41.84
  
48.67
  
0.00
  
97.47

Bir Elmanın İki Yarısı-10.Bölüm

Bir Elmanın İki Yarısı-10.Bölüm

  10. BÖLÜM

Gündüzü bürüyen gecenin hükmü başlamıştı. Karanlığın hakimiyeti ve hükmü yayılıyordu. Karanlık yayıldıkça geri çekilen aydınlık, karanlığın hükmüne boyun etmek zorundaydı. Ta ki kendisinin de yayılma zamanı gelene kadar...

Gecenin sessiz ve sakin saatlerinde yaşamın beton yığınları arasında hapsedildiği vakitte hayatın ve koşuşturmanın hızlı ve akıcı temposu oldukça yavaşlamıştı. Yeni bir güne başlamak için istirahata çekilen insanı sarıp kuşatan uyku bugün Ekrem’den çok uzaktaydı. Uykuyla araları epey zamandır bozuk olsa da son günlerde bu gittikçe artan bir gerilime dönüşmüştü. Uykusuz geçirdiği geceleri hayırlı amellerle doldursa da içindeki boşluk bir türlü dolmak bilmiyordu. İbadetlerden aldığı zevk hoşuna gitse de kafasının içindekiler bazen ağır basıp kendilerini hatırlatabiliyordu. Sanki içindeki boşluk değil de kara delikmiş gibi hissediyordu. Geceyi tefekkür ve istiğfarla geçirdiği halde o boşluk dolmamış, olduğu gibi kalmış gibi hissetmeye başlamıştı. Bunun sebebini tahmin edebiliyordu. İçinde veya kalbinde bir şey yoktu. Asıl sorunun düşüncelerinde olduğunun farkındaydı. Kafasının içindeki düşünceleri o kadar güçlüydü ki onun dışında başka bir şeye adapte olmakta zorlanıyordu.

Mustafa’nın yaşadıklarından dolayı kendini de suçlu hissediyordu. Aklı ve kalbi “Seninle ilgili bir şey yok” dese de duyguları aklı gibi düşünmüyordu. Onu çok yalnız bıraktığını, yeterince yanında olmadığını düşünüp kuruntulara kapılıyordu. Yapabilecek tek şeyin konuşmaktan ibaret olduğunu bilse de yine de kendisini bir türlü rahatlamış hissedemiyordu. “Dostlar kötü günde belli olur” dedikleri gibi Mustafa’nın kötü günlerinde onu bir başına bırakmış gibi vicdanı onu rahatsız etmeye başlamıştı. Kimse “Bu imtihanı bir başına atlatman gerek” diye bir şart koşmamıştı ki… “Sabah ilk iş gidip Mustafa’yı göreceğim” dediğinde heyecanlanmaya başladı. Sanki içindeki boşluğu dolduracak şeyi bulmuş gibi hissetmeye başladı. İbadetlerine devam edip gecesini ihya etmeye devam etti.

