Bir Elmanın İki Yarısı-3.Bölüm
3. BÖLÜM
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte bomboş olan sokaklar sessiz ve sakindi. Sessizliğin hala hüküm sürdüğü bu vakitlerde sokaklarda yankılanan tek ses Ekrem’in ayak sesleriydi. Yetişmesi gereken bir yer varmış gibi adımlarını koşarcasına atıyordu. Telaşlı görünmüyordu, oldukça sakin olmasına rağmen koşarcasına yürüyordu. Güneşin gökyüzüne yükselmesi ile ortalığın daha çok aydınlanması bazı insanları harekete geçirmişti, evlerinden tek tek çıkmaya başlayan insanlarla karşılaşmamak için elinden geleni yapıp yolunu uzatmasına neden olsa da buna aldırmadan koşar adımlarla yürümeye devam etti.
Sessizliğin hüküm sürdüğü sabahın erken saatlerinde tanıdık birisi ile karşılaşıp sorulu cevaplı sessizliği ihlal etmekten çekiniyordu. Bu yüzden bir an önce İskender paşa camisine gitmek için daha bir hızlandı. Tanıdık birilerinin kendisini görmediğini varsayarak cami hücresinde kalan arkadaşı Mustafa’yı görmek istiyordu. Cami hücresinin kapısını çaldığında kapıyı Mustafa’nın açması için dua etmeye başladı. Cami hücresinde kaç kişinin kaldığını bilmese de Mustafa dışında birkaç kişinin daha kaldığını biliyordu. Büyük bir ihtimalle de onlardan bazılarının da tanıdık olduklarından emindi. Sabahın bu saatinde ortalıkta dolanmanın ne anlamına geldiğini bilen İslam’i Cemaat mensuplarına görünmek istememesi gayet doğaldı. Ettiği duası kabul edilmiş hücre kapısını Mustafa açmıştı. Ekrem’i kapının önünde görünce gözlerine inanamadı, içerdekilerin Ekrem’i tanıdıklarını düşününce endişe ve korku yüzüne su dökmeden Mustafa’yı kendine getirdi. Ekrem cami hücresinde buluşmanın pek mantıklı olmadığını biliyordu, her işte mantıklı olmak gerekir diye bir kural da hatırlamıyordu. Mustafa şaşkınlıktan Ekrem’e “İçeri geç kapıda kalma” deyince Ekrem “İçeri geçmeyeyim, sen üstünü giyin şadırvanda bekliyorum” dediğinde yeni uykudan uyanan Mustafa’nın gözlerinde hala uyku akıyordu. Ekrem gelmemiş olsaydı kim bilir saat kaça kadar yatacaktı. Ekrem kapı eşiğinden ayrılacağı zaman içeriden gelen Ali, Ekrem’in sesini duyup onun olup olmadığından emin olmak için yatağından kalkıp gelmişti. “Vefasız sen nerelerdesin. Görünmüyorsun?” diye sitem etti. Ali’yi gördüğüne sevindiği için söylediklerini aldırmadan ona sımsıkı sarıldı. “Ben de seni özledim” deyip iyice sıktıktan sonra bıraktı.
Ali, Ekrem’in neden ortalıkta pek görünmediğini tahmin edebiliyordu. Ekrem’in yakın arkadaşı olmaktan gurur duyuyordu. Bir de ara sıra da olsa görüşe bilselerdi her şeyin daha güzel olacağını düşünüyordu. İçinde bulundukları şartları düşününce bunun pek de mümkün olmadığını her ikisi de biliyordu. Ayrı birimlerde hizmet eden iki yakın arkadaşın buluşup sohbet etmesi ne kadar mümkünse o kadar görüşe biliyorlardı, yani çok nadir… İslam’i Cemaat mensuplarının aralarındaki bağ ne kadar güçlü ve kuvvetli olursa olsun o bağın üzerinde daha güçlü cemaat bağı vardı. İslam’i Cemaate olan bağlılık ve teslimiyet birbirlerine duydukları sevgiden daha kuvvetliydi. Ali, Ekrem’e “İçeri gel” diye davet ettiyse de Ekrem içeri girmedi. Onun yerine Ali’yle biraz ayaküstü sohbet edip hasret gidermek adına “İstersen gel şadırvanda biraz oturalım” diye teklif edince Ali “Tamam” deyip sevinerek içeri girip üzerine aldığı gömleğiyle cami hücresinden çıkıp şadırvanda Ekrem’le buluştuğunda “Hatırlıyor musun, bir zamanlar saatlerce burada seninle sohbet ederdik. O günleri bazen özlüyorum” dediğinde sesinde ve hitabında samimi duygularla konuştuğu belli oluyordu. Ekrem “O günleri ben de unutmadım, ama biliyorsun ki dava bizden hizmet bekliyor, koşuşturmaktan sohbet edecek fırsat bulamıyoruz” diyerek mazeretini dile getirdi. Ali’nin Ekrem hakkında bildiği bazı şeyler vardı tabi ki. Aynı yolun yolcusu olanlar, hizmet alanında birlikte çalışanlar yapılan değişikliklerin ne anlama geldiğini bildikleri halde sessiz kalıp bilmiyormuş gibi davranıyorlardı. Ekrem’in İslam’i Cemaatin askeri biriminde hizmet ettiğini bildiği gibi… Bunu ne kadar bilirse bilsin bilmezlikten gelmek zorundaydı, bu konudaki sessizliğini koruması gerektiğinin farkındaydı.
Biraz eski günlerden söz edip anılarını tazelediler. İskender Paşa camisinin şadırvanında saatlerce oturup sohbet ettikleri o ilk yıllara dönüp “Keşke o zamanki gibi saf ve temiz kalsaydım” diyen Ekrem’e, Ali “Haklısın, o zaman sahip olduğumuz imanla dünyaya meydan okuyorduk. Şimdi ise o heyecan, ihlas kalmadığını hissediyorum” diyerek ona hak verdi.
Mustafa’nın gelişiyle iki dostun kısa sohbeti kendiliğinden bitmiş oldu. Mustafa ile birlikte bir an önce İskender paşa camisinden ayrılması gerekiyordu. Kadim dostuna veda ederken “En kısa zamanda bir araya gelmek için fırsat bulacağım” diyen Ekrem’in sözüne güvenen Ali arkadaşına sımsıkı sarılıp “Bu sözünü unutma” diyerek ayrıldılar.
Murat ve Kemal’in kaldığı öğrenci evinde Hasan onları bekliyordu. Burası öğrenciler ile buluşup ara sıra ders yaptığı yerdi. Kapı çalındığında kapıyı açan Murat gelen misafirleri Hasan’ın bulunduğu odaya aldı. Hasan öğrencilerine saygısından ayağa kalkıp onlarla kucaklaşıp hal hatırlarını sordu. Hasan “Şehitlik semtinde Yılmaz mefruşat denen yerin sahibi Sabri Yıldız’ı takip edin. Eylem yapabileceğiniz yerleri tespit edin” diye talimat verdi. Sabahın erken saatinde buluşmalarının nedeni ise işyerlerinin açılmadan Ekrem ve Mustafa’nın bir an önce gidip “Yıldız mefruşat” dükkanın kimin açtığını görebilme fırsatını kaçırmamaları içindi. Ekrem ve Mustafa aldıkları talimatla evden çıkıp soluğu şehitlik semtinde aldılar. Yıldız mefruşat dükkanın açılmış olmasına şaşırmadılar, geç kaldıklarını tahmin etmişlerdi. Yıldız mefruşat dükkanını rahat görebilecekleri kıraathaneye gidip onu oradan gözlemlemeye başladılar. İçerde bir başına olan şahsın Sabri Yıldız olduğundan emin olabilmek için hala vakit vardı. Öğle ezanı okuduğunda hala kıraathanenin önünde çaylarını içip Sabri Yıldız’ı gözetiyorlardı. Sabri Yıldız’ın namaz için camiye girdiğini görünce onlar da hem namazlarını kılmak hem de Sabri Yıldız’ı daha yakından görmek için ardından camiye girdiler. Ondan uzak bir köşede sünnet namazlarını kıldıktan sonra müezzinin kamet ile birlikte farz olan namaz için toplandıklarında Mustafa ve Sabri Yıldız yan yana saf tutmak zorunda kaldılar. Mustafa kendisini kötü hissetmeye başladı. Aynı safta namaza durduğu şahsı öldürme fikri çok çirkin gelmeye başladı. İlk kez böylesine bir duyguya kapılıyordu. Ve ilk kez öldürmeyi düşündüğü adamla namaz içinde saf tutuyordu.
