezaevinin her köşesinden duyulur oldu. Dışardan gelen ezan sesine alışık olanlar bu sesin dört duvar arasından yankılandığını işitince hayrette kaldılar. Cezaevi bu ezana, bu ezan cezaevinde en son duyulmasının üzerinden yıllar geçmişti. Cezaevinin yapısına uygun düşen duvarların üzerindeki tozlar bile bu sesin heybetinden olsa gerek örtükleri duvarlardan savrulup düştüler. Cezaevi cezbeye gelmiş ezan bitene kadar titreyip üzerindeki ağır kasvetten kurtulmak için didinip durmuştu. Yıllardır özlemini çektiği misafirlerine kavuştuğunu biliyordu. Onları ağırlamak için sabırsızlandığı yıllar son bulmuştu. Beklediği kişilerin neler yapabileceğini daha önceden de tecrübe ettiğinden o heyecanlı yıllara tekrardan geri dönüyor olacağı için ezan sesini olabildiğince yankılanmasını sağlamak için çırpındı.
Yasin ezanı bitirdikten sonra olup bitenlerden bi haber namazlarını kılmaya başlayan İslam’i Cemaat mensupları olup bitenlerden habersizce huşu içinde cemaatle namazlarını eda ederken cezaevinin değiştiğinin farkında değillerdi.
Cezaevi onları sarıp sarmalamak için yıllarca beklemişti. Yeni misafirlerini en güzel şekilde ağırlamak için onlara sıcak yatak ve yemek sunuyordu. Onları sevdiği gibi onlarında kendisini sevmesini ve bir daha yalnızlığa terk etmemeleri için sahip olduğu imkanları onların ayakları altına sermeye hazırdı. Cezaevindeki birçok kişi bilmese de cezaevi İslam’i Cemaat mensuplarının kıymetini çok iyi biliyordu. Onların cetlerini tanıyordu. İdam edilen atalarını ağırladığı zamanlardan kalma bir mahcubiyeti de yaşamıyor değildi.
İslam’i Cemaat mensubu olarak ilkin beş kişiyle geldikleri bu mekanda sayıları her geçen gün artmaya başladı. Cezaevi bunun olacağını biliyormuşçasına onları ağırlamak için hazır bekliyordu. İslam’i mücadelenin en kıymetli safhalarından biri olan zindan rolünün üstlenme gibi ağır bir misyon taşıdığının farkındaydı. Mücadele saflarında kaçınılmaz olan cezaevi korkakların yeri değildi. Davaları için mücadele vermiş olanların bir müddet kenara çekilip maneviyatlarını güçlendirmek için uğradıkları cezaevinden daha çok bilenmiş, şuur ve bilinci artmış bir şekilde çıktıkları inzivaları konumundaydı.
İslam’i Cemaat mensupları bulundukları dört duvarı zindan olmaktan çıkarıp gül bahçesine çevirmek için program yapmışlardı. Kur’an bülbüllerin gül bahçesinde okudukları Kur’an ile gülşene çevirdikleri kasvetli cezaevi atmosferini dağıtmayı başarmışlardı.
Okunan Risale-i Nur dersleri ve ardından Üstadın ve dava arkadaşlarının pak ruhlarına hediye edilen Fatihalarla son bulurken yeni dersin hazırlığına başlanılırdı. Kur’an dili olduğu için hürmet gören Arapça gramer dersleri zorunluydu. Cezaevinde zaman kıymetliydi. Bu kıymetli vakti uyku veya boş uğraşlarla heba edecek bir lükse sahip değillerdi. “Cezaevi yatma yeridir” diyenlerin aksine onlar cezaevinde çok az uyuyup vakitlerinin büyük çoğunluğunu Rablerini razı edecek hayırlı işler yaparak harcamayı tercih ediyorlardı.
Nisan ayı cezaevinde bulunan İslam’i Cemaat mensupları arasında da ayrı bir yere ve öneme sahipti. Nisan ayı cezaevinde hayat anlamına geliyordu. İslam’i Cemaat mensupları bu ayın gelişini zılgıtlarla, halaylarla kutlama yerine o aya özel olarak “Şehitleri anma şiir ve makale yarışması” düzenleyerek hayatla eş anlamlı olan şehadeti yad ediyorlardı. Hayatı bahşedenin razı olacağı, hayatın anlamını idrak edileceği etkinlikler düzenleyerek Nisan ayını onurlandırdıkları gibi Rablerine şükranlarını sunmanın bir başka ifadesiydi bu etkinlikler.
İslam’i Cemaat mensupları Nisan ayının girmesiyle ilan ettikleri programı Nisan sonunda düzenleyerek nihayete erdiriyorlardı. Ölümsüzlükle eş değer olan şehadet şerbetini içip fani hayattan ebedi hayata geçenlerin anlatılması, hatırlanması ve ibret alınması için Nisan ayı güzel bir başlangıç sayılırdı.
- Koğuşun geniş havalandırmasında Mustafa ve Hamza birlikte volta atarken bu konuyu konuşuyorlardı. Mustafa “Şehitler programı için bir şeyler hazırladın mı?” diye heyecanla sordu. Hamza kişiliğinden kaynaklı duygusal ve narindi. Ne zaman “Şehit” kelimesini duysa hüzünlenirdi. Yaşadığı anılar zihninde bir kez daha canlandığı için efkarlanırdı. Mustafa’nın sorduğu soruya “Programa katılmayı düşünmüyorum” diye cevap verdiğinde sesi titrek çıkmıştı. Dolan gözlerini Mustafa’dan gizlemek için başını önüne eğdi. Mustafa “Neden” diye üsteledi.
Hamza’nın o an konuşmaya, hissettiklerini açıklamaya niyeti yoktu. Konuşmak istemiyordu.
Kapanmayan yarası her kabuk bağladığında birileri o kabuğu yaranın üzerinden çekip alıyordu. Asla iyileşmeyecek olan yarasının kabuk bağlamasına dahi müsaade edilmiyordu. Sordukları sorularla Hamza’nın nasıl incindiğini bilen pek yoktu. Hamza “Nedenini biliyorsun” deyip Mustafa’nın sorduğu sorusunu geçiştirmek istedi. Mustafa öyle basit cevaplarla geçiştirilecek biri değildi. Hamza’dan iki yaş büyük olmasının yanı sıra ondan dört yıl daha fazla zindan tecrübesi ve deneyimine sahipti. Cezaevinde geçen her an insanı bir başka olgunlaştırıyordu. Mustafa’da yeterince olgunlaşmıştı. Edindiği deneyim ve tecrübeler ona çok şey öğretmişti. Kitaplardan öğrenemediği hayatı cezaevinde öğrenmişti. Hamza’nın ne hissettiğini çok iyi biliyordu. Onu anlıyordu. Hamza gibi nice Yusufi kardeşleri vardı. Onlarla yeterince haşir neşir olmuştu. Duygularını paylaşmıştı. Yusufi mekanlarda bulunanların birçoğunun ortak noktası şehitlerdi. Şehit arkadaşlarının ardından hayatta kaldıkları yerden devam etmek geride kalanlar için hiç de kolay değildi. Buna bir de duygusal kişilik de eklenince (Hamza gibi) cezaevi hayatı zor olmanın yanı sıra hepten çekilmez oluyordu.
Mustafa “Şehit arkadaşlarımızın nasıl biri olduğunu sen anlatmazsan, ben anlatmazsam bizden sonrakiler onları nasıl tanıyacaklar? Onların yaptıkları hizmetleri ve gösterdikleri kahramanlıkları, fedakarlıkları kimden öğrenecekler? Kendilerine rol model olarak kimi örnek alacaklarına nasıl karar verecekler?” diye sorduğunda Hamza’nın mahcubiyeti artmış, önüne düşen başı daha bir eğilmiş dizlerine değecek hale gelmişti. Mustafa, Hamza’nın bir şeyler söylemesi için bir müddet bekledi. Oysa Hamza mahcubiyetinden başını kaldıramayacak bir hale girmişti. Zihni Mustafa’nın söyledikleriyle meşgul olmuştu. Mustafa’nın söylediği şeyler aklını karıştırmıştı. Arkadaşının haklı olduğunu biliyordu. Şehit kardeşiyle yaşadıkları bir film şeridi gibi gözlerinin önünde geçmişti. Anıları gözlerinin önünde tekrar yaşanıyormuşçasına kalbini incitmişti. Yaşadıklarını her hatırlayışında kendisin kötü hissetmeye başlıyordu. Unutamadığı bu anısını anlatmaya ne dili ne de kalbi dayanabilirdi.
Hamza’nın kalbi Mustafa’nın söylediklerinde haklı olduğunu kabul etse de bunu ona söylemeye çekindi. Aksi takdirde arkasından nasıl bir isteğin geleceğini tahmin etmesi zor değildi.
Mustafa, Hamza’nın konuşmaya niyeti olmadığını anladı. İçine kapanık halini biliyordu. Soru sormadan konuşmayan tiptendi. Kelimeleri ağzından kerpetenle alıp çıkarmak gerektiğini bilecek kadar bu kardeşini tanıyordu. Hamza gibilerini çok gördüğünden onlar hakkında yeterince birikime sahip olmuştu. Suskunluğu konuşmaya, sohbet ve muhabbete tercih edeceğini bilecek kadar onları tanıyordu.
Mustafa, Hamza’nın neler yaşadığını biliyordu. Onun hissettiklerinin yabancısı değildi. Hamza’nın hikayesine yakın benzer bir hikayesi vardı. O yüzden Hamza’nın ne hissettiğini anlayabiliyordu. Hamza’nın duygularının benzerini yaşamıştı. O duygularıyla başa çıkmanın yolunu öğrenmişti.
Hamza ketumluğunu korumaya devam ediyordu. Mustafa’nın da kendisi gibi susmasını istiyordu. Birlikte havalandırmada volta atıp bir aşağı bir yukarı gidip gelmek o an için ona yeterli geliyordu. Hatta içten içe “Keşke beni şu an yalnız bırakıp içeri gitse” diye de arzulamıyor değildi. Kendisi Mustafa’yı yalnız bırakıp içeri geçemezdi. Voltanın bir raconu kendisine göre kuralları vardı. İslam’i Cemaat mensupları arasında bunların bir kıymet ve önemi olmasa da sevgi ve saygı denen örfi şeyler vardı. Mustafa’nın sorularından kaçmak edebe pek uygun düşmediğini bildiğinden içinden Mustafa’nın gitmesini istedi.
Cezaevinde voltanın raconunu İslam’i Cemaat mensupları kendilerince ıslah etmişlerdi. Kendilerinden yaşça ve zindan tecrübesi olan ağabeylerine karşı saygı da kusur etmemek adına onları voltada bir başlarına bırakıp gitmeyi uygun görmezlerdi. Bunun raconla bir alakası yoktu. Bu saygıdandı. Öyle olmasaydı Hamza, Mustafa’nın sorduğu sorudan kaçmak için onu voltada bir başına bırakıp içeri geçerdi. Hamza bunu yapmadı. Sorulan sorulardan sıkılsa da Mustafa’ya olan saygısından onun yanında volta atmaya devam etti.
Hamza’nın hikayesini çevresindeki arkadaşları biliyorlardı. İlk yakalanıp cezaevindeki arkadaşlarına katıldıktan sonra merak edenlere hikayesini utana sıkıla üstü körü anlatmıştı. Hamza’nın yaşadıkları kısa sürede cezaevindekiler tarafından bilinir oldu. Cezaevinde sır diye bir şey yoktu zaten. Hamza’nın neler yaşadığını bilen arkadaşları onu fazla incitmemek adına pek de soru sormuyorlardı.
İslam’i Cemaat, İslam’i çalışmaları sekteye uğratmak ve İslam’i Cemaat mensuplarını kötüleyip dine ve kutsallara hakaret eden, İslam’i Cemaat mensuplarına saldırılarda bulunan dinsiz imansız vicdan yoksunu olanların hakkından gelebilmek adına iki kişiye ihtiyaç duymuşlardı. İmanları dağları yerinden sarsacak olan kahramanları bulmak pek zor olmasa da buna gönüllü olanları bulmak için araştırma yapmak gerektiğini biliyorlardı. Selahaddin ve Hamza aradıkları kişilerdi. Selahaddin ve Hamza yıllardır arkadaşlardı. İçtikleri su bile ayrı gitmeyen kardeşten öteydiler. Çocukluk arkadaşıydılar. İlk ve ortaokulu birlikte okumuşlardı. Onların arasındaki bağ İslam’i Cemaatle tanıştıktan sonra perçinlendi. Dostlukları bir merhale daha ilerledi. Artık arkadaş değil kardeş olmuşlardı. Yolları kesişen bu iki kişinin yolu hiç ayrılmadı. Gece gündüz birlikte takılmaya başladılar. Yedikleri içtikleri ayrı gitmez oldu. Bu iki kafadar lise ikinci sınıftayken kendilerine gelen İslam’i Cemaat tebliğcisinin davetine olumlu yanıt verip İslam’i çalışmalarda yerlerini aldılar. Mücadele saflarında sırt sırta verip ellerinden gelen hizmeti yapma gayretine giren bu kardeşlerin azmi İslam’i Cemaat tarafından takdir ediliyordu. Onlar et ve tırnak gibiydiler. Bazen hizmet alanında söz konusu Allah’ın rızası olunca bencillik ettikleri oluyordu. Bu da onların imanlarından kaynaklandığından dolayı bunda bir beis görülmüyordu. Onların kardeşliğini gören ancak gıpta ederdi. Kardeşliklerini ettikleri ahitle mühürlemişlerdi.
Bu ikilinin dostluğuna nazar değdi. Liseden sonra İslam’i Cemaat onları ayırma kararı aldığında onların dilinden dökülen şey “Duyduk ve itaat ettik” demeleri oldu. Her biri yeni bir çalışma gurubuyla birlikte hizmetlerine devam etmeye başladılarsa da istenilen veremi gösteremeyince İslam’i Cemaat onları tekrar birleştirip bu ikilinin kaldığı yerden devam etmelerine olanak sağladı.
Bazı ikililer vardır, onlardan biri olmayınca diğerinin yarım kaldığı, veriminin düştüğü, birinin ismi anılınca diğerinin akla geldiği… Hasan’la Hüseyin gibi… Muhammed’le Ali, Ömer’le Faruk gibi…
Selahaddin denilince Hamza, Hamza denilince İslam’i Cemaat mensuplarının aklına Selahaddin gelirdi. Kısa bir aradan sonra tekrar bir araya gelen bu ikilinin İslam hizmetlerindeki verimleri tekrar artmaya başladı. Onların buluşması Ensar ve Muhacirin buluşması gibiydi. Yalnız sorun hangisinin Ensar hangisinin Muhacir olduğu bilinmiyordu.
Artık öğrenci değillerdi. Okul okuyup gelecek ve kariyer hayallerini rafa kaldırmışlardı. Hayat denizinde akıntıya doğru yüzmek için karar aldıkları andan itibaren evlenip çoluk çocuğa karışmaktan da vazgeçmişlerdi. Hayatın normal seyrine kapılıp gitme yerine kendi yollarını çizmek istiyorlardı. İradelerini kullanarak şehadet hayallerini düşlemeye başlamışlardı. Gece ve gündüzleri şehadet olmuştu. Şehit Rehberin tarif ettiği gibi “Şehadet bir aşktır Şehit ise aşıktır.”
Aşkların en güzelini yaşıyorlardı. Bu arzularının peşinden koşuyorlardı. Şehadet kaçtıkça onlar kovalıyorlardı. Şehadet uğruna birçok şeyden vazgeçtikleri gibi canlarından dahi vazgeçmeye hazırlardı. Hakkında sayısız marş yazılan şehadeti çok istiyorlardı. Şehadet şerbetinin kokusu ağızlarından gelse de henüz kendisi gelmiş değildi. Rüyalarını süsleyen bu nazlı kuşu yakalayabilmek için didiniyorlardı. Döktükleri tere aldırmadan İslam davasına hizmet edebilmek için var güçleriyle çalışıyorlardı. Şehadet arzusuyla gece gündüz demeden İslam davasına hizmet etmek için olabildiğince az uyuyup çok çalışmayı şiar edinmişlerdi.
Bir gün yalnız kaldıkları bir vakitte Selahaddin “Haydi gel! Birbirimize dua edip ‘Amin’ diyelim” diye teklifte bulundu. Bu fikri kısa bir süre önce okuduğu siyer kitabında Sad Bin Ebu Vakkas ile Abdullah Bin Cahş arasında geçen diyaloğu okurken beğenip özenmişti.
Abdullah Bin Cahş gibi Allah yolunda param parça olmayı, kanlı haliyle Rabbine kavuşmayı arzulamıştı.
Hamza, Selahaddin’in teklifini beğenmişti. Aklına Peygamber aleyhisselamın “Mümin’in mümin’e ettiği dua makbuldür” sözü geldi. Kendisinin de kabul edilip gerçekleşmesini istediği hayalleri, istekleri ve duası vardı. Onların gerçekleşmesi için çok güzel bir fikir gibi geldi. Oysa bu konuda Selahaddin’in aklından geçenleri bilseydi yine de bu fikre sıcak bakar mıydı?
Selahaddin “Haydi! İlkin sen başla” dedi. Hamza, Selahaddin’in duasını merak ettiğinden ona “Fikir senden çıktı. İlk önce sen başla” diye teklif ettiyse de Selahaddin duasını kopya edeceğini ifade eden arkadaşının yüz ifadesinden sonra “Teklif benden çıktı. O yüzden ilk önce sen başla” diye ısrar edince Hamza daha fazla ısrar etme gereği duymadı. “Allah’ım! Bana öyle bir güç ve kuvvet ver ki senin düşmanlarına karşı durabileyim. Adıma yakışır bir şekilde davranıp İslam düşmanlarının hakkında gelebileyim. Senin rızanı kazandıracak salih amellerde bulunmam için bana yollarını öğret. Rızan doğrultusunda hareket etmeyi nasip et” diye uzayıp giden istek ve arzularla dolu duasının ardından Hamza’nın saf ve ihlas içinde ettiği duayı sabırla dinleyip sonunda “Amin” diyen Selahaddin kendi duasını etmek üzere hazırlandı. Edeceği duayı bir kez zihninden geçirdikten sonra Rabbinden ne isteyeceğini çok iyi biliyordu. O çok sevdiği Şehadet şerbetini içmek onun tek hayaliydi. “Ey yerin ve göğün Rabbi!” diye içli bir duaya başladı. “Ey sinelerde saklı olanı bilen Rabbim! Benim yaralı kalbimde saklı tuttuğum şey Sana aşikardır” diye söylediğinde Hamza bu sözlerin ardından nasıl bir isteğin geleceğini merak etti. “Ey her şeye Kadir olan Rabbim! Ölümü ve hayatı yaratan Hayy ve Mumit Allah’ım! Benim! Senin aciz ve günahkar kulun Selahaddin. Verdiğin nimetlerin şükrünü eda etmekten aciz olan kulun. Verdiğin nimet ve hidayete karşı çok az şükreden günahkar kulun! Rabbim! Günahlardan arındıracak, Senin rızası kazandıracak olan ölümlerin en güzeli olan şehadetle Sana kavuşmayı, huzuruna al kanlar ve parçalanmış bir bedenle gelmeyi nasip et” dediğinde Hamza’nın gözleri gaflet uykusundan uyanmış, fal taşı gibi açılmıştı. Gafletinden nasıl olurda böylesine önemli bir duada şehadet talebinde bulunmayı unuttuğuna bir türlü aklı almıyordu. Farz namazlarının ardından Rabbinden dilekte bulunduğu bu isteğini şimdi unutmuştu. Oysa şehadet unutulacak bir şey değildi. Ama unutmuştu. “Demek şehadeti o kadarda istemiyormuşum” diye kendinden şüphe etmeye başladı. Bundan başka mantıklı bir açıklama bulamadı. İlkbaharın kışı unutturduğu gibi unutmuştu şehadeti.
İş işten geçmiş dua etme sırasını kaybetmişti. Bu bir oyun değildi ki “Olmadı” deyip tekrar yeni baştan başlasın. Oysa ne zaman Selahaddin veya İslam’i Cemaatten arkadaşlarıyla bir araya gelseler ilk konuştukları konu mutlaka şehadet olurdu. Şehitlikten ve Allah’ın rızasını kazanmaktan söz etmek bile onları memnun ediyordu. Büyük bir şevkle konuşup şehadet aşklarını anlatmak için yarışırlardı. Şehadetin konuşulmadığı bir sohbetleri neredeyse olmazdı. Bununla birlikte Allah’ın şehitlere vaat ettiği şefaat hakkı için bile birbirlerinden söz alıp söz verirlerdi.
Bu unutkanlığının hıncını çıkarmak için şeytana lanet okudu. Öfkesini kusması gerekiyordu ve kusacak tek suçlu vardı. Selahaddin’e çaktırmamak için onun duasına odaklandı. “Ya İlahi! Bu can senin emanetindir. Verdiğin emaneti Sana hakkıyla teslim etmeyi nasip eyle” diye şehadete özlemini ifade eden uzun bir duada bulundu. O duasını uzattıkça Hamza sinirleniyordu. Bu dua oyununun bitmesini istemeye başladı. Sanki “Bak sen şehadet için dua etmeyi unuttun ama ben unutmadım” dercesine inatla şehadetten söz etmesi Hamza’yı kızdırmaya yetmişti.
Selahaddin dua ederken gözlerinden gelen birkaç damla gözyaşını arkadaşına göstermek istememesine rağmen Hamza arkadaşının gözpınarlarından gelen inci tanelerini gördü. Onların ihlasın nişanesi ve şehadet arzusunun birer alameti olduğunu biliyordu. Selahaddin duasını bitirdikten sonra birlikte “Amin” dediler.
Ettikleri duanın üzerinden dört gün geçmişti. O anı hafızalarının derinliğine gönderecek çok şeyler yaşamıştılar. Hayatın koşuşturması içinde çok kısa bir anı hatırlamak kolay değildi. Dua edip Rablerine göndermişlerdi. Münacatlarının neticesini zaman içinde göreceklerdi.
Beklemedikleri bir anda davetsiz misafir dedikleri türden biri onları gittikleri camide ziyaret etti. Gördükleri kişi onlara pek yabancı gelmese de İslam’i Cemaatin bir abisi olduğunu anlamaları pek de uzun sürmedi. Yine de “Ağabeylerimizin bizimle işleri olmaz” deyip camiden ayrılacakları vakit yabancı “Selahaddin” diye seslenince şaşkınlıkları arttı. Yabancının yanına vardıklarında onları bir heyecan sardı. Yabancı “Vaktiniz varsa biraz konuşabilir miyiz?” dediğinde heyecanları tavan yaptı. Yabancının kendileriyle ne gibi bir işi olacağını kestiremiyorlardı. Birlikte caminin tenha bir yerine geçip oturdular. Yabancının ağzından çıkacak kelimelere odaklandılar. Sanki olacak olanları sezmişçesine pür dikkat kesilmişlerdi.
Yabancı Hasan isminde İslam’i Cemaatin gözbebeği olan istisnai fertlerinden biriydi. Duruşu ve heybeti bile yabancıları ürkütmeye yetiyordu. Hasan, İslam’i Cemaat mensupları arasında bir kahramandı. Simaen olmasa da ismen tanınan biriydi. O çok az kişi tanımasına rağmen isminden haberdar olmayan çok az kişi vardı. İslam’i Cemaatin efsaneleşmiş kahramanı olsa da onunla çok az kişi çalışma şerefine nail olmuştu.
İslam’i Cemaat Selahaddin ve Hamza’yı işte böylesine kahraman birine teslim etmeyi uygun görmüşlerdi. Bundan böyle bu ikili Hasan’ın tezgahından geçecekti. Onun eğitiminden geçme şerefine nail olmak bile Allah’ın bir lütfuydu.
Caminin içinde halka şeklinde oturmuşlardı. Hasan’ın söyleyeceği hiçbir kelimeyi kaçırmamak için etrafını sarmış gibiydiler. Hasan geliş sebebini “Bundan böyle İslam’i hizmetlerde birlikte çalışacağız” dediğinde Selahaddin ve Hamza duyduklarına inanamadı. Bu yabancının ilk kez namını duydukları “Hasan abi” olabileceği akıllarına birden dank etti. İçlerinde yeni bir güneş doğmuştu. Yüzlerinden saçılan ışık camiyi aydınlatmıştı. Hamza, Selahaddin’in yüzüne baktı. Arkadaşını mutlu görünce o da mutlu oldu. Sebebini bilmediği bir burukluk yaşasa bunun üzerinde durmadı. O an Hamza’ya bakan Selahaddin tebessüm edip memnuniyetini arkadaşına gösterdi. Hasan bundan böyle nasıl bir hizmette bulunacaklarını açıklayınca karşılarındaki kişinin kimliğinden emin oldular. Hasan söylediklerinin doğru anlaşıldığından emin olmak için onların bundan böyle nasıl bir hizmette çalışacaklarını ve hayatlarının bundan böyle hiç de kolay olmayacağını hatırlattıysa da Selahaddin ve Hamza “Biz hayatımızı İslam’a adamışız. Bundan böyle hayatımız İslam için feda olsun” dediklerinde Hasan’ın o sert bakışları arasında sıcak bir tebessüm zorla çıktı. Onları hayranlıkla süzdükten sonra bundan böyle nasıl davranmaları gerektiği hakkında birkaç öneride bulundu. Artık yeni bir hizmetin kapısından içeriye girmişlerdi. Bundan önceki hayatları kapının dışında kalmıştı. Hayatlarına dokunan Hasan olmuştu. Bunun nasıl bir sorumluluk getireceğini tahmin etmekte zorlanmadılar.
Hasan’ın sunduğu hizmet alanı zorunlu değildi. İstemedikleri takdirde Hasan veya bir başkasının teklifini reddedebilirlerdi. Bu onlara sunulan bir teklifti. Zorunlu bir hizmet diye bir şey yoktu. İsteğe bağlıydı. Onların bunu anlaması için Hasan yapacakları hizmeti olduğu gibi anlattığı halde onlar bundan tereddütte kalmadan teklifi kabul etmişlerdi.