Sabah erkenden kahvaltı yapmadan evden çıktığında yolda Mustafa’nın sevdiği taze sıcak açmalardan aldı. Kendisi simitçiydi, simidi daha çok tercih ediyordu. İskender Paşanın hücre kapısını tıklatınca kapıyı açan Ali oldu. Onu içeri davet ettiyse de Ekrem içeri girmek istemediğinden elindeki simit ve açmaları unutup Ali’ye “Mustafa’yı çağırır mısın?” diye rica etti. Ekrem, Mustafa’yı düşünüp açma alırken Ali ve hücredeki arkadaşlarını düşünmediğini fark etti. Elinde tuttuğu simit ve açmaları cami hücresinden çıkan Mustafa’ya vererek “Bunları arkadaşlara ver” dediğinde Mustafa’nın yüzüne odaklandı. Kendisinden daha iyi bir durumda olan Mustafa’daki değişikliği merak etti. Nasıl iyi kalabildiğinin sırrını öğrenmek istedi. Ekrem’in getirdiklerini içeri bırakan Mustafa hücre kapısına çıktığında Ekrem “İşin yoksa seninle biraz dolaşalım mı?” diye teklif edince Mustafa “Giyinip geliyorum” diyerek tekrar içeri gitti. Ali tekrar kapının önüne gelip “İşin olmadığı bir ara uğra da seninle sohbet edelim” diye teklif ettiğinde Ekrem’in de bunu isteyebileceğini düşünmüştü. Ekrem “Kısmet olmazsa kızmazsın değil mi?” diye manasız ve gereksiz bir laf etti. Neyse ki Ali laflara takılmayacak kadar olgundu. Mustafa hücreden çıktıktan sonra birlikte İskender paşa camisinden ayrıldılar. Ekrem,  yolda ikinci kez Mustafa’nın açmalarını ve simit alıp çay bahçesine girdiler. Sabah kahvaltısı için çaycıdan iki büyük çay istediler. Ekrem “Nasılsın?” diye sorunca Mustafa gayet rahat bir şekilde “İyiyim, asıl sen nasılsın? Pek de iyi görünmüyorsun?” diye sordu. Haksız sayılmazdı onları yan yana görenler Ekrem’in bir sıkıntısını olduğunu, Mustafa’nın da ona teselli vermeye çalışan arkadaşı olduğunu düşünürlerdi. Bunun aksi olduğuna inanmazlardı. Büyük bardak çaylarını masanın üzerine bırakan çaycı hala onları kıskanıyordu. Ekrem, Mustafa’ya yardımcı olmak ve onu rahatlatmak için dünden beri düşündüğü, kafasının içinde defalarca tekrar ettiği söze girmek adına “Sabri Yıldız Baği topluluğun bir ferdi olabilir. Bu onun kötü biri olduğunu göstermez, temkinli yaklaşmakla en doğrusunu yapıyorsun” diye söylerken geç kalmış bir itirafı ve pişmanlığı dile getirmenin mahcubiyetini yaşıyordu. “Hüsn-ü zan çoğu zaman güzel bir özellik ve meziyettir, namaz kılan, dindar görünen biri hakkında su-i zanda bulunmaktansa Hüsnü zanda bulunmak daha güzeldir” diyerek konuşmasını sürdürdü. Mustafa sevdiği açmaları götürürken Ekrem ona yardımcı olmak için kıvranıp duruyordu. Bu gidişle simitleri yemekte Mustafa, Ekrem’e yardım edeceğe benziyordu. Ekrem yemekten başka bir şey yapmayan ve söylemeyen Mustafa’ya “Yaptığımız şey bize göre yanlışsa, bile isteye o yanlışı yapmak olmaz. Biz yanılabiliriz, sorun olmaz. Yeter ki İslam’i Cemaate olumsuz bir laf gelmesin” dediğinde Mustafa hala önündeki açmaları midesine indirmekle meşguldü. Ekrem, Mustafa’nın davranışlarının normal olmadığını düşünmeye başladı. Tanıdığı, birkaç gündür dertleştiği Mustafa’ya hiç benzemeyen bir ile oturmuş gibi hissetti. Mustafa açmalarını bitirip çayındaki son yudumu da içtikten sonra “Elhamdülillah kesene bereket kardeşim” dediğinde karnı tok keyfi yerinde çocuklar gibi mutluydu. Neşesi yerinde, dertliymiş gibi durmuyordu. Ekrem bu duruma daha çok şaşırdı. Mustafa’nın aklını yetirmesinden korktuysa da o an için onda öyle bir durum sezmedi. Mustafa gayet rahat bir şekilde “Hata yapmak insana özgüdür. Ben bir hata yaptım, Allah’a şükürler olsun ki Rabbim bana hatamı gösterdi. Şimdi yaptığım hatanın telafisini yapmak istiyorum” dediğinde Ekrem hala bir şey anlayamamıştı. Mustafa’nın neden söz ettiğini tahmin etse de söyledikleri sözlerde bir çelişki sezdi. Ekrem’in yüzünün nasıl bir şekil aldığını görmekten memnun olsa da “Sabri Yıldız’ın maskesi dün düştü. Onun gerçek yüzüyle karşılaştım” dediğinde Ekrem’in jetonu yeni düştü. Mustafa’daki değişikliği ve davranışlarının nedenini anladı. Mustafa “Cemaat haklıydı ben yanıldım. Hayatımda unutamayacağım bir ders aldım” diyerek Ekrem’e dün Sabri Yıldız’la aralarında geçen konuşmayı en ince ayrıntısına kadar anlatınca Ekrem de şaşırdı. Mustafa kaldığı yerden devam edip “Dün gece alnımı secdeye bırakıp ağlayarak Rabbimden affımı diledim. Beni affeder mi bilmem, ama umarım ki sen ve Cemaat beni affedersiniz. Bu hatanın bedelini canımla bile ödesem yine de azdır. Kanım İslam’a ve İslam’i Cemaat feda olsun” derken gözleri dolmuştu. Bunlar pişmanlığın en bariz şekliydi. Eklem “Bir musibet bin nasihate bedeldir” diyerek Mustafa’ya imrenerek baktı. Mustafa “Bazı hata ve günahların kefareti malla ödenir, ama benim yaptığım hatanın bedeli kanım olmalı” derken çok içten ve samimi görünüyordu. Ekrem “Ne o kan falan… Henüz seninle işimiz var” derken Mustafa’nın yaşadığı duygusallıktan çıkmasını istiyordu.  Mustafa, Ekrem’in düşüncesini okumuşçasına “Kanım İslami Cemaate bereket ve nur verir inşallah” diyerek Ekrem’e baktı. Ekrem şaşkındı ne diyeceğini bilmez bir durumdaydı. Mustafa ise coşmuştu ağzından inciler dökülüyordu “Bazı günahları suyla, bazıları ateşle temizlenir, ama benim hatamı ve günahlarımı ancak kan temizler. Günahsız bir şekilde Rabbime kavuşmayı umuyorum. Sen şahit ol benim kefaretim kanımdır” diyerek konuşması Ekrem’i etkilemişti.

