Bir Elmanın İki Yarısı-12.Bölüm
12. BÖLÜM
“Yaşamak mı daha zor yoksa ölmek mi?” Murat bütün gün bunu düşünerek iç çatışma yaşayıp durdu. Hangisinin zor ya da kolay olmasından, hangisinin hayırlı olacağı düşüncesine döndü. “Ölmek basittir, ya ölümden sonrası?” diye düşününce orada takılı kalıyordu. Ölümden sonrası için bir garantisi yoktu. “Cennet mi yoksa cehennem mi?” meçhul İki seçenek önünde duruyordu. Her şey belki de hayat serüvenin son anındaki nefeste saklıydı. Nasıl bir ölümle ya da sonla bu dünyaya veda edeceği gizliydi. Allah’ın dışında kimsenin bilmediği bir bilgiydi bu. Bir bilinmezlik vardı ölümde ve ölümden sonrasıyla ilgili… “Peki, ya yaşamak!.. Nefsin hoşuna giden yaşamak, hayat çok mu güzeldi? Ya da çok mu rahat ve huzurluydu?” Bunların çok nadir olduğu hayatında yine de nefsinin yaşama arzusu duymasına, nefes alıp vermek için çırpınmasına şaşırsa da “İmtihan” dedi, ama eninde sonunda ölüm de karşılaşacağını biliyordu. Bin yıl bile yaşasa yine de o sona ulaşacağına emindi. Bu sır değildi ki, bilinen ve görünen bir hakikatti. Mezarlıklar bunun şahidiydi. Ölümle tanışan insanların nişanesi olarak şehrin dört bir yanında gören ve akleden gönüllere birer ayet olarak duruyorlardı. Önünde tabutlar içinde taşınan insanların nereye gittiklerini görüyordu.
Murat, Ekrem’in şehadetinin ardından ölümü ve şehadeti daha çok düşünür oldu. Bu dünyada yapıp ettiklerinden dolayı hesaba çekilecek olmanın korkusunu yaşamaya başlamıştı. Hesabının Çetin olacağını varsayarak endişe ediyordu. “Cenneti kazanmak hiç de kolay değil” derken aklından bunlar geçiyordu. “Allah’a layık bir kul olamadım” diyerek nefsini kınadı. “Bugüne kadar şahadetle tanışmamış olmamın tek nedeni ona layık olmayışım” diyerek şeytanını sevindirdiğinin farkında değildi. “Belki son nefesimde o nazlı ceylan gelir” diye umut etti. “Öyle ya son nefesime kadar hala bir şansım var” dediğinde içindeki umut kıvılcımı alev aldı. “Şehit olarak Rabbime kavuşmak varken ne diye kocamış yaşlı ihtiyarlar gibi yatağımda ölümü bekleyeyim” dediğinde içindeki alev parladı. İşte şimdi gerçek benliğine geri dönmüştü “Şehit olurum olmam bu Allah’ın takdiri, ama bundan böyle bir şehit gibi yaşayacağım” diye karar aldığında yüzü gülüyordu. İçindeki karamsarlığı yakan şehadet ateşi harlanmıştı. İçinde açan güzellikler sayesinde yüzü gülmeye başladı. Sevinçliydi “Allah’ın bir lütfu olan şehadetin o nazlı ceylanın kendisine nasip olup olamayacağı levh-i mahfuzda yazılmıştı. O kitapta adının olup olmadığının öğrenmesi imkansızdı.
Murat, Hayber harbi sırasında gelip iman eden siyahi çoban Esved er-Rai’nin şehadete kavuşması ile Seyfullah lakaplı Halit Bin Velid’in şahadet arzusuyla nasıl vefat ettiğini tefekkür etti. Şehadetin, kahramanlara yalnız gelen bir muştu olmadığını bir kez daha gördü. Daha önce de buna benzer şahsiyetleri görmüştü. Mehmet Ali ve Tevfik ile Ekrem gibi… Allah azze ve celle kulunun kalbini en iyi bilen olarak bu güzel sonu dilediğine lütfederdi. “Şehadeti arzuladığım kadar yaşamayı arzulamıyorum. Rabbim! Sen kalbimi benden daha iyi bilirsin” diyerek dua etti. Öyle ki şehit olacağına adı gibi emin olarak yaşamaya başladı. Bunun bir his olduğunu söylese de bu hissin ne kadar kuvvetli olduğunu yalnız Allah bilirdi. Bu yüzden olsa gerek Murat kendisine gelen evlilik tekliflerine “Ben zaten nikahlıyım, şehadetin üzerine kuma getirirsem alınır, küser” diye gelen tekliflere kapalı olduğunu söylüyordu. Murat söylediklerinde çok samimiydi. Gecesi gündüzü şahadet olmuştu, o çok sevdiği nazlı ceylanı düşünmediği bir anı bile yoktu. Şahadet düşüncesiyle yatıp şahadet düşüncesiyle uyanıyordu. Rüyaları bile şehadetle ilgili olmuştu. Gittiği yerlerde mecnun gibi şehadeti arar olmuştu. Bazen sessiz sakin bir sokaktan geçerken “Ölmek için güzel bir yerdeyim” diyerek şahadeti davet ediyordu. Bazen de katıldığı okul kavgalarında “Şimdi gelsen ne güzel olur” diye nazlı ceylana seslenmeye başlamıştı. Bazen de gittiği eylemlerde Ekrem gibi şahadet şerbetini içmek istiyordu. Adı üzerinde “Nazlı” gerçekten de nazlıydı. Birkaç kez kendisine yapılan saldırılarda kurşun sesleri ile kendisine göz kırpsa da son anda gelmekten vaz geçip kaçıyordu. Şahadet, Murat’ın hasretiyle yandığı bir sevgili olmuştu. Ona kavuşmanın hayalini kuruyordu. Şehit olan kardeşlerine imrenmekten, arkalarından acı ve gözyaşıyla kalmaktan çok yorulmuş hissetti. Öğrencilerini bile şahadet kervanıyla uğurlarken onların arkalarından bakmakla yetinmişti. “Yaşadığım bunca acıya rağmen hala nefes alabiliyorsam bu Allah’ın lütfudur” diyerek neden hala yaşadığını anlamaya çalışıyordu. “Şehadetin bir sıralaması olsaydı öğrencilerimden önce benim şehit olmam gerekirdi. Ne var ki bu iş sırayla değil, takva ve ihlasladır” diyerek şehadetin neden geciktiğini anlamaya çalışıyordu.
Ekrem’in ardından geçen bir hafta boyunca Mustafa İskender Paşanın cami hücresinde inzivaya çekildi. “Acısını yaşamasına izin verin” dedikleri için hücrede kalan arkadaşları onu rahatsız etmemek için ellerinden geleni yapmaya çalışıp onu rahatsız etmemeye gayret ettiler. Ağlaması üç gün sürdü. Deli divane gibi olmuş haline aldırmıyordu. Arkadaşlarının ısrarı üzerine birkaç lokma yiyip hayati fonksiyonlarını kaybetmemek, yaşamak için kendisini zorlamıştı. Hücresinden çıkmayıp tüm vaktini Rabbine ibadet ederek geçirmeye başlamıştı. Dünyadan el etek çeken bir sofi olmuştu. Bu durumun geçici olduğunu bildiklerinden üzerine gitmiyorlardı. Ölüm acısı başka hiçbir acıya benzemezdi. İnsanı yıkıp geçen bir gücü vardı. Mustafa’nın toparlanması için biraz zamana ihtiyacı vardı.
Ekrem’in şehadetinin üzerinden ve Mustafa’nın kendisini hücreye kapatmasının ardından bir hafta geçmişti. Yarası yavaş yavaş kapanmaya başlayan Mustafa, Ekrem’in mezarını ziyaret etmeye karar verdi. Sabah erkenden kalkıp abdestini alıp sünnet namazlarını eda etti. Kur’an’daki günlük cüzünü okumaya başladığında cami hücresinde kalan arkadaşları kendi işlerine bakmak için yavaş yavaş çıkıp onu yalnız bıraktılar. Cami hücresinde Mustafa’dan başka kimse kalmamıştı. Cüzünü bitirdikten sonra üst başına bir çeki düzen verip eski haline gelmeye çalıştı. Ekrem’in kendisin böyle dağınık görmesini istemedi. Onu böyle görseydi kesin kızardı. Mustafa sevdiği esanstan sürünüp Ekrem’e gitmek için cami hücresinden dışarı adımını atar atmaz gündüzü unutmaya başlayan gözlerinin alışması için cami avlusunda birkaç dakika bekleyip gökyüzünü seyretti. Caminin arka sokak kapısından çıkıp biraz ilerledikten sonra arkasından gelen iki kişiyi fark ettiyse de umursamadı. O an düşündüğü tek şey Ekrem’in mezarının başında ona ne diyeceğiydi. Sokakta yankılanan kurşun sesleri art arda haykırıp “Müjde! Müjde! Müjde!” diye gelen şahadet Mustafa’yı alıp Ekrem’e götürmüştü. Ekrem’e gitmeyi düşünen Mustafa’nın ziyaretine Ekrem gelip onu alıp şehitler kervanına katmıştı.
Mustafa yere düştüğü gibi ruhunu teslim etti. Beklediği, arzuladığı şahadet bir sokak ortasında karşısına çıkmıştı. Ekrem’in misafiri olarak Rabbinin ikramına nail olmuş bahtiyarlar zümresinden olmuştu. Şehadet kervanı Diyarbakır’daki yolcularını Şehit Ahmet’i, Abdulkadir Selçuk’u peş peşe toplamaya başlamıştı. Uzayıp giden kervanın başı ile sonu arasında sanki sonsuzluk varmış gibiydi… İslam’i Cemaat fertleri acı üstüne acı yaşadıkları halde kardeşlerinin bıraktıkları emanet yüklerini onların yerine de omuzlayarak yollarına devam etmeye çalıştılar.
