41.84
  
48.67
  
0.00
  
97.47

Bir Elmanın İki Yarısı-5.Bölüm

Bir Elmanın İki Yarısı-5.Bölüm

   5. BÖLÜM

İnsanın istirahati ve huzuru için yaratılan uyku son günlerde Ekrem için kabusa dönüşmüştü. Rüyasında Mustafa’nın içine girdiği buhrandan onu kurtarmaya çalışırken, çaresizliğinden feryat ederek yatağından zıplayınca bunun bir kabus olduğunu anladı. Son zamanlarda neredeyse her gece bir başka kabusun ortasındayken uyanmaya başlamıştı. Rüyalar alemi çile alemine dönüşmüştü. Kimi zaman Mustafa’yı bir ateş çukurunun kenarında, kimi zaman ateşler arasında feryadını işiterek uyanıyordu. En korkuncu da Sabri Yıldız olduğunu bildiği yılan kafalı birisinin elinden Mustafa’yı kurtarmak için çırpınırken uykuda olduğunu anlaması olmuştu. Mustafa’yı yılan kafalının eline bırakmamak için direniyordu. Mustafa’nın elini sımsıkı tutmuş yılın kafalının onu götürmesine izin vermiyordu. Uyandıktan sonra terler içinde kalmış haline aldırmadan Mustafa’yı düşünmeye başlıyordu. Mustafa’yı Sabri Yıldız’dan kurtarmadan bu kabusların son bulmayacağını tahmin edebiliyordu. Kabus gördüğü geceler uyandığında bir müddet yatağında oturup tefekkür etmeye başlamıştı. Gecenin sessiz sakin huzur verici atmosferinde düşünmekten daha güzel bir şey yoktu. Resetlenmiş bir hafızadan mantıklı düşünceler geliyordu. Zihnin algısı oldukça açık bir halde hakikat arayışı içinde dolaşıp nuru bulmak için daha derinlere dalıyordu. Uzun bir müddet yatağında böyle oturduktan sonra sabah namazına yakın bir saatte kalkıp abdest aldı.

Uzun uzun kıldığı gece namazlarını alışkanlık haline lise yıllarında başlamıştı. Farz olmamasına rağmen farzmış gibi ehemmiyet veriyordu. Namazın ardından birkaç yaprak Kur’an okuduktan sonra sabah ezanına kadar okuduğu ayetleri tefekkür etmeye başlardı. Belki bu yüzden geceyi gündüzden daha çok seviyordu. Gece vakti Rabbiyle kurduğu bağ öylesine güzel ve iyi hissettiriyordu ki bu hissi gündüzün aydınlığında pek bulamıyordu. “Gece vakti yalnızlık vaktidir” deseler de o hiçbir zaman kendini yalnız hissetmemişti. Rabbiyle birlikte olduğunun farkında olarak gecesini ihya ediyordu. O varken ondan başkasına ihtiyacı kalmıyordu. Yalnızlıktan insan kastediliyorsa buna diyecek bir sözü yoktu. Çünkü yalnızlığın can sıkan bunalımlarını hiç yaşamamıştı. Yalnızlığın buhranlarından ve bunalımlarımdan uzaktı. Bu duygular kendilerini gerçekten de yalnız olduklarını düşünenler için olabilirdi. Rabbini bilmeyen, ondan gaflete olanlar için doğru bir tespit sayılabilirdi, oysa Ekrem her gece okuduğu Kur’an’la Rabbiyle sohbet ettiğinin farkındaydı. İçindekilerini rabbiyle paylaşıyordu. Rabbiyle yaptığı sohbetin hissettirdiklerini kelimelere döktükçe rahatlıyordu. Rabbinin rahmetinin altında olduğunu hissetmesi nedeniyle güven hissediyor olması ise huzuru yakalamasındandı. Sabah namazından sonra göz kapakları yorgunluktan kapanıyordu. Gözlerini biraz olsun dinlendirmek için yatağına uzanıp kendisini uykunun tatlı kollarına bıraktı. Sabah uyandığında gözlerinde hala uyku akıyor olsa da abdestini alıp kahvaltı sofrasına geldiğinde anne ve babasının sofra başında kendisini bekler gördü “Hayırlı sabahlar” deyip sofradaki yerine geçip oturdu. Uykusuzluk hali gözaltının şişmesine neden olmuştu. Annesi “Neyin var oğlum?” Rahat uyuyamıyor musun?” diye sorduğunda üzgündü. Oğlunun rahat uyumamış olmasında bir derdinin olduğu anlamını çıkarması için arif olmasına gerek yoktu. Sevgi dolu bir anne oğlunun her halini bilirdi. Beden dilinin kendisine anlattıklarını algılardı. Ekrem annesinin sorusuna henüz cevap vermemişken babası “Canını sıkan bir şey mi var? İstersen konuşabiliriz biliyorsun değil mi?” diye üsteledi. Ekrem “Yok bir şey iyiyim” diyerek endişe etmemelerini söyleyip onlara teşekkür etti.

Ekrem’in annesi küçük yaştan itibaren Risale-i Nur derslerine başlamış, Üstadın sadık talebelerinden biri olmuştu. Ekrem’ini de Risale-i Nur ile eğitmişti. Nurlardan aldıkları feyizle bir birbirlerinin dilini iyice anlamaya başlamışlardı. Ekrem’in hayatında Risale-i Nur’un yeri başkaydı. Bunu da saliha bir kadın olarak bilinen annesinden almıştı. Ekrem’in İslam’i eğitiminde ilk hocası annesiydi. Annesinin özverisi ve eğitimi sayesinde Ekrem de küçük yaştan itibaren Risalelerle haşır neşir olmaya başlamıştı. Artık o da annesi gibi Bediüzzaman’ın talebesi olmuştu. Gençliğe adım attığı ilk yıllarda risaleleri annesinin yaptığı gibi içselleştirmeye başlamıştı.

Saf olan ruhu gençlik hevesleriyle kirlenmemişti. Kalbi hala ilk günkü gibi temizdi. Kalbinde siyah lekelere yer yoktu. Bediüzzaman hazretlerinin zamanında yaşasaydı onu sadık talebeleri arasında göreceğinden şüphe yoktu. “Kişi sevdiği ile beraberdir” hadisine göre o da Üstadıyla beraber olmayı umuyordu. Ekrem’in İslam’i Cemaat saflarına katılmasına vesile olan da Risale-i Nur’du.  Okuduğu, hayatına tatbik ettiği Risaleleri kendilerine düstür olarak seçen İslam’i Cemaat mensuplarının da kendisinden bir farkı olmadığını görünce hiç düşünmeden İslam’i Cemaat saflarındaki yerini almıştı.

İslam’i Cemaatin birçok kaynak eseri vardı. Onlardan beslenen fertlerin gözdesi ise Risale-i Nur’du. Risale-i Nur okuyup kendilerini Üstadın talebesi olarak tanıtan cemaat veya yapılar için kullanılan “Nurcu” tabiri İslam’i Cemaat için kullanılmasa da bu bir şey değiştirmezdi. Üstad Bediüzzaman İslam’i Cemaatin manevi hocasıydı. Risale-i Nur’ları okuyup onun öğretileriyle yaşamalarına ve davalarına yön veren manevi hocalarının söylemlerini dikkate alıyorlardı. Risale-i Nur’a bağlı ve ona sadık oluşlarını yaşantılarıyla gösteriyorlardı. Her ne kadar adları “Nurcu” olmasa da onlar aldıkları eğitimle hakiki nurculardılar. Risale-i Nur okuyup onu ilke edinen herkes aslında Üstadın talebesi ve Nur kahramanlarından biri olmayı hak ediyor.

Ekrem kahvaltısının ardından evden çıktığında aklında hala Mustafa vardı, ona nasıl yardımcı olabileceğini düşünüyordu. İçinden çıkamadığı bir sorunla karşılaştğı zaman yaptığı en iyi şeyi yapıp camiye gitti. Hacı Abdürrezzak camisine geldiği zaman saat sabah ondu. Çocukların ders saati başlamıştı. Onları görmediği için özlemişti. Hacı Abdürrezzak camiinde emeği çoktu. Oranın ilk ve eski hocalarındandı. Sevgiyle ve saygıyla anılmaya devam ediliyordu. Camiye girdiğini gören öğrencisi Bekir’in yüzü ay gibi aydınlandı hocasının eskisi gibi tekrardan cami derslerine başlamış olmasını ümit ettiğinden “Hocam! Bize ders vermeye mi geldiniz?” diye sordu. Ekrem de aslında onu istiyordu, ne var ki İslam’i Cemaatin hizmet alanında bazı hizmetler birbirine zıttı. Askeri kanattaki hizmetle kültürel alandaki hizmetler gibi… Ekrem öğrencisine selam verip “Nasılsın Bekir hocam!” diyerek öğrencisinin hal hatırını sordu. Bekir bu ilgiden memnun olsa da bir anda aklına gelen “Hocam! Bir daha gitmeyeceksiniz değil mi?” diye sorduğunda gözleri gülüyordu. Bunun olmasını o kadar çok istiyordu ki Ekrem “Cami derslerine geri döndüm” deseydi heyecanında olduğu yere çakılıp kalırdı, ama bunun mümkün olmadığını biliyordu. Camilerin sık sık polisler tarafından basılıp ders veren hocaların gözaltına alışlarını umursamıyordu. Birkaç gün gözaltı, kaba dayak, hakaret ve tehditten sonra salıverilen hocalar hiç vakit kaybetmeden öğrencileriyle buluşup ders vermeye devam ediyorlardı. Ekrem’in durumunu bilmeyen Bekir, hocasının bunlardan korkmadığını biliyordu. İslam’i Cemaatin bunu uygun gördüğünü, hocasını kendisinden ayrılmasını olgunlukla karşılayıp “Cemaat nasıl uygun görürse” diyerek itaat ve teslimiyetini ifade etmişti. Hocasının yerine bakacağını öğrenince de bunun altından kalkamayacağından endişe edip korkmuştu.