Mustafa kendinden geçmiş, yaşadığı şey yüzünden şahadet arzusu coşmuştu. Şahadeti dünden itibaren daha çok arzular olmuştu. Gerçi her isteyene uğramayan şehadetin kendisine uğrayıp aramayacağını bile bilmiyordu. Bildiği tek şey bu arzusunda hiç olmadığı kadar samimi oluşuydu. Kalbinden geçenleri Rabbi ve kendisi biliyordu, bu da ona yeterli geliyordu. Şehitler kervanına katılmak için en değerli varlığını sunması gerekiyordu canını... Mustafa canından geçmişti. Yaşadığı aydınlanma sayesinde hayatının değeri ve kıymeti, Allah için akıtılacak kanın hürmetine bir anlam ve mana taşıyordu. Hiç olmadığı kadar şehit olmayı isteyişi bundan kaynaklanıyordu. Ruhu da bedeni de buna hazırdı, aynı aşk ateşiyle yanıp tutuşuyordu. Sanki birazdan şehadet karşına çıkıp “Haydi gel katıl bize” diyecekmiş gibi yakın hissediyordu. Tabii bunları Ekrem’e anlatmadı, yoksa kesin delirdiğini düşünürdü. Böyle düşünse dahi arkadaşının anlamayacağını biliyordu. Mustafa hayaller aleminde seyran ederken Ekrem de içindeki boşluktan kurtulduğu için seviniyordu. Onun da şehadet hayali ve özlemi vardı “Mustafa! İster misin birlikte şehit olalım” diye söylediğinde Mustafa’nın bakışlarının hedefi oldu “Hayır istemem. İnşallah ben senden önce şehit olurum” dediğinde bakışları ve ağzından sertçe çıkan sözlerinde şaka yapmadığı anlaşılıyordu.

İstedikleri gibi hayal kurabilirlerdi, ama hayallerin gerçekleşmesi için bazen bir ömür geçmesi gerekebilirdi. Bazen de istedikleri,  arzu ettikleri hayalleri gerçekleşmezdi. Ne Mustafa ne de Ekrem gerçekleşmeme ihtimalini kabul etmiyorlardı. “Şehadetle nişan yapılmış, söz kesilmiş, nikah için ise sayılı günler var diyerek” çaycıdan ikinci çaylarını istediklerinde her ikisinin de yüzü gülüyordu. Ekrem, Mustafa’nın içine düştüğü sorunun üstesinden gelmiş olmasına sevinse de Allah’ın kulunu yalnız bırakmamış olduğuna da tanıklık etmiş oldu. Gelen ikinci çayı da muhabbet eşliğinden içip birlikte kalktıklarında vakit öğleye geliyordu. Zaman su gibi akıp gitmişti, tıpkı gençlik gibi hızlı ilerliyordu. Ekrem eve doğru yol alırken Mustafa da kendi evine doğru yola koyuldu. İskender paşa camiine gelen Mustafa kendisini ibadete verip Rabbiyle hemhal olmak adına kendisini hücresine kapattı. Ekrem’in evi uzak bir mesafede olmasına rağmen yürümeyi tercih etti. Yürürken bazı şeyleri daha iyi tefekkür ediyordu.  Bunu dolmuşta veya evde istediği gibi yapamıyordu.

Kalbe ve düşünceye gelen, sinirleri yatıştıran, gözyaşlarını sevince dönüştüren şehadet kokusunu alır gibi hissetti. Öğle ezanı okuduğunda Ofis camisine gidip namazını orada kıldı. Dua ederken şehadeti düşünüyordu. Şehadet; ayrılmak, kopmak istemediği bir sevgili gibi düşüncelerindeydi. Kaybetmekten korktuğu, elinden uçup gidecekmiş gibi endişe ettiği, ürkütmekten çekindiği bir serçe gibi nazlı ve hassastı.