Giden her şehidin ardından benzer ve bildik manzaralar tekrar edip duruyordu. Hayat, şehitlerin ardından devam ettiği gibi mücadele de devam ediyordu. Baği grubun yaptıklarına “Dur” demenin vakti geldiyse de İslam’i Cemaat sabrını son ana kadar muhafaza etmeye çalışıyordu. İslam’i Cemaat, şehitlerin mübarek kanıyla zarara ve akamete uğratmayacak kadar yüceydi. Tam aksine şehitlerin kanı İslam’i Cemaatin bereketlenmesine vesile oluyordu. Şehitler, İslam’i Cemaat mensupları için damarlardaki kan gibi hayati bir önemi vardı. İslam’i Cemaat, mensuplarıyla, hizmette bulunan kardeşleriyle, şehitleriyle ve zindan ehli Yusufileriyle iftihar ediyordu. Şehitler kervanı, İslam’i Cemaatten aldığı şehitlerle İslam’i davanın kökleşmesine ve toplumun damarlarına yerleşmesine vesile olduğu bir gerçekti. Şehitler ve tutuklular, İslam’i Cemaati ayakta tutan sütunlardan sadece ikisiydi.
Murat’a “Ortam çok puslu, okul derslerini bırak” diyen Hasan’a “Ortamın nasıl olduğu umurumda değil. Ben kendimi biliyorum, kalbimi biliyorum, orası temiz olduktan sonra ortamdan ve hainlerden korkacak değilim” dediğinde Hasan ona sarılıp alnından öptü. Murat’ın istek ve azmi o kadar çoktu ki hizmet alanında ona bir sınır çizmek mümkün değildi. İstediği hizmet alanında çalışmasının önünü açmışlardı. Murat’ın ilgilendiği sorumluluklardan dolayı yorulmak nedir bilmiyordu. Bir aşık gibi her hizmet alanında aşkını arıyordu. Allah’ın rızasını kazanmak için her hizmet alanında bulunmak istiyordu. Şahadeti de, İlahi rızanın tecelli etmiş hali olduğu için seviyordu. Kanını Rabbinin yolunda son damlasına kadar akıtmak istiyordu. Bunun bir tek kurşunla da gerçekleşebileceği gibi kurşun yağmuru arasında bir fark görmüyordu. Şehadetin her türlüsüne hazırdı. Kanıyla hizmetini mühürlemek istiyordu. Ana kucağı gibi sımsıcak olan şahadetin kollarında gözlerini kapatmayı, hayatının sonlanmasını arzulayıp duruyordu.
Murat istediği kadar hayattan ve yaşamdan soğuyup şehadet aşkıyla yanıp dursun. Nefes alıp verdikçe, hayatta olduğu süre içinde yapması gerekenleri yapmaya da devam etmesi gerekiyordu. Bu kolay değildi, yalnız zorda değildi. Aşkına kavuşmasının yolu hizmetten geçiyordu. Hayatı veren takdiratını belirleyen ecel vaktini gizli tutan Allah azze ve cellenin istediği kadar bu dünya sürgününde mahkum olarak yaşamak zorunda olduğunu biliyordu. Ecel gelmeden, zamanı dolmadan kendisinin istediği vakit çekip gidebileceği bir dünyada yaşamadığının farkındaydı. Hayat; yaşamak zorunda olduğu bir ıstıraptı. Bu ıstırap içinde teselli bulduğu tek şey hizmet etmekti. Hizmet ettiği sürece kendisini Rabbine daha yakın hissediyordu. Şehadet öbür dünya aşkıydı, onu Rabbine ak bir yüzle çıkaracak olan vesileydi. Bu dünyada olduğu sürece hizmet aşkıyla canla başla çalışıyordu. Düşünmesi gereken, eğitmesi gereken öğrencileri vardı. Onların sıkıntıları, dertleri vardı. O, öğrencilerinin “Ali baba” sıydı. Öğrencileri ahlak, ilim ve şehadet dersini aldıkları hocalarına güveniyorlardı. Murat onları öyle bırakıp gitmenin bencilce olduğunu kabul ediyordu. Bu kadarına hakkı olduğunu düşünüyordu. Öğrencileriyle ilgilenirken gözlerinin ışıldadığını görebilseydi keşke...
Sabah Diyarbakır’ın yerel gazetelerinde benzer bir başlık vardı “Diyarbakır yine kan gölüne döndü” diye benzer manşetler gazetelerin ana başlığıydı. Yerel gazetelerde “Nükhet Coşkun caddesi üzerinde bulunan ‘Yol Büfe’ ye yapılan saldırıda üç kişi hayatını kaybetti” diye yazan yazıyı okuyan Hasan, Murat’ın temposuna hayran kaldı. Birçok alanda birden nasıl hizmet ettiğini hala anlayabilmiş değildi. Yalnız Hasan mı, Cemaat içinde Murat’ın bir benzerinin daha olmadığını kabul edenlerin sayısı az değildi. Murat’ın boş kaldığını gören olmamıştı. Hep bir işleri vardı, atom karınca gibiydi mübarek. Gece gündüz onun için birdi. Her saatini dolu geçirmeye bakardı “Aşırı çalışıyorsun diye gelen şikayetlere kulağını kapatmıştı “Allah için hizmette aşırılık yoktur” deyip temposunu bozmadan aynı hızla çalışmaya devam ediyordu. Gelen şikeler artınca da “Ardımda pişman olacağım ‘Keşke şunu da yapsaydım’ diyeceğim bir şey kalmasını istemiyorum” diyerek cevap veriyordu.
Murat haftalık öğrenci derslerinin birinde öğrencilerini eğitirken “İslam’i davaya hizmet etmek bazen yetmeyebilir, kişi İslam’ı kendine dert edinmeli, işte o zaman gerçek anlamda kendisine dava adamıyım diyebilir” diye açıklayınca öğrencileri ne demek istediğini pek anlamamışlardı. Onu anlamaları için ya zamana ya da onun gibi düşünmeye ihtiyaçları vardı. Murat Bilik, kendine has bir kişi olarak takdir toplamaya devam ediyordu. Şehadet mektebinin bir puanlama sistemi olsaydı Murat kesinlikle oradan birincilikle mezun olurdu. Murat, çok çalıştığını söyleyen ve kendisini övenlerin sözlerini duymamaya çalışırdı. Kalbine en küçük bir şüphenin girmesine kapı aralamak istemiyordu. “Allah için yapılan hizmette övgüye yer yoktur” diyerek kendisini övenlere yapmamalarını bu sözüyle açıklama yaptı. “Allah hiçbir şeye muhtaç olmayan Ğani’dir, biz ise O’na her şekilde muhtaç fakirleriz” diyerek Rabbini bilen biri olduğunu gösteriyordu.
Hasan, Murat’la görüşmek için kaldıkları eve geldiğinde Murat evde değildi, Kemal’e “Murat’ı bul ve bana uğramasını söyle” dediğinde Kemal şaşkındı. Hasan’ın acil bir durum olmasa buraya gelmeyeceğini bildiğinden durumun önemli olduğunu tahmin etti. Hasan’ın geldiği gibi gitmesinin ardından Kemal vakit kaybetmeden Murat’ın gidebileceği yerlere uğrayıp onu sordu. Uğradığı yerlerde Murat’ı görememişti. Ya uğramamıştı, ya da “Az önce buradaydı” sözlerini duydu. Kemal’in aklına Gazi geldi. Murat’la aralarının iyi olduğunu biliyordu. Gazi Orhan’a geldiğinde Murat’ı yine bulamamıştı. Gazi “Murat bugün hiç uğramadı, inşallah bir sıkıntı yoktur” diye sorduğunda Kemal ne diyeceğini bilemedi. Bir sorun olup olmadığından emin değildi, bilseydi Gazi’den saklanmazdı. Hasan “Git onu bul” demişti önemli olmasaydı bunu söylemezdi herhalde diye düşünse de Gazi’ye “Yok abi! Bir sorun yok” demek zorunda kaldı. Sonra Hasan’ın neden Murat’ı görmek istediğiyle ilgili bir şüphe oluştu “Ya çok ciddi bir sorun varsa” diye vesveselenmeye başladı.
Murat, sabah namazını Abide camisinde kıldıktan sonra üniversiteli arkadaşlarıyla ders saatine kadar onlarla sohbet etmek istediği için kaldıkları öğrenci evine uğramıştı. Arkadaşlarıyla sohbet ettikten sonra Muhammed dışındakiler okula gittiler. Şimdi evde Muhammed ve Murat yalnızlardı. Muhammed’in ufkunu ve fikirlerini beğeniyordu. Olaylara farklı perspektiften bakmasını iyi biliyordu, çözümleme ve analizleri yerindeydi. Kimya ikinci sınıf öğrencisiydi, yürüttüğü mantık ve sorunlara getirdiği çözümleri onun zekasının Allah vergisi kabiliyetinin işaretiydi. Murat onu bulmuşken biraz daha sohbet etmek için kalmıştı. Murat ile Muhammed sohbet ederken zamanın nasıl geçtiğinin farkında değillerdi. Muhammed “Bu dava gençlerin omuzlarında yükselecek, bugün bu genç nesil nasıl yetişirse gelecekteki nesiller de onlar gibi yetişecek. Onlara iyi bir örnek olabilmek için kendimizi de iyi yetiştirmeliyiz” dediğinde Murat bunun ne kadar doğru ve yerinde bir tespit olduğunu anladı. “Yarının neslini yetiştiren bugünün neslidir” diye aklına yazdı. Bu sözü öğrencilerini eğitirken dikkatle alamaya karara verdi. Onların birer dava adamı olmalarını hedeflediği için şimdiden plan yapmaya başlamıştı. Öğrencileriyle öğle vakti görüşmesi olduğu için Muhammed’e güzel sohbeti için teşekkür edip evden ayrıldı.