İslam’i Cemaatin bu hizmet alanı zorunlu değildi isteğe bağlıydı. Bu konuda fertleri zorlamıyorlardı. Yapılan hizmet her ne olursa olsun Allah için Allah adına olmalıydı. İslam’i Cemaat istiyor veya mecburiyet var diye yapılacak bir şey değildi. İslam’i Cemaatin askeri biriminde hizmet etmeye gönüllü olanlar bilirler ki attıkları zaman kendileri değil, Allah'ın attığını, vurdukları zaman da Allah'ın vurduğunun idrakindeydiler. Bu şuurla eğitiliyorlardı. Bu prensiple yetişen ve eğitilen ehil kişiler bu göreve seçiliyorlardı. Macera ve aksiyon arayanların bu hizmet alanda işi yoktu. Daha çok, İhlas sahibi, yaptıkları hizmetler de Allah'ın rızasını gözetenlere teklif edilen bu hizmette zorlama, baskı söz konusu değildi. Kısacası teklif vardı, ama ısrar yoktu.
Hamza ve Selahattin isteselerdi bu alanda hizmet etmeyi kabul etmeyebilirlerdi. Bu durumda onlara gücenecek, gönül koyacak kimse olmazdı. Bu hizmet için ihlas kadar yetenek ve kabiliyette gerekliydi. Bazı hizmetlerde ihlas tek başına yeterli olmayabiliyordu. Hasan bin sabit çok iyi bir şairdi, savaşamayacak kadar da zayıf ve güçsüzdü. İslam’a diliyle hizmet edip peygamber aleyhisselamın en iyi şairleri arasına girdi. Onun cihat kılıcı dili olmuştu. Müşriklere diliyle cevap veriyordu.
İslam’i Cemaat içinde de Aliler, Hamzalar, Ömerler olduğu gibi Hasan bin Sabitler de vardı. Sahip oldukları yetenekleriyle İslam’i Cemaate hizmet etmeye çalışıyorlardı. Herkes sahip olduğundan mesuldü. Allah azze ve celle kimseye taşıyamayacağı bir yükü yüklemezdi.
Bundan böyle Selahattin ve Hamza İslam’i Cemaatin askeri biriminde hizmet edecek olmanın sevincini birbirlerini kucaklayıp “Allah hakkımızda hayırlı kılsın” duasıyla paylaştılar.
Hasan söyleyeceğini söyleyip onlara bundan sonra nasıl bir yola girdiklerini anlatmış oldu. Geriye söylenecek veya anlatacak bir şey kalmamıştı. Sözün bittiği yerde icraat başlardı. Selahattin ve Hamza içinde bundan böyle yeni bir hizmet alanının da kapısı açılmış oldu. Hasan gitmek için ayağa kalktığında her ikisine de sımsıkı sarıldığı anda kulaklarına “Bundan kimseye söz etmeyin” deyip gizli kalmasını istediğini belirtti.
Bir hafta sonra Hasan’la tekrar bir araya geldiklerinde ilk görevlerine psikolojik olarak hazırlardı. Bir hafta onlara bir yıl gibi uzun gelmişti. Sanki fetret devirlerini yaşıyor hissetmelerine neden olabilecek kadar uzun bir hafta olmuştu. Neyse ki her şey gibi bununda bir sonu vardı. Bir haftayı bir şekilde gerilerinde bıraktıklarında manen her ikisi de bu hizmete hazır gibiydiler.
Hasan, ikinci defa görüştüğü bu gençlerin yüzünde bir nur gördü. O anda onlara hayranlığı artsa da bunu belli ettirmemeye çalıştı. Gördüğü şeyi hayra yorup onlarla rahat konuşabilecekleri caminin gecen seferki yerine gelip oturdukları köşesine geçip oturdular. Hasan gördüğü şey üzerinde durma gereği duymadı. İslam’i Cemaat mensuplarının birçoğunun yüzünde secde eden alınlarında nur gördüğü için bu duruma alışkındı. Kısa bir hal hatır konuşmasının ardından Hasan “Haftanız nasıl geçti?” diye sorunca her ikisi de sorulan bu basit soruya cevap vermekten kaçındılar.
Hasan onlara ilk hizmetlerini vermek için hazırlıklı gelmişti. Üzerinde getirdiği iki silahı ortaya koyduğunda gençlerin gözlerinin içine baktı. Gördükleri demirden korkup korkmadıklarını görmek istiyordu. Gençlerin yüzlerinde gördüğü tek şey heyecandı. Bu kadar heyecanlanmalarını beklemiyordu. Gördüğü manzara karşısında o da seviniyordu. Gençlerin korkmalarındansa heyecanlı olmaları daha iyiydi. Güneydoğunun gençleri silaha yabancı değillerdi. Soğuk demiri seviyorlardı. Ellerine alıp onunla talim yapmak neredeyse birçok gencin hobisiydi. Silah, birçok ailede bulunan, vazgeçilmezler arasındaydı. Belki bu yüzden gençler gördükleri demir karşısında ürpermediler. O demire aşınaydılar. Soğuk demiri seviyorlardı. Şu anda önlerinde duran soğuk demire baktıklarında yine de içlerinden çok küçükte olsa bir ürperme olmadı değil. Ailelerinde gördükleri demirden daha heybetli ve korkutucu gelen soğuk demir onların bakışlarını esir almış gibi gözlerini ondan alamıyorlardı. Bugüne kadar birçok demir gördükleri halde hiç böyle heybetlisini görmemişlerdi. Bu silahın farkı belki de imalat gayesine uygun işlediği için bu kadar heybetliydi. Evlerinde tutup sakladıkları demirler işlevsel değildi. Evdekiler demir parçası iken bunlar güç ve kuvvetin simgesiydiler.
Hasan önlerine bıraktığı silah hakkında onlara kısa bir bilgi verdi. Nasıl sökülüp takıldığını gösterdikten sonra onların pratik yapmalarını istedi. Heyecanlı olan gençlerin istekli oluşları gösterdiği ve anlattığı bilgileri çok çabuk kavramalarından da belli oluyordu. Hasan onları seyretti. Hamza ve Selahattin hala heyecanlıydılar. Sanki oyuncak tabancası ile oynayan iki yaramaz çocuk gibiydiler.
Oynamamış oldukları çocukluk yıllarının oyunlarını oynuyor gibiydiler. Hasan onlara yalnız demir parçasının özelliklerini anlatmıyordu, aynı zamanda onlara bu demiri nasıl kullanmaları gerektiğini, olabilecek tutukluluk gibi aksiliklerden söz edip bu durumda ne yapmalarını da öğretiyordu.
Bunlar zevkli bir uğraştı, işin dünyaya bakan eğitimle öğrenilebilecek şeylerdi. Önemli olan boyut ise maneviyattı. Allah’a yakınlıktı. Bunun için de eğitim metotları vardı. Hasan’ın asıl eğitmenliği bu yönün geliştirilmesini sağlıyor olmasaydı. Hasan her yetiştirdiği öğrencisine şaşmaz olan, onunla özdeşleşmiş olan “Allah'a asker olmayı düşünüyorsanız O’nun ordusunun kurallarına riayet etmek zorundasınız. Bu ordunun başkumandanı olan Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve selleme mutlak itaat edip emirlerine ve yasaklarına uymakla mükellefsiniz. Onun sünnetini yaşamak ve ihya etmek mecburiyetindesiniz” diye her şeyden önce kendisine asker diyenin Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellemin hayatını çok iyi bilmekle birlikte, onu takip ve taklit etmenin zorunluluğundan söz ediyordu. “Her askerin bir el kitabı var, bizim el kitabımız ise Kur’an-ı Kerim’dir. Asıl mesajlarımızı bize Rabbimiz veriyor. Kur’an-ı Kerim okumadan onu anlamadan yaşamadan asker olunmaz” diye kesin konuştuğunda Hamza ve Selahattin biraz tedirgin oldularsa da bundan çabuk kurtuldular. Hasan’ın bu sözünden Kur’an-ı Kerim'i ezberleyip hafız olmayı anlamışlardı. Gerçi bu olsaydı hiç de fena olmazdı, sinelerinde Allah’ın ayetlerini barındırmak, imana güç ve kuvvet verirdi, ama Hasan bunu kast etmiyordu.
Kur’an Allah’ın kelamı ve şeriatı olarak yeryüzüne hakim olsun, hükmü dört bir yana gitsin diye hizmet ederken bu hizmeti sekteye uğratmak isteyenlere karşı, Kur’an’ı yeryüzünden silmek isteyen aptal ve eblehlere karşı onu koruyup muhafızı olmaktan söz ediyordu.
Dersler ve silah talimi derken aradan aylar geçti. Hamza ve Selahattin bu işe hazır olduğuna, aldıkları eğitimi benimseyip ihlas ile “Allah için Allah adına” hareket ettiklerine kesin kanaat getirdikten sonra onlara ilk eylemlerini verdi.
Huzurevi semtinde toptancılık ile uğraşıp normal sıradan biri gibi görünen, ama aslında İslam’i Cemaat mensuplarına yönelik saldırılarda etkili ve yetkili olan imansız ve İslam düşmanı olan bu insan görünümlü şeytanın hakkından gelinmesi için Hamza ve Selahattin seçilmişti. Onlar bunu duyduklarına sevinmediler. İslam düşmanı da olsa birinin hayatına son verme düşüncesi onları üzdü. Bu tavırları ve duyguları Hasan sayesinde gelişmişti. Eskiden olsaydı bu habere sevinirlerdi. Kendi elleriyle birini cehenneme gönderme fikri çok cezbedici geliyordu. Hatta tekbirler çekip sevinçlerini dahi dışa vurabilirlerdi. Oysa unuttukları hakikatin Hasan sayesinde tekrar hatırlatılmış olmasından memnunlardı. Can almak yerine ölü canları Allah’a kullukla tekrar hayat bulmaları için çalışmak onların tek gayesiydi. Ama bazen de inatçıları tedip etmek gerekiyordu.
Dersin birinde Hasan onlara “Bizler asker olabiliriz, işimiz silah kullanmak, belki can almak, birilerinin hayatını sonlandırmak gibi görülebilir, ama unutmayın ki bizler her şeyden önce Müslümanız. Allah’ın dininin davetçisiyiz. Asıl vazifemiz hayat kurtarmak, insanların hidayetine vesile olmaktır” diye onlara kim olduklarını, nasıl davranmaları gerektiği noktasında iyi bir eğitim vermişti. Her şeye rağmen inatçılık ve düşmanlık eden inkarcılarında bir şekilde haklarından gelinmesi gerekiyordu. Bu İlk seçenek değildi, tam aksine öldürmek her zaman İslam’i Cemaat prensiplerinde son seçenek olarak kabul ediliyordu.
Hasan, Hamza ve Selahattin’e eylem yapacakları kişi hakkında gerekli bilgileri verdikten sonra Selahattin ile birlikte evden çıkıp Huzurevine geldiler. Eylemi gerçekleştirecek olan Selahattin’e hedef şahsı ve onun iş yerini gösterdi. Selahattin’e “Şahsın simasını beynine kazı, yüzünü ezberle, hedefini çok iyi tanı. Onu tanımadan, şüphe ile hareket edersen yanlış yaparsın. Hedefinden emin olmadıkça silahını asla çekme. Silah bir defa çekildi mi patlamadan kınına girmez” diyerek ders vermeye devam etti.
Hasan, Selahattin’e “Hamza’nın yanına git. Birlikte yapacağınız eylemden önce bir de onunla birlikte buraya gelin. Hedefi ona da göster. Nasıl gerçekleştireceğinize, nereden izinizi kaybettirebileceğinizi konuşup etrafı iyice dolaşıp sokakları ve özellikle çıkmaz sokakları iyece öğrenin. Planınızı iyi yapın. Birkaç alternatifiniz olsun” diyerek Selahattin’e son tavsiyelerini verdi.
Selahattin, Hasan’ın dediği gibi yapıp Hamza’yla birlikte Huzurevi’ne gelip etrafı iyece dolaştıktan sonra hedef şahıs hakkında ona bilgi vermekle birlikte şahsı onunda görmesini sağladı. Eylem için artık hazırlardı.
Eylem sabahı evden çıkmadan önce her ikisi de abdest alıp sünnet namazı kılıp Allah’tan yardım istediler. Kısa bir dua da bulunmayı ihmal etmediler. Nasıl dua ettiklerini ancak Rableri bilirdi. Çünkü ettikleri dua Rableriyle aralarındaki diyalogdu. Selahattin duasının ardından Hamza’ya sımsıkı sarılıp
“Ben seni Allah için seviyorum, hakkını helal et” demesine karşılık Hamza onu daha sıkı sarıp “Ben de seni Allah için seviyorum kardeşim sen de hakkını helal et” deyip birlikte evden çıktılar.
Sabahın erken saatlerinde Huzurevine geldiklerinde semt adını hak edercesine sessizliğe gömülmüştü. Sessizlik huzur veriyordu. Özellikle de şehrin kalabalık ve kulak tırmalayıcı araç seslerini düşününce sessizliğin kıymeti daha iyi anlaşılıyordu.
Sokaklara hakim olan tek şey fırınlarda pişen simit ve poğaçanın karşı konulmaz kokusuydu. Bu kokulara karşı koymak gerçekten de zordu. Her ikisinin de canı bu kokuları tatmayı arzulasa da içinde bulundukları durumdan dolayı nefislerine hakim olmak zorunda olduklarını biliyorlardı. “Belki bir başka sefere deyip” yapacakları görevlerine odaklandılar. Heyecanlı ve belki de biraz korkuyorlardı. Bunun normal mi yoksa a normal mi olduğu hakkında fikirleri yoktu. Korkuları yakalanmaktan ya da başlarına gelebilecek herhangi bir şeyden dolayı değildi. Bilmedikleri, tanımadıkları farklı bir korku hissi yaşıyorlardı. Üzerlerinde demirden de kaynaklı bir şey olabileceği düşüncesi ağır bassa da bunun neden kaynaklandığını çözemediler. Korku ve heyecanlarını bastırmak için Allah’ın ayetlerini mırıldanmaya başladılar. O an Selahattin ve Hamza aynı duygu ve hisleri yaşayan ikiz gibi hareket ediyorlardı. Mırıldandıkları ayetler kalplerine sekine vermiş, onları sakinleştirmeye yetmişti. Allah’ın yardımı her zaman her yerdeydi. Yine imdatlarına yetişmişti. Kulu Rabbine sığınıp yardım dileyince Rabbi yardım etmez miydi?
Birlikte toptancı dükkanının bulunduğu caddeye geldiklerinde yeni yeni açılmaya başlayan kimi dükkan ve iş yerlerinin daraba sesi huzurevinin sessizliği için kulak tırmalayıcı geldi. Selahattin toptancı dükkanın önünden bir sefer geçip içeri baktığın da hedefi içerde tezgahın arkasında tek başına bir şeylerle meşgul olurken buldu. Selahattin Hamza ya “Ben içeri girip çıkacağım” dediğinde Hamza vaktin geldiğini anladı. Selahattin soğukkanlılığını koruyup toptancı dükkanından içeri girer girmez belinden çektiği silahıyla şahsa iki el ateş etti. Olay saniyeler içinde gerçekleşmişti. Huzurevinin sesini yırtan kurşun sesleri yürekleri ağıza getirmişti. Huzurevini huzursuz etmişti. Selahattin tezgahın arkasında yere düşen şahsın imdat çığlıklarına aldırmadan dükkandan çıktı. Kapı da kendisini bekleyen Hamza’yla birlikte birkaç adım attıktan sonra şahsın hala ölmediğini yeni fark etmiş gibi hemen geri dönüp tezgahın arkasında kanlar içinde yerde can çekişen inatçı ve inkarcı adama iki el daha ateş edip toptancı dükkanından hızlıca çıkıp belirledikleri güzergaha doğru koşar adımlarla yürümeye başladılar. Ne olduğunu anlamayan Hamza arkasından kendisine yetiştikten sonra birlikte huzurevinden ayrılıp uzaklaşmak için koşar adımlarla yürümeye başladılar.
Kurşun seslerinin geldiği toptancı dükkanının önünde toplanan meraklılar yerde cansız yatan bedeni görmek için birbirleriyle itişip kakışan çocuklar gibi davranıyorlardı. Nereden çıkıp geldikleri, kim oldukları bilinmeyen o semtte tanınmayan yaşları 23-25 arasında üç kişi cesedin başında duranları itip şahsın ölüp ölmediğinden emin olmak istediler. Şahsın öldüğünü anladıktan sonra artık onun için yapabilecekleri bir şey olmadığını anlayınca bunu yapanların peşine düşmek için “Nereye kaçtılar” diye bağırıp soran üç kişiden birisine yardımcı olmak isteyen meraklı biri soruyu sorana kaçanların gittiği yönü söylemek için çok hevesli çıktı. Kaçanların peşinden koşan üç yabancı ellerindeki silahları çekip koşmaya başladılar. Kısa bir süre sonra önlerine koşar adımla yürüyen iki kişiyi gördüklerinde onlara “Kaçmayın!” diye bağırınca Hamza ve Selahattin arkalarından gelen sese dönüp baktılar. Peşlerine düşmüş olan eli silahlı üç kişiyi görünce buna şaşırdılar. Bunu beklemiyorlardı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken arkalarındaki üç kişi onlara doğru silahlarını ateşlemeye başlayınca Hamza ve Selahattin kurşunlardan korunmak için sokağa girip siper aldılar. Üzerlerine gelen kurşunlara kurşunla cevap vermeye başladıklarında etrafta yankılanan sesler sıcak bir çatışmanın yaşandığını duyurmaya yetmişti. Çatışmanın yaşandığı yerde sinek bile artık uçmaz olmuştu. Seslerin ürpertisi ve genelde yanlış kişiyi bulması gibi kötü huyunu bilenler evlerine veya kendilerine zarar gelmeyecek kuytularda saklanmaya başladılar. Selahattin ve Hamza arkalarında kendilerine ateş eden kişilere silahla cevap verince bağırıp duran üç kişi de sokak aralarına girip siper aldılar.
Hasan onlara çıkabilecek sorunlardan ve riskten söz ettiği halde Hamza paniklemişti. Bir an önce buradan kurtulmak için gerekli olan aklıselimi kaybetmiş gibiydi. Selahattin daha soğukkanlıydı. Hala sağlıklı düşüne biliyordu. İçinde buldukları hengame yetmezmiş gibi bir de Hamza’yı yatıştırmaya çalışıyordu. Kısa bir anlığına silah seslerinin kesildiğini fark eden üç kişi bunu fırsat bilip üzerine saldırdıkları sırada Selahattin onların hamlesini fark edip ateş edince içlerinden birinin yere yığılması üzerine her biri yine yan sokaklara kaçtılar. Yere düşen arkadaşlarının can çekişini seyredip durdular. Ona yardım etmeye cesaret edemediler. Ölümün ürperten soğuk ayak sesi iliklerine kadar işlemiş, korku tüm bedenlerine hakim olmuştu. Karşılıklı sokak aralarında oluşlarını şansa bağladılar. Böylelikle korkularını arkadaşının görmesi mümkün değildi.
Hamza “Bir an önce buradan gitmek zorundayız” diye Selahattin’e bağırırken Selahattin arkadaşının yaşadığı şoktan bağırdığını anladığından onun yüksek çıkan ses tonuna takılmadan “Arkamızda eli silahlı iki kişi varken sence nereye gidebiliriz” dediğinde Hamza onun haklı olduğunu biliyordu. Oysa o an Selahattin çok sevdiği şahadetin cennet kokusunu almaya başlamıştı. Onun uzaklaşmasını engelleyecek kadar aklını başından alan bu kokuya teslim olmuştu. Karşı tarafta gelen kurşun sesleri ona şehadetini müjdeler gibiydi, randevusuna geç kalmış aşık gibi heyecanlanmaya başlamıştı. İlleri atılmamak için sakin durmaya çalışıyordu. Biraz daha beklerlerse polisin geleceğini her ikisi de biliyorlardı. Selahattin o anda aklına gelebilecek en iyi fikri hayata geçirmek için iki kişinin üzerine yürüyüp bir sağa bir sola ateş ederek onlardan kurtulmaya çalıştı.
İçinde bulundukları atmosferin verdiği heyecandan ya da gördüğü yeşil kuşun cezbedici etkisinden olsa gerek Selahattin yapacağı hamleyi Hamza’ya söylemeyi unutmuştu. Belki de onu riske atmaya kıyamamış da olabilirdi. Selahattin onlara yaklaştığı sırada sol tarafındaki sokağa dönüp orada saklanan kişiyi cehenneme gönderirken arkasından gelen kurşunu fark etmedi. Ne olduğunu anlamadan bir yaprak gibi dalından düşüp nazikçe havada savrulup yere indi. Arkından yetişen Hamza, Selahattin’e arkadan ateş eden üçüncü şahsı da etkisiz hale getirdikten sonra yerde yatan Selahattin’in yanına koştu. Kanlar içinde olan kardeşinin başını dizlerinin üzerine koyup “Rabbim! Yardım et” diye feryadına Selahattin tebessüm etti. Sönmekte olan gözlerinin feri ile Hamza’ya bakıp “Üzülme ben Rabbime gidiyorum. Cemaate selamlarımı söyle” derken sesinden son nefesini vermeye hazır olduğu belli oluyordu. Hamza gözyaşları içinde dizinin üzerine bıraktığı Selahattin’in başını okşayıp alnından öpüp duruyordu. Şoka girmiş, donup kalmıştı. Bir bütün olduğu kardeşini Rabbine uğurlarken yarım kalmış bir elma gibi eksik hissetti.
Polisler olay yerine geldiklerinde Hamza’yı Selahattin’in başını dizlerinin üzerine bırakmış, yere koymaya kıyamamış, şefkatle okşayıp dua ederken bulduklarında şokta olduğunu kaçmaya bile teşebbüs etmediğini anladılar. Tutuklama müzekkeresi ne de “Yaşadığı olaydan dolayı şokta olduğu halde ele geçirildi” diye kayda geçmişti.
Hamza o perişan halde sorguda tüm suçlamaları kabul edip önüne konulan evrakları okumadan imzalayıp yazılanları kabul etmişti. Neye imza attığına dahi bakmamıştı. Tutuklanıp cezaevine konulduktan sonra ne zaman şehit veya şehadetle ilgili bir şey duysa veya okusa duygusallaşıyordu. O anları tekrar yaşıyormuş gibi hissediyordu. Yaşadığı olayı hatırladıkça hüzünlenirdi. Onun bu hali arkadaşları arasında bilindiği için dikkatli davranmaya çalışsa da şehit veya şehadet İslam’i Cemaatin bir parçası olarak hep konuşulduğundan, arzu edilen bir konu olarak yerini Koruduğundan Hamza sürekli hüzünleniyordu. Yaşadıklarını unutamaya fırsatı olmuyordu.
Mustafa, Hamza’nın durumunu ve hikayesini iyi bilenlerden biriydi. Yalnız bildiği bir şey daha vardı, o da hayatın devam ettiği gerçeğiydi. Mücadele ve İslam’i hizmetlerin, verilen şehitlerin, yakalanan tutukluların ardından kaldığı yerden devam etmesi gerektiği idi. Şehitlerin akan kanları İslam’ın neşv-u nema bulmasına vesile olurken yaptıkları fedakarlıkları anlatmak da geride kalan dava arkadaşların omuzlarına binen bir sorumluluk oluyordu. Bu aynı zamanda şehitlere vefa borcuydu. İslam’i Cemaat şehitlerinin kahramanlık öyküleri anlatılması da bir hizmetti. Bundan kaçınılamazdı.
Hamza yaşadıklarını utana sıkıla da olsa her sorana, merak edene anlatmaktan kaçmıyordu. Selahattin tanınsın bilinsin diye hikayesini soran kardeşlerine anlatıyordu. Hikayesini defalarca utana sıkıla anlatmak zorunda kalışının tek nedeni şehit kardeşine olan vefa borcuydu. Korktuğu tek şey “Şehit kardeşimi anlatayım derken kendimden söz etmekten, nefsime pay çıkarmaktan korkuyorum. Bu yüzden hikayemi pek anlatmak istemiyorum” demişti bir seferinde. Kendinden de söz etmek zorunda kalışı canını sıkıyordu. Bu yüzden çoğu zaman hikayesini yüzeysel anlatıp detaylara girmeden sonlandırır, bilinmesini istediği kadarını anlatmaya başlamıştı. Şimdi ise durum çok farklıydı “Şehitleri anma şiir ve makale yarışması” için ondan duygularını ifade edecek etkili ve ayrıntılı bir makale yazmasını istiyorlardı. Oysa Hamza duygularını açık etmek istemiyordu. Kalbinde saklı tuttuğu şeyleri açık etmeye, ortalığa saçmaya niyeti yoktu. Kalbin de saklı tuttuğu şeyleri kendi mahremiydi. Orada gizli olanın gizli kalması gerektiğine inanıyordu.
Mustafa, Hamza’nın isteksiz ve gönülsüz davrandığını anlayınca “Okuduğumuz siyer kitapları, sahabe hayatını anlatan eserler, İslam tarihi gibi nice eserler hep birilerinin anlatımı sayesinde günümüze ulaşmış. Onlardan istifade ediyorsak bunu rivayet edip bize kadar ulaşmasını sağlayanlara borçluyuz. Şehit sahabelerin hayatlarını okurken onlara gıpta edişimiz hep rivayet zincirinde bulunan anlatıcılara borçluyuz. Onlar da kendi zamanlarında cereyan eden hadise ve olayları bizi aktararak üzerlerine düşen görevi yerine getirdiler. Onlara çok şey borçluyuz. Şimdi İslam’i Cemaatin çalışmalarını, hizmetlerini, şehitlerini, esirlerini, acı çeken ve muhacir olanların fedakarlıklarını anlatma, yaşatma sırası ve sorumluluğu bize kalmış. Biz de üzerimize düşen sorumluluğumuzu yerine getirmek zorundayız. Yaşadığımız birikim ve tecrübelerimizi gelecek nesillere aktarmazsak, onlara bırakabileceğimiz bir emaneten söze edişimiz abes kaçmaz mı?” deyip Hamza’nın kalbine dokunmaya çalıştı.