Camide çıktığında kendisini hafiflemiş hissetti. Üzerindeki Mustafa yükünden kurtulduğu için öyle olduğunu düşündü. Bir müddet düşünmeden sadece yürüdü. Ofis kavşağına geldiğinde eve gitmekten vazgeçip İskender paşa camisine doğru geri yürüdü. Aklına yeni gelmiş gibi Ali’yle buluşup konuşmak istedi. Sevdiği arkadaşının talebini ve isteğini gerçekleştirmek istedi. Hissettiği şahadet coşkusunu anlatabileceği sadık bir dosta ihtiyacı vardı. İçi içine sığmıyordu. Sevincini paylaşabileceği iyi bir dinleyiciye içinde hissettiklerini kelimelere döküp anlatmak istiyordu. Camiye geldiğinde hücre kapısını çaldı. Kapıyı Mustafa açtı. Ekrem’i tekrar görmeyi beklemediği için “Hayırdır kardeşim!” diye sorduğunda kapıda bir yabancı gibi bekleyen Ekrem “Ali’yi çağırsana” diye rica etti. Mustafa “Ali yok kardeşim, benim yapabileceğim bir şey varsa sana yardımcı olayım” diye teklifte bulunduysa da Ekrem ihtiyaç duyduğu kişinin Ali olduğunu biliyordu. “Ne zaman gelir” diye bir başka soru sorduğunda geldiği onca yola acıdı. Mustafa “Emin değilim, ama ikindi namazında genellikle burada olur” dedi. Ekrem “Ali gelirse ikindi namazından sonra Mardin kapı mezarlığına gelsin, onu orada bekleyeceğim” deyip yavaştan Mardin kapı mezarlığına doğru yürümeye başladı. Yalnızlığından dolayı üzülmedi. Çünkü mutluydu “Uzun süredir hiç bu kadar iyi hissetmemiştim” diye kendisine nazar etmekten korktu. Nazardan korktuğu için mutluluğunu belli ettirmeden kalabalık arasından yürümeye devam etti. İçindeki benliğine kavuşmuştu, tıpkı İslam’i Cemaate ilk katıldığı yıllardaki gibi ihlaslı hissetmeye başlamış gibiydi. İhlaslı ve samimi bir şekilde şahadeti arzuluyor oluşuna sevindi. Bir daha benliğini kaybetmemek adına bunu sır gibi saklamaya karar verdi.

Mardin kapı mezarlığına geldiğinde çok sessiz ve sakindi. Ölüler diyarının ürkütücü sessizliğini seviyordu. Zararsız olduklarını biliyordu. Şehit Şehmuz Durgun’un mezarının başına geçip Fatiha okuyarak selam verdi. Şehadetin konuşulacağı belki de en güzel yeri seçmişti. Ağaçlardan gelen kuş cıvıltıları cenneti andırır olmuştu. Kuşlar gibi özgür olmayı, yeşil güvercinin kursağında cennete geçmeyi düşündüğü bu yerde kendisinin de bir mezar taşının olduğunu hayal edip ahiret yolculuğuna çıktı. Yeşil kuşla birlikte ruhunun cennete dolaştığını görse de hayal kuşunu özgür bırakmış olduğunun farkındaydı. Öylesine uzun bir hayal kurmuştu ki ikindi ezanı ile kendisine gelebildi. Mezarlığın yanındaki camide namazını kılıp şehidin mezarına geri geldi. Çok geçmeden mezarlığın girişinden içeri giren Ali’yi gördü. El işareti yaparak onu yanına çağırdı, selamlaşıp kucaklaştılar. Ali “Hayırdır inşallah bir sıkıntı yoktur?” diyerek endişeyle sordu. Ekrem’in İskender paşa ya gelip kendisini sormasından ve mezarlığa davet etmesinden endişe duymuştu. Neyse ki endişe edilecek bir sıkıntı olmadığını öğrenince rahat bir nefes aldı. Ekrem’in aksine Ali’nin buraya gelirken duyduğu endişeden dolayı keyfi kaçmıştı. Ekrem’in yüzünün gülüyor olmasına bir anlam veremezse de onun adına seviniyordu. Neler olduğunu öğrenmek için Ekrem’in anlatmasını bekledi. Ekrem “Seninle konuşmak istememin sebebi sıkıntılı olduğum için değil, sıkıntı olmadan da görüşebiliriz değil mi?” diye şaka yoluyla sordu. Ardından “Şehit olursam en çok senin sohbetini özlerim” dediğinde Ali bunun bir arzudan ve duadan ibaret olarak telakki ettiğinden “Ben de senin muhabbetini özlerim” diye öylesini bir cevap verdi.  Ekrem’in kendisine bir arzusunu anlattığını varsayarak muhabbet ettiklerini düşündü. İslam’i Cemaatin birçok ferdi bu arzuyu taşıyordu. Yeni ve farklı bir şey değildi. Ekrem’in şehadetten söz etmesi ve şehit olmayı arzulamasında anormal bir durum görmedi.

Ekrem’in birçok dostu ve arkadaşı olmasına rağmen bu duygularını Ali’yle paylaşmak istemesindeki en büyük şey Ali’yi kendine çok yakın görmesindendi. Ali’yi olmayan öz kardeşi yerine koymuştu. Onunla sohbet etmekten hoşlanıyordu. Birlikte bir şeyler yapmak zevkliydi. Ne var ki Ali bunun farkında değildi. Ekrem’le sık görüşemediği için “Ekrem’in benim gibi nice arkadaşı var, samimi olduğu yakın dostları var deyip kendisini sonlarda görerek Ekrem’e haksızlık ettiğinin farkında değildi. Ali’nin Ekrem’in hayatındaki yeri bir başka olsa da hizmet ettikleri alan farklı olduğu için pek sık görüşme imkanına sahip değillerdi. Ekrem, Ali’yi birçok kardeşinden farklı sevdiğini göstermek için bugün içindeki sevincini ve kederini rahatlıkla paylaşabileceği birisini ararken hiçi düşünmeden bu kişinin Ali olduğuna karar vermiş olması Ali’ye verdiği değerden kaynaklanıyordu. Sohbet etmek, sevdiği biriyle vakit geçirmek, kelimelerin anlatamadığı, yetersiz kaldığı durumlarda sessizlikte dahi anlaşabilen bir başka dostu yoktu. Ali’ye hayallerinden hissettiklerinden şehadete duyduğu yakınlıktan söz edip şehit Mehmet Ali ve Tevfik’ten konuştular. Şehitleri konuşunca her ikisi de hüzünlendi. Bu Ekrem’in mutluluğuna ve sevincine gölge düşürmedi, hayatta yaşanılana takılı kalmaktan kurtulmanın yolunu öğrenmişti. Önüne ve geleceğe odaklanmıştı. Ve gelecek ona nazlı bir yar gibi göz kırpıyordu. Yürüdüğü yolun kendisini ilahi rızaya taşıyacağına olan inancı tamdı. Yolun engebeli oluşuna, meşakkat ve sıkıntılarına aldırmadan, sonunu düşünmeden tünelin sonundaki ışık ve huzuru görebiliyordu, ama nedense bir türlü bunu başkasına gösteremiyordu.