Ticaret Lisesine geldiğinde öğrencilerin teneffüsleri bitmiş sınıfa girmişlerdi. Rıdvan’la olan görüşmesine geç kaldığı için beklemeye karar verdi. Bu arada kırk dakikalık dersi fırsat bilip Sabri Yıldız’a bir göz atıp dükkanına baktı. Kafasındaki planı yapmak için Hasan’ın talimatı gerekliydi. Sabri Yıldız’ın şehitlerin kanına bulanmış elini kırmak istese de İslam’i Cemaatin icazeti olmadan bunu yapamazdı. Cemaat ahlakı buna izin vermezdi. Suçu ne kadar kabarık olursa olsun bu bir şey değiştirmezdi. Murat planını gözden geçirdikten sonra tekrar okul kapısına geldi. Henüz yirmi dakikası vardı. Beklerken on yedi yaşlarında bir gencin kendisini takip ettiğini anladı. O genci Benusen sokaklarına çekip izini orada kaybettirdikten sonra tekrar okul önüne geldi. Rıdvan’la ayaküstü görüşüp okuldaki durum hakkında bilgi aldıktan sonra “Arkadaşlara söyle dikkatli olsunlar, geçen seferki kavganın rövanşını almak için hazırlık yapıyorlar” deyip oradan ayrıldı. Rıdvan okuldaki hareketlilikten de öyle bir çıkarım yapmıştı. Bazı dedikodular duymuştu, tedbirli olmaya çalışıyordu, ama nereye kadar, ortada fiziki bir durum yokken dedikodular yüzünden gerilmenin boşuna olduğuna biliyordu. Bazen bilinçli yayılan dedikodular saldırıların yapmadığı tahribatı yapabiliyordu.
Murat, gün içinde birkaç kez Ticaret Lisesine uğrayıp gelişmeleri yakından takip edip Rıdvan’dan bilgi aldı. İslam’i Cemaatin prensiplerinden biri kendilerine saldırılmadıkça onlar kimseye saldırmazlardı. Murat durumun ciddiyetini anladığı için diğer okulların da hazır olmalarını istemişti. Murat o gün öğrencileri sağ salim eve gönderdikten sonra eve gitmek için Şehitlik caddesine çıktı. Yaşlı bir amcanın cadde üzerinde kurduğu tezgahın üzerinde duran kırmızı renkli alarmlı saat dikkatini çekti. Kendisine göz kırpan saati satın almak için tezgahın önüne gidip kırmızı alarmı saati eline aldı. Fiyatını sorunca yaşlı amca gencin saati sevdiğini görünce Murat’a tebessüm edip “Çok mu hoşuna gitti yeğenim” diye merakla sordu. Murat bu yaşlı amcaya “Saat bana göz kırptı” diyemeyeceği için “Güzel bir saat, hoşuma gitti” diyerek cevap verdi. Saatin parasını ödemek için arka cebinden cüzdanını çıkardığında on yedi yaşındaki gencin bir köşede kendisini kestiğini fark etti. Yaşlı adam Murat’ın gence bakınca tedirgin olduğunu fark edince “O genci tanıyor musun?” diye sordu. Murat “Tanımıyorum amca” diyerek cüzdanından parasını çıkarıp yaşlı amcaya uzattı. Yaşlı amca “Murat’ı tedirgin eden gencin düşmanı benim dostumdur” anlayışıyla “Yeğenim kendine dikkat et, bu gençler baş belasıdır” deyince Murat “Onu tanıyor musun?” diye sordu. Yaşlı amca “İslam’i Cemaatin bir mensubudur. Sana hiç de iyi bakmıyor. Korkarım ki sana bir fenalık yapsın. Geçen hafta onlardan birini Nükhet Coşkun Caddesi üzerinde gördüm. Polise haber verdim, gelip onu yakaladılar. Gencin üzerine iki silah çıktı” deyip şehit Ekrem’in olayını anlatınca Murat duyduklarına inanamadı. Sabri Yıldız’ın dükkanın yukarısına duran bu adamın yüzüne iyice baktı. Arkasındaki gençten artık emindi ondan zarar gelmeyeceğini biliyordu. Saatini alıp gelen ilk dolmuşa binerek evinin yolunu tuttu. Eve geldiğinde Kemal’i kapıda sabırsızlıkla bekler görünce ters giden bir şey olduğunu anladı. O sormadan Kemal “Hasan abi seni görmek için buraya geldi, sabahtan beri seni bulmak için bakmadığım yer kalmadı, hemen gidip Hasan abiyi görmelisin” diyerek kızgın ve heyecanla tek seferde söyleyivermişti. Murat’ın sakinliği Kemal’i daha çok sinirlendi “Hasan abi seni bekliyor” dediğinde Murat’ın geldiği gibi geri dönmesini beklerken Murat içeri girmişti. Kemal’in farkında olmadığı şey akşam ezanı okumak üzere oluşuydu. Murat abdest alıp namazını kıldıktan sonra Kemal’in dediği gibi evden çıktı.
Murat işleri ve hizmetleri konusunda aceleci olarak bilinse de söz konusu ibadetler olunca işler ve hizmetler ikinci plana düşüyordu. Bu dersi Hasan’dan öğrenmişti. Doğru ve olması gereken bir şey için ona minnettardı. İbadet esnasında o aceleci Murat gidiyor onun yerine daha sakin ve ağırbaşlı Murat geliyordu. Geç kalma ya da işlerin aksaması gibi durumları artık ibadetlerin önünde bir engel olarak görmemeye başlamıştı. Namazlarında ki sükunet hali onu yansıtmıyordu. Atom karınca değil de kaplumbağa Murat gibi oluyordu. İbadet esnasında cihatçı Murat, yerini zahit ve abid Murat’a bırakıyordu. Allah’ın kulu olmaktan onur ve gurur duyan Murat, Rabbini huşu içinde anmak için zihnini boşaltmaya çalışarak namaz kılmayı seviyordu. Namazlarında okuduğu sure ve ayetleri tane tane okuyarak namazın hakkını vermeye çalışarak eda etmeye gayret ediyordu. İnsanın asli görevi olan kulluğun dışındaki tüm işler teferruattı. Bunu da Hasan’dan öğrenmişti. “İbadet kulluğun özüdür. İslam’i hizmetler dahi bu özün bir cüzü ve şubesidir. Bunların yerini değiştirmek gafletten kaynaklı, cahillikten başka bir şey değildir. Öz dururken onun lemalarına sarılmak kişiye fayda yerine zarar verir” diye aldığı dersten sonra bunu hayatının düsturu haline getirdi. Bu alışkanlığına sımsıkı sarılmıştı, hatta yapabilseydi gece namazlarında yaptığı gibi farz namazlarını da uzatarak kılardı. Rabbinin huzurunda eğilmiş başını, fakirliğini, acizliğini uzatabildiği kadar uzatmak isterdi. Ne var ki gündüz ibadetleri pek de uzatılamıyordu. En azından hakkını vermeye, erkanlarını yerine getirmeye gayret ediyordu.
Namazından sonra soluğu Hasan’ın evinde aldı. Kapıyı açan Hasan’ı hiç bu kadar sinirli ve asabi görmemişti. İçeri geçip odaya girdiğinde içine doğan kötü hisleri bastırmaya çalıştı. Hasan odaya girince “Seni bulması için Kemal’i sabah görevlendirmiştim, neden bu kadar geç kaldın?” diye sorduğunda o kadar sinirli konuşmuştu ki kaşlarını çatmıştı. Murat “Ticaret Lisesinde bazı sorunlar vardı, onlarla uğraşıyordum. Kemal’in beni aradığından haberim yoktu. Eve geldiğimde haberim oldu” dediğinde sanki çok önemli bir şeyi kaçırmış gibi kendisini kötü hissetti. Hasan “Sana kaç defa bazı hizmetleri bir arada yapmanın zor olduğunu anlattıysam da beni dinlemiyorsun” diyerek sitemini devam ettirdi. Murat içinden “Yine aynı konu” diyerek Hasan’ın sitemini umursamadı. Bu sözleri o kadar çok duymuştu ki bir kez daha Hasan’dan duymanın zararı yoktu. Kararından vazgeçme gibi bir niyeti de yoktu. Hasan “Sabah sana ve Kemal’e acil ihtiyaç duyuldu. Seni bulamayınca yakaladığımız fırsatı kaçırmamak için başkalarını görevlendirmek zorunda kaldım. Cemaat için çok önemli olan bir şeyi yerine getirmek için istediğim an sana ulaşabilmeliyim” diyerek neden sinirli olduğunu anlattı. Hasan “Uzun süredir peşinde olduğumuz Mürted örgüt elamanı bir kardeşimizi daha şehit etmeden onun hakkından gelmemiz gerekiyordu. Bu fırsatı uzun süredir bekliyorduk. Fırsatı yakaladığımız zaman bu sefer sen yoksun. Şimdi sana bir kez daha soruyorum askeri birim mi, yoksa kültürel alan mı? Bir karar vermen gerek. Her ikisini birden yapmanın riskli olduğunu sen de benim kadar iyi biliyorsun” diyerek Murat’tan bir tercihte bulunmasını istedi. Bu zor bir karar gibi görünebilirdi, ama Murat için değildi. Eninde sonunda bu tercihin karşısına çıkacağını biliyordu. Hasan’ın “Her iki hizmeti bir arada yapmak risklidir sözü ve istenildiği zaman ulaşılması gerektiği noktasındaki sözlerinin” doğru olduğunu kabul ediyordu. “Benim tercihim kültürel kanatır, askeri birim bana göre değil. Evde oturup beklemek, ihtiyaç olduğunda hazır tutulmak bana göre değil. Çalışmazsam, koşuşturmazsam kendimden şüphe ederim” dediğinde net konuşmuştu.