Polis baskınları daha çok akşam ve yatsı arasındaki ders saatinde yaşandığı için Ekrem sabah camiye gelmeyi riskli bulmamıştı. Camiye gelmek ona iyi gelmişti, düşüncelerinden sıyrılıp dünyadan ve sorunlarından bir anlığına kurtulmanın sevincini yaşıyordu. Öğrencilere Kur’an dersi verirken kendinden geçmiş yüzünde kaybolan tebessümü geri gelmişti. Ekrem öğrencilerine ders verdiği zamanlarda “Mutluluk; Allah’ın evinde O’nun kullarına hizmet etmektir” derdi. Şimdi o mutluluğu yaşıyordu. İslam’i Cemaat mensuplarının yanında küçük büyük diye bir şey yoktu, Allah rızası için yapılan en küçük hizmetin bile onun katında batmanlar ağırlığında olduğunu, O’nun rızası için olmayan büyük hizmetin katında bir kıymeti olmadığını Üstadları Bediüzzaman hazretlerinden ders almışlardı.

Ekrem’in bir parçası hala cami hizmetinde olmayı, eski günlere geri dönmeyi özlüyordu. Elinde olsaydı hiç düşünmeden camiye geri dönerdi. Ne var ki İslam’i Cemaat ona başka hizmetlerde ihtiyaç duyduğunda “İşittim ve itaat ettim” diyerek çok sevdiği cami hizmetini bırakmak zorunda kalmıştı. İslam’i Cemaatin uygun gördü hizmet alanında da isteyerek ve severek elinden geleni yapıyordu.

Hacı Abdürrezzak camisinde öğrencilere ders verdikten sonra minberin yanına geçip eski günlerini düşündüğü. Bu cami hayatının en güzel hatıralarıyla doluydu. Hacı Abdürrezzak camisine ilk geldiği yıllarda caminin tuvaletini işleten altmış yaşlarında Hacı Şükrü adındaki beli erken yaşta bükülmüş, çektikleri sıkıntı saçlarının aklaşmasına neden olmuştu. Hacı Şükrü dindar, Allah sevgisiyle dolu bir Piri faniydi. Camiye gelen çocukları gördükçe sevinen, onları torunlarıymış gibi sevip ilgi gösteren sempatik biriydi. Birçok çocuk öğrenciye abdest almayı o öğretmişti. Mahrum kaldığı öz torunlarına gösteremediği ilgiliyi cami çocuklarına gösteriyordu. Kendisi gibi yaşlanmış olan eşiyle hayatta kalabilmek için caminin tuvaletini işletip geçinmeye çalışıyorlardı. Hayat bu ya… Neyi ne zaman karşınıza çıkaracağını bilmezsiniz. Doğduğumuz günden itibaren karşımıza türlü türlü engeller, sorunlar, sıkıntılar ve de hastalıklar çıkar durur. Bunlarla baş etmeyi, hayatta kalmayı öğreniriz. Ölüm kapımızı çalana kadar bu türden musibetler yakınımızdan bir türlü düşmez.

Ekrem camide arkadaşları ile birlikte ders verdiği günlerde Hacı Şükrü’nün hastalandığını duydu. Yatsı namazından sonra onu ziyaret etmek için arkadaşlarıyla birlikte evlerine gittiler. Kapıyı eşi açıp gelen misafirleri içeri aldı. Hacı Şükrü yıllardır içtiği sigaranın ciğerlerine verdiği tahribatın acısını çekiyordu. Dört yıldır kullanmadığı sigarayı doktorun “İçmeye devam edersen tez zamanda ölürsün” sözü üzerine terk etmişti. Yıllardır aldığı nikotin ciğerlerini perişan etmişti. Tahribat o kadar büyüktü ki Allah’ın rahmeti ile nefes alıp veriyordu. Dün gece birden rahatsızlanınca komşuları tarafından hastaneye kaldırılmıştı. Solunum yetmezliğiyle geldiği hastanede doktorun yapabileceği pek bir şey kalmayınca geçici rahatlamasını sağladıktan sonra ilaçlarla evine geri gönderip “Bir hafta istirahat edeceksin” demişti. Ekrem ve arkadaşları Hacı Şükrü’nün durumunu öğrenince ona hayır duasında bulunup “Hasta ziyareti kısa olur” deyip müsaade isteyip kalktılar. Bir haftalık istirahati boyunca onun yerine cami tuvaletini işletip yardımcı olmaya karar verdiler. Sorun onun işini üstlenecek gönüllü birisini bulmaktı. Ekrem durumu camiye gelen arkadaşlarını anlatıp onlardan yardım istediyse de tuvaletçilik yapmak istemeyenler birer birer mazeret ileri sürüp bu işten kaçtılar. Ekrem o zamanlar lise öğrencisiydi, okulu olduğu için bunu yapacak vakti yoktu. Ne var ki arkadaşlarından gönüllü kimse çıkmayınca okuldan bir haftalık rapor alıp Hacı Şükrü’nün işini üstlendi. Sabahtan gelip tuvalet ve cami temizliğini yapıyordu. Yatsı namazdan sonra da kazandığı parayı Hacı Şükrü’ye vermek için onu ziyarete gidiyordu. Bir hafta boyunca yaptığı bu işten dolayı onun söylendiğini duyan olmadı. Zira Ekrem bu hizmeti Allah için yaptığını biliyordu, bu şuurla hareket ediyordu. Allah’ın rızasına nail olabilmek adına Hacı Şükrü’ye yardımcı olmuştu. Allah’a giden yollardan biri ve de en kestirme yolu onun kullarına yardım edip sıkıntılarını gidermekten geçiyordu. “Halka hizmet hakka hizmettir” sözü bunu destekler mahiyeteydi. Ekrem için işin ne olduğu, zorluğu veya kolaylığı değildi, Allah rızası varsa o işe talip olmaktan memnuniyet duyardı. O, Rabbini memnun etmek isteyen bir aşıktı, aşkı için sevgisi için, Allah rızası olan her işi yapmaya gönüllü olmaya her daim hazırdı.