Hamza, Mustafa’yı can kulağıyla dinledi. Mustafa’nın söylediklerine katılıyordu, sorun bunu kendisinin yapmak istemeyişiydi. Belki bir üçüncü kişinin yardımıyla olabilirdi. Buna sıcak bakıyordu. Yaşadıklarının tekrar yaşıyor olmak yeterince acı ve zor geliyordu, kalbi artık çok yorgundu, buna takati yetmeyebilirdi. İçinde yaşadığı duyguları kelimelerle anlatmak için o anı ve duyguyu tekrardan yaşayacak kadar kendisini cesaretli görmüyordu.
Hamza, Mustafa’ya “Haklısın” diyerek konunun kapanmasını istedi. Mustafa’da Hamza’ya anlatması gerekenleri anlattığını düşündüğünden daha fazla üzerine gitmek istemedi. “Şehitleri anma şiir ve makale yarışması” zorunlu bir aktivite değildi. Katılım için teşvik vardı, ama zorla da güzellik olmuyordu.
Havalandırmada volta atarken ya da çay saatinde birlikte oturup sohbet ederken yarışmaya katılım için teşvikler yapılırdı, bu normal ve sıradan bir şeydi. Program gününe kadar neredeyse sohbetlerin ana konusu yarışma olurdu. Üzerinde fikir yürüttükleri, tahminde bulundukları bir eğlenceye dönüşen sohbetlerde gülüp eğlenenler de vardı. Onlardan yarışmaya katılmaya hevesi olanlar olduğu gibi çekingen davrananları da vardı. Hevesli olanlar çekingenlere İlham verir miydi bilinmez, ama yarışmaya katılım genelde iyi olurdu, iyi geçerdi. Yarışmaya katılanların sevinçleri gözlerinden okunacak şekilde açık olurdu. Yaşadıkları mutluluk görülmeye değerdi.
Cezaevi gibi soğuk betonlar arasında böyle enerjik ve pozitif olmak imrenilecek bir durumdu. Gerçek dostlar edinme mekanında, gökyüzüne açılan pencereden hayata bakan yerde bela ve imtihan yurdundan, rejimin zindanlarında hayat ne kadar çekilmez olursa olsun yaşamaya, ayakta kalmaya devam ediliyordu. Dört bir yanı beton, demir, soğuk nemli ruhsuz duvarlar cezaevindeki mahkuma her daim nerede olduğunu yüzlerine haykırıp, içinde bulundukları mekanı unutmalarına izin vermiyordu. Tel örgülerden, yüksek duvarlarla, çevre koruması, resmi üniformalar her şey onlara mahkum olduklarını hatırlatsa da onlar namazlarında Miraç’a çıkıyorlardı adeta. Allah azze ve celleye yakın olmada aldıkları tat ve lezzeti hiçbir şeye değişmezlerdi. Bu bazen özgürlük dahi olabilirdi. Çünkü bazen tahliye olanlar kısa bir süre sonra tekrar yakalanıp geri geldiklerinde cezaevindeki atmosferinin bulunmaz bir hazine, zamanın uzlet hanesi olarak tarif ettikleri zamanlar bunun idrakine biraz olsun varabiliyorlardı. Allah azze ve celleye yakın olma nimeti sayesinde içinde bulundukları mekandan soyutlanıp ruhlar aleminde Allah’ın rahmet pınarından gönüllerince istifade etme imkanına sahip oluyorlardı. Allah’a yakın, ama dünyaya uzaklardı. Dünya onlardan çok uzaktı. Belki bu yüzdendi onların kalbi genelde tarifsiz bir huzur yaşıyordu. Huzurlu kalp sayesinde günleri bereketli ve dolu geçiyordu. Kalpleri gerçek sevgiliyi bulduğu için rahattı. Aradığını bulanların, sevdiğinin yanında olduğunu bilenen bu dünyada başka ne isteği olabilirdi ki?
Gönül rahatlığını yaşayabilmenin bir diğer püf noktası ise, İslam’i hizmetlerin sekteye uğramadan devam etmesiydi. Allah azze ve celle için canla başla çalışan kardeşleri için dua edip duruyorlardı. Onlara teslim ettikleri bayrağın yere düşmemiş olması en büyük teselli kaynaklarıydı.
İnsanların hidayetine vesile olabilmek adına çırpınan genç yüreklerin atıldıkları zindan denen korkutucu ejderha, ağzını açıp onları yutmuş olsa da, ateş çukuru cehennem diyarı misali olan cezaevi Allah azze ve cellenin dostları için İrem bahçesine, cennete dönüşürdü. Cezaevinin dış güvenliğini üstlenen askerlerin düdük sesleri bile bülbül şakırtısı gibi geliyordu artık.
Uhdud ashabının inananlar için kazıkları ateş çukurları gibi, zamanın zalimleri de kendi inananlarının üzerine beton yığınları inşa etmişlerdi. İslam’ın yayılmaması için ellerinden geleni yaptıkları halde İslam’ın gür sedasının önüne geçemiyorlardı. Her ne yaptılarsa da İslam’i Cemaatin İslam ve Kur’an aşkıyla yanan mensuplarının mücadelelerine set olamadılar. Yakalanan mücahitlerin af ve pişmanlıkları beklenirken, onların azim ve kararlılığı karşısında hayrete kapılmaktan kendilerini alamıyorlardı. Zahiren yanan İslam’i Cemaat fertleri gibi görünse de asıl yangın İslam karşıtı olanların içinde bir kor gibi onları eritip bitirmekteydi. Yerin göğün ve içindekilerin Rabbi olana, Allah’a dayanan, O’na tevekkül edip yardım dileyene, nusreti yalnız ondan isteyene Allah azze ve celle yardım etmez miydi? Ateşi suya çeviren, hileleri boşa çıkaran, Firavun’un sarayını Musa aleyhisselama mesken yapan Allah azze ve cellenin her şeye kadir olduğunu bilen imanlı yürekler, Allah’ın, asrın Musaplarına, Hamzalarına, Alilerine, Hüseyinlerine ve Bilallerine yardım edip rejimin zulüm dolu zindanlarını yıkıp tarumar etmeye Kadir olduğunu bilirler.
Allah’ın takva ehli mücahitleri, güzel güzel yüzlü Yusufileri, alkanlı şehitleri rahmetiyle sarıp sarmaladığını iyi bilirler. Ayaklarını hak yolunda sabit tutanın, onlara sabır ve sebat verenin, rahmet gölgesi altında koruyanın Allah azze ve celle olduğundan şüpheleri yoktu. “Allah azze ve celleyi görmek için maddi gözlere ihtiyaç yoktur” diyenler gibi cezaevinde olanlar da gözlerini kapatıp Allah azze ve cellenin sonsuz rahmetine nail olabilmek için tefekkür ederlerdi. Tefekkür onlara bambaşka alemlerin kapılarını açardı. Tefekkür onlara içinde bulundukları hüzünlü, kasvetli dört duvar arasında rahat nefes almalarını kolaylaştırırdı. İslam’i Cemaat mensuplarının yüzü o zaman gülerdi. Hüzünleri sevince, gam ve kederleri ise mutluluğa dönüşürdü. Nerede olduklarını unutup o anın lezzetiyle kendinden geçerek İlahi lütfun sofrasında Kendi paylarına düşen rızıkla rızıklanırlardı.
- Koğuşta yaşanan şeylerin benzeri 5. koğuşta da yaşanıyordu. Aslında İslam’i Cemaat mensuplarının kaldığı tüm koğuşlar birbirlerine benzerdi. Adeta birbirlerinin kopyası gibiydiler. Daha tuhafı ise bu koğuşlar da uzun süre kalanlar da kişilik olarak birbirlerine benzemeye başlıyordu. “Üzüm üzüme baka baka kararır” sözü burada yaşanıyordu. Bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğu noktasında kimsenin fikri yoktu, üzerine düşünülmemiş bir konuydu. “Zindanın etkisi” denilip geçiştirilmişti belki de. Ya da benzer olmak o kadar da kötü bir şey değildi. Ne de olsa “Mümin, müminin anlasaydı.” Bu benzerlik odalar için de geçerliydi. Bir oda diğer geri kalan odaları yansıtmaya yetiyordu.
Yaşanan benzerlikler daha çok duygusallık ta kendini gösterse de zevkler ve tercihlerde de cüzi benzerlikler görülüyordu. Koğuşlar arasında kalın duvarlar olsa duvarların arkasında yaşanılan, konuşulan konular, yat saati, kalk saati, kahvaltı saati, yemek saati gibi gün içinde gerçekleşen ihtiyaçların vakti neredeyse her odada aynı gibiydi.
Öğle çayı için toplandıklarında Yılmaz şehit arkadaşı için yazdığı dörtlüğü okumak için arkadaşlarından izin istedi. Kendisine izin verilince çayından bir yudum alıp boğazını usta bir şair gibi yumuşattıktan sonra daha etkili bir ses çıkarmak için öksürüp:
“Ağır ağır yürüyoruz tepelerin üstüne
Siyah kefen örtük bedenlerin yüzüne
Cesetlerimizi gömdük hendeklerin dibine
Aldık siyah sancağı omuzlarda yük vardır
Ateşlere daldık yandık olgunlaşarak”
diyerek bitirdiği şiirine tepkileri merak ettiğinden bir müddet sustu. Şehmuz “Bu şiirle yarışmaya katılırsan sondan birinci olursun” deyip dalga geçip küçümseyerek güldü. Sedat, Yılmaz’ın bozulduğunu görünce arkadaşına moral olsun diye “Bence hiç fena değildi” deyip Yılmaz’ın bozulan moralini düzeltmeye çalıştı. Yılmaz “Herkesin beğenmesini beklemiyordum. Bir kişi hiç yoktan iyidir” dediğinde daha iyi bir şey yapması gerektiğini anlamıştı. Yarışma için iddialı bir şiir yazması gerektiğini görünce üzerinde düşünmek için havalandırmaya çıkıp volta atmaya başladı. İlham nedense cezaevinde genelde hep volta atarken gelirdi. Yılmaz’da ilhamı yakalamak için havalandırmaya çıkmıştı.
Yılmaz farkında değildi, ama okuduğu şiirle ortalığı karıştırmıştı. Arkadaşları çaylarını içerken Yılmaz’ın şiiri üzerine tartışıyorlardı. Şiiri beğenen, Yılmaz’ın çabasını takdir edenle ile beğenmeyenlerin atışması çay gibi sıcak bir hal almıştı. Şiiri beğenenler mananın derinliğine odaklanmışken, beğenmeyenler “Ölçüsüz ve kafiyesiz şiir mi olur” diye itirazlarını sürdürüyorlardı. Bu tartışma çay bitene kadar devam etti. Yoksa çayın tadı başka bir şey ile çıkmıyordu. Çay ile birlikte bir konu hakkında konuşmak, tartışmak, atışmak yanındaki kurabiye, pasta gibi bir şeydi. Yılmaz havalandırmada volta atarken dileği bir süreliğine yalnız kalıp kafasını dinlemek, duygularına kulak vermekti. Buna ihtiyacı vardı. Yirmi kişilik koğuşlarda ise havalandırmada tek başına volta atmak pek mümkün olmayan bir lükstü. Gidilecek, gezilecek başka yeri olmayanların çıkıp dolaşabildikleri tek yer koğuşun havalandırmasıydı. Çay muhabbetinden sonra çıkıp birkaç adım atıp koğuşun insan bedenine çöken ağırlığından ve kasvetinden kurtulmanın tek çaresi havalandırmada uzun süre volta atmaktı.
Ağır işlerde çalışan işçiler misali gibiydiler. Bedenleri olmasa da zihinleri sürekli bir baskı altındaydı. Onu kontrol etmekte zorlanıyorlardı. Akıllarına hücum eden fikirleri dağıtmak için de havalandırmada volta atmak iyi geliyordu. Bulanıklaşan zihindeki kara bulutların dağılmasına yardımcı oluyordu. Koğuş havasından sıkılıp, bunalan hava almak için “Ciğerlerimiz biraz bayram etsin” diye dışarı çıkmak isterdi. Ciğerlerine çektikleri hava sayesinde yaşadıklarını hissetmeye çalışıyorlardı.
Bazen konuşmaktan, sohbetten, bir konu üzerine taşımaktan sıkılanlar çaylarını alıp havalandırmaya çıkıp tek başlarına, efkarla sıcak kırmızı sularını içerken yalnız kalmak isterlerdi. Yalnız kalmak veya yalnız başına volta atmak lüks bir şeydi. Yalnızlık bazen istenilen ve arzu edilen bir şey olabiliyordu. Neyse ki Yılmaz havalandırmaya çıktığında bugün böyle bir şeyle karşılaşmadı. İstediği gibi havalandırma boştu. Henüz gelen olmamıştı. Bu durum nadirde olsa yaşanıyordu.
Yılmaz üzerine şiir yazdığı şehit arkadaşını düşünmeye başladı. Havalandırmada yalnız görünse de Abdulkadir’in yanında olduğunu ne o ne de arkadaşları görebiliyorlardı. Şiiri yazdığı şehit arkadaşını kısa bir süre önce rüyasında görmüştü. Uyandığında ne gördüğünü tam hatırlamazsa da Abdulkadir’i gördüğü için sevinmişti. O an kalemi eline alıp içinden geçenleri yazıya dökmüştü. Ardından gece boyunca onu düşünüp durmuştu. Onunla birlikte yaptıkları hizmetler aklına geldikçe o anı gözlerinin önüne getirip uzunca seyretti. O günlerin özlemimi yoksa Abdulkadir’in özlemi yüzünden miydi gözlerinden birkaç damla gözyaşı geldi. Şimdi havalandırmada geriye kalan arkadaşlarını ve onların çalışmalarını düşünüyordu. Daha hızlı düşünmek için adımlarının hızını artırdı. Adımları ne kadar hızlıysa düşünme gücüde o oranda hızlı çalışıyormuş gibiydi. O an beyin temposunu ayaklara göre ayarlıyordu. Daha hızlı düşünmeye başlıyordu.
Cezaevine girdikten sonra Abdulkadir’le birlikte yaptıkları hizmet görevini dışardaki kardeşlerine bırakmıştı. Sancağını devralan kardeşlerine hayır duasında bulundu. Yaptıkları hizmetin hakkını verip vermedikleri hakkında fikir yürüttü. Yalnızlığın tadını çıkarmak için acele eder gibi bir hali vardı sanki. Düşüncesinde yanılmadığını yanına gelerek selam veren İbrahim oldu. İbrahim’in selamına karşılık verdiğinde içinde bulunduğu ruh birden onu terk etmişti. İbrahim “Öyle efkarlı ve hızlı nereye gidiyorsun” diye esprili bir şekilde sordu. Yılmaz, nereye gittiğini, neler düşündüğünü nasıl anlatabilirdi ki? “Abdulkadir’i özledim, onunla birlikte gerçekleştirdiğimiz hizmetler aklıma geldi. Özlem gideriyoruz” diyemeyeceğini bildiğinden “Dışarıyı özledim, arkadaşlarımı, onlarla birlikte yaptığımız hizmetleri özledim” deyip sustu. Daha fazla konuşmaya mecali yoktu.
İbrahim “Dışarıda mücadele safları içinde koştururken zaman öyle hızlı akıp gidiyor ki çoğu zaman onun hızına bile yetişemiyorduk, birlikte hizmet yürüttüğümüz kardeşlerimizle bile gönlümüzce sohbet etmeye, dertleşip gülmeye vaktimiz olmadı ya da buna vaktimizin olmadığını zannederdik.
Ağabeylerimizin tedrisatından yeterince istifade edemedik. O zamanın şartları belki bunu gerekli kılıyordu. “İnsan ibni zamandır” yani “Zamanın oğludur” oysa şimdi bir başka zaman ve mekan içinde bir başka imtihanı yaşıyoruz. Sabırla olan imtihanımızın yanı sıra davamıza daha iyi nasıl bir ivme kazandırırız diye düşünüp tefekkür ederek hizmete kaldığımız yerden devam etmek zorunda olduğumuzu unutmamamız gerekiyor. Tüm bunlarla birlikte hangi zaman ve mekanda olursak olalım şartlarımız ne olursa olsun ilk vazifemiz olan Allah’a kulluk bilincini aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Yapabileceklerimiz üzerine düşünecek çok geniş vakte sahibiz. O yüzden kendini dışarıdan kopmuş zannetme, onlar koştururken sen de yeni projeler üretip kardeşlerine yol gösterebilirsin” diye nasihat etti.
İbrahim 5. koğuşun yaş itibariyle en büyükleri arasında olduğu gibi cezaevinde de İslam’i Cemaat mensupları arasında birçoğundan 4 yıl daha erken yakalanmış ilk kişilerdendi. İlk yakalandığı zaman 22 yaşındaydı o zamanlar daha aktif ve hareketli sayılırdı. Tüm enerjisini İslam’i Cemaatin hizmetine sarf ederken polislerin dikkatine takılmıştı. Bu kadar aktif ve girişken bir dava aşığının, İslam sevdalısının yapacaklarından endişe ettikleri için onu dört duvar arasına mahkum ederek ondan kurtulmaya çalıştıysalar da onlar bilmezlerdi ki kendisini davasına adayan biri için dört duvar İslam’i davalarda olmazsa olmaz bir merhaledir. Mücadele verenlerin merhaba diyecekleri bir yerdir. Bundan dolayı pişmanlık göstermeyeceklerdi.
Cezaevi, İslam’i dava adanı ortaya çıkanların uğrayacakları bir evredir, bunu göze alabilecek kahramanlar bu süreçte davalarını bir adım ileriye taşımış olurlar. Cezaevi süreci aynı zamanda bir eğitim yurdu olarak Yusuf aleyhisselamdan inananlara, mazlumlara kalan bir mirastır. Bu mirasa her devirde sahip çıkan birileri olmuştur.
İslam’i Cemaat mensupları için artık zindan kapıları açılmıştı. Bu süreç zorlu ve meşakkatliydi. Cezaeviyle yeni tanışan genç mücahitleri eğitecek ve burayı medreseye çevirecek bir muallime ihtiyaçları vardı. Allah azze ve celle zindan bahadırlarını eğitecek onlara yol gösterip imtihanlarını hafifletecek sevdiği kullarından biri olan İbrahim’i uygun görmüş olacak ki onun gelişiyle İslam’i Cemaatin cezaevi süreci çok rahat bir şekilde geçmeye, yakalananların rahat ettikleri bir süreçe geçilmiş oldu. İbrahim’in dışarıdaki hizmetlerini devralacak birileri vardı, ama cezaevinde onun doldurdu boşluğu dolduracak bir başkası yok gibiydi. Cezaevi süreci sadece salt eğitim değildi, mahkum psikolojisinden de anlamak, onlarla empati yapabilmek için aralarında olmak, onlardan biri olarak yaşamak gerekiyordu. İbrahim içeriden biri olarak bu açığı çok güzel bir şekilde kapatıyordu.
Günlük ders programları ile İslam’i Cemaat mensuplarının bazı sosyal aktivitelerle de bulundukları ortamdan bir nebze de olsa uzaklaşmayı başarmış olmaları onlara Allah’ın bir lütfuydu. İbrahim sayesinde cezaevine giren birçok İslam’i Cemaat mensubu, dava aşığı İslam mücahidi olup çıkmışlardı. Dışarda bıraktıkları hizmetlerine dört ellen sarılır oluyorlardı.
İbrahim’in havalandırmaya çıkışıyla Yılmaz’ın yalnızlığı kısa sürdü. Buna da şükretti. Bu kadar kısa zamanda kafasını dinleyebildiği için kendisini şanslı bile saydı. Şans demişken, Yılmaz kendisini pek şanslı görmezdi. “Şanslı olsaydım bu genç yaşımda cezaevine düşmek yerine şehit olup Rabbime kavuşurdum” derdi. Pekte haksız sayılmazdı. Cezaeviyle şehadeti kıyas edince fark çok acıktı.
İbrahim, Yılmaz’la volta atarken sormak istediği bir şey varmış da sormaktan çekiniyormuş gibi davranmaya başlamıştı. Yılmaz “Abi sormak istediğin bir şey varsa sorabilirsin” dediğinde çok samimiydi. Yılmaz’ın bu hali İbrahim’i cesaretlendirdi. İbrahim “Az önce okuduğun şiiri kimin için yazdığını merak ettim” dedi utana sıkıla. İslam’i Cemaat mensupları yaptıkları hizmetten söz etmeyi sevmezlerdi. İhlasları bozulur, yaptıkları hizmetlerine riya ve kibir karışmasından endişe ederlerdi. Hizmet sır değildi, sır olan o hizmeti kiminle gerçekleştirdiğindi. Bu dersi de Üstad Bediüzzaman hazretlerinden almışlardı. Yılmaz içindekilerini paylaşmasaydı rahat edemeyeceğini bildiğinden İbrahim’le dertleşmek için “Şehit Abdülkadir için yazmıştım. Şiirde bilerek ismini zikretmedim, ismini söyleseydim bazı gizli kalması gereken şeyler ortaya çıkar diye endişe ettim” dediğinde pek de haksız sayılmazdı. “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” demişlerdi. İbrahim “Madem ismini zikredemiyorsun sende şiir yerine şehitlerle ilgili geniş bir makale yazsan bence daha güzel olur. Biliyorsun burada sırlar fazla gizli kalmaz. Kısa bir süre sonra birileri benim gibi bu şiiri kime yazdığını sorup öğrenecek. Ya da tanıdık biri geldiğinde senin şehit Abdulkadir’in arkadaşı olduğunu söyleyecek. Zaten sırların da ortaya çıkma gibi kötü bir huyu var. Bugün yaptıkların hala bir sırdır şehit arkadaşın sırdır oysa Abdulkadir hakkında merak edilen o kadar çok şey var ki diğer şehitler gibi onun da hakkında birçok şeyi bilmek öğrenmek isteyen gençler var. Bir gün anlatmaya karar verirsen emin ol ki o gün buna en çok sevinenlerden biri ben olacağım. Şehit Abdulkadir’i tanımaktan mutlu olacak o kadar çok kişiyi tanıyorum ki bilemezsin” dedi. Yılmaz “Bunlar aklıma gelmedi değil ben de senden farklı düşünmüyorum bazen kalemi elime alıp Abdulkadir hakkında yazmaya karar veriyorum. Masa başına geçip beyaz kağıt üzerine tek bir kelime bile yazmadan vazgeçtiğim birkaç teşebbüsüm olmadı değil. Abdulkadir’in arkadaşı olmaktan, onunla birlikte hizmet saflarında sırt sırta vererek çalıştığımız anlar benim için gurur vericidir. “Onunla hiç tanıştınız mı?” diye İbrahim’e sorunca “Onu tanımadım, ama hakkında çok şey duydum. Onu tanımadan ona gıpta edenlerden biriyim” diyerek merakını ifade etmeye çalıştı. Yılmaz “Keşke onu tanıyabilseydiniz. Allah azze ve cellenin onu neden genç yaşında kendi katına aldığını daha iyi anlardınız. Onu ben anlatamam” dediğinde duygulanmış içindeki sırların baskısı altında ezildiği belli oluyordu. Artık o sırları içinde tutacak mecali kalmamıştı. Onlarla boğuşmaktan, bastırmaktan sıkıldığı her halinden belli oluyordu. İbrahim “Neden anlatamadığını merak ettim” dediğinde niyeti Yılmaz’ı daha çok konuşturmak için sormuştu bu soruyu. “Çünkü kendimden, nefsimden korkuyorum. Şehidin arkadaşı, Abdulkadir’in yakın dostu olarak tanınmaktan, korkuyorum” diye izah edince İbrahim “Haklısın, İslam’i Cemaat mensupları kahramanlık öyküleri anlatmayı sevmezler. Bizler yaptıklarımızla ön plana çıkmayı hoş görmeyiz. Böyle eğitildik. Doğrusu budur. Ama bazen anlatmak ve şehitlerin hayat hikayelerinde dersler de çıkarmamız gerekmiyor mu? Bizler öyle yaptıklarını sağda solda anlatan gevşek ağızlardan hazzetmediğimiz gibi bu durum bizim amellerimizi de boşa çıkarır. Ama bir şehidi veya onun hikayesini anlatmakta yine de bizim görevimiz değil mi? Tarihe geçen birçok isimsiz kahraman vardır. Hikayesi bilinmeyen, duyulmayan, anlatılmayan… Belki de bu onların tercihidir. Yaptıklarının ebediyen bir sır olarak kalmasını istemiş olabilirler. ‘Allah azze ve celle biliyor ya başkası bilmese de olur’ düşüncesi aslında en güzel şeydir. Belki de olması gereken de budur. O zaman şehitlerden söz etmezsek, onların fedakarlıklarını anlatmazsak nasıl şehadet aşığı oluruz? Bilmediğimiz, tanımadığımız bir arzunun peşinden nasıl koşabiliriz?”diye Yılmaz’a ardı sıra sorduğu sorularla onun kafasını karıştırmıştı.
Şehitlerin kahramanlık hikayelerini, onların yaşamlarından kesitler anlatmak, bilinmeyen kimi özelliklerini yazıp anlatmak benim gibi hikayesi ve kahramanlığı bulunmayan birine kaldı. Bu romanı yazarken Şehitlerin hikayelerini hayranlıkla, şükranla, minnetle ve gıptayla kaleme alıyorum, belki bir gün Rabbim nasip eder de şehit olursam birileri de benim hikayemi yazar belli mi olur.
İbrahim konuyu değiştirmek için “Mahkemen nasıl gidiyor” diye sorduğunda Yılmaz’ın çok rahat konuşabileceği bir konu olduğunu biliyordu. Yılmaz “Mahkeme heyetinin niyeti belli idam istiyorlar ‘Anayasa düzenini yıkıp yerine İslam’i Esaslara dayalı Şeri bir düzen kurmak’ suçundan asılsam da gam yemem. Bu benim için şereftir. Avukatlar ellerinden geleni yapıyorlar, ama bu iş onları aşar. Davalar ideolojik olduğu için hakim ve savcılar Adalet dağıtıcılarından daha çok cumhuriyetin ve laikliğin savunucuları gibi davranıyorlar. Nasıl ki bizler İslam’a teslim olanlar isek, onun savunucusu ve anlatıcısı isek hakim ve savcılar da Laikliğin mensubu ve savunuculuğunu yapıp fikirlerini benimsemeyenleri cezalandırıyorlar. “Bizler İslam’ın askerleriyiz” dediğimiz gibi onlarda “Bizde Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyorlar. Şimdilik iktidar onlardan yana, istedikleri kadar idam versinler ‘İslam için öleceksem iyi kılıçlar alın canımı’ diyen şehitlerin torunuyum” deyip keyifle anlattı.