O gün edindikleri tek bilgi namaz vakitlerinde Sabri Yıldız’ın cemaat namazlarına iştirak edişi oldu. Eylemi gerçekleştirmek için Sabri Yıldız’ın dükkandan çıkması yeterliydi. Bunu not alıp yarın daha erken saatte gelmek için sözleştiler.
Mustafa İskender paşa camisinin hücresine dönerken aklında Sabri Yıldız’la namaz içinde saf tuttuğu an vardı. Gözlerinin önünden bir türlü gitmeyen bu manzara ona çok farklı duygular yaşatıyordu. Kardeş kavgası yüreğini yakmaya, acı vermeye başlamıştı. Azıtmış olan baği topluluğun şehit ettiği kardeşlerini düşününce onlara öfkelense de Sabri Yıldız’la saf tuttuğu o namaz hali gözlerinin önünden bir türlü gitmiyordu. Karışık duygular içinde, zihni bulanmıştı. “O kadar dinsiz mürtet ve İslam düşmanı varken neden İslam’i Cemaate saldırdınız, Cemaatin azizlerini neden şehit ettiniz?” diye söylenmeye ve zihin karışıklığından kurtulmaya çalıştı. Baği topluluğun neden böyle bir şey yaptığına bir anlam veremediği gibi onlara saldırmayı da doğru bir çözüm olarak görmemeye başlamıştı. İslam ve din düşmanlığı yapanlarla mücadele ederken saflar netti. Kafasında zerre kadar şüphesi yoktu. Onlardan bazılarını cehenneme yollarken elleri titrememişti. Oysa şimdi, oysa şimdi bağilerle olan mücadele çok çirkin geliyordu. Allah’a kulluk eden birine silah çekme düşüncesi tüylerini diken diken edip ürpermesine neden oldu. İslam’i Cemaatin haklı olduğunu bildiği halde bu kavgada tarafsız kalmayı bile aklından geçirmeye başladı. Bunu yapabilirdi, hiç kimse eylem yapması için onu zorlamıyordu. Bu konudaki karar tamamıyla kendisine aitti.
Kafasındaki düşünceleri dağıtmak için İskender paşa camisinin hücresinden çıkıp dışarıda dolaşıp temiz hava almak istedi. Bunun kendisine iyi geleceğini tahmin ediyordu. Zihnindeki bulanıklığı ve karışıklığı en iyi temiz hava berraklaştırır diye umuyordu. Derin birkaç nefes alıp bıraktıktan sonra kendisini biraz olsun iyi hissetti. Cami hücresinde bu düşüncelerle kalsaydı kafayı yiyeceğinden emindi. Rahatlamaya, aklıselim düşünmeye ihtiyacı vardı. Belli ki kalbinde şüphe tohumları filizlenmeye başlamıştı. Onların kök salmadan sökülüp atılması icap ederdi. Daha fazla dallanıp budaklanmadan sökülüp atılmaları icap ederdi. İnsanların ve gürültülü trafiğin olmadığı hevsel bahçelerine gitti. Dicle nehrinin akan su sesine kulak verince zihnindeki tüm düşünceleri temizlediğini zannetti. Çimenlerin üzerine uzanıp sakinleştirici su sesinin akışına kendisini bıraktı. Gözlerini kapatıp iç huzuru bulmak için bir müddet öylece kaldı. Ortamın huzur veren havasını soludukça rahatladığını hissediyordu. Eski Mustafa’nın geri geldiğini anlar gibi oldu. Bir an dünyanın bu şekliyle ne kadar huzurlu olduğunu düşündü. Sessiz ve sakin olan dünya gözüne ilk kez belki de bu kadar cazip geliyordu. Kavgasız ve gürültüsüz olmasını arzuladığı dünyanın cazibesine kapılmak üzeriydi ki bunun imkansız olduğunu anladı. Bu düşüncesinden vazgeçip dünyayı yaratan Allah azze ve cellenin kurduğu düzen üzerine itiraz etmeyi aklının ucundan dahi geçirmemesi gerektiğini anladı. Allah azze ve celleye olan sevgisi ve teslimiyeti her şeyin üstündeydi. Dünyanın daha iyi ve güzel bir yer olmasının sırrını çözdüğü için İslam’i Cemaatin saflarına katılmıştı. İnsanların Rabbini bilip ona kulluk ettikleri takdirde hayalini kurduğu huzurlu dünyaya kavuşmanın mümkün olacağından zerre şüphesi yoktu. Belki bunu görmeyebilirdi, ama bu uğurda elinden geleni yapıp Allah azze ve cellenin razı olacağı bir kulu olabilmek için çaba sarf edip gayret ediyordu. Bu yüzden Allah’ın askerlerinin arasına girmeye gönüllü ve istekli olmuştu.
Suyun akışını görmek için uzandığı yerden doğruldu “Şimdi içimdekilerini suyu atsam onları alıp başkalarına ulaştırır mı?” diye sesli düşündü. Oysa zihnini bulandıran fikirlere Dicle nehri yabancı değildi, neler görüp yaşadığını Mustafa’ya bir anlatabilseydi Mustafa hala nefes alır mıydı? Bu acıya dayanabilir miydi? “Rabbim yardım et” diye bir feryat kopardı. Böyle bağırmaya alışkın olmadığı için endişelenip etrafta birilerinin olup olmadığını anlamak için sağına soluna baktı. Yalnız olduğunu anlayınca rahat bir nefes aldı. “Rabbim bu işte senin rızan yoksa beni uzak tut. Yanlış yapmama müsaade etme” diye Allah azze ve celleye içini açıp yalvardı. “Rabbim! Bana hakkı hak olarak göster ve ona tabi olmayı nasip et. Batılı batıl olarak göster ve ondan uzak durmayı nasip et” diye dua etti.
Allah azze ve cellenin yardımı olmadan bu işin üstesinden gelemeyeceğini, mümkün olmadığını biliyordu. İçinde bulunduğu zamanda hakla batılın birbirine karıştığının farkındaydı. Okuduğu kitaplar da bu manzaralarla ilgili çok şeyler vardı. Hz. Ali ile Muaviye’nin bulunduğu asrın içinde gibi hissetti, ama her şey o kadar da net değildi. Sisli ve puslu havada hangi tarafın Hz. Ali’nin ordusu hangi tarafın Muaviye’nin ordusu olduğu belli olsa da her iki cephede de tekbirler ve Kur’an ayetleri okunuyordu. Birbirlerine çok benzeyen iki kardeş gibiydiler. Zira Hz. Ali’nin hangi tarafta olduğunu bildiği için hiç düşünmeden, tereddüt etmeden İslam’i Cemaat saflarına katılmıştı. Bundan şüphesi yoktu. İki gruptan hangisinin hak olduğunu anlamak için iyice bakmaya çalıştığı sırada sağ tarafındaki grubun içinde kendisine doğru birinin geldiğini fark etse de sisten yüzünü ve niyetini anlamaktan zorlanıyordu. Kaçmak, uzaklaşmak aklından dahi geçmiyordu. Üzerine gelen kişiyi görmek için merakla beklemeye devam etti. Görüş mesafesine giren kişinin yüzünü gördüğü gibi “Ekrem” diye nida edip kendine geldi. Yaşadığı bu ilginç olaya hala inanamıyordu. Şoka girmiş gibiydi.