Cennet ve ebedi hayat… Allah’ın rahmeti altında olduktan sonra zaman ve mekanın bir önemi kalmıyordu. Rahmetin gölgesinin düştüğü yerde esenlik rüzgarları esiyordu. “Tüm dünyada hissedilen rahmet bu kadar güzel ve eşsizken kim bilir cennette nasıldır?” diyen Ekrem, Ali’ye hislerini döküyordu. Karşılıklı cennet ve nimetlerinden, Allah’ın lütfundan ve şehitlerden konuşarak muhabbetlerini sürdürdüler. “Hayalini kurduğumuz cennetten bile eşsiz bir lezzet alıyorken kim bilir gerçeğine kavuşunca neler hissederiz” diyen Ekrem’i dinleyen Ali her zaman ki gibi iyi bir dinleyici olmaya devam ediyordu. Cennet arzusuyla yandıkları, ebedi hayatın ve güzelliklerin ötesinde arzuladıkları Allah’ın rızası ve sevgisi içlerindeki sevinci katlamaya yetmişti.

Akşam namazından önce Ali’nin camide olması gerektiğini bildiği için mezarlıkta vedalaşarak ayrıldılar. Ekrem yatsı namazına kadar dışarıda oyalandıktan sonra Hasan’ın evine gitti. Hasan onu beklemiyordu. Davetsiz de olsa sonuçta misafirdi. Onu her zamanki gibi müsait odaya aldı. Ekrem odaya girince karşılaşmayı beklemediği Murat hocasını görünce şaşırdı. Bazı şeyleri tahmin ediyordu, ama görüp şahit olmak başkaydı. Hocasına sarılıp selamlaştılar. Ali’den sonra en çok sevdiği kişiyi görmüş olduğundan sevinci katlanmıştı. Bugün hiç beklemediği kadar hayat ona sürprizler yapıyordu. Mustafa’nın sorunu çözülmüştü, Ali’yle sohbet etmişti. Murat hocasıyla burada karşılaşıp kafasındaki şüpheden kurtulmuştu. “Bir gün içinde çok fazla güzel şey oldu” diye içinden geçirip “Rabbim! Sen günün sonunda hayreyle” diye dua etti.

Ekrem, Murat ve Kemal'in kaldığı evde Hasan’la bir araya gelmiş olsa bile bunun Murat’la ilgili bir durum olmadığını düşünüyordu. İslam’i Cemaat içinde böyle buluşmalara sık rastlanırdı. Ama Hasan’ın evinde Murat hocasını görmesi gerçek bir sürpriz oldu. Hasan yanlarına girdiğinde her iki öğrencisinin yüzündeki şaşkınlığı görünce buna aldırmadı. Ekrem’in yüzünün kızarmasını istemediği belliydi. Bunun yerine “Hayırdır! Seni bugün beklemiyordum” diye Ekrem’e sorunca Ekrem neden buraya geldiğini hatırlayıp “Mustafa ile görüştük” diye üstü kapalı konuştuysa da Hasan “Sabri Yıldız meselesinde bir gelişmemi var?” diye açık sorunca Ekrem ne diyeceğini bilemedi. Murat onun hocası olabilirdi. Bunda bir sorun yoktu, ama yaptığı şeyleri bilmesi bir sorundu. İslam’i Cemaatin kuralları çok netti. Ekrem her kim olursa olsun bu Murat hocası dahi olsa onun yanında askeri kanat işlerini konuşacak değildi. Ekrem’in renginin değiştiğini fark eden Hasan “Rahat ol. Murat’ın Sabri Yıldız’dan haberi var” deyince rahat bir nefes aldı. Hasan’ın onları boşuna aynı odaya bırakmadığını yeni fark etti. Bunun üzerinde durmayıp “Mustafa hata yaptığını anladı” deyip Mustafa’dan öğrendiklerini Hasan’a aktardı. Hasan, Murat’a dönüp “Hazır mısınız?” diye sorunca Murat “Hazırız ne zaman isterseniz söyleyin” diye net konuşması Hasan’ın hoşuna gitti. Hasan “Sabri Yıldız eylemini Murat yapacak sen de ona korumalık yapacaksın” diye Ekrem’e söyleyince odada bir başka atmosfer oluştu. Daha düne kadar hocası olan Murat’la şimdi silah arkadaşı olma fikrinden memnunluk duydu. Bu şerefe minnettardı. Hasan bu sefer de Murat’a dönüp “Nükhet Coşkun caddesindeki büfeyi Ekrem’e göster” dediğinde Ekrem’in keyfi hiç olmadığı kadar yerindeydi. Hayatında hiç tahmin edemeyeceği kadar güzel şeyleri bir günde yaşamanın şaşkınlığı içindeydi hala. Hasan “Eylemi sen yap, Mustafa’da sana koruma olsun” diye Ekrem’e talimatını verdi. “Yarın sabah Mustafa Muratların öğrenci evine gelsin, onunla orada konuşuruz” diyerek misafirlerine çay ikram etti. Ekrem, Murat’la birlikte Hasan’ın evinden ayrılırken yarın Nükhet Coşkun caddesinde buluşmak için sözleştiler.