Yılmaz keyifliydi. Ne var ki anlattıkları İbrahim’in keyfini getirmekten çok bozmuş ve yüzünün asılmasına neden olmuştu. Yılmaz gibi nicelerinin idamla yargılanmaları ona ağır geliyordu. Kendisinin idamla yargılanmasının hiçbir önemi yokmuş gibi… İbrahim, Yılmaz’ın da morali bozulmasın diye “Rabbim hakkımızda hayırlı olanı nasip etsin. Gönül bir an önce buradan kurtulup özgür olmayı, gezip dolaşmayı, yasaklardan kurtulmayı diliyor. Oysa Allah’ın takdiri başka bir şekilde tecelli ediyor. Allah’ın takdirin de hayır vardır. Size de bize de özgür kalacağımız güne kadar sabır ve sebat versin” deyip dua etti. Yılmaz, İbrahim’in bu isteğine şaşırıp “Abi! Siz de buradan kurtulmak istiyor musunuz?” diyerek şaşkınlığını ifade etti. Yılmaz’ın sorduğu soruda ciddi olduğunu anlayan İbrahim “Niye ben insan değil miyim? Benim de duygularım var, dışarıda özlemini çektiğim annem babam, ailem ve kardeşlerim var. Her şeyden önemlisi davam var” dedi. Yılmaz’a göre bazı insanlar cezaevinin demirbaşları arasındaydı. İlk geldiği günden itibaren İbrahim’i cezaevinde gördüğünden onun da cezaevinin demirbaşları gibi ayrılmaz bir parçası sanmıştı. Yılmaz “Ben ilk cezaevine geldiğimde sizin burada büyümüş, ev sahibiymişsiniz gibi hissettiğim için öyle dedim. Yanlış bir şey dedimse hakkınızı helal edin” deyip kendisini affettirmeye çalıştı.
Yılmaz pek haksız sayılmazdı. Öyle düşünen bir tek o değildi. İbrahim abinin cezaevi ile özdeşleşmiş bir hali vardı sanki. Cezaevi olmazsa İbrahim olmayacak, İbrahim abi olmazsa cezaevi de olmayacakmış gibi düşünüyorlardı. İbrahim yine nasihat moduna geçip “Nasıl ki cezaevine girişimiz bir kader iledir çıkışımız dahi kaderdir. Zamanından önce buradan çıkamayız. Allah’ın takdir ettiği vakte kadar buradayız. İstesek de istemesek de Allah’ın hükmünü değiştiremeyiz. O’nun takdir ettiğinin dışına çıkamayız. Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi ‘Kadere itiraz eden başını örse vurur başını kırar’ kadere rıza göstermeyi kabul öğrenmemiz gerek, aksi takdirde zamanın keder ve endişesinden emin olamayız. Allah’ın hükmünün dışında başka bir hüküm olmadığına, gerçekleşmeyeceğine kesin olarak iman edersek, kafamız da gönlümüzde rahat eder. Tevekkül biraz da böyle bir şeydir galiba… Mahkemeler, savunmalar hepsi Allah’ın takdir ettiği Kader'in gerçekleşmesi içindir” dedi. Yılmaz bu nasihatin üzerine ne diyeceğimi bilemedi. Bu kadar sözün ardından tahliyeden, cezaevinden çıkış hakkında konuşmaktan utandı. Konuşmayı keserek volta atmaya devam ettiler. Bazen konuşmadan, sessizce atılan voltalar sırasında kişinin aklına birçok yeni fikir gelirdi. Akla gelen fikirlerle ne yeni bir şey icat ettiler ne de yer çekimini buldular ne de suyun kaldırma kuvvetini buldular.
Volta sırasında genelde Allah’ın ayetleri veya peygamber aleyhisselamın sözlerini düşünüp tefekkür ederlerdi. Tefekkür sayesinde birçok hakikatin sırrına vakıf olmuşlardı. Onların hazinesi hakikatti. Onu aramak, bulmak için çırpınıyorlardı.
Voltanın cezaevinde kendine göre kuralları ve raconu olan bir tur atma şekli vardı. Cezaevinde bulunan her grubun kendisince belirlenmiş bir volta raconu olurdu. Adli mahkumlar için volta atmanın katı kuralları vardı. Neredeyse her grubun kuralları kendi yaşam şekline göre belirlenmiş durumdaydı. Adli mahkumlar arasında volta atmakta geçerli olan bir hiyerarşi bile vardı.
İslam’i Cemaat mensupları arasında ise hiyerarşiden söz bile edilemezdi. Onların arasında sevgi ve saygı esastı. “Mahkumun sazına sözünü ve çayına karışılmaz” diye cezaevine has bir deyim bile söylemişlerdi. Cezaevinde volta atma zevki İstanbul’da boğazın güzelliği ve huzur verici atmosferinden farksızdı. Volta atmanın öyle aham şaham bir yönü yoktu. Cezaevindeki odaların bir bölümü olan daracık, yüksek duvarlarla örülmüş bir alandan başka bir şey değildi. Bulundukları koğuşlarının havalandırmasında bir aşağı bir yukarı mekik dokumaktır volta atma. Bu durum bazen saatlerce bile sürebilirdi. Bazen tek başına, bazen de birkaç kişiyle tempolu bir yürüyüş ile atılan voltanın mahkuma ne kadar iyi geldiğini, iyi hissettirdiğini anlayabilmek için onların ruh halini bilmek gerekiyor galiba.
Volt atmanın belli bir sayısı yoktu. Havalandırmanın genişliği kadar kişinin volta atabileceği gibi, bazen de koğuştakilerin mevcutlularına göre üçer, beşer gruplar şeklinde de volta atabilirlerdi. O an için kimin canı nasıl isterse öylesine gelişen bu usul İslam’i Cemaat mensuplarına aitti.
Sedat, İbrahim ve Yılmaz’a selam verip “Özel bir şey konuşmuyorsanız gelebilir miyim?” diye teklifte bulununca İbrahim “Özel bir şey yok gelebilirsin” deyince Sedat da onlara katılıp voltalarına ayak uydurdu. Birlikte volta atsalar da düşünceleri onları farklı yerlerde dolaştırıyordu. Ne düşündüklerini bilmek ve anlamak için onların zihinlerinde olmak gerekiyordu.
Düşüncelere dalmak için illa ki yalnız olmak gerekmiyordu. Kalabalık içinde de yalnızlığı öğrenmişlerdi. Çay faslından sonra havalandırma kalabalıklaşmaya başladı. Sanki çay faslından sonra volta atmak mecburiymiş gibi çayını bitiren havalandırmaya çıkmıştı. Havalandırmaya çıkanlar yeni volta grupları oluşturdular. Sohbet edenler, belli bir konu hakkında müzakere edenler, havadan sudan konuşanların her birinin sesi birbirine karışsa da odaklanınca bir sorun olmuyordu. Gök kubbenin altında dört duvar arasında bir araya gelen insanlardan farklı sesler gökyüzüne yükseliyordu.
Havalandırmaya çıkan Süleyman volta atanlara önce bir baktı. Sohbet eden grup çekici geliyordu. Müzakere edenler “Gel bize katıl” diye Süleyman’ı davet etmelerine rağmen Süleyman’ın gözü sessizce volta atanlara takıldı. İbrahim abinin olduğu sessizler grubuna katılmak için yanlarına gelip selam verdi. Selamını alan İbrahim ve diğerleri Süleyman’ın kendilerine katılmasına aldırmadan tempolu yürüyüşlerini sürdürdüler. Bu gruba katılanlar da konuşma yasağı varmış gibi susuyorlardı. Süleyman “Şehitleri anma şiir ve makale yarışması için hazırlık yaptınız mı?” diye ortaya bir soru atıp yasağı bozdu.
Süleyman’ın sorduğu sorudan daha çok konuşup sessizliği bozdu için gruptakilerin sert bakışlarına maruz kaldı. Yılmaz “Yine aynı konu, başa geri döndük” diye içinden geçirdi. Bu konu hakkında daha fazla konuşmak istemiyordu. Bazı şeylerin çok konuşulmasından rahatsız olan bir hali vardı. O yüzden olsa gerek bu sohbete katılmak istemediği için gruptan müsaade isteyip ayrılarak koğuşa geçti.
Şimdi Üç kişi kalmışlardı. Süleyman, Yılmaz’ın ayrılışı yüzünden “Yanlış bir şey mi sordum” diye İbrahim’e sordu. İbrahim “Yılmaz’ın canı biraz sıkkın üzerine gitmeyin” deyip Yılmaz mevzusunu kapattı.
Cezaevinde insanın morali mevsimler gibi geçişlidir. Ne zaman ilkbaharı ne zaman kışı yaşadığını bilemezsiniz. Bir anı bir anıyla benzemez. Ortam ve şartlar değiştikçe o da değişirdi. Mahkumun neye ne zaman tepki vereceği belli olmazdı. Keyfi, neşesi yerindeyken yaz mevsimi gibi sıcak ve hoş sohbet olurdu. Hatırladığı bir anı veya aklına düşen dışarıdaki sevdikleri yüzünden sonbahara geçer, onlardan güzel ve iyi haberler alınca da ilkbahardaymış gibi içindeki umutlar tekrar yeşermeye başlardı. Kötü bir gün geçirdiğinde ise kış gibi soğuktur. Bazen öyle bir gerilir ki öfkesinden sesi gök gürültüsünü andırır olurdu. Zararsızdır, ama heybeti korkutucudur. O moddayken kendisi ile diyaloğa geçmenize izin vermez. Sakinleşmesini, durulmasını beklemekten başka çareniz yoktur. Bazı yerlerde kışlar uzun sürer…
Mahkumlarında kışları farklıdır, ne zaman biteceğini Allah bilirdi. Bazen de bir mucize olur kara bulutlar dağılır, gökyüzü berraklaşır, güneş ışınları kışta olmasına rağmen yine de insanın içini ısıttığı gibi mahkumun donan kanını da ısıtırdı. Onu tekrar hayata döndürür. Aklı başına yeni gelmiş gibi tekrardan o neşeli ve sevecen haline dönüverirdi. O an öfkesinden, kışından eser kalmaz olurdu. Kış içinde baharı yaşardı. Gülen gözlerine ve neşesine şaşıranlar az önceki kişi ile bu kişinin aynı olmasının mümkün olmadığını iddia etseler de pek haksız sayılmazlardı.
Süleyman “İbrahim abi! Sen bir şey hazırladın mı?” diye daha kişisel bir soru sordu. İbrahim “Beni jüri üyeliğine seçtiler. Bu durumda katılmam doğru olmaz” dedi. Sedat “Abi senin yazdığın bir şey varsa bana ver ben katılayım” deyip birlikte güldüler.
İbrahim’in kaleminin güçlü olduğunu bilmeyen yoktu. Özellikle de şiire ilgi duyuyor ve yazıyordu. Şehitler hakkında birkaç bestelenen şiiri olduğu halde bunu pek kimseyle paylaşmak istemiyordu. “Yazdığım şiirler ileride kitap haline gelirse o zaman okursunuz” deyip yazdıklarını okutmazdı. Sahip olduğu bilgi ve kültürel birikimiyle nasıl şeyler yazdığı hep merak konusu olmuştu.
Süleyman “İbrahim abi! Bu şehitleri anma şiir makale yarışması fikri nasıl ortaya çıktı biliyor musunuz?” diye sordu. İbrahim, İslam’i Cemaat mensuplarından cezaevine girenlerden ilki sayıldığı için birçok şeyden haberdardı. Süleyman’ın sorduğu sorununda muhatabıydı. Bunu cezaevinde bilmeyen yoktu. Cezaevindeki birçok uygulamanın da fikri ona aitti. İbrahim “Öyle bir soru sordun ki bunun nasıl ortaya çıktığını anlatmam için ilk önce sana cezaevindeki ilk günlerimizden söz etmem gerek, bu da ayaküstü anlatılacak bir konu değil” deyip Süleyman’ın sorduğu soruyu geçiştirmek istedi. Süleyman ondan inatçıydı “Eğer sakıncası yoksa bir ara hem eski günleri hem de programların nasıl ortaya çıktığını bize anlatabilir misiniz?” diye sormaya devam etti. Sedat “Süleyman haklı abi” deyip arkadaşını destekleyip “Biz cezaevine geldiğimizde hazır kurulu bir düzen ve program bulduk. Dersler, programlar, yemek, çay, spor, yarışmalar, etkinlikler vs. kısacası bunları nasıl sistemli bir hale dönüştürmeyi başardığınızı merak ediyoruz. Yarın bir başımıza kaldığımızda sizin gibi bir düzen kurmamız için anlatacaklarınız bize ilham olabilir” deyip Süleyman’la benzer duygu ve merakı paylaştığını itiraf etti. İbrahim kardeşlerinin bu haklı taleplerine sessiz kalamadı. Öne sürdükleri sebepleri hakikatin ta kendisiydi. Sedat’ın iyi bir gerekçe sunduğunu kabul ettiğinden olsa gerek “Peki o zaman bu akşam yatsıdan sonra oturur aklınızda merak ettiğiniz ne varsa sorup öğrenirsiniz. Bildiklerimi sizinle paylaşırım” deyip onları sevindirdi. Süleyman hiç vakit kaybetmeden volta atan diğer gruplara “Duydunuz mu? İbrahim abi bu akşam yatsıdan sonra cezaevi sürecinin ilk günlerini anlatacak, kimin merak ettiği bir şey varsa not alsın böyle bir fırsat bir daha ele geçmez” deyip sevincini paylaştı.
İbrahim bir şey demeden volta atan arkadaşlarından müsaade isteyip gruptan ayrıldı. Yatakhane bölümündeki ranzasına uzanıp cezaevine ilk geldiği günü ve ardından geçen yılları düşünüp gözlerinin önüne getirdi. Bilgilerini tazeledi. Akşam anlatacağı şeyleri gözden geçerdi. Cezaevi serüvenini düşündükçe efkarlandı. Dört yıl boyunca cezaevine girip çıkan nice kişiler ve onlardan geriye kalan bir o kadar hatıra ve anı vardı. Bazı anıları silinmek üzereydi. Hatırlamayınca, ara sıra ondan söz etmeyince kırılıp silinmek isteyen anılardı bunlar. Hafıza bile onları hatırlamakta zorluk çekiyordu. Dört yıl boyunca biriken sayısız hatıra ve anı içinde unutamadığı bölümlerde yok değildi. Aklından çıkaramadığı kimi anıları her an yaşıyormuşçasına sürekli yad edip duruyordu. Özlemle yad ettiği için her zaman taze ve güncel kalan hatıralardı bunlar. Akşam bu anılarından da söz etmek için onları süzgece vurup eledi. Anlatamayacağı özel kişisel bölümleri kendine sakladı. Onları anlatamazdı. Akşam anlatacağı cezaevi serüveninde Selahattin ağabeyden de söz etmesi gerektiğini biliyordu. Onunla geçen anılarını hiç unutmuyordu. Selahattin ağabeyin altın öğütleri hala kulağında çınlar dururdu. O tatlı sesi her gün yeniden işitmek için tefekkür saatini iple çekerdi.
Selahattin ÜRÜK ağabeyin ilk cezaevine gelişi ve onunla geçen günlerini asla unutmadı. Onun gelişiyle birlikte cezaevinde yaşanan heyecanı hala dün gibi hatırlıyordu.
Cezaevi her zaman ki gibi haraketliydi. Girip çıkanların oluşturduğu bir sirkülasyon vardı. Cezaevindeki İslam’i Cemaat mensupları ise o gün başka bir heyecan yaşıyorlardı. İbrahim görüşçüleri aracılığıyla aldığı duyuma göre Selahattin ağabey yakalanıp gözaltına alındığını duyduğu andan itibaren gülmeyi unutacak kadar kendisini kötü hissetti. Selahattin ağabeyin yakalanması dışarda mücadele veren kardeşler için ne denli zor olacağını düşünüp durmuştu. Tutuklanma haberinin yayılmasının ardından o zaman cezaevinde sayıları on bir olan İslam’i Cemaat mensuplarından her biri farklı bir heyecan yaşamıştı. Selahattin ağabeyi tanımayan Yakup “Hayırdır neden bu kadar seviniyorsunuz? Bir kardeşimiz yakalanmış siz neredeyse bayram yapacaksınız” diye arkadaşlarına çıkışınca İbrahim “Selahattin ağabeyin yakalanmasına sevinmiyoruz. Onun buraya geleceğini düşündüğümüz için heyecanlıyız. Selahattin ağabeyi tanıdığında benim ne demek istediğimi daha iyi anlarsın” deyip Yakup’a izahat getirmeye çalıştıysa da Yakup yapılan izahattan tatmin olmadı.
Selahattin ağabeyin yakalanmasının ardında iki hafta gibi bir süre geçtiği halde henüz gözaltından çıkarılmamıştı. Akıbetinden endişe etmeye başlamışlardı. Tutuklandığını bilenler gözaltında neler yaşayabileceğini bildiklerinden Rablerinden ona yardımcı olması için sürekli dua edip duruyorlardı.
Bir Cuma günüydü. Cezaevindeki İslam’i Cemaat mensupları ikindi namazlarını mescide çevirdikleri üst katta kılıp ardından tesbihat ve duaya geçmişlerdi. İbrahim “Selahattin ağabeye dua edelim” diye arkadaşlarından talepte bulundu. Dudaklardan Rabbe yükselen mırıltılar kalpte saklı olanları taşıyordu. İhlas gibi gizliydi o sözler.
Henüz duaları bitmemişken bulundukları koğuşun mazgalı açıldı. Tanıdık ve aşina oldukları nöbetçi gardiyanın sesi on beş santime on santim mazgaldan “İbrahim Hoca! Yeni bir misafiriniz var” diye bağırdığında gardiyanın sesi koğuşta yankılandı. Rablerine açtıkları elleriyle yüzlerini mesedenler telaş ve heyecanla üst kattan alt kata uçarcasına indiler. Yakup hala ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Üst katta yalnız kalınca o da arkadaşları gibi aşağıya indi. Koğuş kapısının önünde heyecanla bekleyenler gelecek olan kişinin Selahattin ağabey olacağını sezmişçesine sabırsızlanmışlardı. Gözler koğuş kapısının açılmasını beklerken Yakup “Sizi gören bir kardeşimiz yakalanmamış da ziyarete gelen bir ağabeyimizmiş zanneder” diye söylediyse de o an onu dinleyen olmadı. Yaşadıkları heyecan yüzünden kulakları Yakup’un sözlerine kapanmıştı.
Selahattin ağabey cezaevi koridorundan 4. Koğuşa doğru gelirken etrafına bakındı. Ona yol gösteren gardiyana “İslam’i Cemaat mensuplarının kaldığı koğuşa gidiyoruz değil mi?” diye sordu. Gardiyan heybetinden ürktüğü bu cemaat mensubuyla ters düşmemek için doğruyu söylemek zorunda olduğunu biliyordu. Cezaevinin bin bir türlü entrikası ve hilesi vardı. “Seni koğuşa götürüyoruz” diyerek müşahedeye götürmelerden tutunda beş altı gardiyanın hazır beklediği odaya götürülüp “Hoş geldin” bahanesi adı altında atılan dayakla verilen gözdağı dahil olmak üzere nice oyunları oynanıyordu. Selahattin ağabey cezaevi hakkında çok şey bildiğinden tedbirli davranmak için bu soruyu sormuştu.
Gardiyan, Selahattin ağabeye bir şey söylemeden onu 4. Koğuşun kapısına kadar getirmeyi başarmıştı. Demir kapının üzerindeki 4. Koğuş yazısını okuyan Selahattin ağabeyi de bir heyecan sardı. Gardiyan kapıyı açıp kenara çekildi. Koğuş kapısının açılmasıyla İbrahim daha fazla dayanamayıp koğuştan çıkıp Selahattin ağabeyi dışarda karşılayıp “Hoş geldin ağabey” deyip ona sımsıkı sarılıp musafaha ettiler. Koğuşta kalanlarında çıkmak istemesiyle gardiyan “Siz çıkmayın zaten hocanızı size getirdik. İbrahim! Arkadaşınızı içeri alın” diye sitem edince Selahattin ağabey 4. Koğuşun kapısından içeri adımını attı.
Koğuşun içinden yükselen “Hoş geldin ağabey” kelimelerinin kime ait olduğunun bir anlamı yoktu. Selahattin ağabeye sarılıp onunla musafaha edenlerin yüzlerinde bir sevinç vardı. Yakup en arka sırada arkadaşlarının yaşadıklarına hayret etmeye devam ediyordu. Selahattin ağabeyle musafaha sırası kendisine gelince onu bir titreme tuttu. Bu korku değildi. Saygıdan kaynaklıydı. Selahattin ağabey onun kardeşiydi. Ondan zarar gelmeyeceğini çok iyi biliyordu. Titremesini Selahattin ağabeyin heybetine verdi.
Selahattin ağabeyi yukarı kata çıkarıp oturması için en güzel minderi serip etrafında halka kurdular. On bir kişilik koğuşun on ikincisi olmuştu. Yusufi medreseye on iki kardeşten biri olan Yusuf gibi girmişti. Selahattin ağabeyin etrafını saran meraklı gözler onun ağzından çıkacak kelimeleri bekliyorlardı. On bir yıldız güneşin etrafında küme olmuş gibi onu sarmışlardı. Selahattin ağabey etrafını saran gençlere bakınca yüreği parçalandı. Gencecik ömürlerini İslam davasına adayan bu gençlere gıpta etti. Onların yaşında ve onların yerinde olmayı o kadar çok istiyordu ki…
“Şimdi bu gençlere ne söyleyeceğim” diye içinden geçirdi. Sözle değil yaşantıları ve fedakarlıklarıyla kendilerini kanıtlamış olan bu gençlere hangi sözü söyleyebilirdi ki… O anda aklına gelen “Allah’ın öyle erleri var ki, Allah onları sever onlar da Allah’ı sever” ayetini okudu. Bu ayet gençlere çok güzel uymuş olmasına rağmen her biri edeplerinden dolayı başlarını önlerine eğdiler. Allah için yaptıkları hizmetten dolayı kimseden iltifat ya da teşekkür beklemiyorlardı. Bu kişi Selahattin ağabey bile olsa. Allah’ın rızası onlar için yeterliydi. Selahattin ağabeyin niyeti onları utandırmak olmasa da başlarını önlerine eğmiş olmalarına üzüldü. Selahattin ağabey “Kaldırın başınızı. Sizler bu ümmetin medarı iftiharısınız. Nerede olursanız olunuz başınız her zaman dik olsun. Allah’ın davasını omuzlamış siz gençlerin başı asla yere düşmemeli. O başlar ancak secde halinde yere kapanmalı” diyerek onların eğilmiş başlarını tekrar kaldırmalarını sağladı. Selahattin ağabey gençlerin hal hatırını tek tek sorduktan sonra tanımadığı birkaç kişiyle de yakından ilgilendi. Sıra Yakup’a geldiğinde “Nasılsın” diye sorduğunda Yakup’un nutku tutulmuştu. Selahattin ağabey karşısından dili tutulmuş olmasına hem kendisi hem de arkadaşları şaşıp kaldı. Yakup’un bu halini beğenseler de Selahattin ağabeye cevap vermesi gerektiğini biliyorlardı. Yakup “İyiyim ağabey” dediğinde sesi çok cılız çıkmıştı. Selahattin ağabeye hayranlığından konuşamıyordu. İbrahim’in ne demek istediğini yeni anlıyordu. Selahattin ağabeyin sıradan biri olmadığının farkına varmıştı. Ondaki bir şey kendisine hayran olmasına yetmişti. Onun kim olduğunu şimdiden merak etmeye başlamıştı bile.
Selahattin ağabey gençlerle biraz sohbet ettikten sonra ikindi namazını kılıp onun için hazırladıkları ranzaya geçip biraz dinlenmek istedi. Gördüğü işkenceleri gençler sayesinde unutmuştu. Acıları hafiflemiş bir halde yatağına uzanınca vücudundaki izler ağrımaya başladı. Ağrılarından dolayı şikâyetçi değildi. Onların kısa bir süre sonra son bulacağını biliyordu. O anlık ağrıların gelip geçici olduğunu bilse de düşünmesine engel oluyorlardı. Biraz uyumaya karar verdi. Gözlerini kapatınca yorgunluktan olsa gerek hiç adeti olmadığı halde hemen uykuya daldı.
Mehmet’in akşam ezanı sesiyle uyandı. Şimdi kendisini daha rahat hissediyordu. Ağrıları neredeyse kalmamış gibi kalkıp abdestini almak için aşağıya indi. Suyun yüzüne çarpmasıyla birlikte kendisine geldi. Suyun hayat olduğunu bir kez daha gördü.
Yukarı çıkıp akşam namazı için hazırlanırken İbrahim, Selahattin ağabeyin öne geçmesini rica ettiyse de Selahattin ağabey bunu kabul etmedi. Zira kendisini bu gençlerden üstün görmüyordu. Belki tam aksiydi. Gençleri kendisinden daha takvalı ve ihlaslı olarak gördüğünden İbrahim’in imamlık teklifini kabul etmedi. Akşam namazı için öne geçen İbrahim utana sıkıla namazı kıldırdı.
Yenilen akşam yemeğinin ardından Selahattin ağabey ile İbrahim baş başa konuşmak üzere üst kata çıktılar. Yakup’un çay servisi dışında onları rahatsız eden olmadı. Saatlerce konuşup cezaevi ve arkadaşları hakkında bildiklerini Selahattin ağabeyle paylaşan İbrahim bundan böyle koğuşun sorunlarıyla ve kardeşlerin dertleriyle Selahattin ağabeyin ilgilenecek olmasından memnundu.