İslam’i Cemaat erlerinin büyük bir çoğunluğu askeri birim diye tabir edilen alanda hizmet edebilmek için yarışırken Murat bu alandan ayrılmayı düşünüyordu. İslam’i Cemaatin askeri birim elemanlarından olmak için çalıştıkları hizmet alanını severek bırakacak kişilerin sayısı az olmamasına rağmen Murat bu alandan Kendi isteğiyle ayrılıyordu. Asker olmanın nasıl bir şey olduğunu iyi öğrenmişti. Kemal’den ve diğerlerinden ayrılma pahasına bundan vazgeçip kültürel alanı tercih etti. Bu kararın ardından Hasan ona sarılıp alından öptüğünde artık kızgın ve öfkeli değildi. Murat’ın gerçek bir dava adamı olduğundan şüphesi hiçbir zaman olmamıştı, ama askeri kanadı bırakıp kültürel alanda hizmet edecek kadar davasına aşık olduğunu bilmiyordu. Hizmet etmek için en gözde birim kabul edilen askeri birimi hiç tereddüt etmeden kültürel birimi geçmeyi kabul etmek zannedildiği gibi kolay bir karar değildi. Murat kendine yakışanı yapmıştı. Hasan bu öğrencisiyle son bir kez sohbet edip çay içmek istedi. Murat, ona bugün Şehitlik Caddesi üzerindeki yaşlı amcadan ve söylediklerinden söz etti. Hasan söylenenleri not aldı. “Bu bir ayrılık değil biliyorsun, ne zaman istersen beni görmeye gelebilirsin. Bundan sonra belki başka birimlerde hizmet ederiz, ama kardeşliğimiz bakidir İnşallah” deyip Murat’ın kırılmış olabileceğini düşündüğü için gönlünü aldı. Kısa bir sohbetin ve içilen çayların ardından Hasan, Murat’ı yolcularken “Hakkını helal et kardeşim” diyerek ona sarıldı. Murat’ta Hasan hocasına sıkıca sarılıp “Sizde hakkınızı helal edin abi!” diyerek evden çıktığı zaman kendisini kuş gibi hafiflemiş olarak hissetmesine sevinmişti. “Neyse ki sorunsuz bir ayrılık oldu” diyerek eve doğru yürümeye başladı. Yürüdüğü sokaklarda tek başına gibi görünse de düşünceleri onun yalnız olmadığını, kafasının içindekilerle kalabalık olduklarını hissettiriyorlardı.
Askeri birime ilk alındığı günlerini düşündü. O da birçokları gibi hayal ettiği askeri birime girme davetine hiç düşünmeden “Tamam olur” demişti. Askeri kanadı tercih etmesinin nedenlerden biri de şehadete bir adım daha yakın olabilmek düşüncesiydi. Bu düşüncesinde haklıydı, ama kesin ve garantisi yoktu. Hatta düşünüldüğünden daha disiplinli ve hassas bir birim olarak görmüştü. “Silahı al git vur” hiç değildi. Silahtan önce ihlası kuşanmak gerektiğini öğrenmişti. “Allah için yapılan amel cihat, nefis için ise yapılan amel cinayettir” diye ilk dersini aldığı Hasan hocasına çok şey borçluydu. Ona kızmıyordu. Asker olmanın gereklerini yerine getirmeyen kendisiydi.
Ekrem gibi bir cadde ortasında şahadetin kendisini karşılayacağının hayalini defalarca kurmuştu. Bu hayalinin son bulmasına üzüldü. Şahadetten bir adım uzak düştüğü için kaygılanmıştı. Hayallerinden vazgeçmemişti, hala şahadet özlemi çekiyordu. Düşüncelerinde değişen bir şey yoktu. Şahadeti hala çok istiyordu. Bu sefer bir cami çıkışında ya da bir ders sonrasında…
“İster askeri kanat, ister kültürel kanat hiç fark etmez şahadet her yerde olabilirdi. Kişi layık olunca Allah kulundan esirger miydi?” diye düşünmeye başlamıştı bile. Şahadet aşkı askeri birimde hizmet edenler için neyse kültürel alanda hizmet edenler için de aynıydı. Askeri kanattan ayrıldığı için şahadet aşkı azalmadı. İçini yakan ateş ne söndü ne de zayıfladı. Kalbi hala şehadet için atıyordu. Belki bundan sonra daha çok çalışması gerekecekti, o bir adımlık farkı kapatmak için daha çok azmini bilemeliydi. Allah için kurşun atanlarla Allah için tebliğ edenlerin bir olduğu bir davaya hizmet ettiğinin farkındaydı. İslam’i Cemaatin askeri biriminden ayrılmış olabilirdi, ama Murat kendini hala Allah’ın askeri olarak görüyordu. Genel seferberlik durumunda herkesin asker kabul edildiği gibi…
“Asker yalnız silah kullanan mıydı? Ordu’nun ardını toplayan, mühimmat hazırlayan, yaralılara bakan herkes asker değil midir? İslam’i Cemaatin hizmet alanının bir ucundan tutarak hizmet ediyorum” düşüncelerini kafasından geçirerek eve vardı. Yarından itibaren kendisini bekleyen daha ağır sorumluluklar vardı. Askeri kanat için alamadıkları yükleri de taşımaya hazırlanmak için psikolojik olarak kendisini hazırladı. Sorumluluklarını ve yüklerini fazlalaştırmak için omuzundaki bazı yüklerden kurtulmuştu hepsi buydu.
Murat eve geldiğinde Kemal hala telaşlıydı, yerinde oturmamış evin içinde bir odaya bir mutfağa mekik dokuyup durmuştu. Kemal “Bu kadar acil olan neydi?” diye sordu. Murat yol boyunca birçok şeyi düşürmüştü ama nedense Kemal aklına dahi gelmemişti. “Hasan abi ne olduğunu söylemedi. Sadece geç kaldığım için biraz fırça yedim. Benim yerime başkasından yardım almak zorunda kalmışlar” diyerek Hasan’la aralarında geçeni özetledi. Kemal “Asker her zaman göreve hazır olmalı, arandığında yeri yurdu belli olmalı ki acil durumlarda çağrıldığında koşup gelebilmeli. Senin gibi yerinde oturamayan beklemeyi sevmeyen birini nasıl oldu da askeri kanada aldılar hayret” diyerek sitem etti. Kemal’in kızgınlığı sözlerinden belli oluyordu. Murat’la aynı birimde birlikte olduğu için yaşananlardan bir hatası olmasa da yine de etkileniyordu. Murat, Kemal’i anlıyordu. Onun yerinde olsaydı belki o da aynı tepkiyi verirdi. Kemal’in bir tek hizmet alanı vardı ve o alanda Murat yüzünden istediği gibi hizmet edemiyordu. Kemal’in de içini dökmesine izin verdi. Sesini yükselterek konuşan Kemal’i sadece dinledi. Kızmalarına, sitemlerine itiraz etmeden sadece dinledi. Kemal sakinleşip oturduğu zaman “Askeri kanatan ayrıldım. Bunu Hasan abiye de söyledim” dediğinde Kemal ettiği sözlerden dolayı vicdan azabı çekti. Murat “Birkaç gün sonra kendime kalacak bir ev bulur ayrılırım” dediğinde Kemal üzüldü. Murat, Kemal’in üzüldüğünü anlayınca “Tüm söylediklerinde haklısın, belki ben bu işe uygun değilim. Asker olmak için senin dediğin gibi disiplinli olmak gerekiyor, sabırlı olmak gerekiyor” diyerek üzülmemesi için moral vermeye çalıştı. Kemal söylediklerini geri almak istediyse de laf ağzından bir defa çıkmıştı.
Kemal her zaman Murat’a gıpta etmişti, ondaki azmi ve çalışkanlığa, davaya her koşulda hizmet etmesine imreniyordu. Az önce sarf ettiği kelimelerinden hiçbirinin kalbinde yeri yoktu. Kızgınlığından dolayı dile gelen boş sözlerden ibaretti. Sarf ettiği sözlerinin hiçbiri Murat için kalbinde bulunanları yansıtmadığını biliyordu. Murat’ı Allah için seviyordu. Kemal yerinden kalkıp “Keşke ben de senin gibi olabilseydim” diyerek son bir pişmanlıkla Murat’a söylediği sözleri unutup silah arkadaşına sıkıca sarıldı. Murat söylenen sözleri çoktan unutmuş olduğunu göstermek için “Bazılarımız senin gibi iyi bir askerken benim gibilerde en iyi yapabildikleri şeyi yapsalar daha iyi olur. Senin askerlik için kabiliyetin var keşke ben de senin gibi olabilseydim” diyerek arkadaşına sıkıca sarıldı. Murat söylediklerinde samimiydi. Kemal’le birlikte yaptıkları eylemler de onun ne kadar cesur ve atik olduğunu gözleriyle görmüştü. Kemal’in cesaretine ve soğukkanlılığına hayran kalmıştı. Kemal’in silahı kavrayışı bile heybetliydi. Silahına uzuvlarından bir parçaymış gibi davranıyordu. Kemal’in silahla bütünleşmesine hayrandı “Bir silah ele bu kadar mı güzel yakışır” diye Kemal’e iltifat ettiği dahi olmuştu. Şimdi bu arkadaşından ayrılmak zor geliyordu. Birimler ve hizmet alanları farklı olunca ayrılık kaçınılmaz oluyordu.
Murat, askeri birimden ayrılışının üzerinden birkaç gün geçtiği halde kendisi için kalacak bir yer bulma noktasında sıkıntı yaşadı. Gerçi ona “Git” diyen yoktu. Yine de askeri birime ait bir evde kalamayacağını bildiğinden gitmek için o acele ediyordu. Mecburen eski dostlarının kapısını çaldı. Elbiselerini ve birkaç parça özel kişisel eşyaları alıp Gazi’nin evine geldi. Gazi’nin anne ve babası Murat’ı oğullarından ayırmazlardı. Gazi gibi kardeşleri de Murat’ı ailenin bir ferdiymiş gibi sevip sayarlardı. Gazi, Murat’ın gelişine sevinmişti. Yediği kurşundan dolayı belden aşağısı felç olan Gazi artık tekerlekli sandalyeye mahkum olmuştu. Günün büyük bölümünü çalışma masasının başında kitap okuyarak geçirdiği için canı çok sıkılıyordu. Murat’ın gelişine sevinmesinin nedeni onunla sohbet edip dertleşecek olmasaydı. İslam’i Cemaatin dışarıdaki durumu üzerine Murat’la rahat konuşabileceğinin farkındaydı.
Aslında Murat Bilik’i benden daha güzel anlatabilecek biri varsa o da Gazi’nin ta kendisidir. Murat’ı tanıdığımı iddia etsem de Gazi kadar tanıdığımı söyleyemem.
Okuduklarınızın hepsi kurgu değildir, tamamen gerçektir de diyemem. Kurgu gerçek karışımı bir şey… Sonuçta roman yazıyorum, hangisinin kurgu hangisinin gerçek olduğunu siz karar verin.
Murat bildiği, aşina olduğu bu evde rahat etmişti. Sımsıcak yatak ve anne elinden çıkmış yemekler, aile özlemini aratmayan sıcak bir ortam… Bunlar için buraya gelmemişti elbette. Geçici bir süreliğine, bir ev bulana kadar kısa süreliğine gelmişti, Gerçi Gazi ve ailesi süreli kalsın diye baskı yapıyorlardı, ama Murat bunun mümkün olmayacağını biliyordu. Öğrencileriyle de sık sık ve rahat görüşebileceği bir yer olması gerekiyordu. Aile ortamı onun çalışma sistemine pek uygun düşmüyordu. Ailede bunun farkındaydı. Murat’ın hizmet ehli biri olduğunu biliyorlardı.
Gazi’nin evine taşındıktan sonra kavuştuğu rahatlıktan mı yoksa tembelliğinden mi bilinmez öğrenci evi kurma işini ağırdan almaya başlamıştı. Gazi’nin evine geleli henüz bir hafta olmuştu. Bu o kadar uzun bir süre sayılmazdı, ne var ki Gazi’ye “Birkaç gün sizde kalabilir miyim?” diye sormuştu. O birkaç gün birkaç hafta olmadan elini çabuk tutması gerektiğinin farkındaydı.
Ticaret Lisesindeki hareketlilik gittikçe artıyordu. Murat, Rıdvan’la görüştüğünde “Son durum nedir?” diye sorunca Rıdvan “Birkaç gün içinde bir saldırı bekliyoruz” diyerek gelişmeleri anlattı. Murat “Siz hazırlıklı olun” deyip talimatını yeniledi.
Murat Ticaret Lisesine gelirken Sabri Yıldız ve yaşlı amcaya görünmemeye çalışıyordu. Rıdvan’dan aldığı bilgi doğrultusunda vaktinin çoğunu Ticaret Lisesinin önünde geçiriyordu. O gün okul sona erip öğrenciler evlerine dağılınca o da Rıdvan’la birlikte yürüyerek Hal tarafına doğru yöneldi. Tam yokuşu çıktıkları sırada duyduğu sesi çok iyi tanımıştı. Önce birkaç el silah sesi duydular, ardından bu ses susmadan devam edince bunun çatışma olduğuna emin olsa da yapabileceği bir şey yoktu. Rıdvan’ın buralarda görülmesinin doğru olmayacağına karar vererek taksiye binip oradan uzaklaştılar. Murat’ın aklı çıkan çatışmadaydı, kardeşlerinden birine bir şey olmasından endişe ettiyse de çaresizdi. Hasan’a gitmek istediği halde bunu yapamadı. Bu askeri kanadı ilgilendiren bir meseleydi. Kendi alanının dışındaydı. Rıdvan’ı evine yakın bir yerde indirip Kemal’i görmeye gitti. Kapıyı çaldığında açan olmamıştı. “Eylemi gerçekleştirenlerden birinin Kemal olabilir” düşüncesiyle ona bir şey olmasından endişe etti. Kemal’in iyi olduğunu görmeden ayrılmak istemiyordu. Evin etrafında yarım saate yakın dolaştıktan sonra tekrar gelip kapıyı çaldığında kalbi duracak gibi gergin ve heyecanlıydı. Kapıyı açan Kemal’i görünce ona sarılıp “Nasılsın iyi misin?” diye kapı eşiğinden girer girmez sordu. Kemal Murat’tan daha sakin görünüyordu. Arkadaşını içeri aldı, mutfağa gidip arkadaşına bir bardak su getirdi. Murat suyunu içip rahatladı. Kemal’in durduk yere yaptığı şeyi anlatmayacağını biliyordu. Bu yüzden “Az önce Ticaret Lisesinin önündeydim. Bu aralar öğrencilerimi görmek için sık sık uğruyorum. Öğrencimle Hal’a doğru giderken kurşun sesleri duyduk, daha çok çatışmaya benziyordu” diye konuyu kendisi açtı. Kemal sessizce onu dinledi. Yaşananları Murat’a anlatıp anlatmama konusunda tereddüt etti. Normal şartlarda ne Murat böyle bir soru sorardı ne de Kemal yaptığı şeyi anlatırdı. Kemal, Murat’ı öyle endişeli ve merak içinde geri göndermeye gönlü razı olmadı “Şehitlik caddesi üzerinde Yılmaz mefruşat sahibi Baği grubun üst düzey sorumlularından biriymiş. Birkaç kardeşimizin şehit edilmesinde onun talimatı varmış. Ona yönelik eylem yapılırken etrafta yaşlı bir amca ile iki genç eylem yapanlara müdahale etmek isteyince çalışma çıkmış, gidenler yaşlı amcadan haberdarlarmış. Bu yüzden başkaları da olabilir diyerek tedbirler alarak hareket etmişler. Bizden kimseye bir şey olmamış diye biliyorum. Olay yerinde en az dört ölü var galiba” diyerek Murat’a rahat bir nefes aldırdı. “Allah senden razı olsun kardeşim” diyerek ona sarılıp evden ayrıldı. Olanları düşünce şimdi Kemal’in yerinde olabileceği aklına geldiyse de “Allah’a çok şükür, bu davada beni cebinden çıkaracak nice kahramanlar var” deyip Gazi’nin evinin yolunu tuttu.
Ertesi gün Ticaret Lisesine giden Murat okuldaki durum hakkında endişeliydi. Baği grubun kudurup saldırmasından endişe ettiği için öğrencilerinden on kişinin okul etrafına bulunmasını istemişti. Rıdvan’la konuşan Murat “Okuldaki son durum nedir?” diye sorunca Rıdvan “Okul düne göre çok sakin” derken rahattı. “Dün Şehitlik Caddesinde dört Baği grup mensubu öldürülmüş. Onlardan biri de okul sorumlusudur. Okul çıkışı Yıldız Mefruşata korumalık yapıyormuş. Eylemi yapanlara müdahale edince o da öldürülmüş” diye anlattı. Murat rahat bir nefes aldı. Beklediğinin aksine işler onun düşündüğü gibi gitmemişti. Sorun çıkmayacağından emin olunca öğrencilerini alıp Ticaret Lisesinin terk etti.
Gazi’nin evine iyice yerleşmişti. İki aydır hala bir öğrenci evi bulabilmiş değildi. Birkaç hafta aya döndü. Yıl olmadan ayrılmaya kararlıydı. Ne zaman uygun bir ev bulsa ya öğrencilerden yana bir problem çıkıyordu ya da kalacak olan öğrencinin ailesi sorun çıkarıyordu. Bazı şeyleri ne kadar zorlarsan zorla kısmet olmayınca olmuyordu. Rahat ve huzurlu bir yer de bulmuşken öğrenci evi bulma konusunda aşırı istekli davranmadığı da bir gerçekti. Hizmetini aksatmadığı için gönlü rahattı. “Rahatlık batıyor” dedikleri bu olsa gerekti. Murat alışkın değildi buna, hakkı yokmuş gibi hissettiğinden içinde bulunduğu güzel şartlar ve ortamdan lezzet almak yerine elem duyuyordu. Sanki sürekli ağlamalı az gülmeliymiş gibi dertli olmak kaderiymiş gibi…
Sevinç ve mutluluk kapısının kapalı olması gerekiyormuş gibi davranıyordu. Bunun böyle olmadığını ona anlatabilecek tek kişi vardı o da Gazi’ydi. Bir gece Murat’la konuşmak için onu yanına çağırıp “Yaşın gelmiş artık evlenmelisin, yuva kurmak, mutlu olmak senin de hakkın” dediğinde Murat “Durduk yere bu da nereden çıktı” diyerek şaşkınlığını ifade ederken utancından kıpkırmızı olmuştu. Keşke yüzünün aldığı rengi ve şekli aynada görebilseydi. Murat sözleştiği şehadete sımsıkı, kördüğüm gibi bağlıydı. Öyle ki rüyalarında dahi evlilikle ilgili bir şeyler görmezken şehit olduğunu sık sık görürdü. Gazi “Annem diyor ki ‘Murat isterse ona uygun birini bulurum’ Babam da ‘Düğün masraflarını ben karşılarım diye vaatte bulundu. Daha ne istiyorsun, fırsat ayağına kadar gelmiş, bence reddetmeden önce bir düşün istersen” dediğinde Murat’ın bunu düşünmeyeceğini tahmin edebiliyordu. Murat kişilik olarak inatçı değildi, ama söz konusu şahadet olunca Murat, Murat olmaktan çıkıyordu “Şehadetten başkasıyla nikahlanmam” diye tutturmuştu. Murat “Anne ve babana teşekkürlerimi ilet, Allah onlardan razı olsun. Çok iyiler ama ben arkamda gözü yaşlı birini bırakmayı istemiyorum. Evlenmeyi bu yüzden düşünmüyorum” dediğinde kararının kesin olduğunu ifade etmek için sesini olabildiğince net ve dolgun çıkarmıştı. Gazi “Annem sana uygun bir eş bulmuş, senin şehadeti sevdiğini söylemiş “Murat bugün yarın şehit olursa üzülmez misin?” diye sormuş. Kız ‘Üzülürüm, ama şehit eşi olmaktan da gurur duyarım’ demiş. Ne dersin?” diye sorunca Murat “Abi! Bu konuyu kapatalım ve rica ediyorum bir daha açılmasın” diyerek odasına gitti. Murat her ne kadar evlilik konusunu kapattığını düşünse de bu konunun kapanmayacağının farkındaydı. Ara ara bu konunun gündeme geleceğinden emindi. Bu yüzden bir an önce evden ayrılmak için elini daha çabuk tutması gerektiğine karar verdi.
Aile ortamında yaşarken aile kurmaktan kaçamayacağının farkındaydı. Aile ortamından çıkmanın hayırlı olacağını düşündü. Aile kurma fikri düşüncelerine girmeden, evlilik hayalleri kalbinde filizlenmeden kurtulmanın tek yolu evden ayrılma olarak gördü. Gözlerini şehadete odaklamışken ondan çevirip bir başka yare bakmaya niyeti yoktu. Belki de ona kapılmaktan ve şehadetten yüz çevireceğinden korkuyordu? “Sevdası olanın başka yare bakması kabul edilebilir değil?” diye fısıldasa da iç sesi “Ya o çok sevdiğin şehadet sana gelmeyi reddederse?” diye fısıldayıp moralini bozdu. Zira bunu düşünmek bile istemiyordu. Kendisini teselli etmek için “Ben onu çok sevip arzularken o vefasızlık etmez, bir gün mutlaka gelecek, belki bugün, belki yarın, ya da aylar, yıllar sonra, ama geleceğine inanıyorum” diyerek iç sesini susturdu.
Gazi’yle yaptığı sohbetlerde bu özlemini dile getirdiğinde Gazi duygulanıp “Allah gönlüne göre versin kardeşim” diyerek ona duacı olmuştu. Murat’ın şahadet aşkını gördükten sonra bir daha evlilik meselesini açmamaya çalıştı. Şimdilik evlilik tekliflerini rafa kaldırıp “Zamanın ne göstereceğini bekleyip görelim” deyip Murat’ın serüvenini seyretmeye karar verdi. Murat’ın çok sevdiği şehadete kavuşması için dualarını sıkılaştırdı. Kendi Gazi arkadaşı şehit lakabı ile anılmak zor gelecek olsa da bunun da üstesinden gelebilecek kadar güçlü olduğunun farkındaydı.
Birkaç hafta sonra Murat istediği gibi bir öğrenci evi kurmayı başardı. Gazi ve ailesinden helallik alıp yeni evine taşınırken duygusal anlar yaşandı. Neyse ki bu onları son kez göreceği anlamına gelmediği için kolay bir vedalaşma yaşandı. Gazi “sık sık gel” diye Murat’tan söz aldı. Murat yeni evini üç öğrencisiyle paylaşacaktı. Üç öğrencisinden Mehmet’le tanışıklığı vardı. Uğur ve Sedat’ı da gıyaben tanıyordu. Haklarında birçok şeyi bildiğini onlara söylemedi. Öğrenci evinde birlikte kalacakları öğrencilerinden o sorumluydu. Söz konusu insan eğitimi olunca bu konuda biçilmiş kaftan olarak akla gelenlerden biriydi. Bazen birinin hidayetine vesile olup onu Rabbine ulaştırırken bazen de İslam’i Cemaatin fertlerini bire bir yetiştirmeye çalışıyordu. Bunları bilgece ve ehil bir usta gibi yapıp işliyordu. Genç yaşında insan sarrafı olmuştu, çünkü işi insandı… Kime neyi nasıl anlatacağını çok iyi biliyordu. Ne de olsa öğretmenleri ve yol göstericileri peygamberler ve onların Yıldız misali ashabından aldıkları dersle seleflerinin yolunda sadık bir takipçi olarak yürüyordu.
Öğrenci evine çok çabuk alışıp düzenlerini kurdular. Hangi saatte evde olmaları, hangi saatte dışarı çıkacakları, yemek, temizlik gibi işler için bir çizelge hazırlandı. Herkes buna riayet ediyordu. Disiplinli bir evde yurdu aratmayacak kadar kurallar vardı. Dışarıda öğrencileriyle görüşmek yerine uygun vakitlerde evde görüşmeye, derslerini burada yapmaya başlamıştı. İstediği öğrencisiyle saatlerce sohbet etme imkanına kavuştuğu için mutluydu. Mehmet, Uğur ve Sedat’la ayrıca akşamları ders yapıp onlarla günlük ilgilenip alakadar oluyordu.
Öğrenci evindeki konfor Gazilerin eviyle kıyas edilemezdi, ama yine de burada kendisinin daha çok rahat ettiğinin farkındaydı. Sadece ara sıra Gazi’nin annesinin yaptığı yemekleri özlüyordu. Aylar sonra birçok şey gibi hizmet programı da monotona bağlandı. Öğrencilerin ders saati ve buluşma günleri belliydi. Şahıslar çok nadir değişse de sistem değişmeden işliyordu.
Okulların tatil olmasıyla birlikte beraber kaldığı öğrencileri ailelerinin yanına dönerken Murat bir başına öğrenci evinde kalmaya devam etti. Okulların açılmasıyla birlikte birçok şeyde değişime gidilecekti. Ticaret Lisesinden mezun olan Rıdvan’ın yerine Fırat, Namık Kemal’de Selim’in yerine Tahir geçecekti. Burhanettin Lisesinde Cihan bir dönem daha sorumlu olacaktı. Onun da son senesiydi. Şahısların değişmesi bir nebze de olsa heyecana neden olsa da pek uzun sürmeceyi şimdiden belliydi. Tahmin ettiği gibi okulların açılmasından sonra değişen tek şey insanlar oldu.
Murat bu aralar o kadar çok sıkılmıştı ki bir ara tekrar askeri birime girmek için müracaat etmeyi dahi düşünmeye başladı. Bu konuda Hasan’la konuşmasının yeterli olacağını biliyordu. Diyarbakır’da ne olaylar duruyordu nede polis baskınları… Şehitler kervanı yolcu toplamaya devam ediyordu. Kutlu yolculuğa çıkanların ardından hasretle bakıp iç geçirmek, geride kalanların payına düşmüştü.
Aralık ayının kuru soğuğu insanın kanını bile dolduruyordu. Ağaçlar bile günahlarını döker gibi yapraklarını dökmüş yeni bir hayata başlamak için ölmenin şart olduğunu gösteriyorlardı. Murat ise yaz kış demeden şahadetle yanıp tutuşuyordu. Ağaçlar gibi fazlalıklarından kurtulmaya çalışıyordu. Günahlarından arınmak için gece namazlarında huşu ile Rabbine ibadet edip günahları için af dilemeye devam ediyordu. Evdeki sessizliği fırsat bilip arınmaya çalışıyordu. Gözyaşlarıyla ıslattığı seccadesinin üzerine koyduğu alnının Rabbinin huzurunda parlak olması için arınmaya ihtiyacının olduğunun farkındaydı “Allah’ın huzurunda kirlenmiş, günahkar bir şekilde çıkmaktan haya ederim” dediğinde onu duyan tek kişi Rabbiydi.
Aralık ayının ikinci haftasına girildiğinde arkadaşları soğuktan şikayet ederken Murat sıcaktan şikayet ediyordu. Evdeki sıcaklık onu bunaltınca dışarı çıkıp temiz hava alıp rahatlamak istedi. Kendisinde bir terslik olduğunun farkındaydı. Üşümesi gerekirken vücudunun yandığını hissediyordu. Gecenin bir vakti demeden evden çıktı. Daha fazla dayanamadığı evde biraz daha kalsaydı boğulacağını zannetti. Kendisini dışarı attığında derin bir nefes alıp rahatladı. Bir süre sonra yağan karın altında yürümek çok iyi geldiğini fark etti. Havada savrulan kar tanelerini seyretti. Gecenin bir yarısı cadde ve sokaklarda kimse yoktu. Bir kedinin ağladığını işittiğinde şaşırdı. Otomobilin altında soğuktan üşüyen kedinin sesi miyavlamaktan daha çok ağlamaklı çıkmıştı. Güzel, sevimli kediyi kucağına alıp onu ısıtmaya çalıştı. İleride bulduğu çöp tenekesini karıştırıp kedinin yiyebileceği bir şeyler aradı. Bulduğu birkaç şeyi alıp sevimli kedi ile bir binanın altında sıcak bir yuva yapıp onu bıraktı. Çok geç olmasına rağmen eve gidesi yoktu. Dışarısı öyle güzel ve sessizdeki ayakları eve gitmeyi reddediyordu. Şehri hiç bu kadar güzel görmemişti. Cadde kenarında park etmiş arabalar bile susmuş gecenin sessizliğini bozmamak için yerlerinden kıpırdamıyorlardı. Binalarda tek tük ışıkları yanan evlere baktı. Murat için hayat; ev, araba, iş sahibi olup kariyer yapmaktan daha fazla bir anlam ifade ediyordu. Bunlar için verilen yaşam kavgalarını düşündü “Dünya kavgasız ve gürültüsüz ne kadar güzel bir yer” diyerek tefekkür etti. “Bunu anlamak için gecenin bu saatinde sokaklarda olmak gerekiyormuş galiba” diyerek eve doğru yavaş adımlarla yürümeye başladı.
Oturdukları binanın karşısındaki köşede arabanın içinde oturmuş birisini görünce şaşırdı. Bu saatte gördüğü şeyin hayra alamet olmadığını anladı. Arabaya doğru giderken binadan çıkan birisini fark etti. Kaçan kişi sokağı dönüp gözden kayboldu. Murat arabanın yanına gitmekten vazgeçip sokağa kaçan kişinin peşine takıldı. Sokağa geldiğinde kimseyi göremedi. Karın üzerinde oluşun ayak izlerinin ne zamana ait olduğunun kestirmeye çalıştı. Bir Kızılderili gibi ayak izi sürecek kabiliyeti yoktu. Havadaki ihanet kokusunu aldı. Bir şeylerin ters gittiğini hissetse de tam olarak emin olamadı. Arabanın yanına geri döndüğünde içi boştu. Aklının kendisine böyle oyunlar oynayacak kadar bunalmadığını biliyordu. Emin olmadan ortalığı telaşa vermek istemedi. Bu kaş yapayım derken göz çıkarma olurdu. Hiçbir şey olmamış gibi eve geri döndü. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kalkıp hazırlandı. Öğrencilerine bir müddet eve gelmemelerini söyledi. Öğrencileri bu durumla daha önce karşılaştıkları için buna itiraz etmeden ne yapacaklarını düşündüler.
Murat evden çıkıp soluğu eski kaldığı evde aldı. Sabahın bu saatinde Kemal ile konuşmak için eski öğrenci evine gitmeye karar verdiğinde adeta oraya doğru çekildiğinin farkında değildi. Askeri kanat elemanı olmayışı askeri birimdeki arkadaşlarıyla görüşmeyeceği anlamına gelmiyordu.
Kemal’i evde bulduğu için sevindi. Bir müddet sohbet ettikten sonra Hasan’ın da gelişiyle birlikte eski günlerdeki gibi bir ortam oluşsa da bu sadece görseldi. Hakikat değildi. Üçlünün sohbetleri koyulaştı Hasan “Üniversitede Baği grup elemanı Naci diye biri varmış tanıyor musun?” diye sorunca Murat “Tanıyorum, ama üniversiteye gitmeyeli bayağı oluyor” diye cevap verdi. Hasan “Onu Kemal’e göster” diye talimat verince Murat “Nasıl isterseniz” deyip sustu. Bundan başka söz söylemeye gerek duymadı.
Hasan’ın evden ayrılmasının ardından Kemal’le birlikte evden çıkıp Üniversiteye gittiler. Murat, Naci’yi birkaç kişiden sorduysa da onu gören olmamıştı. Arkadaşları “Birkaç gündür okula gelmiyor” deyince onun nerelere takıldığını araştırmak için birkaç kişiye daha sorma gereği duydular. Bir umut Naci’nin üniversiteye gelmesini umdukları için akşama kadar Kemal’le okulda kaldılar. O günleri boş geçmişti. Naci’yi bulana kadar araştırmaya devam edeceklerdi. Akşam eve dönmeye karar verdiklerinde Murat, Kemal’i kendi öğrenci evine davet etmek istediyse de dün gördüğü şeyden dolayı hala aklında soru işareti vardı. O surular cevap bulmayana kadar riski göze alamazdı. Kemal “Senin kaldığın öğrenci evine gidelim. Sabah oradan okula daha rahat gideriz” diye teklif etti. “Evde bir başıma oturacağıma seninle sohbet ederiz” diye ısrar edince Murat bir şey demeden teklifini kabul etti. Eski silah arkadaşlarıyla vakit geçirip geçmişi yad edeceklerini düşününce Kemal’in teklifinin cazip buldu.
Murat ve Kemal binaya girecekleri zaman Baği grup üyesi olduğundan emin oldukları Burhan isimli hainle karşılaştılar. Burhan onlardan korkup hızlıca uzaklaşınca Murat dün geceyi düşündü “Bunlar o kadar hain olamazlar” diyerek Kemal’e bir şey hissettirmeden eve girdiler. Murat’ın içini kemiren bir şeyler vardı. Adını anmak istemediği türden bir sıkıntı yaşıyordu. Kemal’in evde oluşu canın daha çok sıkılmasına neden olmuştu. Murat “İçimde kötü bir his var, istersen sen eve dön” diye Kemal’e dün gece gördüğü şeyle iç sıkıntısından söz ettiyse de Kemal “Seni yalnız bırakıp nereye gidebilirim, anca beraber kanca beraber kardeşim” diyerek evde kalacağını söyledi.
Gece namazı kıldıkları vakitte evin kapısı çalındığında Murat’ın içini kemiren şey dışarı çıkmıştı artık. Korktuğu şeyin gerçekleştiğini anladı. Tek tesellisi öğrencilerinin evde olmayışıydı. Bu durumda bile öğrencilerini düşünüyordu. Kemal telaşlı bir şekilde namazını kıldıktan sonra ne yapacaklarını Murat’a soruyordu. Murat “Bu durumda yapılacak bir şey yok” deyip kapıyı açmasıyla özel harekat polislerinin evin içine dolması bir oldu “Yat! Yat! Yat!” diye bağıran polisler Murat ve Kemal’i yere uzatıp ellerine ters kelepçe takarak dördüncü kattan onların kollarına girip aşağıya indirdiler. Öyle bir indirişti ki Murat ve Kemal’in ayakları yere değmediği için uçtuklarını zannettiler. Evde yapılan arama, daha doğrusu talandan ele geçen İslam’i kitap ve İslam’i Cemaatin şehitler için çıkardığı kasetler vardı. Bu da yapılan ihbarın kısmen doğruluğunu gösteriyordu.
Murat polis otosunda başına geçirilen siyah bir bez parçası içinde dünyasının gerçek anlamda karardığının farkındaydı. İçinden “Ey nazlı şahadet! Ben seni beklerken, hasretinle yanarken, ellerime kelepçe takılmış, dünyam kararmış, buda mı senin cilvelerinden biri...” diyerek seslendi.
Evde yakaladıkları iki kişiyi ayrı hücrelere koydular. Murat kutu gibi dört metrekarelik bir odada bulunduğunu unutup derin düşüncelere dalmıştı. Sorgu için vereceği ifadelerini zihninde geçirmeye başladı. Sorgu ve işkence için akşamı bekliyorlardı. Bu arada polisler yakaladıkları kişiler hakkında emniyetteki tüm bilgileri bir araya getirip sorgu için hazırlık yapıyorlardı.
Akşam vakti gelip çattığında sessiz olan koridorlarda yankılanmaya başlayan radyodan yükselen sesler işkence seansının başladığının işaretiydi. Kısa süre sonra radyodan yükselen seslere karışan bağırışı bastırmak için radyonun sesi sonuna kadar açılmış olsa da orada duyulan acı feryatları susturabilecek bir şey henüz icat edilmemişti. Tüyleri diken diken etmeye yeten dijitalin seslerden sıyrılıp kulaklara gelen sesler yürekleri korkutmaya yetse de Murat metanetini korumaya devam ediyordu. Murat’ın hücre kapısı açıldığında hala sakin olduğunu gören polis hakaret ederek ona dışarı çıkmasını söyledi. Murat’ın ellerine taktığı kelepçeyle onu sorgu odasına götürdü. Odada tam sayamadı beş veya altı polis olduğunu tahmin etti. Elinde bazı kağıtlar tutan düzgün ama karakteri bozuk polis “Murat Bilik! İslam’i Cemaate eleman yetiştiren sen misin?” diye sorduğunda Murat kendinden emin bir şekilde “Benim öyle bir kabiliyetim var da ben mi bilmiyorum?” deyince karşısında duran zembellah gibi olan polisten öyle bir yumruk yedi ki çenesinin yer değiştirdiğini zannetti.
Gözleri açıktı. Oysa bildiği, duyduğu kadarıyla sorgulanan kişilerin yüzünün bağlandığıydı “Unutmuşlar” diye içinden geçirdi. Elinde kağıt olan polis soruları peş peşe sormaya başladı “İslam’i Cemaatin Lise sorumlusu, askeri kanat elemanı, cami Seydası vesaire vesaire” diye okudukça okudu. Ardından “Hangi eylemlere katıldın lan” diye can alıcı soru gelmişti. “Yapmadım” dese yine yumruk yiyeceğini biliyordu “Yaptım” da diyemezdi. Konuşup sorulara cevap vermek yerine sessizliğe büründü. Geçen yıl buralarda şehit olan kardeşi Abdüsselam gibi ant içti. Elinde kağıt olan polis sorusunu tekrarladıysa da Murat’tan yine ses çıkmadı. Arkasındaki vicdansızın ensesine attığı tokatla sersemlerdi. Ensesine yumruk atan polis mavi gözlü, sarışın, uzun boyluydu. Onun mavi gözlerinin içine bakıp içinden geçenleri yüzüne karşı söylemek istediyse de suskunluğunu bozmamak için sessiz kaldı. Sesiz kalışını hazmedemeyen bir başka zembellah polis çenesine ikinci yumruğu vurunca çenesi yerine geri oturmuş gibi oldu. İşkence yapan polislerden sadece mavi gözlü olan polis zayıftı. Diğerleri özel seçilmiş gibi zembellah gibiydiler. Gözdağı vermek için süs olsun diye şişirilen bedenlerinden korkmayan biriyle karşılaştıkları için öfkeliydiler. İkinci yumruğu atan polis “Cevap versene lan, seni…” diye bağırıp böğürmeye başladı. Bunların hiçbiri insan değildi. İnsan kılığına girmiş canavarlardı. İnsanın acısıyla beslenen bu canavarların kendilerine has dilleri ve adları vardı. Yaşayan dünya dillerinden farklı bir dil kullanıyorlardı. Şiddet içerikli, küfür dolu, argo ve hakaretten oluşan sözlerden ibaret bir dil onların kişiliklerine uygun düşüyordu. Murat sorulan soruya cevap vermediği için birkaç küfür ve yumruk daha yedi. Elindeki kağıtlara bakan polis “Senin çok önemli biri olduğunu söylüyorlar” diye bir başka soru sorup Murat’ın dilini çözmek istediyse de Murat konuşmadı. Bu bilgiyi onlara verenin Burhan olduğundan emin olsa da bunu teyit eden zahiri bir şey olmadığı için başka seçenekler üzerinde durdu. İnsan kanının bozulunca ne kadar pis koktuğunu çok iyi bilirdi. Burhan’da kanı bozuklardan olsa bu alçaklığı yapacak kadar adileşemeyeceğini düşündü.
İlk gün için sorguyu kısa tutmalarını nedeni sırada başka kurbanlarının olmasıydı. Murat’la birlikte yakalanan Kemal’in sorgusu aynı ekibe verilmişti. Murat hücresine konulunca sıra Kemal’e gelmişti. Hücresinden çıkarıp gözlerini ve ellerini bağladıktan sonra onu da sorgu odasına götürüldü. Murat’a yaptıklarının benzerini bu defa Kemal üzerinde denedilerse de başarılı olamadılar.
Murat hücresinde rahat düşünme fırsatı bulunca “Ellerinde benimle ilgili bilgi yok. Olsaydı beni bu kadar kolay bırakmazlardı” sonucunu varınca konuşmamaya bir kez daha ant içti. “Bilgi vermektense başımı veririm” diyerek Abdüsselam’ı ve şehit Şehmuz’u kendisine örnek aldı.
Polisin elinde Burhan’ın Murat’la ilgili verdiği bilgiden başka bir şey yoktu. Orada da Murat hakkında pek bir şey yoktu. Polis, kurduğu tuzağa Murat’ı düşürmek için bir sürü şey saymıştı. Kemal’le vakit kaybetmek yerine tüm uğraşlarını Murat’a yönlendirmeye karar verdiler.
Ertesi gün sorgu için hücresinden çıkarılan Murat kendisini zihnen işkenceye hazırlamaya çalıştıysa da bunu başaramadı. Zihninde bir sürü şey vardı. Onların ifşa olmasından korktuğu için adapte olmakta zorlanıyordu. Korkuyordu, ama korktuğunu belli ettirmemeye de gayret etti. Sorgu odasına girdiği gibi zembellah polislerden biri “Üzerinde ne varsa çıkar” diye böğürünce Murat başta ne dediğini anlamadı. Sonra mavi gözlü polis “Soyun” deyince anladı. Kendi isteğiyle yapacağı bir şey olmamasına rağmen içinde bulunduğu şartları göz önünde bulundurunca polisin dediğini yapıp üzerinde ne var çıkardı. Bunu korkmadığını, işkenceye hazır olduğunu göstermek için tereddüt etmeden, mızmızlanmadan yapmıştı. Üryan bir halde canavarların ortasında yiyilmeye hazır bir kurban gibi duruyordu. Onu özel bir sandalyeye oturtup ellerini ve ayaklarını bağladılar. Sol ayak başparmağı ile sağ elin serçe parmağına bağladıkları kablolar işkence seansının hazırlığıydı. Murat içinden “Rabbim! Yardım et. Dilimi mühürle” diye dua etmeye başladı.
Mavi gözlü, sarı saçlı polis kağıtları ele geçirmişti. Soru sormaya çok hevesli bir şekilde “İslam’i Cemaat için hangi eylemlere katıldın?” diye ilk soruyu sordu. Murat sessizliğini bozmamak için direniyordu. Bedenine giren elektrikle öyle bir sarsıldı ki neye uğradığını şaşırdıysa da yine de gıkı çıkmadı. Mavi gözlü, sarışın polis sorusunu bir kez daha tekrarladıysa da Murat onu duymazlıktan gelince daha güçlü bir elektriğin bedenine girdiğini hissetti. Rengi kaçan Murat’ın cevap vermeyişi mavi gözlü polisi sevindiriyordu. Sırıtıp sorusunu tekrar soruyordu. Murat bir kez daha sessiz kalınca öyle bir elektrik yedi ki vücuduna giren enerji Diyarbakır’ın bir aylık ihtiyacını karşılayacak kadardı.
Ellerinde bilgi olmayan polisler sanıktan delile ulaşmaya çalışıyorlardı. Murat’ın bir şeyler bildiğini tahmin etseler de bununla pek ilgilenmiyorlardı. Adet olsun diye ona işkence ediyorlardı. Oyun ve eğlence olsun diye, biraz zevk almak için Murat’la uğraşıyorlardı.
Murat, polislerin mazoşist olduklarından artık emindi. Gece boyunca bu elektrik oyunu devam etti. Polisler de kendi işlerinde ehillerdi. İnsan gücünün nereye kadar olduğunu bildiklerinden Murat’ı hücresine götürülmesini istedi. Murat tekrar hücresine konulunca ne olduğunu anlamaya çalıştıysa da bir sonuca varamadı. Yüklenen elektrik yüzünden aklı durmak üzereydi. Gözlerini kapatıp dinlenmeye çalıştı. Vücudunda hala elektrik vardı. Uzandığı halde ara ara titreyip yerinden sıçrıyordu.
Üçüncü güne başlarken Murat’la Burhan’ı karşı karşıya getirip Burhan’a “Murat Bilik bu mu?” diye sorduklarında Burhan gözlerine bakmaktan korktuğu Murat’a hızlıca bakıp “Bu o dur” dedikten sonra onu odadan çıkardılar. Mavi gözlü polis “İslam’i Cemaatin gözdesi misin?” diye sorunca Murat neden böyle bir soru sorduklarını anlamadı.
Burhan’ı amirinin odasına götüren polis “Murat’ın İslam’i cemaatin askeri kanadından olduğuna emin misin?” diye sorması üzerine Burhan “Ben nereden bileyim amirim” dediğinde yüzüne öyle bir yumruk yedi ki karşısındakinin polis olduğunu bilmeseydi ona galiz küfür edecekti. Polis amiri “Alın bunu atın dışarıya” diye Burhan’ı işaret edince Burhan’ın ensesinden tuttukları gibi onu binadan çıkarıp dünya çöplüğüne attılar.
Murat’ı tekrar sorgu odasına aldıklarında mavi gözlü polis “Evde bulduğumuz kaset ve kitaplar senin mi?” diye sorunca Murat bu basit sorunun cevabını vermek istediyse de aklına gelen yemini yüzünden sessiz kaldı. Bu sessizliğe daha fazla tahammül edemeyen zembellah polislerden biri Murat’ın yüzüne öyle bir yumruk indirdi ki Murat’ın birkaç dişini birden kırdı. Mavi gözlü polis arkadaşına dönüp “Ona fiziksel bir şey yapmayın. Amirin onun hakkındaki planını biliyorsunuz” diyerek uyarmasına bir anlam veremeyen Murat’ın kafası karıştı. Ne planladıklarını öğrenmek istedi.
Mavi gözlü polis iş olsun diye soru sormaya devam edip “İslam’i Cemaat mensubu musun?” diye kibarca sorunca Murat daha çok şaşırdı. Bu hayvanların tarzı değildi. Bu soruya da sessiz kalan Murat’a ne yumruk geldi ne de elektrik. Mavi gözlü polis “Bunu hücresine götürün” diye söyleyince Murat hepten şaşırdı. Bunların planladıkları şeyi daha çok merak eder oldu.
Onu hücresine götüren polis yanlışlıkla Murat’ı Kemal’in bulunduğu hücreye atıp kapıyı kapatınca Murat bunun da planın bir parçası olabileceğini düşündüyse de Kemal’le birlikte olmanın sevincini çıkarmak için ona sarıldı. Kemal’in gördüğü işkenceler onu insanlıktan çıkarmış, zayıf ve güçsüz düşürmüştü. Bir birlerini görünce geçmişi unutup gülüşüp şakalaştılar. Gördükleri işkenceleri anlatıp dalga geçtiler. Murat, polislerin kendisi hakkındaki plandan söz ettiyse de Kemal’in de aklına bir şey gelmeyince konuyu kapattılar.
Yakalandıklarının onuncu gününe kadar ne Murat ne de Kemal bir daha sorguya götürülmedi. Onuncu güne gelindiğinde Murat’ın hücre kapısını açan bir başka polis onun hücresinde olmadığını görünce nöbetçi polise sordu. Murat’ın yan hücrede olduğunu söyleyen polise “Onun orada ne işi var?” diye bağırması üzerine koşup gelen diğer canavarlar ne olduğunu öğrenince bu işin nasıl olduğunu çözemediler. Ayrı tutulması gereken iki kişi bir şekilde bir araya gelmişti.
Hücre kapısını açan polis “Murat sen gel” deyip onu dışarı çıkardı. “Seninle birlikte yakalandığın eve gideceğiz” dediğinde çok sakin konuşmuştu. Murat’ta bunun sıradan bir prosedür olduğunu tahmin ettiğinden rahat davrandı.
Öğleye doğru eve geldiklerinde evin dağınık halini gören Murat burasının didik didik edildiğini görünce hiç de şaşırmadı. Mavi gözlü polis “Evde doküman var mı?” diye bir kez daha şansını denemek istediyse de Murat “Yok” deyip kestirip attı. Mavi gözlü polis “Biz bulursak senin için hiç iyi olmaz deyip gözdağı vermeye çalıştıysa da Murat buna aldırmadı.
Mavi gözlü polis evin sokağa bakan pençesini açıp pis çiğerlerine temiz havayı çektikten sonra “Murat sende gel temiz bir hava al” diye söyleyince her iki kolundan tutan zembellah gibi iki polis onu pencerenin yanına getirip birkaç saniye bekledikten sonra birden bacaklarından tutup onu dördüncü kattan aşağıya attılar. Bedeni pencereden uçan Murat’ın etrafını saran nurlar ve şehitler onu tebrik için bir birleriyle yarışıyorlardı. Ekrem’i gördü “Hocam!” diye sesini işitti. Nurlu Melekler kanatlarını açıp Murat’ı kanatlarının üzerinde süzülürcesine yere bıraktılar.
Yeşil kuşu gördü. Aşkını gördü. Nazlı ceylanının sonunda gelmesine sevinmişti. Şehitler kervanına katıldığı için mutluydu.
Yere inen Murat’tan süzülen kırmız sıvı asfalta rengini vermeye başlamıştı. Kırmızının cezbediciliğini merak edenler Murat’ın başında toplanmaya ne olduğunu anlamaya çalıştılarsa da aşağıya inen polisler “Elimizden kaçıp kurtulmak için kendisini aşağı attı” yalanına kimse inanmasa da buna inanmış gibi yapıp oradan uzaklaştılar. Çıkacak olan otopsi raporu şimdiden belliydi her zaman ki gibi “İntihar” deyip dosyayı kapatacaklardı.
Bundan öncede nice insanlara kurdukları bu tuzağı şimdi de Murat için kurmuşlardı. Tıpkı aynı şekilde şehit ettikleri Abdüsselam İrdem ve Şehmuz Durgun’a yaptıkları gibi…
Yıllar sonra bu senaryo bu kez de Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevinde bulunan İslam’i Cemaatin bir başka ferdi olan Cemal Uçar için sahnelenecekti.
Oysa her aklı başında kişi İslam inancına göre dininde intiharın haram olduğunu bilirdi. Amelleri boşa çıkaran, cehennem kapısını açan bu işe teşebbüs edebilmek için çok ciddi bir sebep gerekliydi. Şehmuz Durgun’un, Abdüsselam İrdem’in, Murat Bilik’in ve Cemal Uçar’ın böyle bir işe kalkışmaları söz konusu bile değildi. Ne var ki senaryo hazırlanmıştı bir kere. Bunu sil baştan tekrar yazmaya gerek yoktu. Yıllardır tıkırında işleyen bir metottu. Resmi kayıtlara “İntihar” diye işleyen bu kayıtlara bakan yoktu. Bunu yapanların polisler olduğu gayri resmi olarak bilinse de onlara dokunulamıyordu. Mülki idare amirleri ve savcılar üç maymunu oynuyorlardı.
Murat için bunların hiçbirinin önemi kalmamıştı. O bu dünyada en çok sevdiği şehadetine kavuşmuştu. Şehadet mektebinden alnının akıyla mezun olmuştu. İcazetini şerefiyle kazanıp kanıyla mühürlemişti. Davası ve yetiştiği topraklar bereketlensin diye kanını severek ve isteyerek feda etmişti. Murat, Allah’ın kendisine lütfettiğini kardeşlerine müjdeliyordu. “İnna lillah ve inna ileyhi raciun”
son