Mensubu bulunduğu İslam’i Cemaat ile Baği topluluğu düşününce gördüğü manzarayla benzerliğe hayret etti. Her devirde Hz. Ali ve Muaviye olabileceğini bilse de bunu görüp yaşayanlardan biri olabileceği aklından dahi geçmemişti. Aklına gelmeyen şeyin şimdi tam da ortasındaydı. İslam’i Cemaat erlerini yakından tanıyordu. Onların içinde kalıyordu, ne düşündüklerini ne yaptıklarını, hizmetlerdeki amaçlarını yakından biliyordu. Onların kalbini bilmesi de kendi kalbini biliyordu. Orada Allah rızasından başka bir şey olmadığına emindi. İslam’i Cemaat mensuplarının da kendisi gibi Allah’a gönülden bağlı, O’nun rızası için ellerinden geleni yaptıklarına defalarca şahit olmuştu. İslam’i Cemaatin tedrisatından geçtiği zamanlarda cemaat fertlerinin ihlas ve samimiyetlerine defaatle şahitlik etmişti. Kendisine hakkı anlatıp haktan ayrılmamasını tembihlemişlerdi. Ekrem’in sağ taraftaki grubun içinden çıkıp gelişini Hz. Ali’nin tarafı olduğuna yorumladı. İslam’i Cemaatin hak olduğundan tekrar emin olunca rahatladı. Allah azze ve celleye gösterdiği hakikat için minnetle şükretti.
Baği topluluğu da tanıyordu onlar hakkında duyduklarının yanı sıra yaşadığı şeylerde vardı. Onların İslam’i Cemaate olan kin ve öfkelerine birebir maruz kaldığını unutmuş değildi. Dicle nehrine birkaç taş daha atıp içine düştüğü yanılgılardan kurtulmak için başka şeylerle uğraşmayı çalıştı.
Baği topluluğa karşı kalbinde zerre sevgi ve muhabbet yoktu. Onlardan hiç haz etmediği halde onlardan birini vurmak fikri hala itici ve ürpertici geliyordu. Bunu yine düşünmeye başlayınca tekrar başa döndüğünü gördü. Düşüncelerinden bir türlü kurtulamıyordu. Zihninin oynadığı oyunu bilse de bir defa eline düşmüştü. Kalbinde yer bulmaya çalışan, filizlenen bu zehri bir defa almıştı. Ondan kurtulmak hiç de zannedildiği gibi kolay olmayacaktı.
Davasından, cemaatinden şüphe etmiyordu, bu uğurda canını bile verecek kadar cemaatini sevip ona bağlıydı. Allah’ın ayetlerini her okuduğunda, peygamber aleyhisselamın yaşantısına her göz attığında hadislerin, İslam’i Cemaat fertlerinin yaşantısı ve hayatlarına vurgu yapan işaretlerle karşılaşıyordu. Bu işaretlerin her biri yolunun ve davasının hak olduğuna şehadet ediyorlardı. Bazı ferdi ve kişisel hata ve kusurlar davaya helal getirmiyordu.
İçine düştüğü girdaptan kurtulmak istediyse de bu o kadar kolay olmadı. Yüzmeyi bilen usta bir yüzücü bile girdiği girdaptan sağ çıkması ancak Allah’ın yardımıyla olurdu. Sorunu hak ve batıl sorunu kadar kolay bir tercih olmasını istiyordu. İmtihan ise bizim istediğimize göre değildi. İmtihan; Rabbimizin zayıf yönlerimizi açığa çıkarıp orasını güçlendirmemiz için bize gösterdiği şeydir.
Mustafa’nın tercihi belliydi. Kalbi hala İslam’i Cemaat için atıyordu. Cemaatin yolundan ve çizgisinden yürümeye kararlıydı. Ama bazen bunlar da yetmiyordu. Allah azze ve celle kendisine mutlak bir teslimiyet istediği gibi peygamberine ve İslam davasına da mutlak bir teslimiyeti istiyordu. Kalbinde bunlardan birinden şüphesi olanların yapacakları amelleri noksan veya eksik sayılırdı.
İbrahim aleyhisselamın dediği “Ey Rabbimiz bir de bizi sana kendimizi teslim etmiş, yüzü ve özü ile sırf Sana yönelmiş iki kamil (olgun) müslüman kıl!” diye dua ettiği gibi olmak icap ederdi. İslam’ın kendisi bile teslimiyet anlamına geliyordu. Teslimiyet ve nefsi teslim etmek, itaat ve tam uymakla gerçekleşen eylemlerdir. Allah’a teslim olmak O’nun peygamber ve davasına da teslim olmak anlamına geliyordu. Mustafa bunları bildiği halde yine de çetin bir imtihanın içine düşmüş çıkmak için çırpınıyordu. Bazen bazı şeyleri bilmek bile yetmiyor. Bu durumlarda yapılacak belki de en güzel şey “İşittik ve itaat ettik” düsturuna dört ellen sarılmaktır.
“Baği topluluk olmasaydı her şey belki de daha güzel olacaktı” diye düşünen Mustafa kendisince haklıydı. Onlar olmasaydı ne kadar güzel olurdu.
Vakit geç olmuş hava kararmaya başlamıştı. Bir an için bile olsa mensubu bulunduğu İslam’i Cemaatten şüphelendiği için Allah’tan istiğfar diledi. “Ey Dicle! Beni dinlediğin için, sesime ses olduğun için teşekkür ederim” deyip İskender paşa camisinin yolunu tuttu. Akşam namazı için abdest alıp şadırvanda bir müddet oturup suyun içindeki alevi söndürmesini arzu etti. Suyun uzuvları üzerindeki etkisi ile şimdi kendini daha iyi hissetmeye başlamıştı. Akşam namazının ardından yatsı namazına kadar camiye ders almaya gelen çocuk, gençlere verdiği Kur’an dersinden sonra sohbet için cami minberinin yanında toplanıp halka şeklinde oturdular. Onu seven öğrencileri hocalarına yakın oturabilmek için tatlı bir yarışa girmişlerdi. Öğrencilerin bu sevgisi her şeyi özetler gibiydi. Onları düşündü ve kalbinden geçen tek şeyin öğrencilerini Allah azze ve celleye layık bir kul olabilmelerini sağlamak için hizmet etmekte olduğunu görünce buna sevindi. İstediği bundan başka bir şey değildi. Nefsinin bu işten zerre çıkarı yoktu. Yaptığı hizmetlerde sadece Allah’ın rızasını umuyordu. Bu duygulara sahip olduğunu gördüğü için Allah azze ve celle binlerce kez tekrar şükür etti. Bu niyetini koruması için içten içe Allah’a dua etti.
Allah azze ve celle kullarını bilirdi, ne var ki kul da kendini bilirdi. İçinde saklı tuttuğu niyetini Allah azze ve celle den gizleyemezdi. Allah azze ve celleyi aldatamazdı. İnsanları aldatabilirdi, gerçek niyetini, kalbinde saklı tuttuğu amelini insanlardan gizleyebilirdi. İnanmadığı bir hakikate inanmış gibi dahi yapabilirdi. Bunun adı belliydi “İkiyüzlülük” bunların hiçbiri Mustafa’da yoktu. İçi dışı bir olduğu gibi Allah azze ve cellenin rızası için yaptıklarını kimseye anlatmamış böbürlenmemişti. Kibre kapılıp kendini bir şey zannetmemişti. Kalbinde tek şey vardı, o Allah azze ve cellenin sevgisiydi. Bu sevgiyle dolup taşan bir kalpte ikiyüzlülük olamazdı. Bugüne kadar riyanın oraya girmesine izin vermemişti. Bunun için elinden geleni yapmıştı. Ta ki bu zamana kadar…
Büyük bir sevgiyle bağlandığı İslam’i Cemaat onu maşukuna götüren güzel ve hayırlı bir rehber ve vesileydi. Aşk yolunda ona yol gösteren kılavuzuydu. Allah azze ve celleyi seven, Allah’ın da kendilerini sevdiğini düşündüğü İslam’i Cemaate mensup kardeşleri vardı. Onlara karşı duyduğu derin sevgisi gerçekti. Onlarla birlikte hareket etmekten asla şikâyetçi ve pişman değildi. Onlarda gördüğü tek şey Allah aşkıydı. İhlas ile yaptıkları hizmetleriydi. Zira kendisi de öyle biriydi.
Ertesi gün sabah erken saatlerinde şehitliğe geldiklerinde Yıldız mefruşat hala açılmamıştı. Ekrem ve Mustafa dükkanı rahat görebildikleri kıraathanenin müşterileri için dışarıya bıraktığı kürsüye geçip oturdular. Kıraathane sahibi bu iki gencin dün de geldiğini hatırlayınca şüphelendi. Diyarbakırlı olup da siyaset bilmeyen çok az insan vardı. Yöre halkı bu genlerle doğuyor gibiydi... Her gün birilerinin faili meçhule gittiği şehirde sıranın kimde olduğunu yalnız Allah bilirdi. Üzerinde oynanan oyunlara defalarca tanık eden kadim şehir bile artık yorgun düşmüştü.
Çaycı getirdiği iki çayı dikkatli bir şekilde Ekrem ve Mustafa’nın önündeki masaya yavaşça bırakırken “Konuştuklarında bir şeyler kaparım” diye ümit ediyordu. Onun varlığına aldırmayan iki genç okul derslerini konuşuyorlardı. Meraklı çaycının niyetini anladıklarından itibaren onun seslerini duyabileceği kadar yükseltmişlerdi. Çaycı derin bir nefes aldı. Korkuların yersiz olduğuna sevindi. Kendi iş yerinde bir vukuat olmasından korkuyordu. Sahip olduğu müşterilerini kaybetmek istemiyordu. Gençleri kendi hallerine bırakıp işleriyle meşgul olmaya devam etti. Esnaf arasında bir berberler iki çaycılar çok meraklı oluşlarıyla nam yapmışlardı. Çaycı gençlerden şüphelenseydi gece uykusu kaçardı. “Neden gelmişler? Ne konuşuyorlar?” diye meraktan çatlardı.
İki genç bir yandan sohbet ederken öte yandan belli ettirmeden gözlerini Yılmaz mefruşat dükkanından ayırmadan okul dersleri hakkında sohbet etmeye devam ediyorlardı. Mustafa “Ali dün seni sordu. Birlikte ne yaptığımızla ilgili ağzımdan laf alabilmek için ‘Sık sık görüşüyor musunuz?’ diye sorunca ona görüştüğümüzü söyledim” dedi. Ekrem gizemli olmayı, gizemi yaratmayı sevmezdi. Ali’nin kendisini özlediğini tahmin edebiliyordu. Duyguları karşılıklıydı. “Ali ne zaman benimle görüşmek isterse seninle haber göndersin” deyip Mustafa’ya Ali’ye güvendiğini hissini verdi. Ali onun eski arkadaşıydı, birlikte İslam’i Cemaatin saflarında kültürel alanda hizmet etmişlerdi. Ekrem’in kültürel alanda ayrılışının ardından yolları ayrılmıştı. Askeri kanat birine geçtiğini tahmin ettiyse de bunu ne sorabilirdi ne de dillendirebilirdi. Yolları ayrılmış olsa da sevgileri ve muhabbetleri ilk günkü gibi sağlamdı. Ali’ye güveniyordu, onunla her konuda konuşabileceğine inanıyordu. Tabi ki ona askeri kanat biriminde olduğunu söyleyemeyecekti. Eğer yaptığı hizmetleri biriyle paylaşmasında bir sakınca olmasaydı o kişi kesinlikle Ali olurdu. Ali gönül rahatlığıyla konuşup sohbet edebileceği, dertleşe bileceği, güvendiği kişilerden biriydi. Mustafa işlerin böyle yürümediğini biliyordu. Ekrem için küçük bir ayrıcalık yapmaktan zarar gelmeyeceğini düşünüp “Tamam” dedi.
Saat sekize on kala mefruşatçı dükkanının Sabri Yıldız’ın kendisinin açtığını görünce onun etrafına baktılar. Etrafında ona korumalık yapan kimseler yoktu. Ya da onlar göremediler. O an silahları üzerlerinde olsaydı gidip işini bitire bilirlerdi. “Bunun için güzel bir fırsattır” diye düşündüler. Silahları yoktu, hem zaten eylem yapmaya gelmemişlerdi. Bilgi toplamak için burada bulunuyorlardı. Bir müddet daha oturup mefruşatçı dükkanı gözetleyip farklı bir hareketlilik olup olmadığını kontrol ettiler. Değişik bir hareketlilik olmayınca da oradan ayrıldılar.
Mustafa, Sabri Yıldız’la ilgili düşüncelerini Ekrem’e açıp açmama konusunda tereddüt yaşıyordu. Ekrem’le yollarının ayrılacağı şehitlik dört yoluna gelince birden “Seninle konuşmak istediğim bir konu var” diyebildi. Ekrem saatine baktı yarım saat sonra rapor vermek için Hasan’la buluşması vardı. Mustafa “Fazla uzun sürmez” deyip bir müddet daha birlikte yürümeye devam ettiler. Ekrem, Mustafa’nın anlatacağı şeyi merak edip beklerken Mustafa konuya nereden başlayacağını düşünüyordu. Sabri Yıldız’la ilgili düşüncelerini birilerine anlatmayı düşünmediğinden şimdi debeleniyordu. Kendini doğru ifade edememekten çekiniyordu. Yanlış anlaşılmaktan ve en kötüsü de askeri kanattan uzaklaştırılmaktan korkuyordu. Ekrem “Haydi anlatmayacak mısın?” diye dayanamayarak sordu. Mustafa derin bir nefes alıp “Sabri Yıldız eylemi benim kafamı karıştırdı. Birlikte namaz kıldığımızdan beri onu öldürme fikri çok kötü hissettiriyor” deyince rahatladığını fark etti. İçindeki bu düşünceyi birilerine anlatmasaydı kafayı yiyeceğinden korkuyordu.
Ekrem duyduğuna şaşırmadı zor bir dönemden geçtiklerini biliyordu, mücadele olurken kardeşkanı dökmek zorunda kalmaktan daha acı verici bir şeyin olmadığını tecrübe etmiş birisi olarak Mustafa’nın neler hissettiğini tahmin edebiliyordu. “Şimdi Hasan ağabeyi görmeye gidiyorum bu konuda ona söz etmemi ister misin?” diye rahatça sordu. Mustafa hala tereddüt yaşıyordu “Sence söylemeli miyim?” diye Ekrem’in fikrini almak istediğinde “Bence Hasan abi ile konuşsan daha hayırlı olur, onun deneyim ve tecrübesine güveniyorum” diyerek Mustafa’nın içine su serpti. Mustafa, başta Ekrem olmak üzere kendisine tepki verileceğinden korkmuştu, korktuğu başına gelmeyince de “Olur” dedi cılız bir sesle. Ekrem “Sonra buluşur, konuşuruz” deyip Mustafa’dan ayrılıp Dağkapı’da ki Nebi Camisi’ne Hasan’la buluşmaya gitti. Takip edilip edilmediğini yol boyunca kontrol ettiği halde hala dikkatli ve temkinliydi. Camide sünnet namazı kılan Hasan’ın kendisini görmesini sağladıktan sonra camiden birlikte çıkıp yukarıya doğru yürümeye başladılar. İnsan kalabalığı içinde takip edilip edilmediklerini anlamaların zor olduğunu bildiklerinden sokak aralarına girdiler. Tenha yerlerden geçip arkalarında birilerinin olup olmadığını anlamaya çalıştılar. Yürüdükleri süre zarfında bir sıkıntıyla karşılaşmadılar. Hz. Süleyman camisine doğru yürümeye devam ettiler. Hasan “Sen burada bekle” deyip Ekrem’in cami dışında durmasını isteyip camide birisiyle buluşup ayaküstü sohbet etti. Çok kısa süren konuşmaların ardından camiden çıkıp Ekrem’le birlikte geldikleri yöne doğru tekrar yürümeye başladılar. Hasan “Sabri Yıldız’ın takip işi nasıl gidiyor, eylem için bir plan yaptınız mı?” diye sordu. Ekrem “Sabahları dükkanı kendisi açıyor etrafına koruma görmedik en müsait vakit sabah dükkanı açtığı zaman gibi düşünüyoruz” dediğinden Mustafa’nın durumu hakkında konuşmanın vakti olup olmadığına karar veremiyordu. Hasan “Bir problem mi var?” diye sorunca Ekrem Mustafa’nın sorununun problem olup olmadığına da pek emin değildi. Mustafa bu haldeyken onunla birlikte Sabri Yıldız eylemini gerçekleştirmenin pek mümkün olmayacağını tahmin edebiliyordu. Ekrem bunları düşünürken Hasan, Ekrem’in yüzündeki ifadeden yolundan gitmeyen bir şeylerin olduğunu anlamıştı. Hasan’ın işi insan yetiştirmekti. Ekrem gibi niceleri elinin altından geçmişti. Onlar anlatmasa da Hasan yolunda gitmeyen bir şey olduğunda anlayabiliyordu. Edindiği tecrübeler ona bir sıkıntının olduğunu söylüyordu. Eylem yapacakları zaman öğrencilerden bazılarında benzer hali görmüştü, özellikle de ilk eylemlerini gerçekleştirecek olan öğrencilerinin sıkıntılı ve endişeli oluşuna bir anlam verebiliyordu. Ekrem gibi tecrübeli ve deneyimli birisinin üzerinden attığı bu halin geri dönmesin başka nedenleri olduğunu düşünüyordu. Hasan’ın eylem konusundaki prensibi çok basitti “Eylem yapacağınız zaman kendinizi iyi hissetmezsin eylemi bir başka güne erteleyiniz. Her şeyden daha kıymetli ve değerlisiniz” diye öğrencilerine ilk öğrettiği bu düştür olurdu. Eylemlerin insan psikolojisi üzerindeki etkilerini kendisinden biliyordu. Ekrem’in gösterdiği semptomlardan birkaçında farklılık vardı. Hasan hala sıkıntının ne olduğunu söylemeyen Ekrem’e “İsterseniz Sabri Yıldız eylemini başka gruplara verebiliriz” diye teklif edince Ekrem “Buna gerek yok abi” diye birden buna cevap verdi. Dili çözülen Ekrem, Mustafa’nın Sabri Yıldız hakkındaki düşüncelerini Hasan’a aktardı. Hasan’ın duyduklarına tebessüm etmesine şaşırdıysa da “Neden tebessüm ediyorsunuz?” diye soramayacak kadar ona saygı duyuyordu. Hem bir askerin komutanına soru sorduğu nerede görülmüştü. Hasan öğrencilerinin böyle vicdanlı oluşlarından dolayı onlarla bir kez daha gurur duydu. Tasvip etmediği bir durum olsa da bazen vicdanı rahatsız eden eylemleri sorgulamaları da tercih edilen bir durumdu. Akıl karışıklığındansa konuşmak, işin iç yüzünü öğrenmek daha mantıklıydı. “Yarın saat sekizde Mustafa Muratların kaldığı öğrenci evine gelsin” dediğinde Ekrem “Ben de geleyim mi?” diye sorunca “Mustafa yalnız gelsin. Onunla rahat konuşup dertleşiriz, senin olmaman daha iyi” deyip Ekrem’in aklına başka bir şey gelmesin diye izahatta bulundu.
Birlikte yürümeye devam etseler de her ikisinin de düşüncelerinde Mustafa vardı. Hasan aklına takılan Mustafa’nın meselesini düşünürken, Ekrem’le olduğunu unutmuş gibiydi. Ekrem, Hasan’a ayak uydurmuş olsa da onunda aklında Mustafa vardı. Mustafa’nın bu işin üstesinden nasıl geleceğini merak ediyordu. Zor bir durum olduğunu kabul ediyordu. Hasan nereye giderse Ekrem onunla birlikte yürümeye devam ediyordu. Hasan dalgınlığını fark edip kendini toparladı. Kendisi gibi düşünceli olan Ekrem’e “Mustafa ile ilgili sen ne düşünüyorsun?” diye sordu. Uzun süredir birlikte İslam’i Cemaatin askeri kanadında hizmet ettiği silah arkadaşını çok iyi tanıyordu. “Mustafa’nın bu halini daha önce hiç görmedim. Belli ki Sabri Yıldız onda tahmin ettiğimizden daha derin bir etki bırakmış, şeytanın vesveseleri ile bu etki büyümüş galiba” diyerek fikrini söyledi. Ekrem yanılmıyordu. Mustafa’yı çok iyi tanıdığı kesindi. Mustafa gibi ince ruhlu biri bilerek ve isteyerek namaz kılan birini öldürme fikrinden rahatsızlık duyması gayet doğaldı. Aklına gelen bir fikri Hasan’la paylaşmak için “Belki Sabri Yıldız’ın nasıl haltlar yediğiyle ilgili bilgilendirilirse kafa karışıklığı gider” diye öneride bulundu. Hasan, Ekrem’in önerisinin kulağa mantıklı geldiğini biliyordu. Ekrem’in akla gelen ilk çözümü söylemiş olması gayet normaldi. Hasan “İslam’i Cemaat düşmanlarını öldürebilir, ama onların ne halt ettiklerini anlatmaz. O zaman eylemi gerçekleştirecek kardeşimiz şahsın işledikleri yüzünden ona kin ve öfkeyle sıkar ki bu da bizim istediğimiz bir şey değil. Bir başka sebep de şahsın suçu kendisini bağlar. Yaptıkları yüzünden ailesine laf gelmemeli. İşlediği sucu kendisi ve onu tanıyanlar zaten biliyor. Bu da yeterlidir. Bizim işimizde nefrete ve öfkeye yer yok. Öfke ve kin insani bir duygudur. O yüzden eylem yaptığımız kişiler hakkında ne kadar az şey bilirsek o kadar hayrımıza olur. Bizim gibi askeri birim elemanlarının işittik ve itaat ettik demeleri gerek” diye Ekrem’in verdi önerinin arka perdesini açıklayınca Ekrem “Hiç böyle düşünmemiştim” diyerek yanıldığını itiraf etti. Hasan daha önce de öğrencilerine ders olarak okuduğu Üstad Bediüzzaman’ın Mektubatında geçen “Bir vakit imamı Ali radıyallahu anh kafiri yere atmış kılıcını çekip keseceği sırada o kafir ona tükürmüş o da kafiri bırakmış, kesmemiş. O kafir ona demiş ki ‘Neden beni kesmedin?’ Hz Ali radıyallahu anh ‘Seni Allah için kesecektim, fakat bana tükürdün hiddete geldim nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi, onun için seni kesmedim’ dedi. O kafir ona dedi ‘Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmek istedim. Madem dininiz bu derece safi ve halistir; o haktır’ dedi” diye anlatmış olmasına rağmen o an için bu kıssa Ekrem’in aklına gelmemişti. Oysa Ekrem bu hikayeyi risale derslerinde defalarca okumuştu. Nedense ihtiyaç hissettiği zaman bunu hatırlamadığı için kendisini kınadı. Unuttuğu şeyi hatırlatacak birilerinin varlığına da sevindi. Hasan, Ekrem’in Mustafa’yla ilgili anlattıklarına şaşırmamasının nedenlerinden biri de buna benzer sorunlar yaşayan başkalarının da olduğunu bilmesiydi. Kardeşkanı dökülmesin diye İslam’i Cemaate ricacı olan mensuplarının sayısı azımsanmayacak kadar çoktu. İslam’i Cemaatte bunu istediği için elinden geldiğince sabretmişti. İşlerin bu noktaya gelişine çok üzülüyorlardı. Kardeşlerinin kanının dökülmesine bir yere kadar sabretmişlerdi. Sabrın sonuna gelinmişti. Bir türlü uslanmayan Baği topluluğa gerekli cevabı vermek için hazırlanıyordu. İslam’i cemaat “Kardeşkanı dökülmesin” dedikçe kan kaybetmeye devam ediyordu. İslam’i cemaatinin gözdeleri sadırlara uğrayıp Hakk’ın rahmetine kavuşsa da Cemaat fertlerinin, sessizliğini koruyan İslam’i Cemaat “Daha ne zamana kadar sessiz kalacaksınız?” diye soruyorlardı. İslam’i Cemaat kan kaybetse de hala bu işin son bulmasını istiyordu. Aksi takdirde neler yaşanacağını tarihin utanç sayfalarından biliyorlardı. İslam tarihi gözlerimizin önünde, elimizin altında olmasına rağmen aynı hata ve yanlışla sürüklenmek çok acı geliyordu. Ders almayan bir aklın ifsadı birçok kişiyi kendisiyle birlikte felakete sürüklüyordu. Bir avuç Bağinin başlattığı fitne ateşi İslam’i Cemaate sıçradığı halde onların saldırılarına son kerteye kadar sabır gösteren İslam’i Cemaatin sabrını takdir etmemek mümkün değildi. Baği topluluk şehit ettiği İslam’i Cemaat mensuplarının acısı İslam’i Cemaat mensuplarının yüreğinde kor ateş olup yanıyorken sabırdan söz eden yine de İslam’i Cemaat oluyordu. Şehit edilen İslam’i Cemaat mensuplarına rağmen “Kardeşkanı dökülmesin” diye verilen tüm çabalar ve uğraşlara rağmen bu kanın döküleceğinin kaçınılmaz olduğunu gösteriyordu. Verilen uğraşlar, çabalar, ricacı olunun tanınmış alim ve Seydalarımıza rağmen Baği topluluğun saldırıları dur durak bilmeden devam ediyordu. Ok bir defa raydan çıkmış, akıl başlarda uçmuş gibi aç kurtlar misali gibi İslam’i Cemaat mensuplarına saldırılar hız kesmeden devam ediyordu. Kardeşkanının dökülmesine mani olamayan İslam’i Cemaat, cesaret ve kahramanlıklarıyla nam yapmış olmasına rağmen bu Baği topluluğa karşı süt dükmüş kedi gibi davranmasını akılsızlar korkaklık olarak yorumladılar. İslam’i Cemaat sayıları bir elin sayısını geçmeyen Baği topluluğun hakkından çok rahat gelebileceğini avam diye tabir eden en sıradan insan dahi bilirken gözleri kan bürümüş, kalpleri mühürlenmiş olanlar nedense bu hakikati görmezler. Kör olan gözleriyle hakikati göremedikleri gibi sağır olan kulakları ise kendilerine yapılan tavsiyelere kapılı olduğu için saldırılarını artırarak sürdürmeye devam ettiler. Oysa İslam’i Cemaat mensupları Baği topluluğa tükürseler boğulup giderlerdi. İslam’i Cemaatin her şeye rağmen sessiz kalmayı, yapılan saldırılara cevap vermeyişini korkaklık zanneden eblehler hakkından gelmek için silkelenip bu yükü omuzlarından atıp kurtulmak varken İslam’i Cemaat kambur olma pahasına onları sırtlarında taşıyabilecekleri kadar taşımaya kararlıydılar. Bu gerçekleri Ekrem de biliyordu, yaşadık hadiseleri unutmuş değildi. Onların nasıl bir kişiliğe ve karaktere sahip olduğunu birebir yaşamış ve görmüştü. Belki bu yüzden Sabri Yıldız gibilerinin öldürülmeleri ona kötü hissettirmiyordu. Mustafa gibi değildi, daha rahat ve soğukkanlıydı.
Hasan’la birlikte yürüyerek geldikleri hal durağında Hasan “Bir hafta sonra saat dokuz da Behram paşa camisinde görüşelim” deyip gelen Bağlar dolmuşuna bindi. Ekrem tekrar İskender paşa camisine dönmek sorunda kaldı. Mustafa’yı cami hücresinde bir başına oturmuş kitap okurken bulunca sevindi. Hasan’la konuştuklarını ona da anlattı. Ardından “Yarın saat sekizde seni Muratların kaldığı öğrenci evinde bekliyor olacak” dediğinde Mustafa gayri ihtiyari bir şekilde “Sen gelmeyecek misin?” diye sordu. Ekrem bu buluşmanın özel olacağını bildiğinden “Hasan abi seninle yalnız konuşmak istedi” deyip konuyu değiştirmek için “Ali ne zaman gelir?” diye sordu. Mustafa’nın zihni, Ali’nin ne yaptığını, nereye gittiğini düşünemeyecek kadar dağınıktı. Zaten eline aldığı kitabı da anlamadan okuyordu. Sabri Yıldız’ı düşünmemek için kafasını kitaplara görmüştü. Düşünmemenin tek çaresi kitaplardan geçiyordu. Zihnini meşgul edecek en güzel şey kitaptı. Anlaması gerekmiyordu, zihnini meşgul etmesi yeterliydi, kağıt üzerindeki siyah karıncaların birbiri içine girip çıkıyor gibi görse de gözleriyle onları takip etmeye çalışıyordu. Karıncalara odaklandığı için zihni Sabri Yıldız’dan uzaklaşmıştı.
Ekrem, Mustafa’nın keyfinin yerinde olmadığını görüp sohbet havasında olmadığını anlayınca “Ben gidiyorum yapabileceğim bir şey varsa beni evde bulabilirsin” deyip arkadaşını içinde bulunduğu ruh haliyle baş başa bıraktı. Bu sorunun üstesinden gelmesi gerekiyordu. Bu onun imtihanıydı. İmtihanını vermesi gerektiğine inanıyordu. Ekrem eve gelene kadar Mustafa’yı bir türlü aklından çıkaramamıştı. Nasıl bir ruh halinde olduğunu, anlamaya çalıştıysa da bir türlü beceremedi. Mustafa’nın neler yaşadığını tahmin etmekten çok uzaktı. Mustafa’nın yanından ayrılarak iyi yapmadığını düşündü.
Ertesi gün sabah Muratlara gelen Mustafa’ya kapıyı açan Murat hiçbir şey demeden Kemal’le birlikte evden ayrıldılar. On dakika sonra da saat tam da sekiz de Hasan’ın gelişi Mustafa’ya kendisini daha kötü hissettirdi. “Bu hale düşünmektense yerin altı üstünden daha hayırlıdır” dedi içinden. Hasan’la birlikte odaya geçip oturduklarında Hasan Mustafa’nın solmuş yüzüne bakıp “Dün akşam yatamadın mı?” diye sordu. Mustafa cami hücresindeki yatağından bir sağa bir sola dönüp durduktan sonra daha fazla dayanamayıp kalkıp abdest alıp gece namazını erkenden kılmaya başlamıştı. Allah’ın ayetleri, sakinleştirici antidepresan ilaçlarından daha etkiliydi. Mustafa bunları anlatmadan “Uyku tutmadı” deyip kısa kesti. Hasan olan biteni, Ekrem’in anlattıklarını bir kez daha ondan dinlemek istedi. Mustafa hislerini, içinde yaşadığı çatışmayı anlattığında Hasan onun nasıl acı çektiğini görebildiği için tekrar gözlerinin içine baktı. Alev çukuruna dönmüş gözleri uykusuzluktan yuvalarından fırlayacak kadar büyümüştü. Hasan “Ne yapalım biliyor musun? Bir hafta boyunca Sabri Yıldız’ı takip et, onunla tanışıp sohbet edebilecek ortamlarda bulunmaya çalış. Namaz vakitlerinde onunla aynı camide yan yana saf tut. Onu öldürme fikrini aklından çıkar. Bu saatten sonra Sabri Yıldız’ın öldürmesinin talimatı rafa kalkmıştır” dediğinde sesinde ve tavrında kızmaktan çok şefkat hissediliyordu. Mustafa “Daha sonra eylem yaptığımızda bu riskli olmaz mı?” diye aklına takılan bir soruyu sordu. Hasan şefkatli halini bozmadan “Bir hafta sonra sen gelip de ‘Sabri Yıldız öldürülmeyi hak etmiyor’ desen ben de aynısını cemaate söylerim. Bile bile masum birisinin kanına girmekten Allah’a sığınırız. Aksi olursa eylemi başka gruplara veririz” deyip ortak bir yol sundu. Hasan hem cemaatini hem de grubundaki arkadaşlarına güveniyordu. Bunun tehlikeli bir yol olduğunun da farkındaydı. Oysa asıl korktuğu tehlike kalbe giren şüpheydi. Ondan daha çok korkuyordu. Şüphe kişiyi yiyip bitiren bir kurttu.
Mustafa “Abi! Sabri Yıldız’a yakın olmak istemiyorum” diye itirazda bulunduğunda sesinin yüksek, bağırmışçasına çıktığını düşündüğü için utandı. Hasan’a karşı ses yükseltmenin ne anlama geldiğini bilecek kadar aklı yerindeydi. Neyse ki öyle bir durum yaşanmamıştı. Bu onun kuruntusuydu. Hasan gayet rahat bir şekilde “Sabri Yıldız’ı tanımazsan kalbindeki şüpheden asla kurtulamazsın. Sabri Yıldız bir başka kardeşin tarafından vurulsa bile senin yine için yanacak. Kafanda şüphe olduğu müddetçe ‘Öldürülmeseydi keşke’ diye için içini yiyecek” diye bunu yapmak zorunda olduğunu anlattı. Mustafa “Benim şüphem yok” dediğinde söylediği şeye kendisi bile inanmazken Hasan’ın buna inanmasını istedi. Oysa bugüne kadar kendisine verilen her emri muti bir asker gibi sorgulamadan, neden diye, sormadan gereğini yerine getirmişti. Yaptığı şeylerin doğru olduğunu biliyordu. Sabri Yıldız olayında neden çuvalladığını o da bilmiyordu. Sadece birlikte saf tutup namaza durdukları için mi bunun yanlış olduğuna karar vermişti. Oysa bunlar müslüman görünümlü münafıklardı. Onları tanıyordu Kur’an-ı Kerim, siyer kitapları, peygamber aleyhisselamın hayatı onların nasıl bir karaktere sahip olduklarını en ince detayına kadar anlatmıştı. Onların namaz kıldıklarını ve namazlarında gösteriş yaptıklarından söz edilmişti. Sabri Yıldız’ın da ataları gibi namaz kılan biri olabileceğini bildiği halde bu şüphenin kalbini esir aldığını anlamakta zorlandı.
Mustafa, Hz. Ali zamandaki Baği topluluk olan Nahçıvan ehli gece namazlarına olan düşkünlükleri ve Kur’an-ı Kerim’i çok okumakla meşhur olduğunu okuduğu halde Sabri Yıldız’la namazda saf tutmuş olmasından bu kadar etkilenmemesi gerektiğini düşünüyordu. İslam tarihini okumuş ve bu türden hadiselerin İslam alemini nasıl bir duruma soktuğunu biliyordu. “Tarih tekerrürden ibarettir” dedikleri bu olsa gerekti. Okumak ve anlamak yetmiyordu. Peki, sorun neydi? Sorun belki de zannettiği gibi çok uzaklarda değildi. Şeytanın verdiği vesveselerin büyümesi sonucunda kalbe yerleşen küçük bir noktanın büyümesiydi. Küçük bir şüpheyle başlayan düşünce şu anda kara delik olmuş Mustafa’yı içine çekmeye çalışıyordu. Mustafa’yı içine çekmeden, onu yok etmeden durmadan büyüyen bu şüpheyi en kısa zamanda kalbinde söküp atmazsa kendisinin yok olacağını biliyordu. Artık sorunu büyümüş ve olgunlaşmıştı. “Şüphem yok” demekle, sorunu örtbas etmekle üstesinden gelmenin mümkün olmadığını anladı.
Öğrencisini Hasan’dan daha iyi bilen yoktu. Kalp ve dilin çakıştığı anlarda ne yapılmasını en iyi şekilde bilen iyi bir öğreticiydi. Öğrencilerinin gözlerinin içine bakıp onları anlamaya çalışması boşuna değildi. Kalbinde saklı tuttuklarını anlamaya çalışırdı. Gerçek manada kalpte ne geçtiğini elbette bilemezdi. Böyle bir kehanette bulunmuyordu, ama gözlerini okuyabiliyordu. Gözler ona yalan söylemezlerdi. Bir sorun olduğunda kendilerini ele verirlerdi.
Mustafa mantıklı bir bahane aradıysa da bulamadı. Olmayan şeyi beyhude aramaktan vazgeçip Hasan’ın istediği şeyi yapmaya mecbur oldu. İçinden bir ses mahcup olacağını fısıldasa da bu saatten sonra geriye dönüşün olmadığının farkındaydı. Kalbini temizlemeden dünyasının temizlemesinin mümkün olmayacağını kavradıktan sonra “Bir an önce ne olacaksa olsun” diyerek harekete geçmek istedi. Şüpheye tutulmuş tereddütlü, hastalıklı bir kalbin sağlıklı yaşaması imkansız olduğunu biliyordu. İnsanoğlunun çiğ süt emmiş olduğunu daha kaç defa görmesi, tanıklık etmesi gerektiğini kendisi de bilmiyordu. Kimin dost kimin düşman olduğu belli olsa da yine de aldanmanın mümkün olduğunu kendi kalbinde yaşayarak görüyordu. Maskelerinin altında bin bir yüzle dolaşanları tanıma fırsatını yakalamış olabileceğini düşünce Sabri Yıldız’ı yakından tanıma fikri biraz olsun cazip gelmeye başladı. İnandıklarını söyledikleri Allah’ın askerlerine saldıran nicelerinin kamuflaj için camiye gidip namaz kıldıklarını, dindar kesimle oturup onların sohbetine katıldığını kendi gözleriyle görmüş olması bile ona yardımcı olmamıştı. Her halde yaşanılanları unutmuştu.
Sabri Yıldız’ın onlardan biri çıkmasından endişe etmeye başlamıştı bile. Hasan, Mustafa’ya gerekli şeyleri söyledikten sonra evden çıktı. Takip edilmediğinden emin olabilmek için sokak aralarına girdi. Buralarda izini süren birileri olsa bile izini çok rahat bir şekilde kaybedebilirdi. Takip edilip edilmediğini en güzel ona sokaklar gösterirdi. Sokaklar dostu, sadıktı onun tehlikelere karşı koruyan kalkanıydı. Avucunun içi gibi bildiği sokaklara güveniyordu. Sokaklar, caddeler gibi nankör değillerdi. Sır saklamayı bildikleri gibi insan saklamayı da iyi bilirlerdi. Mustafa, Hasan’ın evden çıkışından yarım saat sonra evden çıkıp huzur bulduğu İskender paşa camisine geri döndü. Bom boş olan hücreye girdiğinde aklı yeni başına gelmiş gibi “Hasan abinin istediği gibi Sabri Yıldız’ı tanımaya, onunla yakınlaşmaya kalkışmayacağım” dediğinde bu özgüvenin nereden çıktığını kendisi de anlamadı. “Hem Hasan abin dediğini yaparsam kalbimdeki şüpheleri kabul etmiş olurum. Bu beni daha kötü hissettiriyor ”diye karar aldı. Hiç adeti olmadığı halde yatağına uzanıp gözlerini ve zihnini dinlendirmek istedi. Öğle namazına kadar vakti vardı. Yatağına uzandığında Hasan’ın sözünü yerine getirmemeye hala kararlıydı. Gözlerini kapatıp bu dünyadan ayrılmaya çalıştığı zaman gördüğü ilk şey Sabri Yıldız’ın ta kendisi oldu. Yine birlikte namaz için saf tuttukları andaki o hallerini tekrar yaşıyormuş gibi hissetti. Aklından geçirdiği öldürme fikri kalbinin sıkışmasına neden oldu, nefesi kesildi. Sanki göğsünün üzerinde bir karabasan varmış gibi nefes alabilmek için çırpınmaya başladı. Yüksek sesle besmele çektiği halde sesi çıkmıyordu. Çırpınışları artmıştı, son nefesini vermek üzereymiş gibi birden “Bismillah” diye ağzından çıkan yüksek sesle uyandı. Huzur bulmak için tercih ettiği uyku haram olmuştu. Sabri Yıldız’dan gerçek hayatta kurtulamadığı gibi uyku aleminde de kendisini rahatsız etmeye devam etmişti. Mustafa’nın canını çok sıkmaya başlamıştı “Nereden bulaştım bu herife” deyip öfkesini çıkaracak bir şeyler aradı. O anda bir şeyleri kırıp parçalamamak için kendisine zor hakim oluyordu. Uzandığı döşeğe bir iki tekme savurduysa da bu öfkesini dindirmeye yeterli gelmedi. Öğle ezanına hala vakit vardı. Ama Mustafa’nın beklemeye tahammül edecek takati kalmamıştı. Çıkıp şadırvanda abdest aldı. Suyun serinletici, sakinleştirici etkisini tadınca kendisini daha iyi hissetmeye başladı.
Mustafa’nın aklına iyi bir fikir gelmiş gibi birden şadırvandan kalkıp camiden ayrıldı. Ekrem’le tekrar konuşmak istiyordu. Kendisine yardımcı olabilecek neredeyse tek kişi silah arkadaşıydı. Ona içinde neler hissettiğini anlatabilirdi. Bulduğu bu fikir onu heyecanlandırmış olacak ki hiç vakit kaybetmeden caddeye çıkıp Bağlar semtine giden dolmuşa nasıl bindiğini dahi hatırlamıyordu. Ekrem’in evde olduğunu tahmin ettiğinden başka yerlere uğramadan direk evine geldi. Öyle de oldu… İlk uğradığı yerde Ekrem’i bulmuş olmasına sevindi. Ekrem’in evde olduğunu söyleyen iç sesinin yanılmamış olmasına sevindiyse de Sabri Yıldız da neden kendisine oyunlar oynadığını anlamıyordu. Zaten oldu olası kalbin zıtlıklarını anlayamamıştı. Ekrem’i uzun zamandan beri ilk kez görüyormuşçasına sevindi. Ekrem ansızın gelen davetsiz misafirine “Hayırdır ne oldu? Bir sıkıntı yok inşallah?” diyerek peş peşe sorduğu sorularla endişesini belli etti. Mustafa “Vaktin varsa biraz konuşabilir miyiz?” diye sordu. Kapının arkasındaki ayakkabılıktan çok sevdiği spor ayakkabısını alıp giydikten sonra Mustafa’yla birlikte evden ayrıldılar.
Bağlar sokaklarında dolaşan bu ikiliyi görenlerin edindiği ilk izlenim samimi yakın iki arkadaş imajı doğru bir tespit olsa da ne var ki onları tanıyan bazıları da korkularından saklanacak bir yer bulma telaşına girmişti. Her an bir silah patlayabilir korkusuyla parmaklarıyla kulaklarını tıkamış bekliyorlardı. Mustafa içindeki sese kulak vererek geldiği Ekrem’e “Hasan abi bir hafta boyunca Sabri Yıldız’ı takip edip onunla yakınlaşmamı ve tanışmam için ne gerekiyorsa yapmamı istiyor, ama ben istemiyorum. Bu konuda bana yardım etmen için geldim” diye söylediğinde sesi çaresizliğini ele vermişti. Ekrem çaresiz kalan Mustafa’ya yardımcı olacak bir durumda değildi. En az onun kadar çaresizdi. “Bunu Hasan ağabeye söyledin mi?” diye arkadaşına fikir vermeye çalışsa da Mustafa’nın bunu yapmış olduğunu tahmin ettiği halde yine de söylemişti. Düşünmek için biraz zaman kazanmak istiyordu. Mustafa “Söyledim, ama kabul etmedi. Kalbimin rahat olması şartmış. Bu eylemi kim yaparsa yapsın incinen hep sen olacaksın dedi” diye sözünü bitirirken kalbinin tekrar sıkıştığını fark etti. Ekrem “Hasan abinin dediği doğrudur. Sen onu iyi biri olarak gördüğün müddetçe onu kim vursa Cemaat mazlum birini vurdu diye içinde bir şüphe olmayacağının garantisini verebilir misin?” diye Mustafa’ya sorunca Mustafa çok ciddi bir şekilde “Bunun garantisini veremem, ama Cemaatin yanlış bir şey yapmayacağına da inanıyorum” deyişine kendisi bile tam olarak inanmıyordu. Bu sözü pek inandırıcı olmasa da Ekrem “Bugün böyle düşünüyor olabilirsin, ama yarın yine benzer bir hadise ile karşılaştığında Sabri Yıldız olayı tekrar gün yüzüne çıkacak. Bir iki derken İslam’i Cemaate olan güvenin sarsıldıkça sarsılacak. Bugün düşündüğün gibi düşünmeyeceksin, bu yüzden hala geç değilken Sabri Yıldız hayattayken Hasan abinin dediğini yap pişman olmazsın öldürmeyi hak eden birisi ise yanıldığını anlarsın pişmanlığını dile getirirsin. Bu senin davana olan güvenini perçinler. Eğer öldürülmeyi hak etmeyen bir ise dava arkadaşlarının masum birisinin kanına girmesine engel olmuş olursun. Her iki durumda da kazanan sen olursun” diyerek farkında olmadan Hasan gibi konuşmuştu. Aklın yolu birdi. Buna benzer durumlarda yapılacak en mantıklı şeyi dile getirmişti. Hasan yetiştirdiği öğrencisini böyle konuştuğunu görseydi kesin onunla gurur duyardı. Mustafa “Sen de mi Hasan abi gibi düşünüyorsun?” diyerek üzüldüğünü belli ettirmek için başını önüne eğdi. Bir müddet konuşmadan yürüdüler, nereye gittiklerinin bir önemi yoktu. Sohbet ettiklerinde ayakları onları nereye götürürse o tarafa gidiyorlardı. Bu duruma alışık olan ayaklarının kendi hafızaları vardı. Beynin yol göstermesine gerek kalmadan da yürüye bildiği gibi nereye gideceğini dahi bilirdi. Uzun bir müddet konuşmadan sadece yürüdüler. Her ikisinin de aklında Sabri Yıldız olsa da onunla ilgili düşünceleri farklıydı. Mustafa “Bu dünyada beni davamdan şüpheye sokacak bir şey yoktur” diye düşünürdü “İnancım dağlar gibi güçlü oluşuyla şimdiye kadar dik durdum. Oysa şimdi… Dağlar kadar güçlü olan inancımın örümcek ağı gibi küçük bir rüzgarda sallandığını görünce kendimden utandım. Hiçbir olay veya hadisenin inancımı sarsmayacağını düşünürken küçük bir meselede nasıl dağıldığıma ve içine düştüğüm duruma hayret ediyorum. Dünyadakiler bir araya gelse beni davamdan alıkoymaya güçleri yetmez dediğimi hatırlayınca, kendimden utanıyorum şimdi. Sarf ettiğim sözün ne kadar büyük bir laf olduğuna şaşırıyorum. Dünyadakiler değil bir tek şahısla geldiğim hale bak. Sabri Yıldız’la namaza durduğum o kısacı an şimdi zihnimde kötü huylu bir tümör gibi yayılmaya, kalbime etki etmeye başladı. Şeytanın sesi kulaklarımın içinde zonklayıp duruyor. Kafayı yemek üzereyim, huzurum kalmadı. Zihnimin bana kötü oyunlar oynamasından sıkıldım. Bazen içimden gidip Sabri Yıldız’ı dükkanının içinde işini bitirmek geçiyor. Buna bir son vermenin belki de en kestirme yolu budur diye düşünüyorum” diye içinden geçenleri olduğu gibi Ekrem’e anlatınca Ekrem durumun vahametini yeni anladı. Arkadaşının neler yaşayıp hissettiğini anlamadan ona nasihat etmişti. Her şeye rağmen bunun üstesinden gelebilmenin tek yolu Sabri Yıldız’ı tanımaktan geçiyordu. Ekrem “İstersen Sabri Yıldız hakkında bilgi toplamak için sana yardım edebilirim” diye elinden gelebilecek tek öneriyi sundu. Mustafa “Allah razı olsun, ama onu kendim çözmeliyim” diyerek Ekrem’in teklifini reddetti.