Yeni bir güne uyandıklarında 4. Koğuşun havasında hissedilir bir farklılık vardı. Kahvaltı sofrası bile diğer günlere göre daha bir değişikti. Selahattin ağabeyin isteği üzerine kardeşlerin iyi beslenmeleri adına kahvaltı çeşidi çoğaltılmıştı. Kahvaltının ardından Selahattin ağabey koğuşta bulunan on bir kişiyle birebir ilgilenip onları dinlemek için her biriyle havalandırmada volta atıp durdu. Günün sonuna geldiğinde ise yorgun ve bitkin düşmüştü. Namaz ve akşam yemeği dışında gün boyu ayakta kalmıştı.
Cezaevi idaresiyle görüşüp 39. Koğuşa geçtiler. Kaldıkları koğuş on kişilik olduğu için onlara dar gelmeye başlamıştı. Bu yüzden koğuş değiştirdiler. Yeni koğuşlarını temizleyip düzenlerini kurduktan sonra sırada Selahattin ağabey İbrahim’le birlikte oluşturdukları ders programını açıkladı. Sabah sayımından sonra kahvaltı, ardından saat 9:00 Risale 10:00 da Arapça öğle yemeğinden sonra derslerin müzakeresi ikindi namazından sonra ise Kur’an-ı Kerim okunacak şeklinde ilan etti. Ayrıca her Perşembe koğuşun penceresinden yüksek sesle Çevşen okunmasına ve hafta sonları ise düğün yapmaya karar verdiler.
Ders dışında Selahattin ağabey fırsatını buldukça arkadaşlarıyla bire bir ilgilenip onların sorunlarıyla yakından alakadar olmaya çalıştı. Onları dinleyen ağabeyleri aynı zamanda kardeşlerinin kendilerini daha iyi yetiştirebilmeleri içinde onlara yardımcı olmaya çalışıyordu. On bir kişinin de kendilerine has özellik ve kişilikleri vardı. Yeteneklerini ortaya çıkarıp onların kabiliyetlerine göre sorumluluk vermesi ise gençleri heyecanlandırmıştı. Kimisi yeteneğine göre bazı yazıları kaleme alırken kimisi de cezaevi idaresiyle görüşmelerdeki kabiliyeti sayesinde cezaevindeki İslam’i Cemaatin temsilciliğini üstlenip cezaevi nezdinde kardeşlerinin hakkını taleple görevlendirildiler.
Cezaevi, İslam’i Cemaat mensuplarıyla şenlendikçe idare tarafından daha çok göze batar oldular. Özellikle de perşembe akşamları ve hafta sonu yapılan sesli ilahi ve marşlar eşliğindeki düğünler idarenin gözünden kaçmamıştı. Birkaç defa bunları önlemek adına yaptığı tehditlerin dikkate alınmadığını görünce durumu kabullenmek zorunda kalmıştı.
Dört duvar arasında kalmak sorun değildi, önemli olan kiminle kaldığındı. İbrahim, Selahattin ağabeyle geçirdiği günlerini düşündükçe o zamanlar cezaevinde olduğunu bile hissetmemişti. Cezaevindeki kardeşlerini Allah için seviyordu. Ne var ki her bir kardeşi Allah yolunun fedaileri de olsalar gönül bazılarını daha çok sevip muhabbet etmekten hoşlanırdı. Öyle dostların varlığı dört duvar arasında ki sıradan sıkıntıları unutturma yetiyordu. O dostlardan biri ve belki de en önemlisi Selahattin ağabeydi. Cezaevinde kaldığı on ay boyunca onunla ilgili nice güzel anıları vardı.
İbrahim geçmişe dalıp orada kalmıştı. Selahattin ağabeyden bir kez daha ayrılmak istemiyordu. Annesinden ayrılmak istemeyen çocuğun annesinin eteğine tutunduğu gibi Selahattin ağabeyle olan anılarına tutunmuştu. Mazinin o anında kalmak istiyordu, dostla birlikte olmanın verdiği o eşsiz hazdan kopmamak için direniyordu. “Dostlarla birlikte cezaevi cennetten bir yerdir” diye söylenen sözü hatırladı. Selahattin ağabeyle cezaevinde olduklarının farkına bile varmadılar. Sevdikleri müderrislerinin dizi dibinde talim gören çocuklara dönmüşlerdi. Kısa bir süre de olsa tadı hala damaklarındaydı. On ayın nasıl geçtiğini anlamadan, göz açıp kapayıncaya kadar bitmiş, geride kalmıştı. Cezaevinde Selahattin ağabey bir rüzgar gibi esip geçmişti. O günler güzel oldukları kadar yokluğu da o denli hüzünlü oldu.
İbrahim’in gözleri dolmuş birkaç damla gözyaşı yanaklarından süzülüp sakalına takılmıştı. Kimseler görmediği için rahattı. Gözlerinden gelen yaşları silmesine gerek yoktu. Bu yakıcı suyun yüreğine düşmesindense sakalına düşmesine müsaade etti. Yoksa Selahattin ağabeyden sonra onsuz cezaevinde dayanamayacağını biliyordu. Tek tesellisi Selahattin ağabeyin dışarıda İslam’i Cemaatin çalışmalarının başına olduğunu bilmesiydi. Dışarıdaki insanların ve İslam’i Cemaatin ona cezaevinde bulunanlardan daha çok ihtiyaçları vardı. Onun gibi değerli ve kıymetli birinin dört duvar arasında olmasının hikmetini tahliye olduktan sonra fark ettiler. Allah azze ve cellenin işindeki hikmeti anlayabilmek için yılların geçmesi gerekiyormuş. Selahattin ağabey zamanında cezaevinde atılan tohumların semeresini görünce Allah’a şükredip “Senin her işin hikmetledir. Ben anlamasam da bu Senin hikmetine zeval vermez” deyip ranzasından çıktı.
- koğuşta yaşanan heyecan görülmeye değerdi. Akşam çok önemli bir sunum yapılacağı için heyecanlıydılar. Sabırsızlıkla akşamın olmasını bekliyorlardı. Oysa cezaevinde akşam vakitlerini, gece saatlerini ve karanlığı pek sevmezlerdi. Akşam demek havalandırma kapısının kapanması demekti. Bunu bugün umursayan yoktu.
Şehmus sevincini 5. koğuşta bulunan Mustafa’yla paylaşmak için iki koğuş arasındaki duvara sertçe birkaç yumruk vurdu. Bu onların haberleşme işaretiydi. Odalar arasındaki iletişimin ilk sinyali, güçlü ve sert çalan duvar sesi oluyordu. İki koğuş arasındaki konuşmanın gerçekleşebilmesi için duvarın en zayıf yerinde küçük bir delik açılmıştı. Tek gözün görebildiği kadar geniş olan bu delikten sözler ve kelimeler rahatça gidip geliyordu, diyalog rahatça sağlanabiliyordu. Cezaevi idaresinin de dikkatini çekmemesi için deliğin büyütülmemesi isabetli olmuştu. Şehmus’un işaretine cevap veren Mustafa duvardaki deliğe gelip selam verdi. Şehmus heyecandan selamına karşılık vermeden “Bugün ortağın İbrahim abi bize cezaevinin ilk yıllarını anlatacak” diye bir çırpıda söyleyiverdi. Mustafa “Ona Selahattin ağabeyi sorun, onunla ilgili anıları çoktur, size ondan söz ederse istifade edebilirsiniz” diye fikir verdi. Şehmus daha çok heyecanlanıp “Selahattin ağabeyi anlatır mı?” diye hayretle sordu. Mustafa kendinden emin bir şekilde “Siz İbrahim abiye neyi sorarsanız size mutlaka cevap verir” diyerek ortağının ne kadar iyi tanıdığını göstermiş oldu.
İbrahim’in üç dosya ortağı vardı 1992’de yakalandıklarında üçü birlikteydi. O günden itibaren de kader birliği etmişçesine birliktelikleri devam ediyordu. İçlerinde yaş ve bilgi açısından İbrahim’in farkı çok açıktı. Cezaevi şartları içinde İlk zamanlar birlikte kaldılarsa da daha sonraki süreçlerde farklı odalarda kalmaya, bilgi ve birikimlerini başkalarıyla paylaşmaları için ayrıldılar. Şimdiki gibi üç ortağın her biri bir başka koğuşta kalıyordu. Bu böyle uygun görülmüştü. İslam’i Cemaatin fertlerinin en güzel özelliklerinden biri de itaat şuuruydu. Ağabeyleri tarafından kendilerinden istenilen şey ister hoşlarına gitsin ister gitmesin itaat edip “İşittik ve itaat ettik” deyip gereğini yerine getiriyorlardı.
Onların itaat anlayışı körü körüne bağlılık değildi, kimse kimseye zorla bir şey yaptıramazdı, ama işin içinde sevgi ve saygı varsa o zaman işler değişirdi. “Dost hatırına çiğ tavuk bile yenir” dedikleri türden sevdikleri İslam’i Cemaatin prensipleri ve dava kardeşleri için çiğ tavuk yemeğe razıydılar. Onlara bunu yaptıran güç Allah azze ve cellenin rızasını kazana bilme umuduydu.
Akşama az bir zaman kalmıştı, İbrahim’in akşam yapacağı sohbet diğer sekiz koğuşta da duyulmuş, onlar da “İbrahim abi ne anlatacak” deyip merak etmeye başlamışlardı. İbrahim’in akşam yapacağı sohbette sorulması için diğer koğuşlardan 4.koğuştaki arkadaşlarına özel sorular geliyordu. Sorular, top diye tabir edilen plastikten yapılma not taşıyıcılarıydılar. Havalandırma duvarlarının üzerinden atılan bir başka iletişim aracıydı. Merak ettikleri soruları İbrahim’e sormaları için küçük bir istekte bulunuyorlardı. Daha şimdiden yüzden fazla soru oluşmuştu. “Meğer ne kadar meraklı kişi varmış da haberimiz yokmuş” diyen Yılmaz oldu. Merak edilen soruların büyük bir çoğunluğu Selahattin ağabey hakkındaydı.
Vakit yaklaştıkça İbrahim ve koğuş arkadaşlarının heyecanı da artıyordu. Birazdan öğrenecekleri bilgiler belki de hayatlarının mihenk taşını oluşturacaktı. Ya da sıradan bir hikaye dinleyeceklerdi. Aslında sıradan hikaye diye bir şey yoktu. Her bir İslam’i Cemaat ferdinin hayat hikayesi başlı başına hikmetlerle ve mücadele ile doluydu. Onların çoğu kendi hikayelerinden başka heyecan ve ibretlik hikayeler dinlemeyi severlerdi. Yatsı namazının ardından beklenen vakit gelmişti. Üst katta, yatakhanede, ranzaların yan yana dizildiği bölümde herkes yerini alıp rahatça oturabilecekleri şekilde yerlerine yerleştiler. Yatakhane bölümü ders ve namaz için kullanıldığı gibi bazen böyle özel sohbetler için de burada toplanırlardı. Yatakhane bölümü aynı zamanda mescid olarak da kullanılıyordu. Sohbet esnasında herkes rahat edebilmek için ranzalarının ayak bölümüne sırtlarını incitmesin diye baş yastıklarını bırakırlardı. Sırtlarının incinmemesi içini yapabilecekleri en iyi yöntem buydu. Sohbet başlamak üzereydi. İbrahim arkadaşlarını göz ucuyla süzüp eksik olan var mı diye baktı. Eksik biri olunca onu beklemek edeptendi. Herkes yerini almış heyecanla İbrahim’in konuşmasını bekliyorlardı. Nefesler tutulmuş, çıt çıkarmadan İbrahim’in anlatacaklarını kaçırmamak için kulaklarını iyice açmışlardı. İbrahim arkadaşlarının hazır olduğunu görünce başlamak için sünnet olan besmele hamdele ve selvelenin ardından kısa bir süre okudu. Ardından merakla beklenen sohbete giriş yaparak “İslam davasına gönül veren Müslümanlar ilk günden itibaren küfrün saldırılarına maruz kalmışlardır. İlk dönemlerde Müslümanları dinlerinden döndürmek için başlayan işkenceler ve ardı arkası gelmeyen baskı ve eziyetlerde kısmı fayda görmüş olsalar da gerçek manada iman etmiş olanların imanlarını artırmaktan öteye geçmeyen işkenceler, günümüzde aynı tempoyla uygulanmaya devam ediyor” dediğinde arkadaşlarına baktı. Kendini can kulağıyla dinlediklerini görünce konuşmasına kaldığı yerden devam etti. “Günümüzde birçok İslam’i grup ve cemaat mücadele arenasında ellerinden geleni yapıyor. Mensubu bulunduğumuz İslam’i Cemaat ferdi olarak bizler de elimizi taşın altına koyup, kutlu İslam davası için ateşten gömleği üzerimize geçirdik. Bugün burada oluşumuzun tek nedeni Allah rızası için, İslam adına yaptığımız hizmetlerden dolayıdır.
İnananların cezaevini medreseye çevirme geleneği Yusuf aleyhisselam ile başlamış Üstad Bediuzzaman’la da bize kadar ulaşmıştır” dediğinde cezaevine yeni gelen birkaç kişi koğuşun giriş kapısının tam arkasında girenleri karşılayan “Bizi medrese-i yusufiye getiren Allah’a hamdolsun” yazısının hikmetini yeni anlıyorlardı. Bir geleneği temsil ettiğini düşünmemişlerdi. Öylesine “Ortama uyan güzel bir söz” deyip üzerinde düşünmüşlerdi. İbrahim konuşmasını sürdürmek için “İslam’i dava fertleri olarak bir zamanlar yakalanıp cezaevine konulan arkadaşlarımız adli koğuşlarda kalıyorlardı. O zamanlar ne adımız ne de sanımız vardı. Bize “Sofi” derlerdi. Hareket olarak bilinmiyordu. Bu yüzden ne devlet nezdinde ne de halk arasında dikkate alınmıyorduk. Bu yüzden yakalanan arkadaşlarımız da diğer adli mahkumlar gibi muamele görürlerdi. Ne zaman devlet bizi “Terör” listesine aldı işte o zaman cezaevine düşen arkadaşlarımızı artık adli koğuşlara bırakmaktan vazgeçtiler. İlk kez kendi başımıza kaldığımız koğuşlarda ne yapacağımızı pek bilmiyorduk. Cezaevi kültürümüz ve deneyimimiz yoktu. Cezaevi denilince aklımıza daha çok 80’li yıllarda askeri darbenin ardından yaşanan zulümler geliyordu. Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi insanlık dışı zulüm ve işkencenin yeri olarak nam yapmıştı. O zamanlar bu mekanlarda her türlü görüşten gruplar solcular, ülkücüler, muhafazakar dindarlar olmasına rağmen muhafazakar dindarlardan pek söz eden olmuyor. Onların çektiklerini anlatan yok gibi…
Cezaevi her zaman İslam’i mücadelelerinden dolayı tutuklanmış Müslümanları ağırlamış olsa da cezaevine giren İslam’i gruplar bu mekanı medreseye çevirmekten, ondan yeterince istifade etmekten uzak kalmışlar. Cezaevleri daha çok sol görüşçülerin organize olup seslerini yüksek perdeden dile getiren bir yer olmuş. Cezaevi onların marş, slogan ve söylemlerini dinledi. Öyle ki kalbi olmayan taş duvarlar dahi onlara teslim olup, imkan ve olanaklarını onların kullanıma sunar hale gelmiş. Onlar cezaevini sahiplendikleri gibi cezaevi de onları sahiplenmiş. Bu mekanı davaları için bir eğitim yurduna dönüştürdüler. Camilerin kiliselere çevrilmesi gibi cezaevleri medrese-i yusufiye olma misyonunun yerine sol kesimin fikir okullarına dönüştü. Ta ki cezaevi İslam’i Cemaat mensuplarını ağırlayıncaya kadar bu durum böyle devam etti. Ruhsuz, soğuk, taş duvarlar tekbir sesleri ve İslam’i Cemaat mensuplarının ezan sesleriyle silkelenip kendine gelince cezaevi, kendi zincirlerini kırıp esaretinden kurtulan mahkum gibi özgür kalışına sevindi. Yıllardır özlemini çektiği, hasret kaldığı misafirlerine kavuşmuştu. Allah’ın haşyetinden yuvarlanan dağlardaki hem cinsleri gibi, Allah’tan korkmaya başlamıştı. Kendine gelmişti.
İslam’i Cemaat mensupları cezaevi ile tanıştıktan sonra solcularla özdeşleşen cezaevi artık İslam’i Cemaat mensuplarına da ev sahipliği yapıp onları bağrına basıp kucakladı. Peygamber aleyhisselam hicret edip Yesrip’e geldikten sonra “Yesrip” ismini beğenmeyip “Bundan böyle burasının adı Medine olsun” dediği gibi İslam’i Cemaat mensupları da cezaevinin adını aslına uygun olarak medrese-i Yusufiye olarak aslına uygun olarak değiştirdi. Allah’ın zikrini paslanmış kalplere ulaştırmaya başladılar. Yaratılış gayesi Allah’ı zikretmek olan cezaevi İslam’i Cemaat mensuplarının zikrine eşlik ederek coştu. İslam’i Cemaat mensuplarının ilahi, marş ve zikirlerine kulak verip onları diğer koğuşlara taşıma görevini üstlendi. Mühürlenen kulaklarının pasını silip kendine gelmesinde rol aldı. Aslı vazifesine geri dönüşünü kutlar gibiydi. Allah’ın kullarına kucak açıp onları bağrına bastıkça coşuyordu.
Cezaevi artık İslam’i Cemaat mensuplarının mekanı, uğrak yeri ve ikinci adresleri oldu. Bu durum sol kesimi, cezaevlerini inşa eden rejimi rahatsız etse de bunu kabullenmekten başka seçenekleri yoktu. Bu gerçeği istemeyerek de olsa kabullenmek zorunda kaldılar.
İslam’i Cemaat mensuplarının özgürlüklerini ellerinden almış olabilirlerdi. Ne var ki mücadele her zamana ve mekanda kaldığı yerden devam ediyordu. Her zaman iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk hep var olmuştur” diye anlatmaya devam etti. O anlattıkça arkadaşları ortamdaki sessizlik bozulmasın diye yerlerinde dahi kıpırdamıyordu. İbrahim’in şimdiye kadar anlattıklarını bilmiyor değillerdi. Hakikatleri bazen başka birisinden duymak daha etkili oluyordu. İbrahim, arkadaşlarının kendisini pür dikkat dinlediğini görünce kaldığı yerden anlatmaya devam etti. “Yakalanan İslam’i Cemaat mensupları bir daha adli koğuşlara gitmediler. Layık oldukları gibi İslam’i davadan cezaevinde bulunan kardeşleriyle birlikte kalmaya başladılar. Yalnız İslam’i Cemaat mensupları değil, İslam adına kim yakalandıysa onlara da kucak açan bir düzen ve yapı olan yalnız İslam’i Cemaatin koğuşları, odaları oldu.
Cezaevi Allah’a Gönül verenlere yarenlik yapmaya, onlara iyi davranmaya, imkanlarını kullanımlarına açmaya başladı. Artık cezaevinin asli sakinleri arasında sayılmaya başladılar.” “Abi! Tarih kaçtı hatırlıyor musunuz?” diye İbrahim’in konuşmasını kesen Yılmaz olmuştu. İbrahim net tarihi hatırlamak için zihnini biraz yorup anılarıyla birleştirince “1992 başlarına denk geliyor. O zaman başladı diyebiliriz” dedi. Yılmaz merak ettiği soruyu sorunca diğerleri de cesaret bulup merak ettiklerini sormak için bunu fırsata çevirdiler. Sedat “Abi! İslam’i Cemaatin cezaevi temelini siz mi attınız” diye merak edilen bir başka soruyu sordu. İbrahim’in renginin değişmesine neden olan ilk zorlu soru gelmişti. Renkten renge girse de bugün elinden geldiğince açık ve yalın olmaya kararlıydı. “Yalnız ben desem doğru olmaz. Bunda o zamanlar cezaevine bulunanların da emeği var. Örneğin Selahattin ağabeyin başlattığı tefsir dersleri ve cezaevi idaresine temsilci gönderme gibi uygulamalar ona ait projelerdir” diye anlattığında Şehmus araya girip “Yani cezaevi sisteminin temelini Selahattin ağabey atmış diyebilir miyiz?” diye sorunca diğerlerinin de bakışları İbrahim’e odaklandı. Merak edilen soruların cevaplandırılmasını heyecanla bekliyorlardı. İbrahim “Bunu da dersek pek doğru olmaz, diğer arkadaşların da emeğini görmemiz gerek. Selahattin ağabeyin emeği, katkısı çoktur, küçümsenemez, ama bu işte yalnız değildi. Birçok arkadaşın emeğinden, hizmetinden ve fedakarlığından söz ediyorum” diye anlatınca bir anda kendini röportaj veren biri gibi soru-cevap içinde buldu. Bugün elinden geldiğince her türlü soruya cevap vereceğini söylememiş olsaydı bu konulara girmezdi. Söz ağızdan bir defa çıkmıştı. Söylediği sözün gereğini yerine getirmesi gerektiğini bildiğinden sorulan her soruyu olgunlukla karşılamaya gayret etti.
Konu Selahattin ağabeyden açılmışken Şehmus, Mustafa’nın kendisine söylediği gibi “Abi bize biraz Selahattin ağabeyi anlatır mısınız? diye sorunca İbrahim yine koğuşta sessizce oturan arkadaşlarına baktı. Başlarına kuş konmuş gibi deprenmeden oturmuş olanların bakışlarının eskisinde olduğunu hissedebiliyordu. O kadar gözün odaklandığı nokta olmuştu. Bakışlar rahatsız edici değildi, ama rahatlatıcı da değildi. İbrahim, Selahattin ağabeyi ne kadar anlatırsa anlatsın yine de yetersiz olacağından endişe ediyordu. Onun gibi kıymetli ve değerli bir şahsiyeti birkaç kelimeyle ifade etmenin mümkün olmadığının farkındaydı. Bugüne kadar Selahattin ağabeyden bu yüzden söz etmeyi istememişti. Kaçındığı sorular bugün yağmur misali üzerine yağmaya başlamıştı. Bundan kaçış yoktu. Zaten gidecek bir yerde yoktu. Diğer günlerde sessiz kaldığı gibi bugün sessiz kalamayacaktı. Pandoranın kutusu bir sefer açılmıştı “Selahattin ağabey tam bir dava adamıydı, siyer kitaplarında okuduğumuz sahabe hayatlarını onun yaşamında da görebilirdiniz. Yeri gelince Hz. Ebubekir bazen de Hz. Ömer, Hz. Osman veya Hz. Ali’nin kimi özelliklerini hayatında görebilirdiniz. Hz. Ebubekir gibi sahip olduklarını davasına feda ettiği gibi her şeyiyle Cemaate teslim olmuştu. Sahip olduklarını İslam yolunda harcadı. Heybetinde ve adaletinde Hz. Ömer’i aratmazdı. Kur’an’a olan aşkını Hz. Osman’dan almıştı. Sahip olduğu ilmi, feraseti ve ibadet ruhunu Hz. Ali’den almış gibiydi. Kur’an-ı Kerim’i çok sever, çok okurdu. Zikir ehliydi. Onu tanımayanlar yaptığı zikirler ve tesbihatlardan dolayı onu tarikat ehli bir sofi zannederdi. Korkusuzdu, davasını her ortamda anlatmak ve savunmaktan çekinmiyordu. Solcularla kavgaları az değildi. Selahattin ağabeyin olduğu ortamda solcuların sesi çıkmazdı. Onun ilmi karşısında konuşamadıkları için münakaşa ederek yaptığı sohbeti sabotaj ederlerdi. Rehberle birlikte köy köy dolaşıp İslam’ı anlatmış birisidir. Kendisine verilen görevleri küçük büyük diye ayırt etmez, her türlü hizmete koşardı. ‘Rehberimiz bizden yapmamız için bir şey isterse Allah’ın izni ve inayetiyle onu yerine getirmek için elimizden geleni yapar, gerekirse canımızı veririz’ derdi.
Hangi sahabe hayatını okursanız okuyun Selahattin ağabeye bakınca okuduğunuz, hayran kaldınız o sahebenin ete kemiğe bürünmüş hali olarak karşınızda görürdünüz. O bu zamanın seçkin sahabelerindendi. Peygamber aleyhisselamın ‘Beni görmeden iman eden kardeşlerim…’ dediği kişilerden olduğuna şehadet edebilirim. Selahattin ağabeyin güzel yönlerinden biri de Kur’an ayetlerini günümüze yorumlaması müthişti. Yaptığı yorumları bizi tatmin ediyordu. O ayetleri yorumlayınca bizim önümüz aydınlanıyordu. Bir keresinde sırtını kalorifer peteğine dayamış Kur’an-ı Kerim’i okurken birden yüksek sesle ‘Sübhanallah! Allah’ın ayetleri öyle bir derinliğe sahip ki ben anlıyorum, ama anlatamıyorum’ demişti. Ders anlatımı çok yumuşaktı. Onun bu yumuşaklığını Hz. Osman’ın hilmine benzetirlerdi. Bir defasında tefsir dersi yaparken okuduğu ayetlerin açıklamasını ve yorumunu yaptı. O zamanlar 45-50 yaşlarında kırsaldaki İslam’i Cemaat mensuplarından birkaçını yakalayıp getirmişlerdi. İçlerinden Hacı Ahmet isimli bir ağabeyimiz vardı. Hacı Ahmet ders sırasında ‘Selahattin ağabey! Senin anlattığın şeyi anlamıyorum’ dedi. Selahattin ağabey anlaması için konuyu tekrar anlattı. ‘Hacı Ahmet! Anladın mı?’ diye sorunca Hacı Ahmet ‘Anlamadım ağabey’ diye cevap verince Selahattin ağabey konuyu tekrar anlattı. ‘Anladın mı Hacı Ahmet?’ diye sorunca Hacı Ahmet ‘Yine anlamadım ağabey’ deyince Selahattin ağabey bir kez daha konuyu anlattı. Bu diyalog beş veya altı kez tekrar etti. Biz tekrar tekrar dinlediğimiz konudan sıkılmıştık, ama Hacı Ahmet anlamadığını söylüyordu. Selahattin ağabeyin o kadar çok tekrar etmesine rağmen konuyu bir türlü anlamayan Hacı Ahmet’e ‘Hacı Ahmet! İnsanın hafızası küçük ve kapasitesi dardır. Lakin Allah’ın ayetlerinin manası kapsamlı ve geniştir’ diyerek Hacı Ahmet’i kırmadan, incitmeden cevap verdi” dedikten sonra bu kez Yılmaz araya girip “Abi Selahattin ağabey o zamanlar kaç yaşındaydı biliyor musunuz?” diye İbrahim’in sözünü kesti. İbrahim anlatımını bozmadan “Yanılmıyorsam 34 olmalıydı. O yaşının üzerinde bir olgunluğa ve akla sahip, piri fani gibi tecrübeli ve hayatı iyi anlamış biriydi” diye de ekledi. Şehmus fırsatı bulunca yeni bir soru daha sormak için “Selahattin ağabeyin cemaat düşüncesi, bakış açısı nasıldı? Acaba onları anlatabilir misiniz?” diye sorunca koğuştakiler merak ettikleri soruları Şehmus’un sorulmasından memnunlardı.
Konu cezaevinden açılıp Selahattin ağabeye kaymıştı. Merak edilecek bir şahsiyet olduğu doğruydu, onun hakkında öğrenmek istedikleri birçok şey olmasına İbrahim şaşırmıyordu. Kendisi bile fırsatını bulsaydı onu daha yakından tanımak için uzun bir müddet birlikte vakit geçirmeye gönüllü olurdu. İbrahim cezaevinde Selahattin ağabeyi yakından tanıyan son kişilerden biriydi. Bu yüzden Selahattin ağabeyi canlı kanlı birisinden dinlemenin keyfini çıkarıyorlardı. Yaşlı birisinin gençlere görüp geçirdiği geçmişini anlatır gibi İbrahim de geçmişte birlikte kaldığı Selahattin ağabeyi anlatmaya çalışıyordu. Eski zamanlardaki gibi, henüz elektriğin evlere girmeden önceki devirlerde, televizyon denen aletin büyüklerin sohbetinin yerine geçmediği zamanlardaymış gibi hissediyorlardı. Tek fark eskiden elektriğin yerine gaz lambaları yanardı, şimdi koğuşta ortalığı floresan lambaları aydınlatıyordu.
Şehmus’un sorusuna cevap vermeden önce İbrahim “Sizden bir ricam olacak, Selahattin ağabey hakkında konuşuyoruz. Onunla ilgili bildiklerimi sizinle paylaşıp anlatıyorum. Sizler kesinlikle dışarıdan herhangi birine bugün burada anlattıklarımı anlatmayın, ziyaretçilerinize ondan söz etmeyin” dedikten sonra Şehmus’un sorduğu soruyu cevaplamak için oturuşunu düzeltip ayaklarını baldırlarının altından çekip sırtını iyice ranzaya dayadıktan sonra “Selahattin ağabeyin bir diğer yönü teşkilatçılığıydı. Gittiği her yerde çok kısa bir sürede teşkilatlana biliyordu. Onun bir müddet buraya uğramasını Allah’ın bize bir lütfu olarak görüyoruz. Bizi cezaevinde teşkilatlandıran o oldu. İslam’i Cemaatin prensiplerine uygun bir teşkilat kurulmasının temelini attı.
Aynı zamanda her tebliğci Müslüman gibi bilmesi ve tanıması zorunlu olan içinde yaşadığı toplumu o çok iyi tanımıştı. Şöyle bir tespiti vardı ‘Toplumumuz Müslümandır, ne var ki uzun süredir İslam’dan uzak yaşadıkları için birçok şeyi şuursuz ve bilinçsizce yapıyorlar. Bizim gençlerimiz dahi İslam’la tanışmadan önce yaşadıkları cahili hayatı yüzünden İslam ahlakından çok uzak büyümüşler. Ailelerinde görmedikleri için onları suçlamıyoruz. Ama keşke İslam’la tanıştıktan sonra bir süre tarikat edebinden geçselerdi ne güzel olurdu’ diye önerisini sık sık tekrar ederdi. Tarikatın insan maneviyatına verdiği katkıyı bir zamanlar kendisinin de tarikata katılıp aldığı eğitimden biliyordu. Selahattin ağabey Cemaat şuur ve bilincine inanıyordu “Bizi bir arada tutan bağın cemaat bağı olduğunu söylerdi. Tahliye olacağı zamanda son nasihati ‘Cemaat içinde şahıslara bağlılık olmaz. Davaya bağlılık esastır ona itaat etmemiz gerekir’ diye son nasihatini yapmıştı. O bu nasihati yaparken aklıma gelen ilk şey Peygamber aleyhisselamın Uhud harbi sırasında şehit olduğu haberi yayıldığı sırada Enes bin Nadr’in halini onda gördüm. Enes bir Nadr herkesin peygamber aleyhisselamın şehadet haberi yüzünden perişan bir halde oturdukları bir zamanda ‘Eğer Muhammed aleyhisselama iman edip ona tabi olmuşsanız bilin ki Muhammed öldü. Yok, eğer Allah’a iman edip İslam’a sarılmışsanız bilin ki Allah bakidir’ dediği gibi Selahattin ağabey de benzer bir söz söylemişti.
İslam’i Cemaat içinde her ferdin sonuçta insan olduğunu, hata yapma ihtimalinin mümkün olduğunu söylerdi. ‘Şahıslar, ağabeyler vesaire herkes hata yapar ve yanılabilir. Cemaat sırat-ı müstakim üzere olduğu sürece ona sımsıkı sarılmalı, her koşulda bağlılığımızı ve itaatimizi göstermeliyiz. Cemaatimizin ilerleyebilmesi için elimizden geleni yapmamız her birimiz üzerine farzı ayındır’ derdi.
Konu Selahattin ağabey olunca sohbetin uzaması normaldi. Bugün yat saati vaktini çoktan aşmışlardı. Bundan şikayetçi olan olmadığı için sohbet tüm koyuluğuyla devam ediyordu. İbrahim’i dinleyenlerin gözleri fal taşı gibi açıktı. Sanki bu gece uyumaya niyetleri yokmuş gibi sabaha kadar bile sürse sohbeti gözlerini kırpmadan dinlemeye hazır gibiydiler.
Bu sefer ki soru Sedat’tan geldi “Selahattin ağabey tahliye olduğunda size başka nasihati oldu mu?” diye sordu. İbrahim başta birkaç saniye düşünüp o anı gözlerinin önüne getirip anlatabileceği bir şeyler arar gibi zihnindeki anılarından bu konuyu cımbızla çekip cezaevi sürecine ışık olabilecek bir nasihatini çekip çıkardı. Kulağına küpe ettiği bu anısını gün yüzüne çıkarma vakti gelmişti. “Bir sözü vardı. Şöyle demişti ‘Müslümanların kendi işlerinde ve çalışmalarında takip edeceği kuralları, materyalistler gibi kendi işlerinde dayattıkları hikmetsiz, katı kuralları şeklinde olmamalıdır’ demişti. Onun bu nasihatinden sonra cezaevinde bulunan örgüt ve yapıları taklit etmekten vazgeçip kendi sistemimizi oluşturduk. Onları taklit etmeyi bıraktık. İlk yakalandığımızda tecrübesizdik. Diğer örgütler nasıl yapıyor diye araştırma yapmıştık. Bizde onların yaptıklarını taklit ederek cezaevine alışmaya çalışmıştık. Selahattin ağabey bunu kabul etmedi. Arkadaşları toplayıp birlikte bize uygun bir sistem üzerinde kafa yorduk. O günden sonra bir şey yapacağımız zaman bunun İslam’i yönünü esas aldık. Solcuları taklit etmektense İslam’i mücadele verip cezaevine düşen kardeşlerimizden dersler ve ibretler aldık. Onların tecrübelerinden faydalanıp kendimize göre bir sistem kurmayı Allah’ın yardımıyla başardık.
Bir defasında onunla sohbet ettiğimiz de bana ‘Arkadaşlarımızın kötü huylarına kapılmayın, onların cevherlerinden faydalanın. Her insanda cevher vardır’ derdi. Bir başka seferinde ise şöyle demişti ‘Cezaevindeki kardeşler genelde dışarda tanıştıkları, birlikte hizmet ettikleri kişilerle dostluk ve arkadaşlıklarını sürdürüyorlar. Size tavsiyem, başka arkadaşlıklar ve dostlar edinin. Bir arkadaşınız da yetinmeyin, tanımadığınız insanların nice güzel huyları, özellikleri, ahlakları vardır. Onlardan istifade etmeye çalışın’ demişti.
İbrahim, Selahattin ağabeyi anlatmakla kalmıyor onun kimi söz ve tavsiyelerini zihinlere nakşediyordu. Her biri kulaklara küpe olacak nasihat ve tavsiyelerdi. Anlamak için üzerinde uzunca tefekkür etmeleri gerektiğini biliyorlardı. Şimdi dinleme zamanıydı, soru sormaya gönüllü olan Süleyman “Selahattin ağabey cezaevinden ne kadar kaldı” diye sordu. İbrahim böylesine basit ve kolay bir soru geldiği için memnundu “On ay gibi kısa bir süre kaldı, ama bana göre göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir an gibi gelip geçti. Onunla birlikteyken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyordum, ya da hayırlı bir dostla güzel bir sohbet ettiğimizden zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyorduk. Bazen sabahtan başladığımız muhabbetimiz akşam sona eriyordu, zamanımızı dolu dolu geçiyorduk. Ondan öğrendiğim şeyler ufkumu acıyordu. Güzel şeylerin kısa sürdüğü gibi bizimde sohbetimiz bir anda bitti veriyordu” dediğinde Süleyman sözünü keserek “Onunla hangi konu hakkında konuşuyordunuz” diye bu sefer zor bir soru sormuştu. İbrahim derin bir nefes alıp “Birçok konu hakkında konuşuyorduk aklıma gelen birkaç şeyi anlatıp bu konuyu kapatalım isterseniz” dediğinde halka kurup oturmuş olanların yüzü biraz asılsa da öğrendikleriyle yetinmeyi biliyorlardı.
“Selahattin ağabeyi anlatmak için bir gece yetmez geceler gerek” diyerek anlatacağı şeyleri tekrar düşündükten sonra “Selahattin ağabey İslam’i Cemaat mensuplarının Kur’an’ı çok iyi anlamalarını isterdi. İslam’i Cemaat mensupları imanları güçlendirmek istiyorlarsa Kur’an-ı Kerim’le hemhal olmalarını tavsiye ederdi. Kur’an aşkıyla tutuşmaları için de sürekli Kur’an okumalarının farz olduğunun üzerine basa basa söylerdi. ‘Allah azze ve celle aşkı ile Kur’an aşkı eşdeğerdir’ derdi. Allah azze ve cellenin kelamı ve buyruğu olan Kur’an aynı zamanda kalbin şifası, ruhun gıdasıdır. Kur’an bütün iyiliklerin, güzelliklerin, membaı, şeytan ve avenelerinden koruyan kalkandır. Buna sahip olabilmek için onu sahiplenip özümseyin. Hayatınıza, yaşamınıza yön vermesi için izin verin. Sizi hidayete ulaştırılmasına müsaade edin. Kur’an kişinin kalbini Allah azze ve celle sevgisiyle de doldurup aydınlatan bir nurdur aynı zamanda. Kur’an’ın ışığından, feyzinden, nurundan faydalanmak için kalbinizi aklınızı ve tüm benliğinizi sarmasına izin verin” diye uzunca nasihat etmişti. Söz konusu Kur’an-ı Kerim olunca üzerine saatlerce konuşabilecek bir aşktan söze eder gibi anlatırdı. Kur’an’dan söz ederken gözleri parlıyordu. Sevdiği bir şeyi anlattığı belli oluyordu. Aklıma gelen bir başka tavsiyesi ise giderken hepinize söylediği ‘İnsan bir çiçek gibi olmalı, mücadele saflarına katıldığı davasının rengine, kokusuna, güzelliğine bürünmeli. Eğer davanızı iyi bir şekilde temsil etmek istiyorsanız başta kendinizi düzeltin, kendini düzeltmeyen bir başkasını düzeltse dahi ona bir faydası yoktur. Aynı davaya inanmış, aynı yola baş koymuş, aynı mücadele saflarında kenetlendiğimiz kardeşlerimize karşı mütevazı olun, onlara karşı hoşgörülü, alçak gönüllü olun. Onların nefsini kendi nefsinize tercih edin, şefkat ve merhamet kanatlarınızı onların üzerinden çekmeyin. Aynı davranışları sizden olmayan diğer kardeşlerinize ve sizinle aynı yolda yürümeyen insanlara karşı da gösterin. ‘İnsan İhsan’ın kuludur’ dedikleri gibi iyilikten kaçmayın. Çünkü ‘Allah iyilik edenleri sever’ biz de Allah azze ve cellenin yarattığı tüm insanları ona kulluk etmeye çağırırken hakikatleri anlatmak zorundayız. Kimse güvenmediği, sevmediği, emin olmadığı kişilerin arkasından gitmez. İnsan kaybetme ya da bizden uzaklaşmalarına seyirci kalamayız. Onları kaybetmek gibi bir lüksümüz yoktur. Bizden uzaklaşmaları ya da bizlerin onlarla aramıza mesafe koymamız ise kabul edilebilir bir şey değildir. Hakkımızda da hayırlı olmaz demişti’ diye Selahattin ağabey hakkında birkaç anekdot paylaşmış oldu. İbrahim kendisini pür dikkat dinleyen kardeşlerine birkaç şey anlatmak için “Aklıma gelmişken” diyerek kaldığı yerden devam etti. “Aklıma gelmişken, Selahattin ağabey her bir kardeşin Kur’an-ı Kerim’i daha iyi anlayabilmesi ve gün içinde yaşadıklarını muhasebe etsin’ diye bir öneride bulunmuştu. Bunun için de akşam vakti yatmadan önce yarım saat “Tefekkür saati” diye bir uygulama başlatmıştı. Bu yarım saat içinde Allah azze ve cellenin ayetlerini, yaradılış hakikatlerini, yeryüzünü gökyüzü ve içindekilerini tefekkür etmeden önce insan bir durulmalı. Gün içinde yaptığı dünya meşguliyetlerinden arınmalı. Aksi takdirde iyi bir sonuç elde edemez’ diye tavsiye etmişti.”
İbrahim, Selahattin ağabeyi andıkça maziyi tekrar yaşıyormuş gibi duygulanmaya başlamıştı. Arkadaşlarının bir şeyler sezmemesi için kendisini zor tutuyordu. Ağlamak ayıp değildi. Ne var şu anda ağlanacak zaman değildi. Selahattin ağabeyle olan anıları ve onunla yaptığı sohbetleri özler olmuştu. O günleri tekrar yaşamak istese de bunun dışarda, özgür ortamlarda olması için kalbinden dua etti. Selahattin ağabeyin bir daha tutuklanmaması için duasını tamamlayıp “Cezaevin güzel yanlarını Selahattin ağabeyden öğrendim. Cezaevinin birçok adı vardı. ‘Zülüm diyarı, işkence yuvası, zindan, dört duvar, dam, mahpushane gibi… Bu isimleri andıkça insanın içi kararıyordu. Selahattin ağabey ‘Bu isimler yerine kardeşlerimizle bir arada olduğumuzu, İslam’i bir eğitim aldığımız gibi cezaevinin olumlu yönleriyle düşünmemizi sağladı. Gerçekten de onun söylediği gibi düşününce cezaevi artık gözümüzü korkutmaz olmuştu. Aynı davaya baş koymuş, Allah’ı ve peygamberini seven kardeşlerimizle birlikte olduğumuz için Allah’a sonsuz şükürler ettik. Artık cezaevinde soluduğumuz hava bile değişmişti. Şimdi Medine devrini yaşıyoruz. Gelen kardeşlerimizi bağrımıza basıp onlara Ensar olmaya çalışır bir duruma geldik. Kardeşlik havasını solumaya başlayınca kalbimiz rahatladı. Üzerimizdeki cezaevi yükünden kurtulduk” diye sözlerine bir ara verip yine maziye daldı. Anlattığı kadar bir o kadar da anlatmadığı kendisine sakladığı anıları vardı. Onlardan söz etmeyi düşünmüyordu. “Mahrem konular” deyip zihnin en ücra köşesinde saklamıştı.
Yılmaz, İbrahim’in “Selahattin ağabey hakkında son sözler olsun” lafını unutmamış olmalı ki “Şehitleri anma şiir ve makale yarışması, nasıl başladı” diye sorunca gözler tekrar İbrahim’e döndü. Daldığı maziden onu çekip çıkardılar. Yılmaz’ın sorduğu soruya “Neden konuyu değiştirdin” diye kızanlarda oldu. Yılmaz’ın sorusundan memnun olanlardan biride İbrahim oldu. Yılmaz’a teşekkür edercesine bakıp gülümsedikten sonra “Selahattin ağabey ders programlarını düzenlerken bazı arkadaşlar ‘Abi kardeşlerimizi motive edecek etkinlikler de yapsak nasıl olur’ önerisi üzerine ortaya çıktı” diye anlatınca Şehmus “Abi! O kimdi?” diye sordu. İbrahim’in olduğunu bilenler tebessüm ettiyseler de İbrahim “Kim olduğunun bir önemi yok. “Fikrini söyledi ve kabul gördü” deyip kendisinin olduğunu söylemedi. Kaldığı yerden devam ederek “Selahattin ağabey cezaevine geldiğinde bizim bazı etkinliklerimiz vardı. Perşembe akşamları koğuşlarımızın penceresinden tüm cezaevi duyacak şekilde olabildiğince sesli bir şekilde cevşen okurduk. Cuma günleri namazın ardından salavatlar eşliğinde bir birimizle musafaha yapardık. Cuma akşamı da birlikte oturur marş veya şiir okurduk. Selahattin ağabeyde yaptığımız tüm etkinliklere eşlik ederdi. Bir keresinde kendisinin yazdığı bir şiirini bize okuyunca o zamana kadar bilmediğimiz bir yönünü daha öğrenmiş olduk. Selahattin ağabey çok güzel yazdığı gibi şiiri de çok güzel yorumlamıştı. Okuduğu şiirle kalbimize dokunmuştu” deyince Şehmus araya girip “Abi! O şiirin sözlerini hatırlıyor musunuz?” diye sorunca İbrahim kendisini yine mecbur hissettiğinden “Evet, ‘Halepçe’ şiiri ona aittir. Sözleri yanılmıyorsam şöyleydi
Ax Halepçe ax Halepçe
Giryamın te bım nave tera
Kafir tırsyan ji heybeta te
Kimyasala gırtın serte
Denge girina sebiya
Ax hewar hewara diya
Reşbun cefya wan cündiyam
Yek ji wan namal ser piya
Ax feleke dı dınyada
Mazlum dıkujun bı kimyasala
Nagazaki, Hiroşima
A du daji bu pareme
Esra bisti leme dozda
Meha adar reja sazda
Derde mezın bu parame
Şehit kırın Halepçe me
Diye okuduğu şiiri en az Selahattin ağabey kadar etkili okumuş olmasına rağmen “Selahattin ağabey bu şiiri okuduğunda gözlerimiz dolmuştu. Ses tonuyla ve etkili okuyuşuyla yüreklerimize dokunmuştu” dediğinde Yılmaz dayanamayıp “Abi! Sen de çok güzel okudun” dediğinde İbrahim’in rengi yine değişti.
İbrahim kaldığı yerden devam etmek için “Cezaevi koşulları ve şartları değiştikçe bizimde etkinliklerimiz değişiyordu. Perşembe akşamları sesli okuduğumuz cevşen bazılarını rahatsız ettiği için cezaevi idaresine şikayet ettiklerinden cezaevi bizden buna son vermemiz için baskı yapmaya başlayınca bizde bunda ısrarcı olmadık. Onun yerine cuma günleri havalandırmada düğün etkinliği yapmaya başladık. Perşembe akşamları ise Selahattin ağabey bize şehitlerin hayatlarını anlatmaya başladı. Şehitlerin bilmediğimiz birçok vasıflarının yanı sıra onları o makama çıkaran amel ve kişiliklerini de öğrenmeye başladık. Bazen de bize Cemaatin bilmediğimiz yönlerini ve bilmediğimiz, duymadığımız faaliyetlerinden söz ettiğinde şaşırıp kalırdık” dediğinde Yılmaz “Ne gibi?” diye sorunca meraklı gözler tekrar İbrahim’e kaydı. İbrahim soğukkanlılığını bozmadan “O gün anlatılanlar orda kaldı. Tıpkı bugün burada anlattığımın burada kalacağı gibi” deyip Yılmaz’ın ve birçok kişinin meraklarını kursaklarında bıraktı. Devam etmek için “Selahattin ağabey tahliye olduktan sonra bize şehitleri anlatan kimse kalmadı. Bir süre sonra ortaya çıkan fikirle bizde bunu etkinliğe dönüştürme kararı aldık” deyince bu kez sözünü kesen Süleyman oldu. Eğer sorduğu soru önemli olmasaydı ona gönül koyabilirdi. Konuşmacılar sözlerinin kesilmesinden pek haz etmezlerdi. Süleyman “Abi! Selahattin abi varken cezaevi nasıldı? O yokken nasıl bir yer oldu?” diye sormuştu.
Süleyman’ın sorusu yerinde bir soru olduğundan İbrahim’in hoşuna gitti. Böylesine güzel soruları severdi. Bunu cevaplamak için “Selahattin ağabey yakalanmadan önce bizler bir şeyler yapmak için çırpınıyorduk. Bazen farkında olmadan kardeşlerimizi sıktığımız dahi oluyordu. Bunun farkında bile değildik. ‘Madem burası medresedir biz de boş durmadan okumamız gerek’ mantığıyla hareket ederdik. Selahattin abi geldikten sonra bize sistemli bir metot oturttu. Kardeşlerimiz onun sayesinde biraz nefes aldılar. Medresenin sadece okuma yeri olmadığını, aynı zamanda düşünme ve muhabbet kapısı olduğunu da öğrendik. Okuduklarımızı pekiştirmek ve kardeşler arasındaki muhabbeti artırmak için etkinliklere ağırlık verdik. Selahattin ağabey bir gün bizi toplayıp ‘Cezaevi sadece eğitim gördüğümüz bir yer değil. Burası aynı zamanda Devletle birebir muhatap olduğumuz bir mekandır. Kardeşlerimizin ihtiyacı için cezaevi idaresine temsilci gönderme fikri ona aittir. Temsilcinin görevlerini o belirledi. Temsilciler sayesinde cezaevinde daha rahat ettik. İhtiyacımız olan şeyleri cezaevi idaresinden temsilcilerimiz talep ettiklerinde bu talebimiz ciddiye alınmaya başlanıldı. Yine Selahattin ağabeyin önerisiyle tahliye olan kardeşlerimizi uğurlamak için havalandırmaya çıkıp üç defa gür sesle tekbir getirmeye başladık. Öyle ki bu tekbirler artık öylesine kabul gördü ki bazı kardeşlerimiz ‘İnşallah benimde tekbirimi çekersiniz’ dediğinde tahliye olmak için dua ettiğini anlardık. Ama buna zıt olan bir anıyı size anlatayım” dediğinde meraklar yine artmış, gözler yine İbrahim’e kaymıştı. “Tekbirler tahliye olanlar için çekilirdi. Bir gün Ceylanpınar’da beş altı kardeşlerimizin tutuklandığı haberini duyduğumuzda hepimiz üzüldük. Selahattin ağabeyin çok üzüldüğünü görebiliyorduk. İçlerinden birilerini tanıdığını anlamıştık. Yine de ona sormaya utanıyorduk. Selahattin ağabey belli etmese de üzüntüsü yüzünden belli oluyordu. Artık eskisi gibi neşeli değildi. Yakalananlar hakkında bir şey bilmediğimizden olsa gerek bizler normal günlük rutin işlerimize devam ediyorduk. Ceylanpınar’da yakalananları içimizde tanıyan yoktu. Bunun üzerine düşmedik.
Birkaç hafta sonra temsilcilerimiz ‘Ceylanpınar’daki arkadaşlarımızı buraya getirmişler. Birazdan onları odaya alacağız” dediğinde Selahattin abinin heyecanlandığını gördük. Onlar gelene kadar üst kata bile çıkmadı. Onları kapı da karşılamak için sabırsızlanıyordu. Bize kısa, ama ona uzun gelen saatlerin ardından Yasin ağabey ve yanındaki beş kişi koğuş kapısından içeri girer girmez Selahattin ağabey tekbir çekti. Onun tekbir çektiğini görünce bizde ona eşlik edip tekbir çektik. Selahattin ağabey Yasin ağabeye öyle bir sarıldı ki onu bağrına basıp Allah’a şükretti. Onun akıbetinden endişe ettiğini yeni öğrenmiş olduk. Meğer Yasin ağabeyin gözaltında kaybettirilmesinden endişe ediyormuş. Neyse ki Allah azze ve celle onu İslam’i Cemaate bağışladı” dediğinde Muhammed şaşkınlığını gizleyemeyerek “Bizim Yasin ağabey mi?” diye sormasına arkadaşları şaşırmışlardı. Genelde konuşmayan biri olarak tanıdıkları Muhammed soru sormuştu. İbrahim “Bizim Yasin ağabey” deyip bu konu hakkında daha fazla konuşmak istemedi. Ne de olsa Yasin ağabey hali hazırda cezaevindeki ağabeyleriydi. Onun hakkında konuşmayı hoş bulmadı. Kaldığı yerden devam etti “O gün Selahattin ağabeyin gelenler için neden tekbir çektiğini anlayamamıştık. Ama Yasin ağabeye olan saygısı ve ona gösterdiği hürmeti açıkça gördükten sonra bazı şeyleri yavaş yavaş anlamaya başlıyorduk. Yasin ağabeyin gelişinin üzerinden birkaç ay geçince Selahattin ağabey tahliye oldu. O gün bize ‘Ben gidiyorum, ama size benden daha hayırlı olan Yasin ağabeyi bırakıyorum. Gözüm arkada değil, onun kıymetini bilin’ dediğinde bizler Selahattin ağabeyden sonra cezaevinin sorumlusunun Yasin ağabey olduğunu böylelikle öğrenmiş olduk. İşin tuhaf yanı ne biliyor musunuz?” diye söylediğinde kendisini dinleyen arkadaşlarının ilgisini tekrar üzerine çekmeyi başarmıştı. Halka kurmuş olanların her biri “Ne?” diye merak etmeye başlamışlardı bile. İbrahim “Yasin ağabey sayesinde Selahattin ağabeyi hiç aramadık. Onun boşluğunu öyle güzel dolduruyordu ki bir Selahattin ağabey gitmişti, ama onun yerine başka bir Selahattin ağabey gelmişti. Birçok konuda Selahattin ağabeye benzer yönleri olduğundan bizlere Selahattin ağabeyi aratmadı. Cezaevine iki Selahattin ağabey fazla olduğundan olsa gerek Allah azze ve celle birini dışarıya çıkardı. Yasin ağabeyin gençlere olan ilgisi ve onların eğitimleriyle yakından ilgilenmesi sayesinde cezaevi daha güzel ve verimli olmaya başladı. ‘Şehitleri anma şiir ve makale yarışması’ fikri de Yasin ağabeye aittir diyerek ağzından kaçırdı. Yasin ağabey tıpkı Selahattin ağabey gibi insan odaklı düşünüyordu. Yasin ağabeyle Selahattin ağabeyin düşünce tarzı o kadar benzerdi ki onları tanıdıktan sonra ‘Onlar aynı aklı paylaşıyorlar’ diye espri yapılmıştı.
İbrahim yine maziye gitmişti. Selahattin ağabeyin gelişini gördüğü gibi gidişine de şahit olmuştu. Onun koğuştan çıkarken veda eder hali gözlerinin önüne geldi. O günü hiç unutamıyordu. Akşama kadar boş boş nasıl da mecnun gibi ortalıkta dolaştığını anımsadı. Selahattin ağabeyden sonra cezaevinin dört duvarlarının üzerine gelişini hatırladı. Kabirdeymiş gibi kendisini sıkan duvarlardan kurtulmak için havalandırma kapısı kapanana kadar havalandırmada vakit geçirmişti.
İbrahim kendisini tutamayıp Yasin ağabey hakkında da arkadaşlarıyla birçok bilgi paylaşmış oldu. Anlattıkları sayesinde Selahattin ağabeyi tanımayanlar biraz olsun meraklarını gidermeyi başarmışlardı. Yakından olmasa da hakkında bazı şeyleri bildikleri için onun tanıyormuş gibi hissetmeye başlamışlardı. Güzel ve zevkli bir günün yanı sıra faydalı bir akşam geçirmiş olmanın rahatlığı içindeydiler. Selahattin ağabeyin geride bıraktığı hoş sedası hala dilden dile dolaşıyordu. Onun sözleri gönle hitap ettiği müddetçe de unutulmayacaktı. Yaşantısı ve sahip olduğu kişiliği, ahlakı, hilmi onun nasıl biri olduğu hakkında yeterince bilgi vermeye yetiyordu.
İbrahim sohbeti sonlandırırken başta yaptığı gibi kısa bir süre okuyup ardından İslam şehitleri için ‘Fatiha’ okuyarak geceyi sonlandırıp ranzalarına çekildiler.
Cezaevinde “Yeni bir gün” kavramı pek de gerçekçi olmayan bir deyimdir. Cezaevindeki “Bugün” dünün aynısı yarının önceki halinden başka bir şey değildir. Monoton olmanın da ötesinde bir şey…
Uzun süre cezaevinde kalınca günlerin yanı sıra haftalar hatta belki aylar bile benzer şekilde geçip gidiyor. Aksiyondan uzak, gerilimden arındırılmış, sade bir yaşantı vardı. Oysa cezaevinde “Sade yaşantı” tercih edilen bir şey değildi.
Sabah sayımından sonra kahvaltıya oturan 5. Koğuş sakinlerinin yüzü gülüyordu. Neşeleri genelde yerinde olsa da bugün farklı bir neşeye sahip oldukları namazla nurlanan alınlarından belli oluyordu. Dün gecenin ardından öğrendiklerini hazmedince ruhları canlanmıştı. Motivasyonları artmış, hayatın ve cezaevinin sıkıntılarından bir müddet uzak kalmayı başarmışlardı. “Bugün yeni bir gün” diyenler pek de haksız sayılmazlardı.
Cezaevindeki hareketlilik İslam’i Cemaat için sabah kahvaltısının ardından başlardı. Kahvaltının ardından saat 9:00’da başlayacak olan ders saatine kadar yarım saate yakın bir süreleri kalıyordu. Bu yarım saatlik süre için de 4. Koğuş sakinleri diğer koğuşlara dağılıp dün gece öğrendikleri hakkında arkadaşlarına tüyolar verip derslerine koşutular. Saat 9:00’da başlayan derste herkes kendi yerinde hazır olmalıydı. Kırk beş dakikaya yakın süren dersin ardından yine herkes odalara dağılıp dün gece hakkında akıllarında kalanları arkadaşlarıyla paylaşmaya çalışıyorlardı. Saat 10:00’ da başlayacak olan ikinci derste yine herkes hazır olurdu. O zamanlar İslam’i Cemaat mensuplarının gün içinde üç ortak derse girme mecburiyeti vardı. İslam’i Cemaat mensuplarını kaldığı dokuz koğuşlarının her birinde yirmi kişiye yakın kişi kalıyordu. İki yüze yakın kişinin cezaevi koridorlarında bir o koğuşa bir bu koğuşa geçişleri İstanbul trafiğini aratmaz oluyordu.
Öğle vaktine kadar yoğun geçen derslerin ardından kısmi bir rahatlama başlardı. İsteyen istediği koğuşu ziyaret edebilirdi.
Cezaevindeki tüm mahkumlara aynı yemek çıktığı halde yemeğe davet etme alışkanlığı terk edilmeden devam ediliyordu. “Çay, kahve bahane, sohbet şahane” dedikleri deyimin canlı halini yaşıyorlardı. Yemek ve çay bahaneydi. Birlikte sohbet etmek bir konu hakkında konuşmak, fikir alışverişinde buluşmak şahaneydi.
İslam’i Cemaat mensupları arasında birbirlerini yemeğe veya çaya davet etme alışkanlığı sıkça yaşanılan bir durumdu. Ne yedikleri veya ne içtikleri önemli değildi. Dostla bir araya gelme lezzeti her şeyden daha güzeldi. Ders aralarında 4. Koğuş sakinleri diğer koğuştaki arkadaşlarının yanlarına giderek İbrahim’in anlattıkları hakkında onlara bazı şeyleri çıtlatmışlardı. Detayla bilgi almak isteyen arkadaşları 4. Koğuşta bulunan arkadaşlarını yemeğe davet edip dün gece konuşulanları detaylı öğrenmek için sabırsızlanmışlardı. 4. Koğuşta kalanların İbrahim dışında herkes bir yerlere davet edilmişti. İbrahim bunun olabileceğini tahmin ettiğinden olsa gerek o da Yasin ağabeyi kendi koğuşuna davet etmişti. İbrahim, koğuşta kimsenin olmayışını fırsata çevirip Yasin ağabeyle bazı konular hakkında konuşmak istiyordu. Dün akşam koğuş arkadaşlarına anlattığı şeylerin arkadaşlarına faydalı oluşuna seviniyordu. Bu tür sohbetlerin etkileri hakkında Yasin ağabeye öneride bulunmak istiyordu.
İslam’i Cemaat mensuplarının cezaevindeki sayıları gün geçtikçe artıyordu. Tahliye olanların yanı sıra yeni yakalanıp tutuklananlar sayesinde boşalanların yerine yenileri geliyordu. Bu durum Doğu ve Güneydoğu’daki mevcut cezaevlerinde de yaşanıyordu. İbrahim bu türden bilgi ve sohbetlerin tahliye olacak olanların ve yakalanmış olanların üzerinde iyi bir etki bırakacağı düşüncesinde olduğu için bunu Yasin ağabeyle paylaşmak istiyordu.
Özellikle bulundukları cezaevindeki arkadaşlarının sayısında çoğalma olduğundan bazı arkadaşlarının çevredeki bazı cezaevlerine sevkleri konuşuluyordu. Bunun gerçekleşme ihtimaline karşı kardeşlerin gittikleri yerde İslam’i Cemaatin prensiplerine uygun bir düzen kurabilmeleri için tecrübe ve deneyimin şart olduğunu biliyorlardı. Bunun için bazı çalışmalar yapılmış özel sohbetlerde bu konuda tecrübeler ve deneyimler aktarılmış olsa da yine de yetersiz geliyordu. Bu konuda başka neler yapılabileceği hakkında Yasin ağabeyle konuşmak istiyordu.
Zannedildiği gibi cezaevi yan gelip yatma yeri değildi. Hele mücadeleye ara verme yeri hiç değildi. Belki nefisle, sabırla olan mücadele merhalesi gibi görünse de asıl davalarını anlatabilecekleri bir merhale olduğu gerçeğini unutmamaları gerektiğini biliyorlardı. Cezaevindeki mahkumlara, cezaevi personeline ve idaresine kendilerini anlatabilmeleri için güzel bir fırsat elde ettiklerinin farkındaydılar. Artık gizlenmek, saklanmak zorunda kalmadan, açıktan davalarını savunup anlatabilecekleri bir merhaleye geçmişlerdi. Mahkemelerde kendilerini savunmak yerine davalarını anlatmaya başlamışlardı. Bediüzzaman Said Nursi’den ders aldıkları belli oluyordu. “Kur’an’ın bir hakikatine başım feda” diyen davalarının manevi hocalarının öğretilerini gerçekleştiriyorlardı.
Zorlu, meşakkatli, çile dolu bir merhaleden geçtikleri gerçeği her zaman akıllarının bir köşesinde kazılıydı. Onlar unutmak isteseler dahi cezaevi idaresi onların unutmasına izin vermezdi. Bu zorlu süreçte, tökezlemeden, sapmadan ve yıpranmadan siratel müştekim üzerine ayaklarının sabit kalabilmesi için belki de mücadelenin en zorlu şeklini veriyorlardı.
Cezaevindeki mücadele koşulları, çenk meydanlarındaki “Göze göz, dişe diş” karşılamalarına hiçi benzemiyordu. Daha çok “Aslanların kafese kapatılması” gibi cezaevi de mücahitleri kendi kafesine kapatmıştı. Bu kafeste nasıl rahat olunabilirdi? Mücadele etmeden zillete teslim olmak hiçbir kitapta olmadığı gibi mücahitlerin kitabında dahi yoktu. Bu mücadele ortamında ellerinde silah yoktu. Belki buna da gerek yoktu. Çünkü silahtan bile daha etkili olan inançları vardı. Dağ gibi sarsılmaz imanlarıyla kainata dahi meydan okuyabilecek kuvveti kendilerinde görüyorlardı. Dağların bile yüklenmekten çekindikleri yüke talip olmuşlardı. Bunun için gerekli olan tek şey yüksek bir maneviyattı. O da İslam’i Cemaat mensuplarında mevcuttu. Maneviyatları ne kadar güçlü olursa mücadele arenasında o denli güçlü olacaklarını bilecek kadar da şuur ve bilinç sahibiydiler. Hiçbir gücün maneviyat kadar güçlü ve kuvvetli olmadığının farkındaydılar. Maneviyatı güçlü kişilerle mücadele etmenin zorlu olacağını biliyorlardı.
Manevi gücü kazandıracak olan ibadet ve zikirler için cezaevi güzel bir merhale sayılabilirdi. Gece namazları, seher vaktinde okunan Kur’an’lar, çekilen tesbihatlar, virtler vs… hepsi İslam’i Cemaat mensuplarının maneviyatlarının gelişmesinde etkili oluyordu.
Geceye doğru ilerleyen zaman diliminde “Ben bugün Rabbim için ne yaptım?” muhasebesiyle kendi nefislerini hesaba çekip tefekkürle arınan zihin, Rabbine daha güzel bir kul olabilmenin endişesiyle meşgul oluyordu. Allah azze ve cellenin rızasının kazanmanın yollarını tefekkür edip o yolda yürüyebilmek için gerekli olan güç ve kuvveti depoluyorlardı.
Cezaevi, İslam’i Cemaat saflarında aktif olarak hizmet edenlerin koparılıp, engellendiği yer olarak gibi görünse de İslam’i Cemaat mensupları Yusuf aleyhisselamın örnek ve önderliğinde aynı enerjiyle davalarına hizmet edebilmek için İslam’ı anlatacak adli mahkumları bulabiliyorlardı. Toplumun dışladığı, hastalık gibi kendisinden uzaklaştırdığı bu kader mahkumlarına Allah azze ve celle hidayet elçilerini göndermişti. İslam’i dava hiçbir koşulda sekteye uğrayamazdı. Tutuklu olsalar bile Allah’ın davasını anlatmakla mükelleftiler. Bunun için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlardı.
Her nerede olursa olsun orada insan varsa İslam ve Müslümanların onlara gitme gibi bir sorumluluğu, anlatma gibi bir misyonları vardı. Ölü kalplere dokunup hayat bulmalarını sağlamak adına, insanın yaratılış gayesine dönüp yüzünü ve alnını Allah’a dönüp O’na kulluk etmesini sağlamak her Müslümanın üzerine farzı ayındır.
Cezaevleri, sabır derslerinin en ince ayrıntısına kadar yaşanıldığı bir yerdir. Anlatılanların, yazılıp çizilenlerin pratik uygulandığı bir alandı. İslam’i Cemaat mensuplarının iliklerine kadar işleyen sabrı kuşanmaları, sabra bürünmelerinin yanı sıra, sabırla anılacak kadar pişmeleri, olgunlaşmaları gerektiğinin farkındaydılar. Sık sık okudukları Allah azze ve cellenin “Asra and olsun ki insanlar hüsrandadır. Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler başkadır” diye anlatan ayeti kerimesinin pratiğini hayatlarında tatbik ediyorlardı.
Yasin ağabey 4. Koğuşa geldiğinde İbrahim’i bir başına oturur buldu. Selam verip “Arkadaşların seni yalnız mı bıraktılar? Kimse seni davet etmedi mi?” diye sorunca İbrahim “Davet edenlere Yasin ağabey gelecek dediğimde susuyorlardı” diye cevap verince gülüştüler. İki ayrı zekanın karşılaşmasında ancak böyle ince dokunuşlar olurdu.
Birlikte üst kata çıkıp oturdular. Koğuşlarının üst katını her türlü hayırlı işlerde kullandıkları gibi bazen böyle özel misafirleri ağırlamak içinde kullanırlardı. Bu sohbet daha çok kişisel olduğu için rahat davranıyorlardı.
İbrahim alt kata gidip hazırladığı çay ve bisküvileri alıp geldikten sonra Yasin ağabeyle muhabbet edebilmek için bulunduğu oda arkadaşlarını sorarak sohbete giriş yaptı. Yasin ağabey herkesin fikir ve önerilerine önem verirdi. Ne var ki her fikir ve öneri cezaevi koşullarına uygun değildi. Birçoğu afaki olan fikirleri yine de dinlerdi. Ne var ki İbrahim onlardan değildi. İbrahim’in fikir ve önerilerine değer verirdi. Onunla yaptığı her sohbeti hayırlı geçiyordu. Bugün yine sohbet etme fırsatı buldukları için seviniyordu.
Yasin ağabey, çayları dolduran İbrahim’e “Dün akşam arkadaşa Selahattin ağabeyi anlatmışsın” diye tebessüm ederek sordu. Sanki “Keşke anlatmadan önce bir danışsaydın” der gibi manalı sorulan soruya takılmayan İbrahim, Yasin ağabeyin neye kızıp neye kızmayacağını çok iyi bildiğinden bu söze pek aldırmadı. Birbirlerini uzun zamandır tanıyan bu iki zeka beden dilleriyle ne anlatmak istediklerini açığa vurabilecek kadar mahirlerdi. Dillerine, kelimelerine, konuştukları cümlelerine hakim olan, kalp kırmaktan kaçınan dostların muhabbeti de dilleri de farklı olurdu.
İbrahim bu manalı tebessüme “Her mücadelede öne çıkan bazı kahramanlar var. Bunlar aynı zamanda mücadele saflarındaki erlere rol model olurlar. Selahattin ağabeyde de bizim davamızın kahramanı ve rol modelidir. Kardeşlerimiz ona benzemeye, kendilerine onu örnek alsınlar diye anlattım. Yaşayan, kanlı canlı bir örnek gibisi yoktur, diye düşündüğüm için anlattım. Onun gibi mücadele vermek, davalarına canlarını, mallarını, kariyerlerini feda etmeyi öğrensinler istedim. Selahattin ağabey bu asrın sahabe şahsiyetidir. Tarih ve siyer kitaplarında okuduğumuz sahabe hayatlarının tezahür etmiş halini görsünler istedim. İslam’i Cemaat içindeki ağabeylerimizin nasıl şahsiyetler olduklarını bilsinler istedim. Bir kusur ettiysem hakkınızı helal edin. Arkadaşlar sordular bende cevap verdim” diye izahatta bulununca Yasin ağabey her zaman ki gibi kalp kırmadan mesajını verdikten sonra “Nasıl geçti?” diye sorup konuyu değiştirdi. İbrahim konun değişmesinden memnun olsa da mesajı almıştı. Hürmeten de olsa Yasin ağabeye haber vermesi gerektiğini unutmuştu. Bunun bir daha tekrar etmemesi için verilen mesajı yerini bulmuştu. “Arkadaşların çok hoşuna gitti. Onlara faydalı olacağına inanıyorum. Hatta eğer yapabilsek cezaevi geçmişimizi kardeşlerimizin tümüne anlatabilsek faydalı olabileceğine inanıyorum” diyerek başka önerilerle sohbetini sürdürdü.
Selahattin ağabey konusu birkaç gün koğuşlar arasında konuşulup üzerinde yorumlar yapıldıktan sonra asıl gündemlerine geri döndüler. Kısa bir süre sonra yapılacak olan “Şehitler için şiir ve makale yarışması için az bir süre kalmıştı. Yarışma için hazırlıklar son hızla devam ediyordu. Program takvimi yakınlaştıkça heyecanlar artıyordu. 4. Koğuşta yapılacak olan program için son aşamalara gelinmişti.
İnsan heyecanlıysa, mutluysa, keyfi ve neşesi yerindeyse zaman ona inat olsun diye hızlı bir şekilde akıp giderdi. Ama dertli, sıkıntılı, acılı ise zaman kesilmiş musluktan damlayan su gibi geçmek bilmezdi. Bu da insanın zamanla imtihanıydı.
Şehitleri anma şiir ve makale yarışması için belirlenen süre göz açıp kapayıncaya kadar gelip çatmıştı. İslam’i Cemaat mensuplarının bulunduğu dokuz koğuşun en geniş havalandırmasına sahip olan 4. Koğuş programa ev sahipliği yapmaya hazır hale getirilmişti. Gerekli tüm hazırlıklar yapılmış, program için gerekli düzenlemeler yapılmıştı. 4. Koğuşta heyecanlı bir bekleyiş vardı.
Nisan ayının son pazartesi günü olan program tarihi gelip çatmıştı. Cezaevinde toplu etkinlikler hafta içi yapılırdı. Hafta sonu cezaevi idaresi tatilde olduğu için bazen oda kapıları açılmazdı. Bir araya gelme imkanı olmadı mı da program olmazdı. Bu yüzden toplu etkinlikler hafta içi yapılırdı. Kapıların açık olacağı şekilde plan program yapılırdı.
Pazartesi sabahı İslam’i Cemaat mensupları bayram sabahına kalkar gibi kalkmışlardı. Çocuklar gibiydiler. En güzel elbiselerini giyinmiş hazır bekliyorlardı. Birazdan panayır başlayacak gibi heyecanlı bir bekleyiş tüm koğuşlarda yaşanıyordu. Birkaç kişi her zaman ki gibi genel havaya muhalefet edecek şekilde hiçbir hazırlık ve heyecan göstermiyorlardı. Komşu koğuşa her zaman ki gibi gidilecek şekilde rahattılar. Günlük elbiselerini dahi değiştirmediler.
- Koğuştakiler sabah kahvaltısının ardından ortalığı bir çırpıda elbirliğiyle toparlayıp kapıların açılma saati olan 9:00 olmadan işlerini bitirip koğuşu hazır hale getirdiler. Zaman yine yaptı yapacağını geçmek bilmeyen bir yelkovan ve akrep iş birliği etmişçesine akmaya son vermişler gibi geldi 4. Koğuş sakinlerine.
Saat inat etse de ağır aksa da bir şekilde 9:00’a ulaştı. Koğuş kapıları açıldığında bayramlıklarını giyinmiş çocuk yürekliler odalarından fırlayıp soluklarını 4. Koğuşta aldılar. Dün sıradan bir koğuş olan 4. Koğuş bu sabah şehitliği andıran bir türbe ve müzeye çevrilmişti. Sahip oldukları en güzel nevresim takımlarını duvarlara arka fon olarak asılmışlardı. Onun üzerine de şehitlerin fotoğraflarının yapıştırıldığı A4 kağıtları tutuşturulmuştu. Her bir şehidin fotoğrafı altında kısa tanıtıcı bilgiler yazılmıştı. Duvarlara afişler asılmış ayet veya cezaevine uygun sözler yazılmıştı. Afişlerin en güzeli, özenle çizilmiş olan Şeyh Said’in resmi ve ona ait olan bir söz yer alıyordu. “KURTULUŞ KENDİNİ KALP KUVVETİYLE DERDE, BELAYA ATAN KİŞİNİNDİR” büyük harfle yazılan bu yazı tüm dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı. Bu söz güne damgasını vurmakla kalmayıp İslam’i Cemaat mensuplarına kimin torunları olduklarını da hatırlatmış oldu.
Diğer koğuşların kapıları açıldıkça 4. Koğuş dolup taşmaya başladı. 4. Koğuşta çalınan kasetçalardan Abdülbasıt o yanık sesiyle Yasin süresini okumaya başladı. Şehitleri anma programı daha bir anlamlı oldu. (O zamanlar kasetçalarlar cezaevinde serbestti. 2001’ de yasaklandı.)
Abdülbasıt’ın o muhteşem, kişiyi kendinden geçirip mest eden Kur’an okuyuşunun ardından sesleri ve Kur’an kıraatleri güzel iki kişi sırasıyla Yasin süresini okumaya başladılar. Kur’an okuyuşu sırasında şehitlerin hazırlanan posterlerini gezip onlar hakkında bilgi alan ziyaretçilere eşlik edip bazı ekstra bilgi veren üç kişi görevlendirilmişti. Şehitler hakkında yazılması uygun olmayan kimi bilgileri gelen ziyaretçilerle paylaşıyorlardı. Bu bir tedbirdi. Cezaevi idaresi o an gelip sergiyi görmek isteyebilir ihtimaline karşı alınmış küçük bir tedbirdi.
Şehitler hakkında anlatılan bilgileri sizinle paylaşmak isterdim, ama Yasin ağabey “Onlar cezaevindeki kardeşlerimize özel bilgilerdir. Onları yazma” dediği için yazamıyorum.
Sergi gezisi son bulduktan sonra 4. Koğuşun havalandırmasına oturmak için battaniyeler serildi. Yarışma için hazırlıkların başladığının işareti böylelikle verilmiş oldu. Yarışmaya katılacak olanların heyecanları doruktaydı.
Jüriler dışında kimlerin yarışmaya katılmak için başvuru yaptığını bilen yoktu. Yarışma için üç jüri seçilmişti. Onlardan biri İbrahim’di.
Serilen battaniyelerin ön tarafına yarışmacılar için platforma benzemesi için yapılan hazırlıklarda bitince herkes yerine geçip oturdu. İki yüze yakın kişinin bulunduğu 4. Koğuş havalandırmasına rahmet damlaları düşünce alınları secdeyle haşır neşir olanlar bu sefer başlarını gök yüzüne kaldırıp Allah’a şükrettiler.
İki yüz kişiden çoğunluğun merakı yarışmaya kimlerin katılacağıydı. İbrahim önündeki yarışmaya katılacak olanların listesine bakıp Hasan’ın ismini okudu. Hasan’ın heyecanlı oluşu yerinden kalkarken birkaç oturana çarparak belli oldu. Platforma çıktığında kırmızılaşan yüzünü görenler gülmeye başladılar. Neyse ki İbrahim onları el işaretiyle susturduktan sonra Hasan biraz yatışa bildi. Ardından gözlerini kapatıp
“Mazlumun feryadı arzı titretti.
Tarih bu vahşeti yine kaydetti.
Ya Rab! Ne zamana kadar sürecek
Münafık ve hainlerin vahşeti.
Sensiz varmıyor gecem sabaha
Bil ki sürecek bu kutsal dava
Savaşacağız senin ardından
Kavuşana dek yüce Allah’a
Yüreğim yandı haber gelince
Hainin elinde şehit düşünce
Dünya dar geldi bu bedenime
Seni ey şehit yerde görünce
Cenk meydanında mücahit idin
Muallim, abid, zahid idin
Şehadete kavuşmadan önce
Tıpkı yaşayan bir şehit idin
Ey şehit Ahmet! Ey şehit Ahmet!
Şahittir buna Nebi Muhammed
Ya Rabbi! Bizlere de nasip eyle
Bitsin bu özlem, bitsin bu hasret”
Diye okuduğu şiiri şehit Ahmet’in öğrencisi olan birçok kişiyi duygulandırmıştı. Bir öğrenci hocasını ancak böyle onure edebilirdi.
Hasan’ın şiirini alkışlayanlar, onu tebrik edenler, arka taraftan yükselen “Ağzına sağlık” sloganını atanları yine İbrahim susturdu.
Sırada bir başka utangaç vardı. Hasan şiirini okurken nasıl renkten renge girdiğini gördüğü için daha bir heyecanlanmıştı. Eğer fırsatı olsaydı yarışmaya katılmaktan vazgeçerdi. Gözü korkmuştu. İbrahim “Fırat” diye seslenmişti bile.
Fırat yerinden sessizce kalktı. Hasan’ın yaptığı gibi kimseye çarpmamaya gayret ederek platforma çıktı. Rengi yerindeydi. Henüz kırmızılık görünmüyordu. Hayatında bir defa bile insanlar önünde konuşmamış kişiler olarak şimdi yüzlerce kişinin önünde şiir okumaya çalışacaklardı.
Fırat platformda öylece durmuş arkadaşlarına bakıyordu. Donduğunu, kal geldiğini anlayan olmamıştı. Konuşmak, şiirini okumak istese de dili bir türlü hareket etmiyordu. İçinden “Bismillah” dedikten sonra dili çözüldü. Dili hazır çözülmüşken durmadan
“Hasret işlemez demirden paslı ranzama
Umutlar buruşuk, takılır kor mazgala
Yürümek düşlerle, beraber voltalarda
Virane saatlerimize zemheri düştü.
Suskunluğumun düşünce dehlizlerinde
Parmaklıklara takılan hayallerimde
Zindan hücrelerimin köşelerinde
Yüreğime dilim dilim hüzünler düştü.
Ölümsüz sevdalara doğru adım adım
Yüreklerde tutuşan alev de kıvılcım
Sürgün marşları mırıldar çatlak dudağım
Dilime ağlamaklı bir kelime düştü.
Yapa yalnız sürüklenirken kavgalarım
Özgürlüğe giden yolda kapanır kapım
Dermansız yollarda bak yine ben varım
Yorgun gözlerimden birkaç damla yaş düştü”
Diye bitirdiği şiirini hangi şehit için yazdığını merak edenler olduysa da Fırat sordukları sorulara cevap vermeden platformdan indi. Bir an önce yerine geçip oturmak için acele ediyordu.
Jüriler her yarışmacının ardından önlerindeki kağıtlara notla birlikte bir şeyler karalıyorlardı. Yapılan bu etkinlik aynı zamanda yetenekleri ortaya çıkardığı için önemseniyordu. Saklı cevherleri ortaya çıkarmaya yönelik bir gizli hedefi de vardı.
Sırada yazdığı makalesini okumak için Abdullah’ı platforma çağıran İbrahim dosya ortağı olan Abdullah’a bakıp ona tebessüm etti. Sakin ve soğukkanlı bir şekilde platforma gelen Abdullah’ın sakin halinin sebebi bir zamanlar İmam Hatip lisesinde okurken hutbeye çıkışına borçluydu. Yabancısı olmadığı bir şeydi. Platforma geldikten sonra kendisini dinleyen arkadaşlarını selamlayıp elinde tuttuğu kağıdı rahatça okuyabileceği bir uzaklıkta tuttuktan sonra
“Bismillahirrahmanirrahim
Hamd alemlerin Rabbi, eşi ve benzeri bulunmayan Allah azze ve celleye mahsustur.
Salat ve selam yaratılmışların en hayırlısı, hatemu-l enbiya olan Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve selleme’ Onun pak aline, ehli beytine, ashabına, onlara tabi olan tüm Müslümanlara ve de siz değerli ağabeylerimin üzerine olsun.
‘Müminlerden öyle erler var ki ( O gün) Allah’a verdikleri sözde durdular. Öyle ki onlardan kimi adağını yerine getirdi. (Şehit oldu) Kimi de (Şehit olmayı) bekliyor! Fakat (Onlar) hiçbir şekilde (Verdikleri sözü) değiştirmediler.”Ahzap süresi 23
Burada bulunan birçok kişi en yakın arkadaşını, mücadele saflarında birlikte olduğu dostunu şehit vermiştir. Onlar adaklarını yerine getirirken bize de zindan da verdiğimiz sözde sebat etmekteyiz. ‘Şehit ve mahkum bir elmanın iki yarısı gibidirler. Aynı koku ve tadı verirler. Biri diğerinden farklı değildir.
Mücadele; kan, gözyaşı, keder ve acıyla yoğrulur. Mücahit bunlarla hemhal olur, pişer ve olgunlaşır. Bunlar olmadan mücadele eksik kalır.
Mücadele eden dava ve Cemaatlerin hak ve hakikatlerine şahitlik eden, şehadet getiren o yapının içinden çıkan şehit ve mahkumlardır. Şehidi ve mahkumu bulunmayan İslam’i dava için mücadele ettiklerini iddia eden mensuplarının dönüp kendilerine bir baksınlar.
Allah’a binlerce kez şükürler olsun ki mensubu bulunduğumuz İslam’i Cemaatin yüzlerce şehidi ve bir o kadar mahkum ve muhaciri var. Kanlarıyla davamıza bereket olan şehitler yerin altını doldurdukları gibi bizlerde zindanları mesken edinmiş durumdayız.
Şehitlerin akan kanları davaları ve İslam için ab-ı hayat olurken, zindandaki kardeşlerinin gösterdikleri fedakarlıkları, azimleri, sebatları davalarının neşv-u nema bulmasına vesile olmuştur.
Meyve veren bir ağaç nasıl ki toprağa, suya, havaya ve güneşe muhtaçsa, onlara ihtiyaç duyuyorsa İslam’i mücadele veren yapılar ve cemaatler de büyümek, gelişmek ve çıktığı topraklara kök salabilmek için şehit kanlarına, acılarla yoğrulmuş gözyaşlarına, ömür ve beden çürüten zindana ihtiyaç duyarlar. Bunlar olmadan İslam’i Cemaat ve yapıların kök salması, topluma mal olması mümkün görünmüyor. Bu aynı zamanda sünnettullahtır.
Bir fırtınada yerlerinden, tarih sahnesinden silinen şu anda adı bile hatırlanmayan nice İslam’i Cemaat ve yapı yok olup gitmiştir. Mücadelenin ruhunda var olan fedakarlık olmadan ne İslam’dan ne de İslam’i bir Cemaatten söz edebiliriz. Şehit siz, zindan sız, acı ve gözyaşı olmadan verilen mücadele ve hizmet nakıs kalır, kısır kalır.
Şehitler al kanlarıyla ölü toprağa hayat verirken, insanlar hayat bulsun diye kendi hayatından geçerek fedakarlık sergilerken, diğer yarısı olan zindan bahadırları hayatta kalmaya, ölmemiş kalplere rehberlik etmeye, hidayet arayanlara kılavuzluk yapmaya, geride kalan insanları Allah’a kulluğa çağırma görevini üstlenirler. Diğer yarısına kavuşuncaya dek özlem ve hasretle yanıp tutuşurlar. Buna rağmen payına düşen sabrı kuşanarak bu zorluğun üstesinden gelmeye çalışırlar.
Şehitler için yaşadığımız dünya hayatı son bulurken, kalem üzerlerinden kalkmış, Rabbimizin verdiği rızıkla rızıklanırken, diğer yarısı olan Yusufileri yutmak isteyen ejderha ağzını açmış, alevlerini korlamış inananları yutmak için bekliyorken İslam’i Cemaat mensubu olarak bizler Uhdud Ashabının yaktığı ateşlere girmeye gönüllü olduk. Allah’a iman edenler “O gencin Rabbine iman ettik” deyip bilerek ve isteyerek ateş çukurlarına atladık. Ejderhanın alevli ağzına kendimizi bıraktık. Her şeye rağmen Rabbimizden asla umudumuzu kesmedik. Yunus aleyhisselamın selamete çıkışı gibi selamete, özgürlüğe çıkacağımız güne kadar içinde yandığımız bu ateş çukurunda, ejderhanın ağzında Allah’ı zikrederek sabır çekiyoruz.
Zindanın sekiz metrelik duvarları, tel örgüleri inanan kalplere artık korku vermez oldu. Balığın karnında yaptığı hataları düşünen Yunus aleyhisselam gibi kendi nefsimizi ıslah ile meşgul oluruz. Allah’a en iyi nasıl kulluk edebiliriz noktasından tefekkür edip nefsimizi ve bedenimizi alemlerin Rabbinin iradesine teslim ettik. “Rabbini bilen zindanda da olsa bahtiyardır. O’nu bilmeyen saraylarda da olsa bedbahttır” diyen Üstad Bediüzzaman’ın öğrencileri olmaktan gurur ve iftihar duyarız.
Şehitler, Allah için, Allah adına en çok sevdikleri canlarını feda ederek Allah’ın rızasına, Lütfuna nail olurken geride kalan biz Yusufiler Allah için, Allah adına henüz canımızı feda etmemiş olsak da canımızdan çok sevdiğimiz ailemizden, eş ve çocuklarımızdan, özgürlüğümüzden vazgeçtik. Verdiğimiz sözü henüz yerine getirmemiş olsak da getirmek için buna hazır olduğumuzu yaptığımızı fedakarlıkla Rabbimize iletmiş oluyoruz.
Genelde insanlar korktukları şeyden kaçıp uzaklaşırken, Müminler, İslam’i Cemaat mensupları davaları ve İslam uğruna, korktukları şeylerin üzerine sahip oldukları imanla yürürler. Gözleri korksa da bundan geri adım atmazlar. Allah’ın dinine yardım edene Allah yardım etmez mi? Vesvese veren şeytan ve avenelerinin sözlerine, yadırgamalarına aldırış etmeden, kulaklarını tıkayıp düğüne gider gibi şehadete koşarlar. Zindanı, medrese, zikir hane, nefsi tezkiye için çilehane bilirler. İslam’i Cemaat mensupları “Allah’tan başka İlah yoktur. Muhammed O’nun kulu ve resulüdür” diyerek getirdikleri şehadetin bedelini çok ağır bir şekilde ödeseler de bundan gurur duyarlar. Bu hallerini dünya ve içindekilere değişmezler. Vesselam”
Deyip makalesini sonlandırırken arkadaşlarından kuvvetli bir alkış aldı.
Abdullah, yazdığı makalenin beğenilmesinden dolayı sevinmiş, yüzü gülmüştü. Yazdığı yazının bu kadar etkili olacağını beklemiyordu. Yazdığı makalenin iyi olmasından çok gerçekçi olması ve bunun yaşayan biri tarafından kaleme alınmış olmasının da etkisi olabilirdi.
Jüri önündeki kağıda yine bir şeyler not edip durdular. Aldıkları notları merak edenler çoktu. Ne var ki kimsenin notları okumasına izin yoktu. Onlar açıklanmayacak bilgilerdi.
İbrahim, Zeki’nin ismini okumasıyla arkadaşları arasından kalkan Zeki sakin adımlarla platforma doğru yürüdü. Çıktığı platformda arkadaşlarını selamlayıp okuyacağı şiirini aklından geçirdi. Sesinin daha iyi çıkması için bir iki öksürüp boğazını temizledikten sonra
“Şüheda kervanı geldi gülistana
Şehit Yusuf’um kurban oldu Allah’a
Şehit Davut’um kurban oldu Allah’a
Bu kervana katıldı bir şehit daha
Şehit Selçuk kurban oldu bak İslam’a
Rahatlık yüzü görmezler hiç dünyada
Bizim için çenk ederler meydanlarda
Şüheda kervanı geldi gülistana
Şehit Aziz’im kurban oldu Allah’a
Şehit Ekrem’im kurban oldu Allah’a
Şehit mücahidin kanı heder olmaz
Gül kokusuz olmaz, kansız zafer olmaz
Yürekler yakan korkunç işkencelerle
Şehit edilip düştüler bak yerlere
Şüheda kervanı geldi gülistana
Şehit Abdüsselam kurban oldu Allah’a
Şehit Murat’ım kurban oldu Allah’a
Ey şehitler! Ey cihadın aşıkları
Kabir döşekleri, taştır yastıkları
Göğüs gererler mermilere daima
Satarlar nazik canlarını Allah’a
Şüheda kervan geldi gülistana
Şehit İbrahim’im kurban oldu Allah’a
Şehit Hanefi’m kurban oldu Allah’a
Daha nice nice İslam yiğitleri
Oldular Amed’in mazlum şehitleri
Aşığız, aşık Hüseyni şehadete
Kavuşmak için Rahmani saadete
Şüheda kervanı geldi gülistana
Şehit Ahmet’im kurban oldu Allah’a
Şehit mustazaf’ım kurban oldu Allah’a”
Zeki şiirini okuduğunda yüzündeki hüzün ve sesindeki tını onun ne kadar duygusal bir yapıya sahip olduğunu açığa çıkarmıştı. Zeki’nin cesaretini bilmeyen yoktu. Ama duygusallığını yeni görüyorlardı. Okuduğu şiirde adı geçen her bir şehitle birlikte hizmet etmiş istisnai bir olduğu biliniyordu. Onu tanıyanlar nice kişilerle hemhal olduğundan haberdardılar. Sevdiği kardeşlerini Rabbine uğurlamıştı. 4. Koğuş havalandırmasına baktığı zaman gördüğü şey şehit olmaya gönüllü mücahitlerdi. Sözlerinde duranlardı onlar. Şüheda kervanının durmayacağını biliyordu.
Zeki’den sonra platforma Bilal çağrıldı. Bilal’in isminin okunmasıyla okuyacağı şiirin kahramanını tahmin etmek oturanlar için zor değildi. Bilal’in çok sevdiği, birlikte hizmet ettiği arkadaşının onun üzerinden başkasına şiir yazması beklenmiyordu zaten. Adının hakkını veriyordu. O Ammar’ın Bilal’iydi.
“Hizbullah’ın pehlivanı
Nur saçıyordu dört yanı
Kan içici zalimlere
Dar ederdi meydanı
Şehit Ekrem nazik cıvan
Emsalsizdin ey kahraman
Nice azgın hainleri
Yere serdin ey pehlivan
Bela ve gök tüten gözler
Daima cihadı gözler
Şehadeti çoktan özler
İdin sen ey şehit Ekrem
Ey canımız cananımız
Damarlardaki kanımız
Davandan geri kalırsak
Haram olsun her anımız
Ya Rab! Şahit ol bu zulme
Nasıl kıyılır gülüme
Şehidim Kur’an uğruna
Koşarak gitti ölüme
Kanın şad olsun ey şehit
Münafıkları pek şedit
Vuracağız senin için
Ahdetti buna her yiğit”
Oturanların alkışları Bilal içindi. Yanılmamışlardı Bilal, Ammar’ını unutmamış, vefasını göstermişti. “Dost dediğin böyle günde belli olur” diyenlerin sesini duymuştu.
Bilal yerine geçerken İbrahim yeni bir ismi platforma çağırdı. Mehmet…
Mehmet’in de şiirini kimin yazdığı tahmin ediliyordu. Zindanın böyle kötü bir yönü vardı. Sürprizlere pek açık değildi. Mehmet şiirini okumak için psikolojik olarak kendisini hazırladıktan sonra
“Kanla yazılan nurlu sayfalardan
Musallaya akan destansın ey şehit
Coşkun sel gibi Kürdistan dağlarından
Küfrün bağrına inen soğuk kamçısın ey şehit
Kızıl tüylü develerden firakından beri
Bu yolda kervancı başı oldun ey şehit
Ya da yer ile gök arasından da öte
İlahi rızayı kazandın ey şehit
Sönen bin yıllık ateşe kutlu doğumda
Asrımda ilk cemre olup düşensin ey şehit
Adavetten nedamet duyduğum anda
Tövbe fışkıransın, mecrasın ey şehit
Yolların birbirine küstüğü anda
Ayırımın sonunda kandilsin ey şehit
Yolumda tökezleyip durduğumda anda
Yüzüme inen tokatsın ey şehit
Kalbimin sıkışıp kasıldığı anda
Hu deyip gönlüme su serptin ey şehit
Abdüsselam’dan sonra bizler zindan da
Haber alınca yıkıldık ey şehit”
Mehmet şiirini bitirince dolmuş gözlerle yerine geçip başını dizlerinin arasına sıkıştırarak ağladığını gizlemeye çalıştı. Bugün ağlayan kınanmazdı. Kabuk bağlayan yaraların tekrardan açılıyor olması insanın canını yakardı.
Mehmet’in şiirinde isim geçmese de onun şehit Murat Bilik olduğu kelimelerde saklı olduğu anlaşılıyordu.
Öğle namazının vakti geldiğinden programa ara verildi. Davudi sesiyle Yakup öğle ezanını okuyunca yerde oturanlar kalkıp namaz için hazırlık yaptılar. Abdesti olmayanlar abdest için kendi koğuşlarına gitmek zorunda kaldılar. Yirmi kişilik koğuşlarda sadece bir tuvalet vardı. Şimdi ise daha bir kalabalık olmuşlardı.
Öğle namazının sünnetini kılanlar program hakkında konuşmaya, yorumlar yapmaya başladılar. Getirilen eleştiriler, yürütülen fikirler derken abdest alanların çoğu gelip sünnet namazlarını kılınca Mustafa’nın imamlığında öğle namazını cemaatle kıldılar. Çanakkale’deki manzarayı andırır bir görünüm vardı. Ne var ki burası cenk meydanı değildi. Beş tarafı betonlarla örülü bir kafesti.
Kılınan namazın ardından yapılan tesbihat ve dualardan sonra son sünnet namazları kılındı. Ardından yorum yapmaya, yarışmayı kimin kazanacağı hakkında fikir yürütüp tahminde bulunmaya başladılar. Bu yarışmanın kaybedeni yoktu. Ama bir kazananı olacaktı. Onun kim olacağı hakkında yapılan tahminler şimdiden havalarda uçuşuyordu. Yarışmayı kazananın kim olduğu yarın açıklanacaktı.
Herkes yerine geçip oturduktan sonra İbrahim, Yılmaz ismini okudu. İşte bu bir sırdı. Yılmaz’ın şehit arkadaşı olduğu biliniyordu ne var ki kim olduğunu bir sır gibi saklamıştı. O sırrın açığa çıkma zamanı gelmişti anlaşılan. Cezaevinde sırlar uzun süre gizle kalamazlar.
Yılmaz platforma çıktığında bile hüzünlüydü. İstemeyerek yaptığı belli oluyordu. Konuşmak, anlatmak istemiyordu. Ama bir kere platforma çıkmış bulunuyordu. Buradan bir şeyler okumadan geri dönemezdi. Arkadaşlarına baktı ve sonra
“bismillahirrahmanirrahim
Hamd alemlerin Rabbi, her şeye Kadir yüce Allah’a mahsustur.
Salat ve selam iki cihan serveri Hz. Muhammed Mustafa’ya, O’nun pak aline, ehli beytine, ashabına ve de onlara tabi olan tüm Müslümanların üzerine olsun.
Şehitler İslam’i yolda yürüyen biz körlere kandil olup yolumuzu aydınlatırlar. Onların Allah’a olan sevgilerini, muhabbetlerini, takva ve ihlaslarını biliriz de yine de onlar gibi olmaktan çok uzağız.
Şehit Abdulkadir… Tanıdığım birkaç şehitten biridir. Ama onun yaşantısı içlerinden en güzelidir. Allah azze ve cellenin “En güzel kıssa” diye nitelendirdiği Yusuf aleyhisselamın kıssası gibi olmasa da çok güzel bir yaşantısı vardı. Onu içinizden kaçı tanır bilmiyorum. Ama ben onu tanıdım. Onun sayesinde İslam’i Cemaat safların katıldım. Onun sayesinde Rabbimi buldum. Onun sayesinde Rabbime kul olabildim.
Abdülkadir’in en güzel özelliği ahlakı mıydı, yoksa halim selim kişiliği miydi, ya da takvası, bence itaati, hayır anne ve babasına olan saygısı… Hangisinin olduğuna karar vermek benim için çok zor. O tanıdığım en müstesna insanlardan biriydi. Hani bazı insanlar vardır Allah dostlarıdırlar, ama onların sırrını bilen yoktur. Gizli kalması için ellerinden geleni yaparlar. Abdülkadir’le tanıştığımda onun Allah’ın dostu salih biri olduğu içime doğsa da bunu dillendirmekten çekindim. Cennetle müjdelenen on sahabi gibi bizim zamanımızda da cennetle müjdelenecek birileri olsaydı kesin Abdülkadir olurdu, bundan zerre şüphem yok. Peki, Abdülkadir’i böylesine istisnai biri yapan neydi?
Birçoğumuz bilmeyiz, ama Abdülkadir İslam’i Cemaatte hizmet eden ilk çocuklardandır. Çocuk yaşında büyüklerle, ağabeylerimizle oturup onların verdikleri işleri yapardı. Yaşı çocuktu, ama aklı olgundu. Yaptığı hizmetlerden asla söz etmeyecek kadar mütevazıydı. Ağabeylerimizin eli altında yetişen bir güldü o. Güzel ahlakı ve yumuşak kişiliğiyle onu tanıyanlar “Abdülkadir’den asla zarar gelmez” diyecek kadar kendilerinden eminlerdi.
Abdülkadir’in İslam’i Cemaate olan bağlılığı ise sahabelerin Allah resulüne olan bağlılığı gibiydi. Allah resulü sahabelerine bazen bir konu hakkında bir şey sorduğunda sahabeler edeplerinden sorulan sorunun cevabını bilseler dahi “Allah ve resulü daha iyi bilir” dedikleri türden bir bağlılığı vardı. İslam’i Cemaat bir şey dediği zaman Abdülkadir “Cemaat daha iyi bilir” deyip kendisine verilen görevi en güzel şekilde yerine getirirdi. Onu eleştirdiğim zaman “Cemaatin bin bir gözü ve kulağı var. Bizden daha iyi görür ve bizden daha iyi işitir. Onların ferasetine güvenirsek Allah bizi mahcup etmez” derdi. Gerçekten onun yaptığı bir hizmetten dolayı mahcup olduğuna şahit olmadım. Benim birçok hatam ve yanlışım olmasına rağmen Abdülkadir’in yanlışı olmazdı. İşleri bir şekilde yolunda giderdi. Ona “Sen ne yapıyorsun da senin işlerin yolunda gidiyor?” diye sorduğumda hep aynı cevabı verirdi “Cemaate itaat etmesini öğrenirsen senin de işlerin yolunda gider” derdi. Bunun bu kadar basit olduğuna inanmadığım halde bir gün aklıma yatmayan bir işte Cemaatin verdiği hizmeti söyledikleri gibi mutlak bir teslimiyetle yerine getirdim. Birkaç hafta sonra o aklıma yatmayan hizmet sayesinden onlarca insanın İslam’i Cemaatin saflarına katıldığını kendi gözlerimle görünce Abdülkadir’in Rabbine bir kez daha iman ettim.
Abdülkadir’in anne ve babasına olan saygısını onu tanıyanlar bilirler. Hatta birçoğumuz bunu aşırı dahi bulurduk. Meğerse bizim düşüncemiz cahillikten geliyormuş. Anne ve babaya itaati emreden Rabbimizin ayetini henüz anlayabilmiş değildik. Şimdi daha iyi anlıyorum. Anne ve babaya düşkün olmak, onları çok sevmek, bir dediklerini ikiletmemek meğer ne kadar kıymetli bir şeymiş diye ondan sonra anladım.
Size bir itirafta bulunayım. Abdülkadir’in asla şehit olacağını düşünmüyordum. Onun gibi birisine kimse karışmaz diye düşünüyordum. O yüzden yatağında ölecek diye tahminde bulunuyordum. Onun hakkında yine yanılmıştım. Onun gibi birisine saldıracak canilerin var olabileceğine inanmıyordum. Meğer ne caniler varmış.
Abdülkadir’in şehadet haberini alınca inanmak istemedim. Onun gibi iyi birisine kimse zarar vermez diye kendimi ikna etmeye çalıştım. Ama duyduğum haber doğruydu. Abdülkadir Özcan şehit olup Rabbine rücu etmişti. O artık yoktu. Bunu kabullenmek istemesem de hakikat değişmiyordu. Ondan sonra anladım ki Allah bir kulunu severse onu yanına alırdı. Tıpkı Abdülkadir’i yanına aldığı gibi… Ben kendi adıma ona şahitlik ederim ki o Allah’ı seven biriydi. Allah razı olsun”
Gözyaşları içinde yerine geçip oturdu. 4. Koğuşun havalandırmasında oturan birçok kişi Abdülkadir hakkında bilmedikleri yeni şeyleri Yılmaz sayesinde öğrenmiş oldular.
Yarışmanın bittiğini ilan eden İbrahim “Yarışmanın birincisi yarın öğlen namazından sonra yine burada açıklanacak” dedikten sonra programın son bulduğunu anladılar.
Koğuşlara dağılan kalabalık hala yorum yapıyordu. Geride kalan güzel bir günün ardından hatıralarında oluşan eşsiz bir anı ile koğuşlarına gittiler. Şehitler yad edilmişti. Minnettarlıklarını ifade etmenin belki de en güzel şekliydi.
Yarışmacılardan kimisi şehit arkadaşının özlemini okuduğu şiirle kimisi de makaleyle dile getirmişti. O gün şehitlerle birlikte geçirdikleri zamanlardan, anılarından söz ederek anılarını tazeledikleri gibi hafızalarını da tazelemiş oldular. Yarışmaya katılmayanlar birlikte koğuşlara gittiği arkadaşlarına tanıdığı şehitten söz edip onunla ilgili bir anısını paylaşır olmuştu.
Gece her birisinin ranzasında bir başka hüzün yaşanıyordu. Allah’a yaşlı gözlerle dua edip şehit kardeşlerine katılmayı isteyip durdular. Bazıları da ara verdiği mücadele saflarına tekrar dönmek için Rabbinden yardım istiyordu.
Ertesi gün 4. Koğuşta kılınan öğle namazının ardından yarışmanın birincisi merakla beklenirken İbrahim “Yarışmanın birincisi Mehmet’tir” deyip onu ilk tebrik eden kendisi oldu. Yarışma olurda hediye olmaz mı? Mehmet’e güzel bir dolma kalem hediye eden İbrahim “Rabbim kalemini güçlendirsin” duasında bulundu.
- Koğuşun havalandırmasında bekleyen kalabalık tekbir çekerek Mehmet’i hep birden tebrik etmiş oldular.
Şehitlerin her birini hayat hikayeleri tarih sayfasına altın harflerle yazılsa dahi yeridir. Verdikleri mücadelenin anlatılması ve kendilerinden sonra ki nesle ışık olması gerektiğine inananlardanım.
Yarışmanın birincisi Mehmet’ti. Onu anladık. Peki, Mehmet’in üzerine şiir yazdığı Murat Bilik Kimdi? Ya da yarışmanın ikincisi olan Zeki’nin üzerine şiir yazdığı Ekrem Uludağ?