Öğle vakti yaklaşıyordu. Öğrencilerinden istemeyerek de olsa ayrılma vaktinin geldiğini anladı. Öğle namazını tanınmadığı bir camide kılmak için öğrencilerine veda edip camiden çıktı. Dışarı adımını atar atmaz zihni yine Mustafa’yla, Sabri Yıldız’la meşgul olmaya başladı. Emek caddesinden Koşuyolu caddesine doğru yürümeye başladı. Etrafındaki insanlara aldırmadan, takip edilip edilmediğini umursamadan Aksakal camisine kadar sessiz ve dalgın halde geldi. Öğlen namazını burada kıldıktan sonra Mustafa’yı görmeye karar verdi. Onu görmeden rahat edemeyeceğini anlamıştı, cami çıkışı minibüse binmek yerine yürümeyi tercih etti. Minibüsün kalabalığını kaldıracak durumda değildi. Yürümek her zaman tercih ettiği bir şeydi. Koşuyolu’ndan ofise oradan vilayet binasına doğru düşünceli bir halde yürüdü. Vilayet binasının önünden geçmek yerine arkasından dolanmaya karar verdi. Hala tedbirli davranabilecek kadar şuuru yerindeydi, arkasını kontrol etmeye başladı. Takip edilip edilmediğini anlayabilmenin en güvenli yolu buydu. Vilayet civarında görünmenin iyi bir fikir olmadığını biliyordu. Maazallah buralarda gözaltına alınsa emniyet “İslam’i Cemaat mensubu bir kişinin Vali’ye suikast girişimi son anda engelledi” diye haber yapardı. Adımlarını hızlandırıp oradan uzaklaştı. Büyük postanenin önüne geldiğinde Mustafa’ya nasıl yardımcı olabileceğini hala düşünüp duruyordu. Bu kafa karışıklığıyla onun yanına gitmenin iyi bir fikir olduğundan pek emin olamadı.  Aklıselim düşünmeye, zihnini toparlamaya ihtiyacı vardı. Karşı kaldırımdaki çay bahçelerini gördü, karşıya geçip çay bahçesine girdi. Surun altında gözden ırak sessiz sakin bir masaya geçip oturdu. Kafasının içinde yankılanan sorunlardan kurtulmak istiyordu. Zihnini meşgul eden sorunları çözmeden Mustafa’yı rahatlatamayacağının farkındaydı. Mustafa’nın içine düştüğü duruma içi yanıyordu. Kardeşine yardım edemediği için acı çekiyordu. Kardeşlik kötü günde yanında olup omuz omuza vererek sorunların üstesinden gelebilmek değil miydi? Çaycı hiçbir şey demeden Ekrem’in önünü bir çay bırakıp diğer masalara yöneldi. Ekrem çayın içine attığı şekeri karıştırırken şairin “Karıştır çayı zaman erisin” dediği gibi zamanını geçirmeye çalışıyordu. Sıcak çayından birkaç yudum alıp içini ısıttı. Sessiz ve huzurlu olan çay bahçesinde sıcak çay iyi gelmişti, içini sebebini bilmediği bir huzur kaplamıştı. Sessizliğin sesini dinleyip rahatladığını, yüzünün kaslarının gayri ihtiyari tebessüm ettiğine şaşırsa da buna pek aldırmadı. Derin bir nefes alıp oksijeni içine çektikçe sakinleşip beynine giden temiz havayla birlikte huzuru yakaladı. İhtiyacı olan sessizliği yeterince hissettikten sonra çay bahçesinden ayrıldı. İskender paşa camisine geldiğinde Mustafa’yla ne konuşacağıyla ilgili aklında bir şeyler oluşmaya başlamıştı. Şadırvana gidip su içti, bir müddet şadırvanda oturup cami avlusunda gelip geçen insanlara baktı. Onlar hakkında yorumlarda bulunup kendisince tahlil yapmaya başladı. Doğruluğunu tespit etme imkanı olmasa da bunu yapmaktan hoşlanıyordu. Şadırvandaki bir çeşmeden su içmek için yarışan iki çocuğa dikkat etti. Onların o saf hallerine tebessüm etti. Çocukları anlamakta zorlandı, şadırvanın birçok çeşmesi bulunmasına rağmen onlar belirledikleri bir çeşmeden “İlk suyu kim içecek” diye yarışa girmişlerdi. Çocukların bu haline tebessüm etse de onlara özenen bir tarafı da vardı “Onlar gibi saf ve temiz kalabilseydim” diye içinden geçirdi.

Mustafa’nın hücrede olduğunu tahmin ettiğinden hücrenin kapısını tıklattı. Mustafa, Ekrem’i görünce sevindi “Seni beklemiyordum” deyip şaşkınlığını ifade etti. Mustafa “İçeri gel” dediyse de Ekrem’in içeri gelmeyeceğini biliyordu. Ekrem “Seni burada bekliyorum” diyerek içeri girmeyeceğini belli etti. Mustafa “Biraz bekle birkaç işi hal edip hemen geliyorum” deyip içeri girdi. Cami hücresi Mustafa’nın eviydi. Belli ki evini dağınık bırakmak istememişti. Ekrem, Mustafa'yı beklerken boş kalmamak için abdest aldı, yüzüne temas eden suyla uzuvlarının gevşediğini hissetti. Gözü suyun saflığına takıldı. Bu aralar gördüğü şeyler ona nedense saflığı çağrıştırıyordu. Kendisinin de saf ve temiz bir kalbi olduğu halde buna bir türlü inanmıyordu. İskender paşa camisine dikkatlice baktı, tarihin şahidi olan bu caminin görüp geçirdiği o kadar çok şeyden sonra bile hala nasıl dimdik ayakta kalışına hayret etti. Allah’ın evi olma ve Allah’ın kullarını sarıp sarmalıyor oluşundan mı kaynaklanıyordu?  Geçen bunca zaman içinde yıkılmadan, umutsuzluğa kapılmadan üzerine düşen misyonu en güzel şekilde yerine getiriyordu. Yaşadığı onca şeye rağmen nasıl oldu da yakılmadığını düşündü. Temelinde İhlas olduğuna kanaat getirdi. “İhlasla yapılan işlerin bereketi bunca yıl ayakta kalabilir” deyip düşüncelere daldı. Mustafa cami hücresinde Ali’yle birlikte çıktı. Ekrem’in geldiğini duyan Ali arkadaşını görmeden gitmesini istemediğinden hücreden Mustafa’yla birlikte çıkmıştı. Mustafa ayakkabısını giymeye çalışırken Ali çoktan soluğu Ekrem’in yanında almıştı. Ekrem’e öyle bir sarıldı ki “Bu da geçer ya hu” der gibi kulağına fısıldadı. Ali’nin kucaklamasındaki sıcaklık Ekrem’i kendisine getirdi. Bazen yaşadığını, nefes aldığının farkına varabilmek için nefesini kesecek, sıkıca sarılacak bir dosta ihtiyaç vardı. Ali’nin sevgi dolu kucaklayışı Ekrem’de işe yaradı. Ali “Ne öyle kukuma kuşu gibi oturmuş düşünüyorsun?” diyerek Ekrem’i bıraktı. Ekrem iç sıkıntısının yüzüne vurduğunun farkında değildi. Ali arkadaşını iyi tanıyordu “Hayırdır neyin var?” diye üsteleyip sordu. Böyle bir soru beklemeyen Ekrem “Yok bir şey, iyiyim” derken bile sesinin kendisini ele verdiğinden habersizdi. Ali arkadaşının canını sıkan bir şeylerin varlığından emin olsa da üzerine p gitmek için uygun bir zaman olmadığını biliyordu. Ekrem, samimi arkadaşı Ali’yle beş dakika da olsa sohbet edebilmek için şadırvanda ki oturaklara davet edip kendisine katılmasını rica etti. Dün konuşma fırsatı bulamamıştı, bugün de onu öyle bırakmaya gönlü razı olmadı. Ali “Bir ara müsait olursan gel misafirimiz ol, biraz konuşur, sohbet eder geçmişi yad ederiz” diye teklifte bulundu. Ekrem bu teklife olumlu cevap vermek istediyse cami hücrelerinde kalmam yasaklandı” diyerek arkadaşının boş yere heves etmesini istemedi. Ali bunun nedeni tahmin edebiliyordu. Eskiden olsaydı bu teklife atlayan arkadaşıyla o günler de neler yaptığını anımsadı. Ekrem’in İskender paşa camisinin hücresine geldiği gün keyfi yerine gelirdi, gece geç saatlere kadar konuşup sohbet etmekten bıkmazlardı, gecenin ilerleyen saatlerinde yatmak isteyenleri rahatsız etmemek için dışarı çıkıp şadırvanda oturup kaldıkları yerden muhabbete devam ederlerdi. Bir keresinde Ekrem “Gecenin en güzel anı değil mi?” diye sorduğunda Ali “Anlamadım” diyerek cevap vermişti. Ekrem yıldızları gösterip “Geceyi aydınlatan şu yıldızlar çok güzel değil mi sence de?” diye sormuştu. Ali “Ben bunları sık sık görüyorum, her bir yıldıza bir şehit ismi bile verdim. Bak şu çok parlak olan şeyh Zeki, onun sağındaki Abdüsselam İrdem” deyip yıldızları gösterip şehitlerin ismini saymıştı. Gökyüzünde o kadar yıldız vardı ki Ekrem “Benim de yıldızım olacak mı?” diye sormuştu. Ali “Senin yıldızın şu anda çok uzaklarda, ama bir gün senin de benim de yıldızlarımız olacak” diye şehadet hayalleri kurmaya başlamışlardı.

Ekrem’in efkarlı olduğunu hisseden Ali konuyu değiştirmek için “Aldırma, eğer cami hücresinde kalman yasak demişlerse yasaktır. Zaten bu aralar polis baskınları arttı?” diye de Ekrem’i uyardı. Mustafa yanlarına geldiğinde konuyu kapattılar.

Mustafa’nın durumu Ekrem’den farklı olmamasına rağmen cami hücresinde kalmaya devam ediyordu. Mustafa, İslam’i Cemaatteki hizmetlerini daha güzel yapabilmek adına ailesinden ayrılmıştı. Onların kuralları ile yeterince hizmete vakit ayırmanın mümkün olmadığını anlayınca zorunlu bir tercihte bulunmak mecburiyetinde kalmıştı. Tercihi belliydi, İslam’i Cemaatin öğrenci evlerinde kaldı. Canı çok sıkıldığı için İskender Paşanın cami hücresinde her türlü şeyi göze alarak, kendi isteğiyle kalmaya başladı. Mustafa “Ne konuşuyorsunuz?” diye sorunca Ali “Ekrem’i cami hücresinde kalmaya davet ettim” dediğinde Mustafa, Ekrem’in kalmayacağını bildiği halde yine de “Ne cevap verdi?” diye merak eden bakışlarla sordu.  Ali “Sence ne demiş olabilir senin bu arkadaşın” diye Mustafa’nın sorusuna soruyla cevap verdi. Ali, Ekrem’e “Madem cami hücresine gelemiyorsun, o zaman biz de Mardin kapı mezarlığına gideriz. Geceyi orada geçiririz, ne dersin belki Mustafa da bizimle gelir” diye ortaya yeni bir fikir attı. Teklifi ciddiydi, İslam’i Cemaat fertlerinin bazılarının böyle ilginç zevkleri vardı. “Ölmeden önce ölünüz” hadisini yanlış anlayıp birkaç kişiyle, özellikle gece vakti mezarlığa gider bu hadisi daha iyi idrak edebilmek için mezarda yatanın kendileri olduğunu hayal ederek ölümü ve kendi ölümünü tefekkür ederek saatlerce konuşmadan ölümün nasıl bir şey olduğunu anlayana kadar gözlerini açmadan öylece dururlardı. Gece yarısından sonra iliklerine kadar ölümün nasıl bir şey olduğunu hissettikten sonra gecenin en eğlenceli kısmına geçerlerdi. “Mezarlığa gelip de korkmadan ayrılmak olmaz” diyerek bildikleri üç harflilerin hikayelerini anlatıp kimin korkup kimin korkmadığını anlamaya çalışarak birbirlerine takılırlardı. Ekrem bu teklife sıcak bakmadı. Ali’yle konuşacak onunla dertleşecek bir yer düşünürken aklını çay bahçesi geldi. Tamda istediği gibi bir yerdi. Ebedi uykularına yatanları rahatsız etmeyecekleri, saatlerce konuşabilecekleri huzur dolu bir yer olduğuna karar verip “Yarın saat on da Büyük postane karşısındaki çay bahçesinde buluşalım” deyip arkadaşıyla vedalaşıp Mustafa ile birlikte İskender paşadan ayrıldılar.

Ekrem, Mustafa’ya “Nasılsın?” diye sorduğunda Mustafa neşeli ve iyi olduğunu göstermeye çalışarak “İyiyim, hayırdır neden sordun?” deyip güldü. İçindekilerini saklamak için gülmeye çalıştığını anlayan Ekrem “Gerçekten de nasılsın diye soruyorum” dediğinde yüz ifadesinde ne kadar ciddi olduğu belli oluyordu. Mustafa dün içini açtığı yakın dostuna daha fazla rol yapma gereği duymadı “Kendimi çok berbat hissediyorum” diyerek itirafta bulundu. Birlikte yürürken nereye gideceklerini hesaplamamışlardı. Yine ayaklarının insafına kalmışlardı. Ağır bir tempoda yürürken ağızlarından çıkan kelimeler de tane tane ağır ağır çıkıyordu. Ekrem “Benden yapmamı istediğin bir şey var mı?” diye sorduğunda sesi çaresizliğini ele vermişti. Mustafa “Gidip Sabri Yıldız’ın işini bitirirsen sana minnettar kalırım” diye hala gırgır geçiyordu. Ekrem “Ben ciddiyim, sana nasıl yardım edeceğimi düşünüp duruyorum. Buraya gelirken aklım da sana edeceğim tavsiyeler vardı. Yalnız senin durumunu görünce tavsiyelerimin işe yaramayacağını anladım” dedi. Mustafa “Sen yine de tavsiyede bulun. Belki işe yarar diyerek” ısrar etti. Ekrem “Sabri Yıldız’ı namaz dışında ne kadar tanıyorsun?” diye sorduğunda Mustafa bu soruya cevap vermeden Ekrem konuşmasını sürdürüp “Bizler sadece bir çift göze sahibiz etrafımızda olup bitenleri bu bir çift göz sayesinde müşahede edebiliyoruz. Oysa Cemaatin fertleri kadar gözü var. O kadar gözün yanılması, yanlış bir karar vermesi imkansız demeyelim, ama imkansıza yakındır. Bazen kalbin mutmain olabilmesi hakikatleri bir başkasının gözünde değil de kendi gözüyle görmesine ihtiyacı var. Kur’an-ı Kerim’de ilgimi çeken Hz. İbrahim ile ilgili bir ayet senin durumuna çok benziyor” dediğinde Mustafa “Ayet” lafını duyunca kulağını açıp Ekrem’e odaklandı. Allah azze ve cellenin ayetleri hasta olan gönüllere şifa olduğundan emindi. Ekrem “Bir zamanlar İbrahim de: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. Allah: “İnanmadın mı ki?” diye buyurdu. İbrahim: “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye istiyorum” dedi. Allah buyurdu ki: “Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları kendine çevir, iyice tanıdıktan sonra (kesip) her dağın başına onlardan birer parça dağıt, sonra da onları çağır, koşa koşa sana gelecekler ve bil ki, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir” diyerek bakara suresindeki ayeti örnek verdi. Mustafa “Bu tamda benim aradığım bir işaretti. Allah senden razı olsun” deyip Ekrem’e teşekkür etti. “Sabri Yıldız’ı tanımak için elimden geleni yapacağım” derken gerçek manada keyfi yerine gelmişti. İbrahim aleyhisselam gibi bir peygamberin bile kalbi mutmain olsun diye gözünün görebileceği bir işaret isterken Rabbi onu kınamıyor, azarlamıyor istediğini ona veriyordu. Bana neden vermesin diye düşünmeye başlamıştı bile. Mustafa’ya bir nebze de olsa yardımcı olduğundan mutlu olan Ekrem arkadaşının yüzünü güldürmeyi başarmıştı. Mustafa’ya iyilik edeyim derken aslında kendisine iyilik ediyordu.

O gün akşam eve geldiğinde gönlü rahattı. Uzun bir süredir hissetmeyi özlediği bir duygu seli içine girmişti. Mustafa’ya yardımcı olduğundan dolayı kendisini kuş gibi hafiflemiş hissetti. Kafasının içindeki düşünceler kavga etmeyi bırakmış sulh yapmışlardı. Yatağına uzadığında göz kapakları bile sakince aşağı inip usulca bu dünyadan ayrıldı. Bu sefer kabuslar diyarına değil, rüyalar aleminde güzel bir gezi yaptı. Hasret kaldığı uykusuna kavuşmuş olmanın rahatlığıyla gereksiz ve karabasansız geçen saatlerin ardından sabah namazına bir saat kala ayarladığı saatin alarm çalmasaydı kim bilir daha ne kadar böyle huzur içinde yatardı. Uyandığında uzun süredir hissetmediği zindelikle abdest almaya gitti. Birazdan buluşacağı Rabbinin huzuruna güler yüzle çıkmak için üstüne çeki düzen verdi. Bu moral ve motivasyonla ibadet etmenin tadı bir başkaydı, severek ve isteyerek Rabbinin huzurunda kıyama durup ona kulluk etmenin zevkini yaşıyordu. Bu halin geçici olduğunu bildiğinden olabildiğince anın tadını çıkarmak için namazını uzattıkça uzattı. Sabah evden çıkarken bile neşesi yerindeydi. Sıkıntılı geçen günlerin ardından gelen ferahlamanın da uzun sürmeyeceğinin farkındaydı. Hayatın henüz başında olsa da bu dersi Rabbinin kelamından öğrenmişti.

Ali’yle buluşmak için çay bahçesine geldiğinde Ali’yi çay bahçesinin girişinin birkaç metre ilerisindeki masada oturur görünce yanına gidip selam verdi. Ali’yi oturduğu masadan kaldırıp arka taraflarda dün oturduğu surların altındaki sakin ve sessiz yere götürdü.  Tek ses belki de ağaçlardan gelen kuş nağmeleriydi. Bir ormandaymışlar gibi hissettiren yeşillik ve kuş sesleri insanın tabiatına hitap eder gibiydi. İki arkadaşın buluşması kadar güzel bir şey olmadığını anlamaları uzun sürmedi. Birbirlerinin hal hatırını sorup havadan sudan konuşmaya başladılar. Ali, İskender paşa caminin hücresine gelip kalmaya başlayanlardan söz ederek muhabbeti açtı. Ardından cami ve okul çalışmalarını anlattı. Ali anlattıkça Ekrem dinledi. Çünkü Ekrem’in hizmeti anlatılacak, dinlendirilecek türden değildi. Bunun farkında olan Ali, Ekrem’i yaşanan gelişmelerden haberdar etmek istercesine bildiklerini onunla paylaşıyordu. İslam’i Cemaat mensupları arasında “Bana dostunu söyle sana hangi alanda hizmet ettiğini söyleyeyim” sözü darbı mesel olmuştu.