Murat evinin yolunu tutarken Ekrem gün içinde üçüncü kez İskender paşa camiinin yolunu tutmak zorunda kalışına kızamıyordu. Gün içinde yaşadığı onca şeyden sonra kıyamet dahi kopsaydı yine de kızmazdı. Mustafa’ya gitmek için vakit biraz geç olmuştu, ama sakıncası yoktu. Hasan’ın görüşme isteğini Mustafa’ya ilettikten sonra eve geri döndü.

Murat, Nükhet Coşkun caddesindeki Baği gruba ait büfeyi Ekrem’e gösterip şahsın profilini hafızasına nakşetmesini istedi. Murat’ın buradaki işi son bulunca üç gün sonra Sabri Yıldız eylemini konuşmak için bulaşmaya karar verdiler. Bundan sonrası Ekrem ve Mustafa’daydı. Murat, Ekrem’den ayrılırken yüzündeki parlaklığı gördüğü halde bu nurun nedenini düşünmedi. Ekrem’in ihlaslı kişiliğinin bir işareti olarak gördüğü yüz aydınlığını ona yakıştırdığı için de üzerinde durma gereği duymadı. Ekrem gibi Allah dostları sevincine yüzünün böyle olabildiğini biliyordu. “Benim yapabileceğim başka bir şey var mı?” diye soran Murat hocasına sıkıca sarılan Ekrem “Hocam! Hakkınızı helal edin” dediğinde bunu normal vedalaşır gibi sanmıştı. Sadece içinden Hocasına sıkıca sarılmak gelmişti. Bunu da ona duyduğu sevgi ve saygıya yormuştu. Murat’ta bu helallikten farklı bir şey çıkarmadı. Eyleme gidenler ölümle randevulaşırlardı. Bu gidişin geri dönüşü garanti değildi, öldürmek kadar öldürülmek de yaptıkları hizmetin bir sonucuydu. Belli olmayan bir iş için helallik almak da çok doğaldı. Kendisine sımsıkı sarılan öğrencisine aynı sıklıkla sarılıp “Helal olsun” diyerek bir birlerinden ayrıldılar.

Ekrem, Mustafa’yla gerekli planı yapmak için öğleden sonra İskender paşa camiine gitti. Hücre kapısını çaldığında kapıyı Mustafa açtı. Ekrem’in adeti olmadığı halde o an hücrede bulunan arkadaşlarını görüp onlarla kısa bir sohbette bulunmak istedi. Bunu neden yaptığını kendisi de anlamamıştı. İçinden öyle yapmak gelmişti. Adeti olmadığı halde hücreye girip o an orda bulunanlarla sohbet etti. Mustafa’ya geliş sebebini anlattıktan sonra sabah buluşmak için sözleştiler.

Sabah Mustafa’yla birlikte Nükhet Coşkun caddesine geldiler. Eylem yapacakları şahsı Mustafa’ya gösterip yapacakları eylem için etraftaki sokaklarda dolaştılar. Mustafa bu sefer şahsın kim veya neci olduğunu bile sormamıştı. Planlarını yaptıktan sonra Ekrem “Yarın sabah yedide burada buluşalım” diyerek ayrıldılar.

 Ekrem eve geldiğinde içinde tarifini yapamadığı bazı duygular taşıyordu. Çok duygusallaşmıştı, öyle ki anne ve babasına sarılmak istiyordu. Bugüne kadar hissetmediği yabancı bir duygunun etkisindeydi. Bundan önce benzer duyguları yaşamamıştı. Ortada bir neden ve sebep yokken bayram ya da seyran değilken böyle hissetmesin nedenini anlayamadı. Bu da yetmezmiş gibi yüreğinde anne ve babası için hissettiklerini kelimelere dökesi geldi. “Sizi çok seviyorum” ya da “İyi ki bu dünyaya sizin çocuğunuz olarak gelmişim” gibi sözcükleri dinlendirmek istediyse de yapamadı.

Akşam yemeği için ailesiyle sofrada oturduklarında her zamanki gibi sıradan bir gündü. Hiçbir özelliği ve farklı olmayan diğer günler gibi… Doğum günü, özel yıl dönümü gibi bir günün içinde olmadığı halde “Peki, neden bu kadar mutluyum?” diye bunu sebebini bulmaya çalıştıysa da bulamadı. Çünkü ortada bir sebep yoktu, daha fazla düşünerek mutluluğuna gölge düşürmek istemediğinden bunun kaynağını bulmaktan vazgeçti. Gece odasına geçtiğinde uykusunun olmayışına şaşırdı. Gün boyu koşuşturup durduğu halde gözlerinde uyku yerine uyanıklık akıyordu sanki.   Uyumaya niyeti yoktu. Kapanmayan gözlerini sıkmanın da bir anlamı yoktu. Uykusuzluk ve yorgunluk hissetmemekle birlikte canı dışarı çıkıp gezip dolaşmak istiyordu. Buna bir anlam veremese de gecenin bir saatinde dışarıya çıkamayacağını biliyordu. Bunun yerine gidip abdestini alıp geldi. Gece namazını kıldıktan sonra bir müddet seccadesinin üzerinde bağdaş kurup tefekkür etti. Ne kadar uzun oturduğunun farkında değildi. Bacakları uyuşmuştu. Ayaklarını uzatıp onları ovalayarak kan akışını sağladıktan sonra kendisini daha iyi hissetti. Odasının içinde bir kaç volta attı. Anne ve babası rahatsız olmasın diye adımlarını yavaş ve yumuşak atıyordu. Sabah Mustafa’yla da birlikte yapacağı eylemi düşündü. Kalbini yokladı en küçük bir gurur ve kibir olmadığına sevindi. Nefsinin bir payı olmadığına memnun kaldı. Gece uzadıkça uzadı. Sabah bir türlü gelmek bilmiyordu. Karanlığın hükmü hiç bitmeyecekmiş gibi sonsuz olduğunu dahi düşündü. Gelmeyen aydınlığa inat yarınki cüzünü okumak için Kur’an-ı Kerim’i alıp okudu. Sabah namazını kıldıktan sonra bile uykusu hala yoktu. Heyecanlı olsaydı belki uykusuzluğunu bunu yorabilirdi, ama değildi. Her zaman ki gibi normal Ekrem moduna geri dönmüştü. Yatağına uzanıp gözlerini tavana dikti, evden çıkış saatine kadar düşüncelere dalıp zamanın akmasını bekledi. Zaman bugün akışını durdurmuştu. Yine cimriliği üzerindeydi anlaşılan. Gündüz bir türlü gelmek bilmiyor, gece ise gitmek bilmiyordu. Neyse ki zaman yavaş aksa da sonunda vaktin geldiğine sevindi. Abdest almak için lavaboya gitti, dişlerini fırçalamak için lavabonun üzerindeki kupada duran diş fırçasını alırken nasıl olduysa kupa yere düşüp parçalandı “Allah kahretsin” derken anne ve babasının uyanacağını düşündüğü için gerilmişti. Bir müddet sessiz bekleyişin ardından anne ve babasının uyanmamış olmasına sevindi. Bir an önce işini bitirip evden çıkması gerektiğinin farkındaydı. Oysa aksiliğin öyle bir sorunu yoktu. Bir koşu mutfağa gidip süpürge ve küreği getirip kırılan kupayı temizledi. Sevdiği kupanın parçalanmasına üzülmüştü. Çöpe atmaya kıyamasa da buna mecburdu. Evden çıkmak için acele ediyordu. Neden bu kadar acele ettiğini bilmiyordu. Mustafa’yla buluşmaya rahat bir şekilde yetişebileceği kadar vakti olmasına rağmen iki ayağı bir pabuçtaymış gibi acele ediyordu. “Belki dönüşte yeni bir kupa alabilirim” deyip saatine baktı. Saat yediye on kala evden ayrıldığında anne ve babası henüz uyanmamıştı. Onları rahatsız etmeden evden çıkıp kapıyı sessizce kapattı. Nükhet Coşkun caddesine geldiğinde Murat’la görüşüp ondan iki adet silahı alıp ayrıldılar. Okulun önünde Mustafa’yı görünce işaret edip yanına çağırdı. Sessiz ve ıssız bir sokağa girip silahlarından birini Mustafa’ya verdi. Birlikte planladıkları eylemi gerçekleştirmek için Baği grup elemanının işlettiği büfenin içinde bazı öğrencilerin oturup bir şeyler atıştırdıklarını görünce Ekrem eylemi yapmaktan vazgeçti. Öğrencilerin dağılması için bir müddet beklediyse de öğrencilerden biri gidip biri geliyordu. Bir türlü boş kalmayan büfeye saldırmak mümkün olmadı.  Ekrem’in harekete geçmediğini gören Mustafa sabırsızlanmaya başladı. Ekrem’e saldırması için işaret ettiyse de Ekrem büfede hiçbir öğrenci kalmayıncaya kadara harekete geçmek istemedi. Ekrem çekilen silahın ardından kurşunun adres sormayacağını çok iyi biliyordu. Serseri bir kurşunun masum birine zarar vermesindense Baği grup mensubunu öldürmekten vazgeçmenin daha hayırlı olacağına karar verdi. Bir müddet daha oldukları yerde bekledilerse de büfe bir türlü boşalmıyordu. Okulların ders zili çaldığı halde bazı öğrenciler büfede oturup yemeklerini yemeye devam ediyorlardı.

Mustafa’nın ısrarı Ekrem’i kızdırdı “Birini cehenneme göndereyim derken biz de mi cehenneme düşelim” diye kızarak söyledi. Mustafa. Ekrem’i tanımasaydı korktuğunu falan düşünebilirdi. Bir müddet daha bekledilerse de büfenin bugün bereketli günlerinden birini yaşadığını düşünmeye başladılar. Uzun süren bekleyişin ardından çevredeki esnaflar şüphelenmeye başlamışlardı.

Ekrem, Mustafa kadar endişeli değildi, tam aksine hiç olmadığı kadar sakin görünüyordu. Önünde İki seçenek vardı ya bekleyip uygun anı kollamaya devam edeceklerdi ya da gidip öğrencilerin olmadığı bir başka vakitte geleceklerdi. İkinci seçenek Ekrem’e daha mantıklı geldi. Mustafa’yı yanına çağırınca yanlarında geçen 60-65 yaşlarında bir ihtiyar Ekrem’i Yorulmaz mescidinden tanıdı. Onun hangi sebeple burada bulunduğunu bilmesine gerek yoktu. Yalnız kalmış bir aslanın hakkından gelebilmek için büfeye doğru adımlarını hızlandırdı.

 Mustafa’yı yanına çağıran Ekrem “Öğrencilerin dağılacağı yok. Üzerindeki silahı bana ver, akşam okul çıkışı tekrar burada buluşalım” deyip Mustafa’daki silahı alıp beline yerleştirdi. Akşam tekrar aynı yerde buluşmak için sözleştikten sonra Mustafa’yla ters istikamete doğru ayrıldılar.

Büfeye giren yaşlı adam “Az önce İslam’i Cemaatin çok önemli bir ferdini gördüm” diyerek büfede bekleyen silahlı iki kişiyi peşine takıp Ekrem’i en son gördüğü yere getirdiğinde Ekrem oradan uzaklaşmaya çalışıyordu. Yaşlı adam “Bu Ekrem’dir” deyip önlerinde yürüyeni yanındakilere gösterince iki kişi bellerinden çıkardıkları silahlarıyla Ekrem’i kurşun yağmuruna tuttular. Silah sesleri Nükhet Coşkun caddesinde yankılandığında Mustafa’nın dizlerinin bağı kendiliğinden çözülüp yere yığıldı. Düştüğü yerden zorla da olsa kalkan Mustafa hiç düşünmeden Ekrem’le ayrıldığı yere geri geldiğinde gördüklerine inanamadı. Ekrem kanlar içinde yerde yatıyordu. İşler o kadar çabuk gerçekleşmişti ki akıl alır gibi değildi, daha birkaç dakika önce birlikteydiler ve konuşuyorlardı şimdi ise Ekrem Rabbine doğru uçmuştu. Hiç düşünmeden onu alıp hastaneye yetiştirmek istediyse de Ekrem’in ruhunun bedenini terk ettiğini anladı. Birazdan polislerin geleceğini bildiğinden gözyaşları içinde Ekrem’i bırakmak zorunda kaldı. Ekrem için yapabileceği bir şey yoktu. Şok taydı, aklına kaybetmemişse de sağlıklı düşünemiyordu. Öyle ki Ekrem’in üzerindeki silahlar dahi aklına gelmemişti. Allah için öldürmeye geldikleri yerde Ekrem, Allah için şehit olmuştu. Ekrem’in yüzüne son bir kez bakıp ona veda etti. Olay yerinden uzaklaşıp Murat’ın ve Kemal’in kaldığı öğrenci evine gelip durumu anlattığında Murat baygınlık geçirdi. Kemal’le birlikte onu kanepenin üzerine uzatıp kolonyala ayıltmaya çalıştılar. Kendine gelen Murat’ın sorduğu ilk soru “Nasıl oldu?” cümlesi oldu. Mustafa olanları özetledikten sonra “O kadar düşünceli olmasaydı şimdi onun yerinde o Baği pisliği yatıyor olacaktı” diye sitemvari konuştu.

Ekrem, Rabbine kavuştuğu için memnundu ki yüzü gülüyordu. Çok istediği şehadet ona bir şaka yapıp hiç beklemediği bir anda karşısına çıkmıştı. Onun ziyaretini bekleseydi süslenir hazırlanırdı.

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar