Bir Elmanın İki Yarısı-6.Bölüm
6. BÖLÜM
Dünya hayatı aslında bir mücadele sahasıdır, hayata gözlerimizi açtığımız ilk günden itibaren istediğimizi elde edebilmek için mücadele ederiz. Sahip olmayı arzuladığımız şey için kavgayı, tartışmayı bile gözü alırız. Her kavga galibiyetle bitmez, bazen yüzümüz gözümüz şişer, şeklimiz kayar, ama yine de pes etmeyi düşünmeyiz, vazgeçme seçeneğini unutmuşuzdur. İçimizdeki yaşam arzusu öylesine güçlüdür ki hayatta kalmayı, yıkılmamayı ve de pes etmemeyi yaşayarak öğreniriz. Düşe kalka, bir yerlerimizi kırmak pahasına hayata tutunmaya çalışırız. Murat, Burhanettin Yıldız Teknik Lisesindeki olaylarla ilgili ve de Hasan’dan aldığı silahları teslim etmek için ona uğramayı düşünürken aklında bunlar geçiyordu. Herkesin bir kavgası vardı, ekmek kavgası, kız kavgası ve bu kavgaların içinde en tehlikeli ve ölümcül olan ideolojik olan fikir kavgaları vardı. Bazen bu kavgalardan birkaçını birden vermek zorunda kalındığı da bir gerçekti. Bu kavgalar içinde en kutulusu, en muştusu hiç şüphesiz İslam adına verilen kavgalardı. Murat’ın hayatı da bu kavgalarla doluydu, anıları okul kavgası, aile kavgası, Baği topluluğa karşı verilen mücadele ve de Mürted örgütle girişilen kavgalarla doluydu. Kavgasız geçen bir zaman dilimini hatırlamıyordu. İslam’i Cemaatin kışında gelmişti. Zorlu şartlarla boğuşup hayatta kalmanın kavgasını veriyordu. İçinde bulunduğu zamanın şartları zorluyordu, baharın gelip gelmeyeceği ise henüz meçhuldü, yaz ise bir hayaldi. Kışı atlatıp anlatamayacakları arasında mücadele veriyordu. Bahara özlem içinde sabırla ve sebatla… Her şeyden önemlisi bedel ödemek gerekliydi, kimi al kanıyla, kimi malıyla, kimi de parlak geleceğinden vazgeçerek elini taşın altına koyup İslam’a hizmet adına kendilerini feda ediyorlardı. Kan ve gözyaşı İslam’i Cemaatin can suyuydu.
Hasan’ın evine geldiğinde Murat’ı her zaman ki gibi ağırladığı odaya aldı “Ben şimdi geliyorum” diyerek mutfağa gidip misafiri için hazırladığı çayı tepsiye koydu. İki bardak koyduğu tepsiyle Murat’ın bulunduğu odaya girdi. Murat, Hasan’ın elindeki tepsiyi almak için yerinden kalkıp ona yardımcı olmaya çalıştığıysa da Hasan buna engel oldu “Çayı yeni demledim sen olan biteni anlatana kadar çay da bu arada demlenir” deyip Murat’ın olup biteni anlatmasını istedi. Murat üzerindeki dört silahı çıkarıp Hasan’ın önüne koyunca Hasan verdiği silahların doğurmayacağı bildiğinden “Bunlar nerden çıktı?” deyip diğer iki silahı işaret edince Murat “Dediğiniz gibi onlarda silahlı gelmişlerdi. Neyse ki kullanılmadan kavga bitti” deyip olan biteni ayrıntılarıyla anlattı. Ganimet alınan silahları elini alan Hasan “Bunların özellikle Mürted örgüt mensuplarına karşı kullanılmasını isteyeceğim” deyip tebessüm etti. Hasan ve Murat konuşmalarını sürdürürken Hasan’ın eşi oda kapısını hafiften tıklayınca Hasan bunun çağrı anlamına geldiğini bildiğinden kalkıp eşinin yanına gitti. Eşi “Misafire yemek hazırlayayım mı?” diye sordu. Hasan “Ben onu düşünmeden çay hazırladım” deyip yaptığı hatasını düzelten eşine “Allah senden razı olsun sen de olmasaydın ben misafirleri açlıktan öldürürdüm” deyip karşılıklı görüştüler. Hasan çayı çok sevdiğinden evine gelen misafirlerine yemekten önce çay ikram ederdi. Hasan, Murat’ın bulunduğu odaya tekrar girip sen yemek yedin mi?” diye sorunca Murat çok rahat bir şekilde “Yemedim” deyip aç olduğunu ifade etti. Hasan odanın dışında bulunan eşine “Zahmet olmazsa bir şeyler hazırlar mısın?” diye ricada bulundu. Murat kaldığı yerden sohbete devam ederken aklını kurcalayan şeyleri düşünmeden edemedi. Hasan’ın evine defalarca geldiği halde eşine karşı davranışlarını takdir etse de içinde yaşadığı şartlarda bunu nasıl becerdiğini bir türlü anlamıyordu. Askeri kanatın başlı başına stres olduğunu düşününce bunu başarmak için ne gibi bir şeye sahip olunması gerektiği merak etti.
Hasan’ı askeri kanat sorumlusu olarak tanıyordu, oysa Hasan bundan ibaret değildi. O aynı zamanda bir eşti. İslam’i Cemaate karşı sorumluluğu olduğu gibi eşine karşı da sorumluluğunun farkındaydı. Murat bilmese de Hasan’ın evine gelip giden misafirlerin ağırlanmasında ki asıl Kahraman eşiydi. Hasan bu minnettarları ona söylemekten de bir beis görmüyordu, hatta Hasan evlendiği günden sonra onunla “Evimize gelen misafirlere çayı sen hazırla, misafir gittikten sonra da ben sana çay hazırlarım” diye teklif edince eşi bu teklifin lafta kalacağını düşünmüştü, ama zamanla bunun gerçek olduğunu görünce evine misafirlerin gelmesini arzuladı. Hasan verdiği sözü yerine getirmişti. Eşine çay hazırlamaktan gocunmuyordu. Tam aksine misafirlerden sonra birlikte çay içip konuşmaktan hoşlanır olmuşlardı.
Murat olup biteni anlatıp silahları teslim edip yemeğini yiyip çayını içtikten sonra müsaade isteyip kalktı. Hasan misafirini yolcu ettikten sonra ocağa eşi için çay koydu. Gönül misafirini ağırlamaya hazırdı. Eşiyle her zaman konuşacak, muhabbet edecek bir şeyleri olurdu. Öyle ki bazen muhabbetin tadından mı yoksa çaya olan düşkünlüğünden mi bilmez on beş yirmi çay içtikleri olurdu. Eşini de zamanla kendisi gibi çay kolik yapmıştı. Kızcağız ilk evlendiği günde en fazla 3 bardak çay içerken Hasan’ın sayesinde üçün yanına bir sıfır eklemişti. Bundan şikayetçi değildi.
Hasan’ın kendisine talip olduğunu söyleyen hocasına “Hocam talibim nasıl biridir” diye sorduğunda hocası “Ağabeylerimiz ona çok güveniyorlar. Ona her konuda kefiller. Yalnız benim gördüğüm kadarıyla çatık kaşlı, sert bakışlı birisi gibi geldi. O sert bakışlarıyla bile birini öldürebilir” diye de espri yaptığında Hasan’la evlenmekten çekingen davranmıştı. Ta ki Cemaatin ağabeylerinden biri Hasan’ı alıp onu istemeye geldiklerinde “Hasan’ı kabul etmiyorum” demek istediyse de bunu yapamadı. Hocasının dediği gibi çatık kaşlı, sert bakışlıydı. Hatta ondan biraz olsun ürkmüştü. Bunu Hasan’a anlattığında yanıldığını itiraf edip ondan özür dahi dilemişti. “Kaşların çatık, bakışların sert, ama kalbin çok yumuşak” diyerek kendisini affettirmişti. Her şeye rağmen kalbinin sesini dinleyip Hasan’a “Evet” demişti.
Evlendikten sonra gördüğü şey çatık kaşlar değildi, heybet ve asaletti. O çatık kaşları sevdi. Zamanla Hasan’ın her yönüyle hayat arkadaşı olmayı öğrendi. Cemaat işlerinde ve de çay muhabbetinde onun yanında, onunla birlikte olmaya çalıştı. Ona destek oldu. Hasan, eşine sevgiyle bağlıydı “ Yanlış duygulara sahip olanın ağzından doğru kelimeler çıkmaz” derdi. Kendisini ve eşinin ağzından çıkan kelimeler kalpten gelen sözcüklerden ibaretti. “Hiç mi tartışıp kavga etmiyorlardı” diye sorarsanız ben onların kavgalara hiç şahit olmadım. Kavgaları, ayrı düştükleri konu ve fikirleri vardı yalnız bunu misafirleri evdeyken veya ailenin yanında yapmayacak kadar da her ikisi de olgun ve aklı başında saygılı şahsiyetteydiler. Hasan, eşini kırmaktan korktuğu gibi eşi de onu kırmaktan korkuyordu. Eşler arasında başlayan bir kavganın nerelere varacağının meçhul olduğunun farkındaydılar. Halk dilinde “Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” dedikleri gibi bir çifttiler. Allah’ın kelamındaki “İyi erkekler, iyi kadınlar” diye anlatılan denklikteydiler.
Kadınlar her dönemde İslam’ın kahramanları oldukları gibi İslam’i Cemaatinde perde arkasındaki kahramanlarıydılar. Hasan’ın peşine düşen emniyet güçleri yaptıkları tahkikattan sonra Hasan’ın kiminle evlendiğini öğrendikten sonra eşinin de peşine düştüler. Hasan bu konuda ilk zamanlar suçluluk duyup “Benim yüzümden senin de başın belaya girdi” deyip özür dilediğinde eşi “Öyle deme, senden önce İslam’i Cemaatin saflarında hizmet ettiğim halde varlığımdan kimse haberdar değildi. Benden korkmayanlar seninle evlendikten sonra korkmaya başladılar. Beni de kendine benzeteceğini bildiklerinden ödleri patlıyordur kesin. Senin sayende şeref kazandım, bu rejim benim varlığımı senin sayende öğrendi, asıl ben sana ne kadar teşekkür etsem azdır” deyip Hasan’ın buruk gönlünü rahmet sözcükleriyle serinletmişti. Hatta birkaç kez şaka yoluyla “Beni de yaptığın hizmet alanına al sana, seninle birlikte çalışırız olmaz mı?” diye teklifte dahi bulunmuştu. Hasan “Biz zaten seninle aynı hizmet alanında çalışıyoruz, sana güvenmesem hayatımı seninle paylaşır mıydım? Evimize gelip giden misafirlerden haberin varsa ve benim sırlarıma vakıfsan seninle aynı hizmette ve aynı gemide yol alıyoruz” diyerek eşine cevap verdiğinde eşi bu cevaba çok sevinmişti. Olaylara hiç bu açıdan bakmamıştı. O daha çok tahmin ettiği üzere Hasan’la birlikte eyleme gidip ona korumalık yapmaktan söz etmişti. Hasan’ın güzel meziyetleri olduğu gibi eşinin de bir kadın olarak birçok güzel meziyetleri vardı. Hasan’ın sözünün üstüne söz söylememesi mesela, Hasan’ın söylediği bir şey aklına yatmasa, gönlünden Hasan’ın söylediği şeyin yanlış olduğu dahi geçse bile yine de Hasan’a güvenmeyi tercih ediyordu. Hasan’a karşı sesini yükseltmemesi ve kavga etmemesi, geri çekilmeyi bilecek kadar kocasının onurunu düşünen mükemmel bir eşti. Hasan bu olağanüstü eşin kıymetini ona yalnız çay hazırlamakla yetinmiyordu, güzel iltifatlarda bulunarak da ne kadar kıymetli ve değerli olduğunu hissettirmeye çalışıyordu. Hürmetler karşılıklıydı. Tıpkı hakaretler ve kavgalarda eşlerin birine etekleri uygunsuz sözler gibi…
Hasan’ın, eşine sık sık söylediği söz “Benim iki sevgilim var biri sen diğeri davamdır. İkiniz içinde ölürüm. Yalnız hanginizi daha çok sevdiğimi bilmiyorum, kalbimdeki yeriniz ayrı olduğu için sizi bir kefeye koyamıyorum. Bildiğim tek şey var o da senin dünyamdaki cennet oluşundur” diyerek kalbindeki sevgiyi kelimelerle bu şekilde ifade ederdi. Hasan nasıl ki eşine karşı ağzından çıkan kelimelere dikkat edip özen gösteriyorsa eşi de aynı hassasiyetle davranıyordu. Teşbihte hata olmaz dedikleri gibi” Hasan’ın eşi hemcinsleri arasında Hasan gibidir” sözü her ikisini tanıyanlar tarafından dile getiriliyordu. Evde de eşine karşı yine onun gibi davranıyordu. Eşler arasındaki uyum Allah’ın bir lütfudur. İslami mücadele yeterince zorlu ve meşakkatliydi, bu da yetmezmiş gibi ev ortamında eşinle mücadele etmeye kalkışmak dayanılacak gibi değildi. Hasan’da Allah vergisi bir kabiliyet vardı, eşinin dilinden iyi anlıyordu, onun nasıl mutlu edebileceğini biliyordu. Eşi de onu nasıl mutlu edeceğini çözmüştü. Belki de işin püf noktasını çözdükleri için huzurlu, mutlu bir aileye sahiptiler.
Onların aile saadetine imrenen arkadaşı İlhan eşiyle sorun yaşadıktan sonra kapıyı çarpıp evden çıkarak soluğu Hasan’ın yanında almıştı. Burnundan soluyan İlhan’ı sakinleştirmek için her derde şifa olan çayı hazırlaması için eşinden rica edip misafirinin yanına döndü. İlhan habire eşinden şikayet edip sözünü tüm kadınlara dokundurduğu halde Hasan onu sadece dinledi. Yanlış doğru diye eleştiride bulunmadan sessizce arkadaşının içini dökmesini, kadınlara karşı içinde ne varsa kusup midesini temizleninceye kadar sabırla dinledi. Yanlış doğru diye İlhan’ın sözünü kesmedi. Haklı haksız diye herhangi bir yorumda bulunmadı, sadece İlhan’ı dinledi. Kızgın ocaktaki demlenen çay gibi İlhan’ın da yanmasına müsaade etti. Yanmadan, pişmeden olgunlaşmıyordu insan. İçindekilerini bir bir kusan İlhan’da demlenmişti. İçindeki biriktirdiği ne varsa dışarıya atmıştı. İlk geldiği kadar kızgın değildi. Konuşmak iyi gelmişti. “Keşke gidip boş bir odada sesimin çıktığı kadarıyla bağırsaydım” diye düşünse de Hasan’ın insanlara iyi geldiği gerçeğini bilmekle kalmamakla birlikte bunu daha önce de defalarca yaşamıştı. İlhan’ın kızgınlığı ve öfkesi yatışmıştı. Boşuna Hasan’a gelmemişti. İlhan’ın rahatladığını anlayan Hasan “Yengem şu anda evde mi?” diye sordu. İlhan “Herhalde evdedir. Bana kızıp ailesine gitmemişse tabi…” diyerek pek de emin olamadığını söyledi. Hasan odadan çıkıp eşinin yanına gitti “Senden bir şey rica etsem yapar mısın?” diye sorunca eşi “Yeter ki sen iste” değinde bunu yürekten söylüyordu. “İlhan’la eşi tartışmışlar, anladığım kadarıyla baya birbirlerinin kalbini kırmışlar. İlhan benim yanımda sen de bir gidip hanımını ziyaret etsen?” diye rica ettiğinde eşi “Ona ne demem gerektiğini bilmiyorum?” diyerek Hasan’dan yardımcı olmasını istedi. Hasan “Ona bir şeyler demene gerek yok. Bırak o konuşsun, içini döküp rahatlasın. Sen sadece dinle, sonra eve geldiğinde İlhan’a eve gitmesini söylerim” diyerek eşini İlhan’ın eşinin yanına uğurladı. Hasan içindeki zehri kusan İlhan’ın yanına girip “Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordu. İlhan “Biraz daha iyiyim, Allah senden razı olsun” diyerek teşekkür etti. Hasan, İlhan’daki değişikliği fark etmişti şu ana kadar yaptığı tek şey sessizce İlhan’ı dinlemek olmuştu. Şimdi ise konuşma sırası Hasan’a gelmişti “Şeytanın en çok hoşuna giden, onu mutlu eden şey nedir biliyor musun?” diye sorunca İlhan konunun neden şeytana geldiğini bilse de Hasan’ın anlatacaklarını duymak istiyordu. “İnsan büyük günah işlerse şeytan bundan mutlu olur. Büyük günah olmasa da şeytanı mutlu eden bir başka şey ise eşlerin arasının bozulmasıdır. Eşleri ayırmak, onları birbirlerinden nefret ettirecek hale getirmekten öyle haz alır ki… Küçük bir kıvılcım gördü mü verdiği vesveseyle o kıvılcımı körükleyip aileyi yıkacak aleve dönüştürür. Ocakları söndürür, bunu öyle bir ustalıkla yapar ki ayrılık veya küslükten sonra ‘Nasıl bu hale geldik’ diye kendinize sorsanız dahi bunun cevabını bulamayacağınızdan emin olun” dediğinde İlhan’ın aklı başına gelmiş gibi “Çok doğru söylüyorsun aynı senin dediğin gibi oldum, ortada bir şey yoktu. O bir şey söyledi sonra ben bir şey söyledim derken kendimizi tartışırken bulduk” deyip hatasını itiraf etti. “Peki, abi bu durumda ne yapmayı tavsiye edersin?” diye sorunca Hasan “Bir söz var ‘Deli deliyi görünce sopasını saklarmış’ diye söylerler. Tartışma ve öfke halinde akıl baştan çıkar gider. Duygularla ya da hamasi egolarımız devreye girer ve hiç tahmin etmediğimiz bir yöne sürüklenip dururuz. Tartışma hiçbir zaman tek taraflı olmaz ateş olmazsa benzin tutuşmaz, iki sert cisim birbirleriyle tokuşmazsa kıvılcım çıkmaz, hoşgörülü olmak erdemdir, güzel ahlak sahibi olmak, eşlerimize hilmle muamele etmek ise en büyük erdemdir. Bir erkek olarak, idareci olarak bu erdemlere sahip olmalıyız. Herkes kendine yakışanı yapar, sana yakışan şey neyse öyle davran, eşinin kelimeleri incitici sözleri kalbini kırsa bile sabretmesini bileceksin. Affedici olmasını bileceksin, bizler Allah’ın kullarıyız hata yaparız günah işleriz ama yaptığımızın yanlış olduğunu gördükten sonra Allah’a özrümüzü itiraf edip yaptığımız hatadan tövbe edip affımızı isteriz. Allah azze ve celle bize mühlet vermeyip cezalandırsaydı yeryüzünde insan nesli diye bir şey kalmazdı” diye anlatınca İlhan kendisini bir anda evlilik terapistinde hissetti. Yaptıklarının yanlış olduğunu kabul etmişti, pişmandı ve bir an önce eve gitmek istiyordu. Hasan’ın eşi de benzer sözlerle İlhan’ın hanımına tavsiyelerde bulunup, konuşup dertleştik ten sonra İlhan’ın hanımı da pişmanlığını dile getirip “Abla iyi ki varsın, aklımı başıma getirdiğin için Allah senden razı olsun” diyerek gözyaşlarıyla elini öpmek için hamle yapınca Hasan’ın eşi “Eşin gelince onun elini öpersin. Güzel sözler ve küçük hareketler bazen tahmin ettiğimizden çok daha büyük bir etki yapar” diyerek İlhan’ın eve dönmesi için kendisinin eve gitmesi gerektiğini hatırlattı.
Eve geldiğinde Hasan’a hediye olarak bir anahtarlık aldı. Bu evler için olanından değildi kırık kalpler ve de fethedilen kalpler için olan cinstendi. Eve gelen eşine, Hasan “Her şey yolunda mı?” diye sorduğunda bunu öylesine adet üzeri sormuştu. Eşinin bu işin üstesinden kalkabileceğini biliyordu. Eşi “Allah’a çok şükür” diyerek İlhan’ın evine dönebileceğini ima etti. Hasan, İlhan’ı evine yolcu ettikten sonra eşi için ocağa çay koydu, sonra yanına gidip “Bu dünyada en güzel ve kıymetli hazine nedir biliyor musun?” diye sordu. Eşi “Altındır herhalde” dediğinde Hasan kendini tutamayıp güldü “Altın insana mutluluk ve huzur vermez, ama hayırlı, güler yüzlü bir eş dünya ve içindekilerden daha çok hayırlıdır. İşte ben o hazineye sahip şanslı kişilerden biriyim” dediğinde eşinin gözleri doldu “Bunlar sevinç gözyaşlarıdır, endişe etme” deyip aldığı hediyeyi Hasan uzatarak “Bu hazinenin anahtarı yok. Kalbimi söküp eline verebilseydim eğer bunu hiç düşünmeden yapardım. Onun yerine bu anahtarı sana veriyorum. Baktıkça kalbimin sana ait olduğunu hissedersin” deyip ona sıkıca sarıldı.
Murat eve geldiğinde Kemal akşam yemeği için hazırlık yapıyordu. Ona yardım etmek için mutfağa geçip birlikte uğraşırlarken öte yandan Murat, ona okul kavgalarını anlatıyordu. Kemal “Kavga demişken yarın Dicle üniversitesinde Mürted örgütle yine kavga çıkacak diye duydum” dediğinde Murat telaşa kapıldı. “Yarın birlikte gidelim mi?” diye Kemal’e öneride bulunduysa da Kemal “Biliyorsun bu tür şeylere karışmamız yasak, çok riskli bence sen de gitme” deyip fikrini söylerken Murat’ın kendisini dinlemeyeceğini çok iyi biliyordu. Murat da en az Kemal kadar İslam’i Cemaatin yasaklarına uyuyordu. Ne var ki yapısı itibariyle bazı şeylerden geri kalamıyordu. Ne kadar riskli olursa olsun onu mutlaka yapardı. Amacı cemaatin yasaklarını çiğnemek değildi, bunu aklından dahi geçirmiyordu.
Sabahın erken saatlerinde kalkıp abdestini alıp sünnet namazını kıldıktan sonra çok kısa bir dua edip Kemal’i uyandırmadan evden çıktı. Dicle üniversitesine geldiğinde kavga başlamak üzereydi. Üniversite kavgaları lise kavgalarına benzemiyordu. Her iki grup birbirine girdi. Okul, okul olmaktan daha çok Savaş arenası andırır oldu. Dicle üniversitesi bu türden kavgaların yabancı değildi. Bu kavga ne ilkti ne de son olacaktı. İslam’i Cemaat mensupları ile Mürted örgüt ve onun yandaşlarının İslam’i Cemaate mensuplarına nefes aldırmamaya yemin etmelerinin sonucunda geldikleri yer Dicle Üniversitesinin Meydanı olmuştu. Eskiden Bedir, Uhud vardı. Şimdilerde ise Burhanettin Yıldız, Ticaret Lisesi ve Ziya Gökalp Lisesine dönüşmüştü. Liselilerin ağızlarına doladıkları sözcükleri kimden öğrendikleri belli olmuştu. Gerçi bu bilinen bir şeydi sır değildi. Üniversite kavgaları tam bir hakimiyet ve alan kavgasıydı. Üniversitede güçlü olan liselerde de güçlü olurdu. Hatta şehirde bile güçlü olarak kabul edilirdi. Bir şehrin asıl yöneticileri Valiler değil Üniversite öğrencileridir. Bundan böyle güçlü olanın söz sahibi olacağı hakimiyet kavgası başlamıştı. Saatler durmuş yeni bir tarih yazacaklar olanlar kalemleri ellerinde not almaya başlamışlardı. Aralarındaki sayı eşitsizliğinin ise hiçbir önemi yoktu. Çok olan, kalabalık olan kavgayı kazanacak diye bir kural yoktu. Kavgalar ve savaşlar sayı üstünlüğüyle değil, bilek ve akılla kazanılırdı. Bu ikisi de İslam’i Cemaat mensuplarında mevcuttu. Hayatları boyunca mürekkep yalamış üniversite talebeleri bunu çok iyi bilirlerdi. Buna rağmen Allah birisinden aklı alınca da bu durumda yapılacak bir şey kalmıyordu.
İslami cemaat mensupları şehadet aşkıyla, İslam’a feda olma arzu ve tutkusuyla kavruluyorlardı. Bu özellikler onları korkusuz, gözü pek yapıyordu. Karşı tarafın dünyayı ve hayatı sevmelerden dolayı korkak davranması İslam’i Cemaat mensuplarına avantaj sağlıyordu. Bu grubun dünyayı sevdikleri kadar İslam’i Cemaat mensupları da şehadeti seviyorlardı. Biri yaşamak için kavga verirken diğeri ölmek için, Rabbine al kanıyla kavuşmak için kavga veriyordu. Bu kavganın galibi cesur olanlardı. Cesaret; hayatı ve yaşamı ellerinin tersiyle itip şehadete koşarak kucak açanların sıfatıydı. Dünya sevgisi ile şehadetin aynı anda bir kalpte olması imkansızdı. Onlardan birini seçmek zorunda kalan muvahhitlerin tercihi belliydi şahadet… Zafer, elden kayıp gidecek olan dünya hayatını umursamayanlara yakışan bir ödüldü.
Üniversitesinin bahçesi coşkulu gençliğin karşılaşmasına şahitlik ediyordu. Geleceği inşa etmek isteyen her iki grupta bedel ödemeye hazır gibiydi. Sopalar ve satırlar havada uçuşmaya başlamış onlardan ayrılan, kopan parçalar yere düşmeden kalabalığın üzerine yağıyordu. Bugün gökte demir ve tahta parçaları yağıyordu. Dicle Üniversitesinin Meydanı kırmızının gözleri döndüren cazibesiyle boyanmıştı. Dicle Üniversitesinin kavga alanı kırmızıya boyanmıştı. Temiz kanla kirli kan birbirlerine karışmıştı. Şimdiden yüzler tanınmayacak şekilde çizik ve kırıklardan süzülen kırmızıyla boyanmış durumdaydı. Kırmızıçizgilerle çizilmiş gibi şekil değiştirmiş yüzlerin kime ait olduğu zor anlaşılıyordu. Kimi yerlerde üzerinde kıllar olan küçük çaptaki deri parçalarının kime veya kimlere ait olduğu ise henüz meçhuldü. Bugün kırmızının günüydü, yer kırmızı, yüz kırmızı, saçlar kırmızı, üst baş kırmızı, gök kırmızıya boyanmıştı. Göz bebeklerinin kırmızılığı ise bir başkaydı… Aldığı darbeleri ve yaralanmayı hissetmeyen, acı duymayan gençliğin deli kanı coşmuş damarlarından dışarı akıyordu. Her biri delikanlı olan gençliğin deli kanı durulmuyor, sakinleşmiyordu. Bağrışmalar ve tekbir sesleri birbirine karışmıştı. Melekler ve şeytan karşı karşıya gelmiş gibiydi… Öyle ya kavga dedin mi seyirci isterdi, tezahürat isterdi. Melekler inançlı yüreklere “Allah’ın izniyle vurun” diye tezahürat yaparken şeytan kendi taraftarlarını Üniversitenin meydanında terk edip “Ben sizin görmediğiniz şeyleri görüyorum. Allah’ın azabından korkarım” deyip arkasına bakmadan kaçıyordu. Ölüm meleğinin kol gezdiği yerde şeytanların bile kaçtığını gören dünya prestleri saran ölüm korkusu, öldürülme endişesi akıllarını başlarından alıp başı kesilmiş tavuk gibi sağa sola kaçmalarına sebep oldu. Dağılmaya, çözülmeye başlamışlardı. Aralarındaki sözde birlikleri Azrail’i görünceye kadarmış.
İslami cemaat mensupları sevdikleri ve özlemini duydukları ölüme bu kadar çok yaklaşmış olmanın coşkusuyla ellerindeki sopa ve satırları sallayıp “Vurun her inkarcı inatçıya” diyerek slogan atıyorlardı. Bu öyle bir soluğandı ki Mürted örgüt grubun ve onların iş birlikçisi olan İslam karşıtı grupların kalbinin derinliklerine nüfuz edecek kadar etkili ve tesirliydi.
İnsan bir defa korkup kaçtı mı güvenli olduğunu hissedene kadar artık dur durak bilmezdi, nereye gittiğinin, hangi yöne kaçtığının bir önemi kalmıyordu. O an… Tek düşüncesi kaçıp canını kurtarmaktan başka bir şey düşünmez olurdu. Artık aklı veya duygularıyla hareket etmeyi, meydanı terk ettiği gibi terk ederdi. Sadece gözleriyle ve ayaklarıyla düşünmeye başlardı. Gözleri görebildiği, ayakları koşabildiği kadar son hızla kavga meydanını terk edip arkalarına bakmadan bir an önce oradan uzaklaşmayı düşünürlerdi. Arkalarından “Kendilerinin peşinden gelen var mı?” diye bakıp daha hızlı kaçmalarının gerekip gerekmediğine karar veriyorlardı.
Dicle Üniversitesinden şehir merkezine kadar durmadan kaçanlar vardı. Bu koşuya maratonlarda ya da can korkusunun yaşandığı yerde gerçekleşirdi. Korkak olmak ayıp değildi. Her insanoğlu korku hissiyle bu dünyaya gelirdi. Korku, hayat sahibi olan canlıların refleksiydi. İnsanoğlunun her biri mutlaka bir veya birkaç şeyden korkardı. İslam’i Cemaat mensuplarının da korkuları vardı. Bu dünyayı paylaştığı diğer canlılardan pek de farklı değillerdi. Tek farkla ki onların korkuları ölümden, öldürülmekten değildi. Şehadeti, gelinlik çağındaki bir genç kızın boynundaki gerdanlığı sevdiği gibi seviyorlardı. Er ya da geç mutlaka bir gün ölüm meleğinin kapılarını çalacağını bilirlerdi. Kaçınılmaz sondan korkunun ecele faydası yoktu. O zaman korkmak niye… İslam’i Cemaat mensupları ölümden değil, nasıl ne şekilde ölümle karşılaşacaklarından endişe duyuyorlardı. Azrail’le imanlı bir şekilde kavuşup buluşmayı arzu ediyorlardı. Allah’ın kendilerinden razı, kendilerinin de Allah’tan razı olarak onun huzuruna çıkmak için şahadet şerbetini severek ve isteyerek arzuluyorlardı.
Korktukları şey kötü bir akıbetti. İslam’dan sapmaktan, şeytan ve dostlarına yarenlik etmekten korkuyorlardı. Kötü bir durumdayken ölmekten korkuyorlardı.
Cennet ve ahiret saadeti son nefeste belli olan bir imtihandı. Tüm yaşanmışlıklar bir yana son nefesi verirken kalpte iman olup ruhu teslim etmek bir yanaydı. Allah azze ve cellenin rızasını kazanmak ve O’na kavuşma aşkıyla Üniversitesinin kavga meydanından kaçanları İslam’i Cemaat mensuplarınca kovalanıyordu. Her iki grubun kavgaya bakışları çok farklıydı. İslam’i Cemaat mensuplarına göre vurmak ya da vurulmaktan ibaretti, bundan öte bir şey yoktu. İslam’i Cemaat mensuplarınca mücadelede kaybetmek, kazanmak diye bir şey de yoktu. Ya o çok sevdikleri şehadete kavuşmak için vurulacaklardı ya da vurup gazi olacaklardı. Kazanmak için bedel ödemeye hazır canlar vardı. Kanlarının son damlasına kadar İslam dini neşv-ü nema bulsun diye feda etmeye hazır gönüllüler vardı. Murat kaçan iki kişinin peşine düşmüştü, bu kavganın müsebbibi olan iki baş belası o hengameden yararlanarak, çizik dahi almadan sıvışmaya çalışıyorlardı. Murat onların peşine takılıp elinde tuttuğu sopanın tadına varmalarını istiyordu. Onlara öyle çok odaklanmıştı ki gözleri o ikisinden başka hiç kimseyi görmez olmuştu. Öyle ki karşıdan gelen kalabalığı bile fark etmemişti. Kaçan baş belaları kalabalığa dalıp gözden kayboldular. Murat onlara yetişmek için adımlarını hızlandırdı. Elindeki sopayla kalabalığı yarıp geçmek isterken sağlı sollu elini tutup yere yatıran kalabalığın polis olduğunu yeni fark etti. Murat’ın elindeki sopayı alıp onu yere yüzüstü yatırıp dizleriyle sırtına bastıran polisi düşünmek yerine kaçan iki kişiyi düşünüyordu. Kaçan baş belaları gözden kaybolunca içine düştüğü durumu idrak edebildi. Polise yakalanmak meydanda dayak yemekten yüz kat daha kötüydü.
Bir şekilde kurtulmasını söyleyen iç sesine kulak verince “Diren” dediğini hissetti. Öyle ya direnen aziz olandı. O da direnmeye karar verdi. Yüz üstü uzandığı yerde debelenmeye başladı. Dizleriyle sırtına bastıran polis, amirine “Onu zapt etmekte zorlanıyorum” diye şikayetçi oldu. Üzerindeki polisten kurtulmak için daha çok çabaladı. Kurtulmak için daha çok çabalamaya başladı. Öyle hemen teslim olmayı düşünmüyordu. Bir şans, küçücük bir umutla tekrar çırpınmaya, üzerindeki Polisten kurtulmaya çalıştı. Dizleriyle Murat’ın sırtına baskı yapan polisin de gücü tükeniyordu. Murat’ı artık zapt etmekten zorlanır olmuştu. Murat’ın tüm uzuvları kurtulmak için işbirliği yapıyorlardı. Çok güzel sekronize olmuş bir halde polisten kurtulmak istiyordu. Ayakları, elleri, vücudu uyum içinde çalışıp Kurtuluş yolu aramaya devam ediyorlardı. Ne olduysa o anda oldu rast gele ayaklarını hızlıca hareket ettirmeye çalışırken kendisini zapt eden polisin zayıflamış kollarından istifade edip yüzüne ayak tabanları ile öyle bir darbe indirdi ki onu üzerinden atıp yanına serdi. Yere yığılan polis aldığı darbenin acısıyla “Seni …” deyip hakaret ederek Murat’ı tekmelemeye başladı. Diğer polislerde arkadaşlarını kızdıran Murat’a tekme atmak için yarışır olmuşlardı. O an yerde yatan bir insan değildi sanki kum torbasıymış gibi gelen vurdu giden vurdu. Murat yüzünü korumak için anne karnındaki ceninin gibi pozisyon alıp gelen tekmelerden yüzünü korunmaya çalıştı. Nereden hangi taraftan geldiğini anlamadığı bir tekmeyi yüzünde hissedince neye uğradığını şaşırdı. Fışkırmak için bahane ve çıkış yolu arayan al kanına gün doğmuştu. Murat’ın ağzı gözü kan içinde kalmıştı. Öyle ki yüzü kırmızıya boyanmış gibiydi ağzındaki kan durmak bilmiyordu. Vücudu sahip olduğu kanı boşaltmak istercesine bulduğu çıkış noktasına hücum ediyordu. Murat’ı kan revan içinde bıraktıktan sonra öfkeleri birazcık dindi. Murat’ın ayaklarıyla yüzüne tekme attığı polis intikamını ziyadesiyle aldığını düşündüğü için öfkesi biraz olsun yatışmıştı. Murat’a acıdıkları için tekmelemeyi bırakmamışlardı. Polisler istediklerini elde etmişlerdi. Kurbanlarının kanını akıtmayı bir maharet sayan zihniyete sahiptiler. Kanla besleniyorlardı. İçmek için değildi elbette, kırmızının tatminkar rengine vurgunlardı. Kan dökmek belki de meslekleri icabıydı. Tatmin olmanın, nefsin istek ve arzularını kanla besledikleri için ele geçirdikleri kurbanlarının her hangi bir yerinde illaki kan akıtırlardı. Kan dökmek, akıtmak ihtiyaç haline gelmişti.
Murat acılar içinde kırmızının cazibesi ile Azrail’le buluşmayı bekliyordu. Azrail’in canını alması için tüm şartların yerine geldiğine inanarak ruhunun bedenini ne zaman terk edeceğini merak etmeye başlamıştı. Murat, Azrail’i beklerken polisler üniversitenin kavga arenasından kaçan kalabalığı karşılamak için pozisyon aldılar. Üzerlerine gelen bu kalabalıktan kimi koparabileceklerini düşünüp gözlerine kestirdikleri kişileri tutuklamaya, etkisiz hale getirme hazırlanıyorlardı. Sanırsınız kaçan öküzleri avlamak için pusuya yatmış sırtlanlar gibi saldırıya hazırlanıyorlar. Üzerlerine gelen kalabalığın içine pençelerini atıp yere serdikleri kurbanlarına kelepçe takmaya başlamışlardı.
Gelen kalabalık taze kan demekti, bu yüzden yerde kanlar içinde yatan Murat’a aldıran yoktu. Büyük ihtimalde “Ölmüştür” diyerek onu terk etmişlerdi. Bağrışmalar, çağırmalar, küfür ve hakaretler havada uçuşuyordu. Şimdi yerde yatan Murat yalnız değildi. Murat gözlerini açıp yerde yatanların kardeşleri olmaması için dua etmeye başlamıştı. Kırmızı boyadan dolayı yerdekileri pek de çıkaramıyordu. Kendi halini unutmuş kardeşlerini düşünmeye başlamıştı. Göz kapaklarının üzerinde dolan kan nedeniyle gözlerini açmakta zorlandı. Dünyayı yerde uzandığı için mi yoksa gözlerinin içine kan dolmasından mı renkli gördüğünü anlayamadı. Etrafını kırmızı gördüğü gibi insanları da kırmızı görmeye başlamıştı. Fark ettiği bir şey oldu, başında bekleyen kimse yoktu. Kaçmak için bundan daha güzel bir fırsat olamayacağını düşündü. Kaçıp kurtulmak için belki de son şansıydı. Ayağa kalkmaya çalıştıysa da başaramadı, sanki bütün kemikleri kırılmış, iskeleti darmadağın olmuş gibi hissetti. Pes etmenin zamanı olmadığını biliyordu, ama bilmek işe yaramıyordu. Yattığı yerden kalkmak için tekrar denediyse de olduğu yere çakılı kalmış gibi kıpırdayamadı. Kalkmaya çalıştığı ikinci seferinde başarısız olmakla kalmadı çok acı çekti. Kalkması için ona fısıldayan iç sesine kulak verdikçe eline geçen şey sadece acı oluyordu. Çektiği acılar dayanılmaz olmuştu. Öyle ki artık polislerin eline bile düşmeyi umursamaz olacak kadar şiddetli acı çekiyordu. İç sesine kulak vermeyi bıraktı. Ölümün böyle bir şey olduğunu düşünerek ecelinin gelmesini bekledi. “Azrail neden gelmiyor” diye söylenmeye başlamıştı. Çektiği acılar ölümün habercisi olan türünden acılara benziyordu. İçinde bulunduğu durumu son nefesten önceki sekarat haline benzetti. Çektiği acıların sonunda tatlı ölümün geleceğine o kadar kendini inandırmıştı ki Azrail gelmeden neredeyse son nefesini kendisi verecekti. Kelime-i tevhidi mırıldanmaya başladı. Sanki Azrail randevusuna geç kalmış gibi bir türlü gelmiyordu. Oysa geç kalma onun kitabında yazmazdı “Ne bir an önce ne de bir an sonra” tam vaktinde gelirdi. “Azrail’i görenin gözleri bu dünyaya kapanır” demişlerdi. Oysa Murat’ın gözleri hala görebiliyordu. Azrail’le buluşmanın ardından nefes alıp verme işlemi son bulurdu. Oysa Murat nefes aldığını, hayatta olduğunu anladı. Etrafındaki sesleri dahi duyabiliyordu. Hayati fonksiyonları çalışıyordu. Oysa o artık dünyadan ayrılmak, emaneti asıl sahibine teslim etmek istiyordu. Bu dünyadan harika bir diyara geçmenin hayalini kuruyordu. Şehitler kervanına katılmaya hazır hissediyordu, ne var ki bunlar istemekle gerçekleşecek şeyler değildi.
Bir karar vermek zorunda olduğunun farkına varabildi. Ya Azrail’i bekleyip ruhunu teslim edecekti ya da sahip oldu fırsatı değerlendirip kaçacaktı. Polislerin eline düşme gibi bir seçeneği aklında dahi geçirmek istemiyordu. Kalkmaya çalıştığı onca denemelerin ardından tekrar bir deneme daha yapmanın en fazla canını biraz fazla yakacağını artık biliyordu. Kalkmaya çalışmasının bir işe yaramayacağını düşünse de denemekten başka seçeneğinin olmadığının farkındaydı. Yattığı yerden kalkmak istediyse de yine olmadı. Vücuduna söz geçiremiyordu. Korktuğu şey başına gelmişti, emniyet müdürlüğünün insan kasabı olan cellatlarının eline düştüğü takdirde başına neler gelebileceğini tahmin edebiliyordu. Bunu düşününce tüyleri diken diken oldu. Hangi seçeneği tercih ederse etsin sonu acıyla bitiyordu. Polislerin eline düşmektense kemiklerinin kırılması pahasına yerden kalkmayı tercih etti. Bunun o kadar kolay olmayacağını bildiği halde en iyi seçeneğin bu olduğuna karar verdi. Hareket ettiği her an hissettiği ağrılara aldırmamaya çalıştıysa da yine olmadı. Çektiği ağrılar yerden kalkmasına izin vermiyordu. Gözlerini açıp etrafına bakındı. Hala kendisini umursayan kimsenin olmayışını fırsat bilse de elinden bir şey gelmiyordu. Çaresizliğinin farkındaydı. O şehadeti istiyordu, ama kader onun için başka bir şeyi takdir etmişti. O şeyin ne olduğu ise henüz meçhuldü. Çektiği acılardan, kırıldığını düşündüğü kıpırdamayan dudaklarını tekrar kıpırdatma ya çalıştıysa da ağzı açılmadı. Sanki çenesi yokmuş gibi ağzını hissetmiyordu. Ya da ağzı uyuştuğu için açıldığını fark etmiyordu. Yerden kalkmaya kesin kararlıydı. Zalimlerin eline düşmeye niyeti yoktu. Zamanın aleyhinde olduğunu biliyordu ya şimdi kalkıp kurtulacaktı ya da bir ömür pişmanlık duyacaktı. Pişmanlıktansa bütün kemiklerinin tek tek kırılmasını göze alarak içten gelen bir duayla “Allah'ım! İsmi Azam'ın hürmetine yardım et” diyerek besmele getirip ayağa kalkmaya çalıştı. Sanki ayağı takılıp yere düşmüş gibi hiçbir şey olmamış gibi yerden öylece rahat bir şekilde kalkıp yürümeye başladı. Vücudunda ne ağrı vardı nede her hangi bir acı… Gözlerini kapatan pıhtılaşmış kırmızılık olmasaydı belki tekrardan kaçanların peşine verecek kadar kendisini iyi hissediyordu. Ağzı gözü dağılmamış, tekme yememiş gibi kalkıp yürümüştü. Ne olduğunu anlayamadıysa da ne yapması gerektiğini biliyordu. Bir an önce buradan uzaklaşması gerektiğini bilecek kadar da aklı hala çalışıyordu. Adımlarını hızlandırdı. Polislerin arasından geçerken bile kimsenin kendisini durdurmamasına şaşırdıysa da bunların üzerinde durmadı. Bir an önce uzaklaşıp kurtulmaya odaklanmıştı. O kadar polis arasında birisinin “Hey sen nereye gidiyorsun” demesine dahi aldırmıyordu. Gönlü rahat bir şekildeydi. Görülmez olmamıştı, ama gözlerin onu görmesinden emin kılınmıştı. Etrafında olan biteni görüyordu, ama sanki kimse onu görünmüyordu. Peygamber aleyhisselamın Mekke’yi terk edeceği zaman müşriklerin arasından görünmeden geçtiği gibi polislerin arasından geçip gidiyordu. O da kendisini nasıl görmediklerini merak etse da asıl düşündüğü şey bir an önce arkadaşlarının yanına varmaktı. Kurtulduğunu anladığı an “Rabbim! Sana sonsuz şükürler olsun” diyerek teşekkür etti. Murat’ı kanlar içinde gören arkadaşları çok ağır yara aldığını düşünüp onu hastaneye götürmek istedilerse de Murat “Buna gerek yok. Ben iyiyim” dese de kimse ona inanmadı. Yüzü gözü şişmiş, kanlar içinde kalan arkadaşlarının iyi olmadığını tahmin etseler de hastaneye gitmek için ısrarcı olmadılar. Yine de içlerinden biri “Emin misin?” diye sormadan edemedi. Murat hiç olmadığı kadar kendisini hissettiğinden “Eminim” diyerek arkadaşlarını ikna etti. Lavaboya gidip aynaya baktığında kendinden korktu. Arkadaşlarının neden hastaneye gitmek istediklerini anladı. Aynalar asla yalan söylemezdi. Korku filminden çıkmış gibiydi. Elini yüzünü yıkayıp kırmızı lekelerden kurtulunca eski haline yakın bir şeye dönüştü. Polislerin arasındayken çektiği acılar yediği dayaklar aklına gelince deliler gibi vücudunu kontrol ettiyse de her hangi bir ize veya kırık bulamadı. Yüzündeki şişlikler ve kırılan iki dişi dışında her şey normaldi. Ağrıları onu terk etmişlerdi. Kırılan dişlerinden bile kan akmıyordu. İnsanın hayatı sıvısı olan kanın bitme gibi bir özelliği olsaydı belki vücudunda kan kalmadığı için ağzına artık kan gelmediğini düşünebilirdi. Şehit olmayı beklerken isteğinin gerçekleşmemiş olmasına üzüldü “İnşallah bir başka sefere” diyerek sözleşti. Bu seferlik iki dişini şehit vermişti. Bu iki dişiyle gurur duymaya başlamıştı ne zaman arkadaşlarıyla şehadet hakkında konuşsa “Benim iki disim sehit oldu” deyip övünürdü. Ruhunu belki gönderememişti, ama iki dişini öncü olarak gönderebilmişti. Murat o gün yaşadıklarını eve geldiğinde Kemal’e anlattı “Bu bizim aramızda kalsın olur mu” diye tembih etti. Murat o günden sonra şehadete bir başka vuruldu. Allah azze ve cellenin lütfuna mazhar olsa da o Allah için dişlerini değil canını vermek istiyordu. Rabbine verdiği sözünde sadıktı. O günün gelmesini dört gözle bekliyordu.