Ekrem’in birkaç kez Hasan’la görülmüş olması artık sır değildi, Hasan’ı tanıyıp bilenler hangi alanda hizmet ettiğinden haberdar olanlar onun yanında gördükleri kişinin de aynı hizmet alanında koşturduğunu anlamaları için arif olmalarına gerek yoktu. Ekrem geçmiş günlerde söz ederek muhabbetin sürüklenmesine katkı sağlamaya çalıştı. Geçmişin her anı, elemleri, çileleri, zorlukları geride kaldıkça o elemler lezzete dönüşüyordu. Geçmişin sıkıntısını şimdi anlatırken neşe ile gülerek anlatıyordu. Karşılıklı gülüşüp anıları gün yüzüne çıkardılar. Gerçek hazinenin hayatın birer parçası olan anılar olduğunu anlayamayacak kadar toydular.

Anıları konuşmak her ikisini de iyi gelmişti. Şu kısacık anda keyif almışlardı. Geçen yılları tekrar yaşıyormuşçasına zevkle anlatmaları ve gülmeleri onlara iyi gelmişti. Gelecek için hayaller kurdular.  Şahadet için verdikleri ahitlerini tekrarladılar. Hayallerinde tasavvur ettikleri şehadetle buluşma anlarını paylaştılar. Hayalleri ve gelecekteki tek arzuları şahadetti. İlla şehadet, illa şehadet…

Çaycı bu iki gencin önünde duran boş bardakları dolu bardaklarla değiştirdi. Onlara gıpta ile baktı, aralarındaki muhabbeti kıskandı. Belli ki çaycının dertleşeceği, sevincini paylaşabileceği bir arkadaşı olmadığı için onlara haset nazarıyla bakmıştı. Oysa o sabahtan beri masalara çay götürüp boş bardakları toplamaktan bıkıp usanmıştı. Çay bardaklarını değiştirirken öfkesini belli edercesine sert hareketlerde bulunduysa da bu muhabbetlerini bozmadı. O gün iki eski dost gibi konuşup dertleşerek mutlu bir şekilde ayrıldılar.

Bu mekanı çok sevdiğinden ertesi gün Mustafa’ya burada randevulaşıp buluştular. Ekrem ve Mustafa, Sabri Yıldız konusunda bir adım bile olsa ilerledikleri için sevinmiş fırsattan istifada ederek değişik konular hakkında gönlün ihtiyacı olan sohbetle aralarındaki kardeşliği pekiştirdiler. Konuşmadan, muhabbet etmeden birine “Dostum, kardeşim” demek öyle kolay değildi. “Dostun muhabbetinde tarifsiz bir haz vardır” dedikleri gibi Ekrem ve Mustafa bu hazzı tattılar. Muhabbetin sonlarına gelmişlerdi. Mustafa, Sabri Yıldız’ı tanımak için harekete geçmek için öğle namazını Şehitlik camiinde kılmak Şehitliğe doğru yola çıkmak için Ekrem’le vedalaşıp “Bugün için Allah senden razı olsun. Faydalı bir sohbet oldu” deyip Ekrem’e sarılıp ondan ayrıldı. Yola koyulduğunda durmadan dua edip “Rabbim! Bana hakkı hak olarak gösterip hakka tabi olmayı nasip et. Batılı batıl olarak gösterip batıldan uzak durmamı nasip et” diyerek mırıldanıyordu. Camiye geldiğinde öğle ezanına henüz yirmi yirmi beş dakika vardı, bu süreyi değerlendirmek adına cami kitaplığında duran Kur’anlardan birini alıp okumaya başladı. Bir kaç sayfa okumuştu ki birisinin yanına gelip selam vermesi ile başını kaldırıp selam verene baktı, yanı başında dikilmiş somurtan bir çift gözün sahibini görünce rengi kaçtı. Selama karşılık verdiğinde heyecandan sesi titrek çıkmıştı. Bu kadar çabuk Sabri Yıldız’la karşılamayı beklemiyordu. Zaten son günlerde istemediği birçok şey başına gelmişti. 

Sabri Yıldız, Kur’an okuyan genci tanımak ve mümkünse mensubu bulunduğu Baği gruba dahil etmek için harekete geçmişti. Allah’a inanan gerçek Müminler ile Baği grup arasındaki fark kalpte saklı olandı. Müminlerin kalbinde ne varsa dillerinde, yaşantılarında, oturup kalkmalarında kalptekini yaşarlardı. Bağiler ise kalplerindekini saklı tutarlardı. İçlerindekini kimseler anlamasın diye müminlerin yanında imanlı, inkarcıların yanında inkarcı olurlardı. İkiyüzlü olduklarını gizlemeye çalışırlardı. “Allah’ı kandırmaya çalışırlar, oysa gerçekte kendilerini kandırırlar da bunun farkında bile değillerdi.” Sabri Yıldız iyi ve muttaki bir Müslüman gibi görünüp Mustafa’yı etkilemeye çalışmak için “Allah kabul etsin. Senin gibi gençlerin Kur’an okuması ne hoş” diyerek sempatik olmaya çalıştı. Mustafa hala şaşkındı, onunla diyaloğa girmeye henüz hazır değildi. Nasıl cevap vereceğini bile unutmuştu. “Kusura bakma seni öldürmek için buradayım” diyemeyeceğini iyi biliyordu. “İnsan öldüreceği kişinin gözüne bakamazmış” demişlerdi. Mustafa da Sabri Yıldız’la göz göze gelmekten korkuyordu. Can almanın kolay olduğunu düşünenlerin aksine birisinin yaşamına son vermek kişide olmadık travmalar ve yaralar açardı. Bu can alma bir de haksız ve gereksiz yere ise aldığı can nefes alıp verdiği müddetçe kişinin kabusu ve pişmanlığı olup yakasından düşmezdi. İslam’i Cemaat fertlerini gönlü bu konuda rahattı. Kendi nefisleri veya öfkeleri için bir şey yapmaktan korkuyorlardı. Allah’ın dinini korumak, onu savunmak için yaptıkları her eylemde kendilerini sorguluyorlardı.  Allah azze ve cellenin gönüllerine serptiği rahmet sayesinde bunalım ve depresyondan uzak kalabiliyorlardı.

Sabri Yıldız, Mustafa’nın şaşkın ve çekingen halini bir yabancı ile konuşmaya alışkın olmayışına bağlayıp “Nerede oturuyorsun?” diye bir başka soru sorarak Mustafa’yı konuşturmaya çalıştı. Mustafa “Büyük postanenin arkasında oturuyorum” derken bile sesi isteksizce çıkmıştı, konuşmak istemediği her halinden belli olan Mustafa’yı konuşturmaya kararlı olan Sabri Yıldız “Burada ne yapıyorsun?” diye bir başka soru daha sordu. Büyük postane ile Şehitlik arasında baya bir mesafe vardı. Bu genci kazanmak istiyorsa ilk önce kim olduğunu, burada bulunma sebebini öğrenmesi gerektiğini bilecek kadar tecrübeli ve temkinli davranıyordu. Mustafa istemediği bir sohbetin içine çekildiğini fark etmiş olsa da yapabileceği veya kaçabileceği bir yeri yoktu. Her soru onu girdabın ortasına çeken bir halka gibiydi, karşı koydukça daha çok içlere doğru çekiliyordu. Bir an önce ezanın okunması için içten dua etmeye başlamıştı. “Gözlerden ırak olan bu camide namaz kılmaya geldim” dediğinde ağzından çıkan sözün mantıklı olup olmadığını düşünmeden söylemişti. “Namaza yeni mi başladın?” diye soran Sabri Yıldız’ın yüzü gülüyordu. Karşısında henüz toy birinin oluşu onu daha çabuk ikna edip kazanmanın kolay olacağını düşünmeye başlamıştı bile. Bu genci Baği topluluğa kazandırmaya heves etti. Sabri Yıldız bir başka soru sormaya hazırlanırken müezzinin ezan sesi kurtuluşu müjdeler gibi Mustafa’yı sevindirdi. Sünnet namazına başlanırken aklında hala Sabri Yıldız vardı. İstemeyerek de olsa onunla bir bağ kurmuştu, bunun bir işaret olabileceğini düşündü. Kendi isteği ve rızasıyla buraya gelmişti, Sabri Yıldız’la konuşmayı aklının ucundan dahi geçirmiyordu. Düşündüğünün aksine olaylar iradesi dışında gelişiyordu. “Bunların bir anlamı olmalı” diye düşünmeden edemedi. Öğle namazının farzını cemaatle kılmak için saf tuttuklarında tekrar Sabri Yıldız’la yan yana saf tutmamaya gayret etti, ondan uzak durmaya çalıştı. Öğlenin son sünnet namazlarını da kıldıktan sonra tesbihat için bir köşeye çekilip Sabri Yıldız’ı göz hapsine aldı. Ne yaptığını nasıl davrandığını yakından görmek istiyordu. Tesbihatın ardından dağılan cami cemaatinden birkaç kişinin hal hatırını soran Sabri Yıldız’da olağandışı bir durum yoktu. Her şey normal gibiydi. İçinden Sabri Yıldız’ın yanlış bir şey yapmamasını isteyen nefsinin dua ettiğini bilse de bunu kendine itiraf etmekten korkuyordu. Elleri açık Rabbine hala dua ederken Sabri Yıldız tekrar selam verip “Allah kabul etsin. Bana da dua eder misin?” dediğinde çok samimi görünüyordu. Mustafa “Allah razı olsun” deyip duasını bitirip avuçların içi ile yüzünü mesh etti. Sabri Yıldız avını kaçırmamak için “Bir daha ne zaman geleceksin” diye sorduğunda, Mustafa içinde “İnşallah bir daha gelmem” demek geçtiyse de “Bilmem” deyip kısa kesmeyi tercih etti. Sabri Yıldız için bu kötü bir cevap değildi “Bir daha gelmem demesinden daha iyiydi” diyerek umudunu kaybetmedi “Daha sık gelmelisin, seni tanıdığıma çok memnun oldum” diyerek ilk adımı atıp Mustafa’nın ne diyeceğini merakla bekledi. Mustafa’nın vereceği cevap çok önemliydi, gelmeyi kabul ettiği takdirde “Bu iş tamamdır” diye düşünebilirdi. Mustafa “Bir müddet öğle ve ikindi namazlarımı burada kılabilirim” dediğinde Sabri Yıldız zafer kazanmış bir edayla gururlu ve mutlu bir şekilde “Görüşürüz o zaman” diyerek camiden çıktı. Sabri Yıldız bu gençle ilgilenmek için kafasında bir yol haritası çizmeye başladı. Henüz namaza yeni başlamış bu genç dimağı ürkütmeden, korkutmadan kazanmak için hassas davranması gerektiğini bilecek kadar bilgili ve tecrübeliydi.

Mustafa yaşadığı bu şoktan sonra ikindi vakti camiye gelmeyi göze alamadı, yaşadığı şoku atlatabilmek için üzerinden en az yirmi dört saat geçmesi gerektiği için ertesi gün öğle namazı için tekrar şehitlik camisine geldiğinde bu sefer dün gibi heyecanlı değildi. Sabri Yıldız’ın gelip kendisiyle konuşacağını tahmin edebiliyordu. Öğle ezanı okunduğu halde Sabri Yıldız hala camiye gelmemişti. Mustafa’nın gözleri Sabri Yıldız’ı arıyordu. Öğle farzına başladıklarında bile Sabri Yıldız’ı görmemişti. Mustafa, gelirken işyerine bakmadığını hatırladı. Sabri Yıldız’ın işe gelip gelmediğini bilmiyordu. Öğle namazını kıldıktan sonra tesbihat için oturduğu köşeye geçip dua etti. Bugün Sabri Yıldız’la konuşmanın kısmet olmayacağını düşündüğü anda Sabri Yıldız camiye girdi. Köşede dua eden Mustafa’yı görünce namaz kılıp kılmama konusunda tereddüt etti. Mustafa’nın yanına gelip “Duan bittiğinde işin yoksa biraz bekleyebilir misin?” diye sordu. Mustafa dünden daha rahattı. Sabri Yıldız’ı görmek artık onu korkutmuyordu “Olur” dedi. Sabri Yıldız namazını kılıp kısa bir duadan sonra Mustafa’nın yanına oturup selam verdi. Selamını alan Mustafa, Sabri Yıldız’ın ne konuşacağını merak ediyordu. Sabri Yıldız belirlediği gibi Mustafa’ya Allah azze ve cellenin uluhiyetinden söz ettiğinde konuştuğu şeyler hakikatin ta kendisiydi. Söylediklerinde yanlış bir şey yoktu, etkileyici anlatış tarzına ve üslubu kulağa hoş geliyordu. Sabri Yıldız’ın anlattığı konuları Mustafa biliyor olmasına rağmen bir kez daha dinlemek zevkli gelmişti. Hakikati bir başkasından dinlemenin tadını çıkarıyordu. Sabri Yıldız konuştukça Mustafa’nın gerilen bedeni gevşemeye başlıyordu. Kalbinde Sabri Yıldız’a karşı sempati tohumları ekilmeye başlamıştı bile “Onu öldürmemekle iyi yapmışım” diyecek kadar illeri bile gittiğinin farkında değildi “Eğer Hasan abi bana bir hafta süre vermemiş olsaydı hemen gidip kendisine Sabri Yıldız’ın iyi biri olduğunu söylerdim” diyecek kadar da kalbi Sabri Yıldız’a ısınmıştı. O konuştukça Mustafa dinledi, sonunda Mustafa’nın gevşediğini, yelkenleri suya indirdiğini fark edince “Bugünlük bu kadar olsun, yarın tekrar gelirsen sohbetimize kaldığımız yerden devam ederiz” deyip müsaade isteyip camiden çıktı.

Mustafa bir müddet daha camide oturup yaşadıklarını hazmetmeye çalıştı. Sonra Şehitlik camisinden çıkıp İskender paşa camisine doğru yola koyuldu. Camiye geldiğinde rahatlamış olduğunu, endişelerinden eser kalmadığını fark edince çok mutlu oldu. “iyi ki de onu tanımaya çalışmışım” bile dediğinde buna kendisi bile inanamadı.

Ekrem, şu anda Mustafa’nın nasıl olduğunu merak etse de Mustafa’nın Sabri Yıldız hakkındaki fikrini beyan edeceği bir haftanın geçmesini beklemek zorunda olduğunu biliyordu. Sabah evden çıkarken nereye gideceğini hesaplamamıştı, aklında uzun zamandır görmediği okul arkadaşları gelince onları görmek için Burhanettin Yıldız Teknik Lisesine doğru evden çıktı. Hasan’ın, Mustafa’ya verdiği bir haftanın tadını çıkarmak istiyordu. İslam’i Cemaat fertleri tatil, ara veya kısa bir mola diye bir deyimi kendi literatürlerinde çıkarmışlardı. Ekrem bir zamanlar sorumluluğunu yaptığı okul arkadaşlarını çok nadir de olsa ziyaret edip onlardan gelişmeler hakkında bilgi edinip deneyimini ve tecrübesini yeni okul sorumlusuyla paylaşıyordu. Ekrem okula geldiğinde etrafta bir gerginlik olduğunu fark etti, bu durumda yapması gereken şey ise riske girmeyip bir an önce oradan uzaklaşmak olduğunu bildiği halde bunu yapmadı. Arkadaşlarını yalnız bırakmamak için her şeye rağmen kalmayı tercih etti. Hiçbir şey olmamış gibi sırtını dönüp gitme fikri ona göre bir şey değildi. Okulun civarında gözden ırak bir yere geçip görünmeden olup biteni şahin bakışlarıyla takip etmeye başladı. Çok kısa bir süre içerisinde kimin neyin nesi olduğunu çözdükten sonra kafasında bir plan tasarladı. Şayet kavga olursa nasıl davranmaları gerektiğini çözmüştü, karşı grubun sorumlusu olduğunu tespit ettiği kişi kendisini gizlemeye çalıştıysa da Ekrem’in gözlerinden kaçamamıştı. Çıkacak olan ilk arbedede etkisiz hale getireceği kişiyi gözüne kestirmiş bekliyordu. Dakikalar geçtikçe İslam’i Cemaat mensupları okulun civarında çoğalmaya başladılar. Sanki birazdan çıkacak olan kavga bir okul kavgası değil de iki düşman devletin karşılaşması gibi ciddi hazırlıklar yapılıyordu. Geçen her saniye ortalık daha çok kalabalıklaşıp hareketlense de henüz kavga alanı ve savaşacak olanlar yerlerini almış değillerdi. Öğrenciler okul sorumlularından izin almadan harekete geçmiyordu.

Ekrem kavganın okul çıkışı gerçekleşeceğini biliyordu, teneffüs aralarında grupların planlarını ve stratejilerini kontrol etmeye başlamıştı bile. Ne var ki karşı grubun sayı üstünlüğü geçen her dakika artıyordu. Okulların dağılma vaktine gelindiğinde karşı grubun sayısı İslam’i Cemaat mensuplarının dört katına kadar çıkmıştı. Son ders zilinin çalınmasını bekleyenlerden bir kısmı heyecanlıydı. Yapacakları kavga için son hazırlıklarını bir kez daha gözden geçirmeye çalıştılar. Beklenen zil sesi nihayet geldi. Okulun öğrencileri dağılmaya başladığında okulun etrafındaki kalabalığı fark edenler bunun hayra alamet olmadığının bildiklerinden bir an önce zarar görmeden oradan uzaklaşmaya çalıştılar. Bedir harbi başlamak üzereydi Ebucehil ne kadar soytarı, dinsiz, çapulcu varsa toplayıp gelmiş gibiydi… Karşı grup “Bugünden sonra İslam’i Cemaat mensupları bu okula bir daha adım atmayacak” diye yaygara koparıp eğleniyorlardı. İslam’i Cemaat mensupları duydukları sözlere kulak tıkayıp Allah’a tevekkül etmişlerdi. Karşı grubun sözleri onların imanlarını artırmaktan başka bir işe yaramadı. İslam’i Cemaat mensupları henüz Zülfikarlarını çekmemişlerdi. Ekrem hala olduğu yerde her iki grubu da gözetlemeye devam ediyordu. Öğrencisinin bu işin üstesinden kalkıp kalkamayacağını görmek için bundan daha güzel bir fırsat olamazdı. Her iki grup da son hazırlıklarını yapmış bir açık var mı diye okulun karşısındaki boş alanda karşı karşıya durdukları düşmanlarına gözdağı veriyorlardı. Er meydanına çıkan öğrenciler cenk atmaya hevesli ve istekli gibiydiler. İslam’i Cemaatin okul sorumlusu, Ekrem’in öğrencisi Cihan karşı grubun sayı üstünlüğünü görünce biraz endişelendi. Kardeşlerinin çok büyük zayiat vermesinden endişe duymaya başlamıştı. Bulundukları toprak alanın bugün kırmızıya boyanacağı, kanla yazacağı tarihi tahmin etmek artık bir maharet ve kehanet değil gibi görünüyordu. Cihan’a kalsa kan akmasın, birilerin canı yanmasın istiyordu. Oysa akacak olan kanın damarda durmadığını bilirdi.

Ekrem okulda ayrılacağı son gün “Kavga en son başvuracağınız şey olsun” diye Cihan’a tavsiyede bulunmuştu. Cihan, hocasının bu sözünü hiç unutmadı. Mürted örgütle kavga etmekten korkmuyordu. Anne ve babası Müslüman olan gençlerin hangi gayeyle buraya toplandıklarını tahmin etmesi zor değildi. Bu kavgayı durdurmak için son kez Mürted grubun okul sorumlusu olan sınıf arkadaşın yanına gidip “Kimse zarar görmeden arkadaşlarını al buradan dağılalım yoksa bugün burada oluk oluk kan akacak” diye öneride bulunduysa da Mürted örgütün okul sorumlusu sınıf arkadaşının haklı olduğunu biliyordu. Cihan’ın korkak olmadığından emindi. Okulda onu tanıyan dost veya düşman Cihan’ın cesaretine şahit olmuşlardı. Bu kadar kalabalığın toplandığı bir yerde zayiatın yüksek olması kaçınılmazdı. Okul sorumlusu Cihan’ın teklifini dışarıdan gelip organizasyonu yapan Mürted örgütün asıl sorumlusuna iletmek için yanına gittiğinde Ekrem onları gözlüyordu. Cihan’ın endişesini okul sorumlusuna ileten arkadaşına asıl sorumlu kişi “Onlar bizi bu kadar kalabalık ve güçlü görünce korktular” diye açıklama yaptı. Okul sorumlusunun getirdiği Cihan’ın önerisini ve onun görüşünü hiçe sayıp kale almadı. Ebucehil kılıklı asıl sorumlu “Sen onları gözünde çok fazla büyütmüşsün. Birazdan nasıl da çil yavruları gibi kaçıştıklarını görünce bana hak vereceksin” deyip okul sorumlusunu geri gönderdi. Cihan’ın yanına gelen okul sorumlusunun yüzündeki mahcubiyeti belli oluyordu. Morali bozuk, suratı asılmıştı. Bu kavganın olmasını istemediği her halinde belli oluyordu. Cihan’a “Okul sorumlusu bu kavganın olmasını istiyor” deyip üzgün bir şekilde yanından ayrıldı.

Her iki grubun saflarında kaynaşmalar, atışmalar sürüyordu. Ebucehil’in taraftarları bir avuç olarak gördükleri İslam’i Cemaat mensuplarının kanını dökmek için sabırsızlanıyorlardı. İki grubun kapışmasını seyretmeye meraklı olanlar zarar görmeyecekleri iyi yerlere girip siper almış, heyecanlı dakikaların başlaması için onlar da sabırsızlanıyorlardı. Kimi akıllı kişiler iki grubun toplandığı meydanı kuşbakışı görebilecekleri evlerin damında yerlerini almışlardı, eksik olan tek şey çerez ve patlamış mısırdı. Tarihi bir kavganın canlı şahidi olarak Heredot gibi anlatıcı olarak toplanmışlardı. Nefeslerini tutup kavganın bir an önce başlamasını istiyorlardı. Zannedersin Dünya kupasının final maçını seyrediyorlar. Gruplar arasındaki bekleyiş artıkça bu durumdan sıkılan kimi öğrenciler sıkılmayla başlamıştı.  Bir an önce ne olacaksa olsun diye kavganın başlamasını istiyorlardı. Her iki grupta kavgayı başlatacak tarafın karşı taraf olmasını istediği için bekliyorlardı. Saflarda sabırsızlıktan dolayı yükselen sesler ortalığı kışkırtıyordu. Bir an önce İslam’i Cemaat mensuplarını ayakları altında çiğnemek için sabırsızlanan çapulcular sahip oldukları kalabalığa çok güveniyorlardı. Sayı üstünlüğünün verdi coşkuyla İslam’i Cemaat mensuplarına hakaret edip onları galeyana getirmeye çalışıyorlardı. İslam’i Cemaat mensupları sakindi, kendilerine atılan laflara kızsalar da bunu şimdilik sinelerine gömüyorlardı. Onlar gözlerinin gördüklerinden korkmayan Hamzalardılar, onlar nice az topluluğun nice çok olan topluluğa üstün geldiğini bilen inananlardı. Yardımcıları Allah iken şeytanın taraftarlarından korkacak değillerdi. Mürted örgüt mensupları İslam’i Cemaatin kırmızı çizgisi olan mukaddesata dil uzatıp onları tahrik etmeye çalıştıkça Cihan arkadaşlarını “Sabırlı olun” diye teskin etmeye çalışıyordu. Dışardan gelecek olan yardımın henüz gelmediğini, onların gelmesi için zaman kazanmaya çalıştığını bilen yoktu. Oysa arkadaşlarının sabrı tükenmişti. Yapılan hakaret ve saldırılara son noktaya koymak istiyorlardı. Kendilerine yapılan hakaret ve saldırılara aldırmamışlardı, ama mukaddesata uzatılan dili koparmak istiyorlardı. Sabır denen şey artık kalmamıştı. O dilleri kesmek için ölmek bile çok büyük bir şerefti.

Ekrem hala olduğu yerde arkadaşlarına bakıp iç geçiriyordu “Keşke ben de o safın içinde olabilseydim” diye arzu etse de buna engel olan Cemaatin emri vardı. Cihan’ın arkadaşlarını kontrol etmesinden etkilenmişti, şu ana kadar her şeyi çok güzel idare ettiğini gördükçe onunla daha çok gurur duydu. Karşı tarafın mukaddesata dil uzatmalarına daha fazla müsamaha göstermek istemeyen Cihan sol kolunun altındakini çekip “Allah’u Ekber” diyerek tekbir çekmesiyle İslam’i Cemaat mensupları da Zülfikarlarını çekip “Allah’u Ekber” soluğanıyla havaya kaldırdıkları çeliğin yansımasından süzülen parıltılar karşı tarafın gözlerini kör etmeye yetmişti. Cihan önde arkadaşları arkasında karşı grubun içine dalıp onları sağa sola savurup durdular. Şimdi kimlerin çil yavrusu gibi etrafa saçılıp savrulduğu belli olmuştu. O kalabalığın nasılda kaçıp saklandığını hala bilen yok. Cihan ve arkadaşlarının üzerlerine geldiğini gören gözler yerlerinde fırlamış sahiplerini kendileriyle birlikte sürüklemişti. İslam’ın fedaileri, Hamza ve Ali’nin torunları olan cengaverler toplanan Ebucehil’in ordusunu dağıtmışlardı. Allah’ın izni ve yardımıyla tarumar ettikleri Burhanettin Yıldız Teknik Lisesinin çapulcuları hiç beklemedikleri yenilgiyle kayıplara karışmışlardı.

Kardeşlerine yardıma gelen Murat’ın öncülüğündeki Namık Kemal ve Ticaret Lisesi’nin muvahhitleri okula geldiklerinde kardeşlerinin zaferini kutlamakla yetindiler. Murat dağılmış olan grubun bir daha toplanmaması için dörderli gruplar halinde arkadaşlarını organize edip dağılmalarını istedi. Bedir ashabı bu cağdaki torunlarını görselerdi onlarla gurur duyarlardı. Murat’ın gelişi, toplanıp tekrar saldırmaya geçmek isteyen Mürted örgütün hevesini kursağında bıraktı.

Ekrem hala olan biteni seyrediyordu, bugüne kadar birçok okul kavgasının içine bulunmuştu. Hiçbirinde bugün hissettiği duyguları yaşamamıştı. Arkadaşlarının heybetinden ve cesaretinden o bile etkilenmişti. Arkadaşlarıyla ne kadar gurur duysa az kalacağını biliyordu.

Cihan, Murat’ın gelişiyle birlikte rahat bir nefes aldı. Murat’ın varlığı bile Cihan’a ve arkadaşlarına moral olarak yetmişti, yalnız olmadıklarını biliyorlardı. Oysa şimdi kendi gözleriyle bilenmiş, kuşanmış kardeşlerini yanı başlarında görüyorlardı. Murat, Cihan’dan olup bitenleri özetle dinledikten sonra dışarıdan gelen örgüt sorumlusunu bulmak için onunla birlikte etrafa bakmaya çıktığında Ekrem’i gördüler. Cihan, hocasını görünce çok sevindiyse de bunu belli ettirmemeye çalışıp “Hocam siz de mi buradaydınız” diyerek şaşkınlığını ifade etmekle yetindi. Ekrem fark edildiği için mahcuptu. Murat, Ekrem’i yanına çağırıp “Sen burada ne arıyorsun?” diye hesap sorunca Cihan, hocasının bulunmaması gereken bir yerde olduğunu yeni fark etti. Ekrem geliş amacını ve gördüklerini anlatınca Cihan, hocasını ve onun gördüğü ayrıntıları nasıl göremediğine şaşırdı.  Hocasından hala öğrenilecek çok şey olduğunu bir kez daha kavramış oldu. Murat “Organizasyonu yapan kişi ne tarafa gitti” diye sorunca Ekrem örgütün dışarıdan gelen sorumlusunun peşine onlarla birlikte düştü. Murat, Cihan’ı bazı şeylere bulaştırmamak için “Sen gidip arkadaşlarını kontrol et, bir sıkıntı yoksa söyle dağılsınlar” diye onu gönderdi. Cihan olan bitenin farkına olsa da Murat’a karşı gelemeyeceğini biliyordu. Mecburen onun dediğini yapmak için yanlarından ayrıldı.

Ekrem, Murat’la birlikte Kuruçeşme’den aşağıya doğru hızlı adımlarla hareket edip örgüt sorumlusunu bulmak istiyordu. Çok geçmeden Ekrem sıradan biri gibi yolda yürüyen kişinin örgüt sorumlusu olan şahıs olduğunu fark edince Murat’a “Abi! İşte önümüzdeki kırmızı gömlekli kişi” deyip onu Murat’a gösterdi. Murat “Benim gözcülüğümü yap” deyip önüne koyduğu iki silahtan birini Ekrem’e verdi. Karşı grup silah kullanması durumunda şartları eşitlemek için tedbiren üzerinde silah taşıyordu. Neyse ki kavga meydanında silaha gerek kalmamıştı. Ekrem “Abi onu öldürecek misin?” diye sorunca Murat “Cemaatten izinsiz kimseyi öldüremem, ama okul sorumlusuna bir ders vereceğim” deyip Ekrem’in tedbirli olmasını istedi. Murat ani bir hamle yapıp elindeki silahı önündeki örgüt sorumlusun başına dayayıp “Yanlış bir şey yaparsan beynini dağıtırım” diyerek onu tutup ilk ara sokağa çekti. Üzerini aradığında yanılmamıştı, örgüt sorumlusunda da çift silah çıktı. Murat silahları alıp “Bir daha seni herhangi bir olayın içinde görürsem kafana sıkarım” deyip örgüt sorumlusunun sağ elini bileklerinden kırınca örgüt sorumlusu öyle bir çığlık attı ki caddeden geçenler ona yardım etmek istedilerse de köşe başında elinde silah tutan Ekrem’i görünce üç maymunu oynamak zorunda kalıp yollarına devam ettiler. Murat acılar içinde bağıran örgüt sorumlusunu sokakta bırakıp Ekrem’le birlikte oradan uzaklaştı. Yeterince uzaklaşıp güvende olduklarını hissedince de Ekrem’e verdiği silahı ondan alıp vedalaşarak ayrıldılar.

Ekrem olup biteni anlamak için Cihan’ı görebilmek umuduyla tekrar okulun önüne geldiğinde öğrencilerden kimseyi göremedi. Geri dönerken Cihan ve Abdullah’ın mescitten çıktıklarını görünce sevindi. Cihan yanındaki arkadaşı Abdullah’ı gönderip Ekrem hocasının yanına gittiğinde Ekrem “Nasılsın?” diye sordu. Cihan “İyiyiz hocam, Allah razı olsun” diyerek karşılık verdi. Abdullah, Cihan ve Ekrem’den uzaklaşmak için onların ters yönüne gidip araya mesafe koymak istediği bir anda kendi aralarında konuşan iki kişinin sohbetine şahit oldu. Onlardan biri Cihan ve Ekrem’i birlikte gördükten sonra yanındaki arkadaşına “Cihan’ın yanındaki Ekrem Uludağ’dır. Eski okul sorumlusu oydu, bu organizasyonu kesin o yapmıştır” diyerek peşlerine takılınca Abdullah da onların peşine takıldı. Ekrem ve Cihan’ın peşine takılan iki kişi onların yalnız olduklarından emin olunca bu fırsatı kaçırmak istemediler. Bugün aldıkları hezimetin intikamını almak için ayaklarına gelen fırsatı değerlendirmek için heyecanlandılar. Kendi aralarında bunları konuşurlarken Abdullah’ın kendilerini takip ettiğinden habersizlerdi. Bunlarında Burhanettin Yıldız Lisesinin eski öğrencileri olduklarını anlayan Abdullah kendisini tanımadıkları için şanslıydı. Ekrem ve Cihan’ın peşine düşen bu iki kişi Kuruçeşme’de tanıdıkları örgüt mensubu kişilere durumu anlatıp yardım istediğinde bulundular. Çevredeki Mürted örgüt elemanları intikam ateşiyle onlara katıldılar, öyle ki Murat’ın bileğini kırdığı okul sorumlusu çevredeki tanıdığı bir esnafa sığınıp bileğini saldırmış, bu haberi duyunca o da intikamını almak için Ekrem ve Cihan’ın peşine takılmaya karar vermişti. Anlaşılan hala akıllanmamıştı. Çok kısa bir sürede on beş kişi olmuş, Ekrem ve Cihan’ın gittiği istikamete doğru hızlı adımlarla harekete geçmişlerdi. Bileği kırılan okul sorumlusu için intikam soğuk yenen bir şey olmayacaktı “Sıcağı sıcağına intikamımı alacağım” diyerek öfkesinden besleniyordu. Ekrem ve Cihan için “Onları bir elime geçirirsem bileklerini kırmakla yetinmeyeceğim. Ne kadar kemikleri varsa kıracağım” deyip intikam ateşini körüklüyordu.

Abdullah toplanan kalabalığın Ekrem ve Cihan’ın peşine düştüğünü anlayınca endişe etti. Durumun vahametini anlayınca o da acil durumlar için yapılması gereken tedbire başvurmaya karar verdi. Yeniköy civarında zücaciye dükkanı işleten Ferdi isimli İslam’i Cemaat mensubuna uğrayıp selam verdi. Heyecanlı bir şekilde kendisini tanıtıp “Ekrem’in ve Cihan’ın başı dertte, onların peşine takılmış on beş civarında Mürted örgüt mensubu var” diye bir çırpıda endişesini dile getirdi. Ferdi gün içinde olanlardan haberdar olduğu için durumun ciddiyetini anladığı gibi Abdullah’la birlikte dükkandan çıktılar. Birkaç esnafa uğrayıp onlardan yardım isteyince toplamda altı kişi oldular. Allah’ın yardımıyla altı kişi altmış kişiye bedeldi. Abdullah’ın kılavuzluğunda örgüt elemanlarını bulmak pek de zor olmadı. Abdullah aradığı kalabalığı fark edince “Ferdi abi şu sokağa döndüler” diye işaret edince Ferdi ve yanındakiler koşmaya başladılar. Ekrem ve Cihan peşlerinden gelen kalabalık grubu fark edince kaçmak yerine onları sokağın içine çekip sırtlarını duvara dönüp arkalarını koruyarak karşı koymaya hazırlandıkları sırada Ferdi ve yanındakilerin gelmesiyle birlikte 15 kişilik müddet örgüt elemanları neye uğradıklarını şaşırıp kaçmaya başladılar. Gün içinde ikinci kez hezimeti yaşadılar. İslam’i Cemaatin bu gücünü anlayacak akla sahip olmadıkları için şaşkınlık ve hayrette kalmışlardı. Elini kırdıkları okul sorumlusunu yakalayan Ekrem “Seni bir daha olayların içinde görmeyeceğiz demedik mi?” deyip onun son elini bileğinden kırdıktan sonra bıraktı. Bağırarak kaçan okul sorumlusunun ıslah olmasını arzu etse de onların ahmaklıklarını gördükten sonra bunun zor bir ihtimal olduğunu tahmin etti.

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar