Bir Elmanın İki Yarısı-7.Bölüm
7. BÖLÜM
Odasındaki yatağına uzanmış düşünce alemin de dolaşmaya çıkmıştı. Bu şekilde düşünmek ona bazı hakikatlerin kapısını açmıştı. İyi bir teknik olduğunu düşünüyordu. Yatmadan önce içinden çıkamadığı sorunların üstesinden bu şekilde gelerek bir çıkış yolu bulmuştu. Ya da sabah uyandığında hemen yataktan çıkmayıp şekerleme yaparak düşünüyordu. Yatağın yanı başındaki çalışma masasının üzerindeki Risale-i Nur külliyatından Mektubat kitabını gördü. Dün gece yatmadan on beş dakika kadar okumuştu. Neredeyse her gece yatmadan önce mutlaka risalelerden bir şey okumayı alışkanlık haline getirmişti. Her gün çok kısa da olsa Üstadıyla hasbihal edip ondan ders almaya çalışırdı. Aldığı hakikat dersleri sayesinde imanı kuvvetlenmiş, yolunun üzerindeki vesveselerden kurtuluş reçetesine kavuşmuştu. Sahip olduğu iman ve inancında Risale-i Nur külliyatına çok şey borçlu olduğunu biliyordu. Dün Mektubatta okuduğu “Kardeşlik risalesi” üzerine çokça tefekkür etmişti. İnsanların özellikle de Müslümanların neden bir çatı altında kardeş olamadıklarını uzun uzun düşündü. Oysa Üstadı kardeşlik risalesi sayesinde sorunu çözümleriyle birlikte verdiği halde nedense bundan ders alan çok az kişi oluşuna aklı almadı. Kısa süre önce M.Lather King’in kitabındaki bir cümleye hayret etmişti. “Kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrendik, ancak bu arada çok basit bir sanatı da unuttuk. Kardeş olarak yaşamayı” o kadar doğru bir tespitti ki bunu ezberlemişti. Üstadın kardeşlik risalesini düşünürken bunu da düşünmüştü. “Meğer kardeş olmak ne kadar zormuş” deyip üzüldü. Şekerlemenin en tatlı düşüncelerinde annesi “Oğlum uyandıysan sofraya gel” diye seslenince bugünkü nasibinin bu kadar olduğunu anlayarak yataktan çıktı. Alışkanlıkları ve yapması gerekenler vardı. Yatağını toplayıp odasını düzenlemesi çok kısa sürdü. Yüzünü yıkaması saniyelerini aldı. “Sabahın keyfi kahvaltı masasında duran çeşitler değildi. Asıl keyif insanın sevdikleriyle oturması, onlarla birlikte olmasıdır” diye cami hücresinde kaldığı zaman arkadaşlarına söylemişti. Bunu genç yaşına rağmen erken öğrenmişti. Şimdi anne ve babasıyla masaya oturuyor olmaktan çok mutluydu. Sırf her sabah ailesiyle birlikte bu mutluluğu yaşamak için yatağından isteyerek çıkardı. Şekerlemeden daha tatlı ve huzur vericiydi. Annesi “Oğlum! Bugün benimle teyzene gelir misin?” diye sorduğunda Ekrem’in ne cevap vereceğini tahmin etse de yine de bu soruyu sormaktan sıkılmıyordu. Ekrem sık sık duyduğu bu sorunun cevabını bu seferlik biraz uzatınca annesi umutlandı. Genelde “Bir işim var gelemem, ya da bir başka sefer” diye annesini oyalardı. Annesi bunun gelmemek için bir bahane olduğunu bilse de oğlunu üzmemek için sessiz kalıyordu. Ekrem’in üzerine gitmez ricasını hiç söylenmemiş farz edip tek başına giderdi. Ekrem’in “İşim var” dediği İslami hizmetler olduğunu biliyordu. Bunu annesine ve babasına açıkça söyleyemediği için geçiştirme kelimelerden yardım alıyordu. Ufacık bir yardım ona yetiyordu, ama bu sefer bunu yapmayıp annesinin ricasını içinden kabul etmek geldi “Tamam anne, ne zaman gidiyoruz” dediğinde annesi duyduklarına inanamadı. Annesinin sevinci görülmeye değerdi. Belli ki misafirliğe gitme isteği bahaneydi asıl isteği Ekrem’iyle birlikte bir yere gitme arzusuydu. Oysa bunu daha açık bir dille ifade etseydi Ekrem onu anlardı. Ekrem’in özellikle annesine karşı zaafı vardı. Bunu kötü manada söylemiyorum, onu o kadar çok seviyordu ki üzülmesin diye yapamayacağı hiçbir şey yoktu. Bazen İslam’i bir hizmetini yapacağı vakitte annesinin bir isteği olduğunda hangisine öncelik verilmesi gerektiğini bilemezdi. “İki sevgili arasında şaşkına döndüm” diye şaka yapardı. Birini mutlu edeyim derken diğerini kırmayacak bir yol bulurdu. İki sevgili arasında kalmanın zor olduğunu bilse de bundan şikayetçi değildi. Ekrem’in tabiatında şikayet yoktu. Yaşadığı bu tatlı sorunu ne annesine ne de mensubu bulunduğu İslam’i Cemaate söyledi. Elinden geleni yapıp her zaman bir yol bulurdu.
Annesini endişelendirdiği bir vakit uzun uzun düşünmüştü “Hayatta en çok sevdiğim annem ve babamın endişe ettiklerini bile bile yine de İslami cemaatin askeri birine gider miydim?” diye üzerine günlerce tefekkür etmişti. Sonuç mu? Kalbi mutmain olana kadar iyice tefekkür ettikten sonra “Ben her şeyden önce Allah’ın kuluyum, O’na karşı sorumluluklarım var, dinime karşı sorumluluklarım var. Mensubu olduğum İslam’i Cemaate karşı sorumluluklarım var” diyerek kaç parçaya ayrılması gerekirse gereksin sorumlulukları aksatmadan yapması gerektiğine inanarak çözümü bulmuştu. Bu dünya yalan ve faniydi. Sevgileri bazen aldatıcı olabiliyordu, buna aldanmayacak kadar şuurlu ve bilinçli olmak gerektiğine karar verdiğinde içi rahattı. “Ailemi birkaç gün üzsem bile bu geçici dünya hayatında bana gönül koyabilirler. Asıl hayat olan ahirette hakikatlerin ortaya saçıldığı vakit benimle gurur duyacaklarına eminim” diyerek teselli buldu.
Her anne çocuğunu sevgi ile büyütürdü. Ekrem, annesinin gülüydü. Sevgi pınarından beslenmişti. Annesiyle aralarındaki muhabbet ve sevgi karşılıklıydı. Ekrem’in babasının da hakkını yememek lazım, onu da sever ve sayardı, ama kalbinde annesinin yeri bir başkaydı. Bir ara arkadaşlarıyla vakit geçirip sohbet etmek için kaldıkları öğrenci evine gitmişti. Sohbet koyulaşıp uzadığında vakit gece yarısına gelmek üzereydi. Annesini merak edip endişeleneceğini bildiğinden daha fazla oturmak istemedi. Nefsi “Arkadaşlarınla kal, bu güzel ortamda istifade et” diye söylediyse de kalbi “Annen seni merak edecek” dediğinde kalbinin sesini dinlemişti. “Gitme bu gece burada kal” diyen arkadaşlarına rağmen “Annem merak eder” dediğinde utanmıyordu. Kınanmaktan “Ana kuzusu” diye takılmalarına aldırmıyordu. Sadece geçen yıl okul bittikten kısa bir süre sonra bazı arkadaşlarına özenmişti. Gençliğin kafasını yaşıyordu. Bu nedenle bir müddet eve gitmemişti. Onu tanıyan arkadaşları “Annen üzülmez mi?” diye takılıp sorduklarında “Allah’ın izniyle şehit olacağım, annem yokluğuma alışsın diye eve gitmiyorum” sözünü ciddiye alan pek olmamıştı. O zamanlar buna benzer sözler İslam’i Cemaat mensupları arasında o kadar sık kullanılıp dile getiriyordu ki hangisinin gerçek his olduğunu ayırt etmek imkansız olmuştu. Ekrem’in eve gitmediği o günlerde annesi ve babası için bir yıkım oldu. Ekrem’in eve haber vermeden gelmediği o ilk günden itibaren içlerine kor ateş düştü. Annesi o gün hayatının kabusunu yaşadı. Sabaha kadar gözlerine uyku girmedi. Salonda oturup Ekrem’in gelmesini bekledi. Ekremsiz koskoca bir gün geçtiği halde hala eve gelmediği gibi herhangi bir haber de yoktu. Babası neler olduğunu tahmin edebilecek kadar İslam’i yapıları tanıyordu. Belki bu yüzden oldukça rahattı. Ekrem’in iyi olduğunu düşünerek pozitif olmaya çalışıyordu, ama annesi öyle değildi. İçi içini yiyordu. Eşini işe yolcu ettikten sonra daha fazla evde oturamadı. Leyla gibi kendini dışarıya attı. Başta civardaki camilere gidip ders veren öğrencilere Ekrem’ini sordu. “Bilmiyoruz, görmedik” diyenlere yalvarırcasına oğlunu sorup durdu. Gözü yaşlı bu annenin hali görenlerin kalbine dokundu. Yapabilecekleri bir şey yoktu, ona yardımcı olamadılar. Ekrem’in eve gitmediği iki gün boyunca annesini telefonla arayıp “Ben iyiyim merak etme” diyerek kapatması annesini rahatlatmamıştı. Tek tesellisi iyi olduğunu bilmek olmuştu. Annesi onu bulmak ümidiyle Diyarbakır’daki camileri tek tek dolaşma pahasına da olsa Ekrem’ini bulunmak istiyordu. Annesinin camileri dolaşıp oğlunu sorması günler içinde İslam’i Cemaat mensupları arasında konu oldu “Bugün hangi camiye gidecek” diye tahminlerde dahi bulunanlar oluyordu. Bir annenin ciğer yakan feryadını duymayan kalmadı. Ekrem’ine kavuşmak istiyordu, onu bulmak ve eve götürebilmek için ayaklarına kapanma pahasına da olsa bunu yapmaya hazırdı. O zamanlar Ekrem’in sorumlusu Murat’tı. İslam’i Cemaatin ağabeyleri Murat aracılığıyla Ekrem’in eve dönmesini istediler. Ekrem bunu beklemiyordu. Bundan sonraki yaşantısının böyle olacağını düşündüğü için alışmaya çalışıyordu. “Nasılsa şehit olacağım, beni bir daha göremeyecekler” deyip eve dönmeyi düşünmüyordu. Evden ayrılışının üzerinden dört gün geçmişti. İlk günü bile atlatamayacağına inanan annesi dört gündü oğlunu görmeden yaşamıştı. Murat, Ekrem’e “Ağabeyler eve dönmeni istiyorlar” dediğinde Ekrem “Annemin bensizliğe alışıp ümidini kesebilmesi için biraz daha zamana ihtiyacım var. Bir müddet daha kalsam” diye ricada bulunduysa da Murat “Ağabeylerin talimatı kesindir” deyince Ekrem istediğine ulaşamadan eve dönmesinin vakti geldiğini anladı. Bunun tek nedeni vardı o da annesinin girişimleriydi. Cami cami dolaşıp kendisini aramasıydı, sormasaydı cemaatten “Eve dön talimatı gelmezdi” diye düşününce aklına yeni bir fikir geldi. Murat’a “Annemden izin alsam biraz daha kalabilir miyim?” diye sorunca Murat “Annen razı olursa sorun olmaz. O istemezse eve dönmek zorundasın” diye kesin konuştu. Ekrem eve gitmek yerine annesini telefonla arayıp “Eğer istersen hemen şimdi eve gelebilirim, ama müsaaden olursa biraz daha kalmak istiyorum” dediğinde annesi ne diyeceğini bilemedi “Canım bilmeden, istemeden senin kalbini mi kırdık, yanlış bir şey mi yaptık? Neden bizi cezalandırıyorsun, kurban olduğum eve dön” dediğinde işlerin istediği gibi gitmediği için üzülmedi. Üzüldüğü tek şey yaptıkları yüzünden ailesini suçlu hissettirdiğiydi. Bunu bu şekilde düşünmemişti. Tanıdığı anne ve babalar için de en iyi ebeveynlere sahip olduğunu biliyordu. Onlara sahip olduğu için şanslı olanın aslında kendisi olduğunun farkındaydı. Onların suçluymuş gibi hissedeceklerini beklemediği için yaptığının pişmanlığını yaşıyordu, kabahatini ve belki de şımarıklığını kabul etti. Sevgi ve şefkat dolu ailesine yaşattığı şeyler için rabbinden affını diledi. “Düşüncesiz davranıp anne ve babamın kalbini kırdığım için beni affet Allah’ım” diyerek anne ve babasına hayır duasında bulundu.
Ebeveynlerini yokluğuna alıştırmak için giriştiği bu macera şimdi gözüne saçmalık gibi görünmeye başladı “Şehit olsam bile evladını kaybeden ilk anne baba benimkiler olmayacağı gibi son da olmayacaklar. Allah bir şeyi aldı mı onun sabrını da verir” deyip kendisini kınadı. Evlatlarını kaybeden her anne ve babaya sabır veren Rabbimin rahmetini yeni hatırlıyormuş gibi gönlü rahatladı. Eve döndüğünde anne ve babasının ellerini öpüp onlardan özür diledi. Oğullarını, ciğerparelerini sağ salim gören anne ve babası yaşananları unutmuşlar gibi söz etmediler “Neden, niçin gittin?” diye sorma gereği duymadan, kızıp bağırmadan, öfkelenmeden hayatlarının en kötü günü olan dört günü hiç yaşanmamış sayarak hayatlarından ve anılarından çıkardılar. Annesi “Oğlum! Eğer arkadaşlarınla kalmak istersen bize haber verdiğin sürece sıkıntı olmaz” deyip Ekrem’in istediği zaman arkadaşlarıyla vakit getirebileceğini söylediğinde kelimeler ağzından istemeyerek çıkmıştı. Gönlünde böyle bir isteği yoktu. Ekrem bir daha evden ayrılmasın diye bunu söylemesi gerekiyormuş gibi hissettiğinden söylemişti.
Aradan yıl geçmiş olmasına rağmen Ekrem hala o çok sevdiği şehadetin gelmesini umutla bekliyordu. Bu arzusu zaman içinde küllenmedi tam aksine her geçen gün şehadete olan özlemi alevlenip içini yakmaya devam etti. Şehadetin, nazlı gelinin bir gün geleceğine öyle inanmıştı ki sorun o günün yakın mı yoksa uzak mı olduğu noktasında bir fikri yoktu. Sadece bekliyordu. Gözü ve gönlü yolda nazlı yarinin gelişini bekliyordu. Umudunu kaybetmeden... İçinde yanan aşkın adı şahadetti…
Ekrem annesiyle birlikte teyzesine gitti. Boşuna teyze için “Anne yarısıdır” dememişler. Ekrem’i görünce onu öpüp kokladı “Teyzesinin bir tanesi” diyerek sevdi “Daha sık gelmelisin, seni özlüyorum. Anneni arayıp seni sorduğumda işi var galiba deyip geçiştiriyor. Bana da vakit ayırmazsan hakkımı helal etmem” deyip Ekrem’den söz alınca daha rahat bir nefes aldı. Sohbet muhabbet derken yenilen çörekler, pastalardan sonra iki kız kardeş kafa kafaya verip aile içi sorunları konuşmaya başlayınca Ekrem aile içi sorunları dinlenmekten sıkıldı “Hep aynı sorunlar” diye tabir ettiği günlük hayatın akışı içinde yaşanan problemlerdi. Bu sorunların hayatın bir parçasıymış gibi neredeyse birçok ailede yaşanıyordu. Ekrem sıkıldığından “Teyzem müsaaden olursa kalkayım” dediğinde annesi oturması için ısrar ettiyse de Ekrem “Gidip arkadaşlarımla biraz takılayım” dedikten sonra annesi ısrar etmekten vazgeçti.
Ekrem’in gidip takılabileceği arkadaş çevresi askeri kanata geçtikten sonra çok azaldı. Olanlardan da diyaloğunu koparması gerekmişti. Şimdilik böyle olmasının zorunlu nedenleri vardı. Sevdiği yere H. Abdurrezzak camisine gidip öğrencilerini tekrar görmek istedi. Mustafa, Sabri Yıldız meselesini çözene kadar bir müddet başka şeylerle uğraşması gerekiyordu. Boş kalmayı sevmediğinden soluğu yine çok sevdiği camide aldı. Öğrencileriyle birlikte vakit geçirip Mustafa’yı ve diğer sorunlarından sıyrılmaya çalıştı.
Mustafa için dünya darılmış nefes almakta bile güçlük çeker olmuştu. Bir türlü geçmek bilmeyen günlerin baskısından kurtulamıyordu. Bir hafta bir yıldan uzun gibi gelmişti. Geçmek bilmeyen günler normal zamanlar da su gibi akıp geçiyordu. Oysa şimdi bu suyun önünde Sabri Yıldız gibi bir set vardı. Günlerin su gibi akmasına izin vermeyenin o olduğunu biliyordu. Günler ona inatla ağır ağır, damla damla geçiyordu. Saatler ona düşman olmuş gibi geçmek bilmiyordu. Saatin içindeki akrep dedikleri parçanın zehrini kalbine dökmesine daha fazla müsaade etmeyip Şehitlik camiine gitti. İki rekat sünnet namazı kıldıktan sonra öğle ezanına kadar kitaplıktaki Kur’an-ı Kerimlerden birini alıp geçen günkü pencere altındaki yerine geçip okumaya başladı. Kur’an okumak iyi gelmişti. Rabbinin kelimeleri kalbine sükunet vermişti. Kur’an okuduğu süre zarfında ne Sabri Yıldız’ı ne de Şehitlik camiinde bulunma sebebini düşünmüştü. Rahatsız edici düşüncelerden uzaklaştığı için kendisini hafiflemiş gibi hissetti. Yüklerinden kurtulan hamal gibi rahatlamıştı. Ne var ki bu o kadar uzun soluklu bir rahatlama olmayacaktı. Başında dikilip selam veren Sabri Yıldız olmasaydı belki bu rahatlığının tadı biraz daha uzun soluklu olabilirdi. Onu hala görmeye tahammülü yoktu. Zorunlu bir şey olmasaydı zaten bunu yapmayacaktı. “Sabri Yıldız işkencesi başlıyor” dedi içinden. Sabri Yıldız’dan nefret etmiyordu, nefret ettiği şey kendisine tebessüm eden bu adamı öldürme fikriydi. Başka koşullarda ve şartlarda karşılaşsalardı belki onu sevebilirdi. Sabri Yıldız, Mustafa’yı gördüğüne sevindiğini belli etmek için yüzündeki tebessümü devam ettirip yanına oturunca Mustafa okuduğu Kur’an-ı Kerim’i kapatıp selamına karşılık verdiğinde gönülsüzdü. Bazen beladan kaçarsın da bela yine de seni bulur ya Mustafa da Sabri Yıldız’dan kaçmak istedikçe Sabri Yıldız bir şekilde kendisini hatırlatıyordu. Eğer Hasan’a söz vermemiş olsaydı tüm vakit namazlarını o çok sevdiği İskender paşa camiinde kılardı. Sabri Yıldız sorunu çözülene kadar öğle ve ikindi namazları için buraya gelmeye mecburdu. Sabri Yıldız’ı gördüğüne pek memnun olmayan Mustafa yüz mimiklerine tebessüm kondurma çalıştıysa da bunu başaramadı. Sabri Yıldız, Mustafa’ya aldırmadı, insanlara yaklaşmanın, onlarla diyaloğa geçmenin ve güvenlerini kazanmanın ne denli zor olduğunu biliyordu. Sabri Yıldız “Nasılsın?” diye sorup Mustafa ile sohbet etmeye çalışırken bile yüzünden tebessümü eksik etmemeye gayret ediyordu. Bu hareketi ne kadar yapmacık olsa da çoğu zaman işe yaradığını biliyordu “İyiyim Allah razı olsun. Siz nasılsınız?” diye cevap veren Mustafa bunları alışkanlığından söylemişti. Yoksa gerçek manada kendisini berbat hissediyordu. Zaten sesindeki soğukluk ve yüzündeki memnuniyetsizlik her şeyi anlatmaya yetiyordu. Sabri Yıldız yüzünden eksik etmediği tebessümü artık rahatsız edici olmuştu. “Seni öldürmek isteyen birisiyle konuştuğunu bilseydin yine de böyle tebessüm eder miydin?” diye sormak istediyse de bunun içi sesi olduğunu biliyordu. Sabri Yıldız iç sesini duysaydı acaba ne yapardı? Mustafa iç sesine hakim değilse de diline hakimdi. Sabri Yıldız’la konuşunca kelimelerini özenle seçiyordu. Bir pot kırmaktan korkuyordu. İçindeki düşüncelerini gaflet anında dilinden çıkması an meselesiydi. Gerçi bir yandan da bunun olmasını ister gibi bir hali vardı. Sabri Yıldız’ın kendisinin kim olduğunu anlamasını ister gibiydi. Ne var ki şu ana kadar Sabri Yıldız kendisinin kim olduğunu bilmeden ilgilenmeye devam ediyordu. Bir çuval inciri berbat etmenin ne zamanıydı ne de yeri, gerginliğini, huzursuzluğunu içinde bulunduğu duruma bağlı olduğunu biliyordu.
Sabri Yıldız, Mustafa’nın ne düşündüğüne aldırmadan “Namazdan sonra işin var mı?” diye bir başka soru sordu. Mustafa ne diyeceğini düşünmeye başladı “Var” dese o zaman namazdan sonra çekip gitmesi gerekirdi. Sabri Yıldız’ı tanıma işi bir başka güne kalırdı “Yok” dediği takdirde Sabri Yıldız’la sohbet etme riski vardı. Bu riskten daha fazla kaçamayacağını bildiğinden istemeyerek de olsa “Yok” demeyi tercih etti. “Yok” kelimesinin ağzından çıkmasıyla pişmanlığı bir oldu. Keşke “Var” deseydim diye hayıflansa da artık çok geçti. Sabri Yıldız aldığı cevaba sevinmişti. Mustafa’yı daha yakından tanımak için eline geçen bu fırsatı değerlendirmek istiyordu. Mustafa’daki potansiyeli görmüştü, onu kendi saflarına katmak için vereceği uğraşı hesaplıyordu. Kılınan öğle namazının ardından Sabri Yıldız, Mustafa’yı iş yerine davet etti. “Orada kimse bizi rahatsız etmez, sessiz ve sakindir, bu saatler de pek müşteri olmaz deyip onu iş yerine gitmeye ikna etti. Sanki Mustafa’nın başka şansı varmış gibi… Bu iş yerinin adı her ne kadar “Yıldız mefruşat” olsa da aslında “Dırar mefruşat” tı. Ne var ki bunu bilen çok az kişi vardı. Mustafa dükkanın eşiğinden içeri adımını atar atmaz içinde bir ürperti hissetti, tüyleri bilmediği bir nedenden dolayı diken diken olmuştu. Dükkanın içindeki atmosferden mi yoksa alışık olmadığı kumaş kokularından mı kaynaklandığını bilemedi. Gerçi dönmek için çok geç olduğunu bilse de bir bahane bulup girdiği bu cehennem çukurundan kaçabilirdi. Sabri Yıldız'ın “Geç şöyle otur” diye gösteri tabureye doğru isteksizce hareket edip geçip oturdu. Bu oturuş kaçınılmaz muhabbetin ilk adımıydı. Sabri Yıldız dükkanında çırak olarak çalışan on iki on üç yaşlarındaki çırağına “Bize çay demle” deyip dükkanın arkasındaki bölmeye gönderdi. Mustafa’daki gerginliği ve kaçıp gidecekmiş gibi emanet oturduğu tabureden daha rahat edebilmesini sağlamak için ona ailesini sordu. Ardından okulu ve gelecek planlarını sorup durdu, yaklaşık yarım saat süren bu havadan sudan sohbetin ardından Mustafa’nın taburesine yayılıp rahat ettiğini anladı. Gelen sıcak çay da içini ısıtıp onu istediği kıvama soktuğuna kanaat getirdi. Mustafa olup bitenlerin farkındaydı. Sabri Yıldız’ın ne yapmaya çalıştığını iyi biliyordu. Sorduğu sorulara cevap vermekten sıkılsa da bu oyunun devam etmesi gerektiğini biliyordu. Oyunu yarıda bırakıp mızıkçılık yapmayacak kadar işin içine batmıştı. Belki de kendisi de birkaç soru sorup bu işin daha erken bitmesini sağlayabilirdi. Direk olarak “Siz Baği gruptan mısınız? İslam’i Cemaat mensuplarının kanına girme gibi bir aptallıkta bulundunuz mu?” gibi sorularla işini sonlandıra bilirdi, ama bu o kadar kolay bir şey değildi. Bunun yerine suskunluğu tercih etti. Bu da Sabri Yıldız’a istediği fırsatı altın tepside sunmak gibi oldu. Sabri Yıldız, Mustafa’nın biraz daha rahatlaması için “Spordan hoşlanır mısın?” diye sordu. Mustafa “Futbol oynamayı severim, ama maçı seyretmekten hoşlanmam” deyince Sabri Yıldız “Bir ara seninle birlikte oynarız, ne dersin?” diye sorunca yüzünde hala eksik etmediği tebessümü Mustafa’yı çileden çıkarsa da elinden bir şey gelmiyordu. Buna katlanması gerektiğini biliyordu. Hakikatin ortaya çıkması adına bu işkenceye katlanacaktı. İçinden bir ses “Seninle işim bittiğinde İnşallah bir daha seni asla görmem” diyerek geçiriyordu. Sabri Yıldız zehrini kusmak için tüm şartların yerine geldiğine inanınca can alıcı soruyu sordu “Herhangi bir İslam’i grup veya cemaate mensup musun?” diye soruduğunda yüzündeki tebessüm kaybolmuştu. Bu çok ciddi bir soruydu. Şakaya gelmezdi. Mustafa muhabbetin ne ara buraya geldiğini merak etti. Sabri Yıldız beklemediği bir soruyu sormuş ve cevabını bekliyordu. Mustafa’nın yüzü kızarmıştı. Utancından değildi, çünkü ortada utanılacak bir durum yoktu. Sabri Yıldız’ın bir şey anladığını düşündüğü için renkten renge girmişti. Mustafa’daki değişikliği fark eden Sabri Yıldız onu ürküten bu soru için acele ettiğini anlamış olsa da artık geri dönüşü olmayan bir yola girmişti. Sabri Yıldız, Mustafa’nın cevap vermesini beklemeden “Müslümanlar birlik olmalı, kardeşlik bağı ile birbirlerine sımsıkı kenetlenmeliler. Bunu başarabilirsek asrısaadeti tekrar yaşayabiliriz. Aksi takdirde herkes tek başına hareket ederse bunu başarmamız pek de mümkün olmaz. Çünkü ferdi mücadelenin etkisi yok denecek kadar zayıf ve cılızdır” deyip birlik ve beraberliğe vurgu yapan birkaç ayet okuyunca Mustafa’nın ruh hali yine allak bullak oldu. Sabri Yıldız’ın söylediklerinin doğru olduğunu ve İslam’i Cemaatinde hedefinin bu doğrultuda olduğunu biliyordu. Sabri Yıldız’ın iyi biri olduğunu tekrar inanmak istedi.
Sabri Yıldız, Mustafa’daki rahatlığı fark edince “Bizim iki türlü düşmanımız var, biri dahili diğeri ise haricidir. Harici düşmanlar bellidir, Amerika İsrail, Rusya, vesaire, ama en tehlikelisi içerideki düşmanlardır” deyip sustu. Mustafa’nın yüzüne bakıp tepkisini ölçmek istedi. Konuşmaya devam edip etmeyeceğini Mustafa’nın tavırlarına göre şekillendirecekti. Mustafa’nın can kulağıyla ve heyecanla dinlediğini fark edince “İçerideki düşmanlarımızın yaptığı fitneyi bertaraf edersek birliğimizi sağlar, şeriat yolunda güçlü ve kuvvetli oluruz. Bu durumda bizi ne Amerika yıkabilir ne de İsrail” dediğinde Mustafa hala can kulağıyla onu dinliyordu. Sabri Yıldız’ın ağzından çıkan kelimelerde yanlış bir şey yoktu, aynı düşünceye sahip olduğu Sabri Yıldız’a ısınmaya bile başlamıştı. Dükkana giren bir müşteriyle ilgilenmek için yerinden kalkan Sabri Yıldız’ın boşluğundan istifade edip konuşulanları bir kez daha düşünen Mustafa, Üstad Bediüzzaman’ın risalelerinde benzer soruna vurgu yapan yazılarını hatırladı. “Kardeşlikle ilgili sorunlar neredeyse hep ayın olmasına rağmen çözümünü bugüne kadar kimsenin icra edemediği kangren olmuş bir mesele” diyerek dalıp gitti. Mensubu bulunduğu İslam’i Cemaat ve diğer İslam’i grupların istediği kardeşliğin henüz gerçekleşmemiş olmasına üzüldü. Hiç kimsenin elinde birleştirici sihirli gücü yoktu. Sabri Yıldız’ın da böyle düşünmesini belki de bu yüzden garipsemedi.
Her grup veya İslam’i Cemaat kendi farklılıklarıyla İslam sancağı altında birleşip kendi meşreplerinin gerekliliğini yerine getirerek belki de bu mesele aşılabilirdi. Tarikat meşrebine devam etsin, cihatçılar cihatlarına… Herkes en iyi yaptığı işi İslam birliğinin çatısı altında yapabilse belki o zaman özlemini hasretle çektiğimiz Vahdet gerçekleşebilirdi. Birbirlerine saldırıp kınamakla, küfür veya nifakla itham etmekten vaz geçerek ilk adım atılabilirdi. Üstad Bediüzzaman’ın “Benim de davam haktır demeye hakkın vardır, ama tek hak dava benim davamdır demeye hakkın yoktur” diye önerdiği reçete İslam ümmetinin birliğinin reçetesidir. Çok basit bir reçeteyi bile uygulamada neden aciz kalındığını henüz anlayacak kadar olgunlaşmadığını kabul etti.
İslam’i Cemaat mensubu olarak Mustafa, ağabeylerinden, hocalarından diğer İslam’i grup ve cemaat mensubu kardeşlere “Kem sözler söylemeyin, onlara hayır duasında bulunun” diye nasihat dinlediğini anımsadı. Kısa bir süre öncesine kadar da Baği topluluk için bile “Onlar bizim kardeşlerimizdirler” diye nasihat almıştı. Baği topluluğun bir zamanlar İslam’i cemaat mensubu olduklarını duymuştu. Yaşanan bazı anlaşmazlıklar yüzünden İslam’i Cemaatten kopup ayrı bir cemaat olarak yollarına devam etme kararı aldıkları halde İslam’i Cemaat onlara kin ve adavet beslememişti. Büyük bir olgunluk gösterip “Onlar bizden ayrılıp yeni bir cemaat kurmuşlarsa da İslam’a hizmet ettikleri müddetçe bizim kardeşlerimizdir” deyip hiçbir ferdin ağzından kem söz çıkmaması için uyarıda bulunmuşlardı. Onlara karşı çok müsamahakar davranan İslam’i Cemaatin sabrına birçok yerde şahit olmuştu. İskender paşa camiinde bile ders veren iki ayrı grup olmuşlardı. Camilerde Kur’an dersi veren İslam’i cemaatin çalışmalarını kıskanıp aynı cami içinde farklı bir grup kurup, Kur’an dersi vermeye kalkıştıkları halde İslam’i cemaat mensupları onlara izin vermediler. İslam’i Cemaatin ağabeyleri ise “Camide Kur’an dersi vermek isteyen her kim olursa olsun onlara engel olmayın, karşı çıkmayın” diye kesin talimata bizzat muhatap olmuştu. Mensubu bulunduğu İslam’i Cemaatin nedenli İslam’a hizmet ettiğini en iyi bilenlerden biri olarak davasından ve yolundan zerre şüphesi yoktu.
Mustafa, Sabri Yıldız’ın bunlardan ne kadarını bilip bilmediğini bilmiyordu. Her şeyden önemlisi bunları tasvip edip etmediğinden bile emin değildi. Onu suçlamakta o kadar acele davranmamaya çalışıyordu. Sabri Yıldız ilgilendiği müşterisini gönderdikten sonra Mustafa’nın yanına gelip oturduktan sonra nerede kaldığını anımsamayı çalıştı “Tek başına bir şey yapamazsın” diye konuşuyorduk değil mi?” diye Mustafa’dan onay bekledi. Mustafa Arap sacına dönen düşünce denizinde boğulmamak için uğraşırken Sabri Yıldız’ın nerede kaldığını mı aklında tutacaktı. Sessizce dinlemeye devam etti. Sabri Yıldız adının aksine sabırsız davranmaya Mustafa’yı bir an önce saflarına katmaya çalışıyordu. Hırslanmıştı, sanki bu gençte mevcut potansiyeli görmüş gibi onu kaçırmamak adına çabalıyordu. Sabri Yıldız “İstersen bu konuda sana yardımcı olabilirim” dediğinde Mustafa korktuğu şeyin başına geldiğini anladı “Buna gerek yok, ben zaten İslam’i Cemaat mensubuyum” dese işler daha çok karışacaktı. Onlara katılmayı oynasa bile er ya da geç İslam’i Cemaat mensubu olduğunu bilen birilerinin çıkacağından şüphesi yoktu. Şehitlik semtinde pek tanımasa da İskender paşa ve Bağlar semtinde tanınıyordu. Mustafa, Sabri Yıldız’ın sorduğu soruya cevap vermekten kaçındı “Aşağı tükürsem sakal yukarı tükürsem bıyık” ağzından çıkacak olan herhangi bir kelimenin aleyhine olacağının farkındaydı. Suskunluğunu devam ettirmeye karar verdi. Sabri Yıldız, Mustafa’ya “Hemen cevap vermek zorunda değilsin. Zor bir karar olduğunun farkındayım, istersen biraz düşün” diyerek Mustafa’ya düşünmek için zaman vermenin iyi olacağını düşündü. Mustafa’nın bu teklifi kabul etmesini beklemiyordu. Mustafa bu teklifi kabul etseydi asıl o zaman şüphe uyandırırdı. Sabri Yıldız zehrini kustuktan sonra Mustafa’nın kanında etki etmesini beklerken Mustafa’nın düşüncesini dağıtmak için peygamber aleyhisselam ve sabahe hayatından kesitler anlatarak normale dönmeye çalıştı. Bu işi bildiğine şüphe yoktu. Mustafa’ya yaptığı teklifin ardından ortamın gerildiğinin farkına varmıştı. Mustafa’yı sakinleştirmek için anlattıkları işe yaramış gergin olan hava dağılmıştı. Muhammed aleyhisselamın ismi bile gergin havayı dağıtmaya yetmişti. Mustafa ile araları düzelmiş gibiydi. Mustafa “Müsaadeniz varsa ben kalkayım” diyerek gitmek için hazırlandı. Sabri Yıldız misafirini yolcu ederken “Söylediklerimi iyice düşün” diyerek onu uğurladı. Mustafa bir pot kırmadan Sabri Yıldız’dan kurtulduğuna sevindi. Bir günü daha geride bırakmıştı. Bu da iyi bir şeydi. Her ne kadar kafası şimdi daha çok karışmış olsa da bu işkencenin bitmesine az bir süre kaldığı için seviniyordu. Öte yandan “Sabri Yıldız’a ne cevap vereceksin” diye düşünerek yürümeye devam etti. Düşündükçe derinlere daldığını, nefes alamadığını, boğuluyormuş gibi hissetti. Zihninde henüz temizlenmemiş olan Sabri Yıldız vesvesesi yine hortlamış gibi düşüncelerin girdabında kaybolmamak için yapabileceği tek şey silah arkadaşı Ekrem’i bulmak için evine gitti. Kapıyı açan Ekrem’in annesi Ekrem’in evde olmadığını söyleyince hayal kırıklığı yaşadı “Teyze Ekrem gelirse Mustafa seni sordu der misiniz? İşi yoksa onu camide bekliyor olacağım” deyip oradan ayrıldı.
Ekrem yatsı namazdan sonra eve geldiğinde annesi Mustafa arkadaşın geldi “İşi yoksa camiye gelsin” dediğinde Ekrem kapı ağzında “Annem müsaaden olursa Mustafa’yı görmeye gidebilir miyim” diye saygısından izin istedi. Annesi onun hiçbir isteğini geri çevirmediği gibi bu isteğini de geri çevirmedi. Adetten “Geç kalma oğlum” dediğinde gitmesini istemiyordu. Ekrem annesiyle vedalaşıp İskender paşa camiinin yolunu tuttu. Soluğu İskender paşa camisinde alan Ekrem, Mustafa'yı şadırvanda kukuma kuşu gibi dalıp gittiğini görünce işlerin kötü gittiğini anladı. Mustafa’nın yanına gidip selam verince Mustafa, Ekrem’in gelişine öyle sevindi ki bu sevincini ona sımsıkı sarılarak gösterdi. Daha fazla camide durmanın riskli olduğunu bildiklerinden birlikte camiden çıkıp yürümeye başladılar. Ekrem “Hayırdır inşallah! İyi görünmüyorsun?” diye sorunca Mustafa, Sabri Yıldız’la aralarında geçen konuşmaları özetledikten sonra “Şimdi ne yapacağımı bilmiyorum. Sana akıl danışmak, fikrini almak istedim” dediğinde moralinin bozuk olduğu belli oluyordu. Ekrem “Onları en az benim kadar sen de iyi tanırsın. Ders verdikleri camilerde öğrencilerimizi kendi yanlarına çekmek için nasıl iftiralar atıklarını herhalde unutmamışsındır. Bu da yetmezmiş gibi öğrencilerimizden bazılarının ailelerini ziyaret edip ‘Bunlar çocuklarınızı kandırıyorlar’ diyerek aileleri korkutup çocuklarını camiden aldıklarını hatırlıyorsundur. Onların bu girişimleri yüzünden nice aileler çocuklarını artık camiye göndermez oldu. ‘İki grubun çatışmasında çocuklarımız heba olmasın’ diyerek çocuklarından uzak durmamız için bizi uyardıklarını da biliyorsun. Tüm bunlara rağmen Cemaatimiz bize yine de ‘Onlara karışmayın belki pişman olup düzelirler’ diye sabırlı olmamız yönündeki tavsiyelerini de hatırlıyorsun değil mi? Bizlere sataşmak için cami cemaati önünde tekfir edip sabrımızı zorladıkları bile oldu. Bizi kışkırtmak ve saldırıları bizim başlatmamız için her ne yaptılarsa Allah’ın izniyle başarılı olamadılar, hileleri ve tuzakları onların başının etini yedi. Cemaatimizin “Baği topluluğa gösterdiği müsamahayı bizler yaşayarak gördük. Ağabeylerimiz ‘Sabırlı olun’ demeseydi onların ne camide ne de oturdukları mahallelerinde barındırırdık. Cemaatimizin söylediği söze itaat etmek için ne kadar gücümüze gitse de eli kolu bağlı onların tüm hakaret ve tekfirlerini sineye çektik” diyerek Mustafa’ya Baği topluluğun yaptıklarını kısaca özetleyip hatırlattı. Sabri Yıldız’ın yaldızlı sözlerine kanmaması için hafızasını tazeledi.
İslam’i Cemaat fertlerinin en güzel meziyetlerinden biri cemaate mutlak süratte itaat etmeleriydi. Sahip oldukları İslam’i şuur ve bilinç bunu gerektiriyordu. İslam’i Cemaat yapısında itaat anlayışı güçlü bir yere sahipti. Onları birbirlerine bağlayan şey de bu itaat anlayışıydı. İslam’i Cemaat mensuplarının bu meziyetlerini dost düşman herkes bilirdi. Bu anlayışı yok etmek, yıkmak isteyen nice düşman odakları kirli oyunlar ve hileler yapmalarına rağmen kale gibi güçlü olan bu bağda Allah’ın yardımıyla bir gedik dahi açmaya muvaffak olamadılar. Bu güçlü dinamiğin zarar görmesi, zayıflaması demek İslam’i Cemaatin bitmesi anlamına geleceğini düşünenler çok çalıştılarsa da her seferinde daha güçlü bir irade ve anlayışa toslayıp geri püskürtüldülerse de amaçlarından vazgeçmiş değillerdi.
İslam’i Cemaat mensuplarının itaat anlayışı ne kadar güçlü olursa olsun sonuçta onların da etten kemikten ve duygulardan ibaret olduğunu bilen Baği topluluğun ilk hedefi “İtaat anlayışını” bozmaya çalışması çok manidardı. Birlikte ders verdikleri camilerde İslam’i Cemaat mensuplarının aralarındaki itaat zincirini kırmayı başaramamış olmalarından dolayı daha çok kudurdular. Deli danalar gibi İslam’i Cemaat mensuplarına saldırıp onları taciz etmeye başladılar. Mustafa ve Ekrem bunların şahidiydiler. Ekrem “Bu kadar ileri gidebilen Baği grubun neler yapabileceğini tahmin edebiliyorsundur İnşallah” diyerek Mustafa’nın daha dikkatli olmasını istedi. Mustafa’nın dalıp dalıp gittiğini görünce Baği topluluğun arkadaşını ne hale getirdiğini görünce çok üzüldü. Baği topluluğun gerçekleştirdiği Yorulmaz Mescidindeki ilk fiziksel saldırıyı hatırladı. Bunun Mustafa’ya fayda vereceğini düşündüğü için anlatmaya karar verdi “O zamanlar Yorulmaz Mescidinde hocalık yaptığım dönemlerdi” dediğinde Mustafa’nın dikkatini çekmeyi başarmıştı. Neredeyse her gün bizimle ağız kavgası edip arkadaşlarımızı tahrik etmek için ağza alınmayacak sözler ettikleri halde Allah’ın yardımıyla cahillerden yüz çevirip yolumuza devam ediyorduk, onlar yoklarmış gibi derslerimizi yapıyorduk. Bir gün yine ders esnasında bize sataştılar yine umursamadık. Cemaatin kesin talimatı vardı. Yoksa onları ağızlarını kırmasını bilirdik de işte emir olunca süt dökmüş kedi gibi sesimizi çıkarmıyorduk. Bize her ne hakareti yaptılarsa da, her ne söyledilerse de onları duymazlıktan gelip kulaklarımızı sözlerine mühürledik. Yatsı namazını kılıp eve gitmek için mescitten çıktığımız anda etrafımızı bir grup sardı. İşin tuhaf yani ne biliyor musun? İçlerinden birine bir ara hocalık yapmıştım. Öğrencim şimdi karşımda bana ve mensubu bulunduğum davama laf atıp duruyordu. Onun gözlerinin içini baktım, ders verdiğim günler aklıma gelince nasıl bu hale geldiğimizi anlayamadım. Biz yine sataşırlar diye beklerken onlar hep birden bize saldırınca tekme tokat birbirimize girdik. Baği toplulukla aramızdaki ilk fiziksel karşılaşma, dökülen kanların ilk kıvılcımları bu oldu. Ertesi gün ‘Bizim arkadaşlarımızı dövüyorsunuz’ diyerek yaygara koparıp satırlarla İslam’i Cemaat mensubu olarak kimi gördülerse kızgın boğalar gibi saldırdılar. O zaman anladık ki onların derdi başkadır. Baği topluluğun saldırılarına bir dur demek adına bir sonra ki gün onlardan bir düzinesine yapılan satırlı saldırılarla İslam’i Cemaat ‘Bizimle kavga etmeyi sürdürmeniz sizin için iyi olmaz’ mesajını verdiği halde akılları başlarından alınan aptallar bunu bir meydan okumak olarak anladılar. Allah’ın yardımıyla Mürted Örgütü dizi getiren bir Cemaate kafa tutup, Yahudilerin, Mekke müşriklerini hezimete uğratan Bedir aslanları için söyledikleri ‘Onlar savaşmayı bilmeyen bir gruptur. Bizimle savaşırsanız savaşın nasıl olduğunu göreceksiniz’ dedikleri gibi sünettullahı bozmadılar.
İslam’i Cemaat mensuplarını bir av görüp birkaç grup sokaklarda İslam’i Cemaat mensubu kişilerin peşlerine düşmeye, buldukları İslam’i Cemaat mensubu her kim olursa olsun küçük yaşlı demeden saldırılarına başladılar. Onları çıplak elle bile ezecek kabiliyete sahip olanları tutan tek şey ise Cemaatin ‘Karışmayın, onları görürseniz kaçın. Üzerinizde her ne olursa olsun asla kullanmayacaksınız’ emri zillet gibi görünse de Cemaate itaat farzdı. Her tarafta İslam’i Cemaat mensuplarına saldırıların arttığı haberi duyulsa da bu zillete sadece Cemaat istiyor diye sessiz kalıyorduk. İçinde bulunduğumuz zaman yeterince sisli ve pusluydu. İslam’i Cemaat bir yandan Mürted Örgüt ve onun ifsat kollarıyla mücadele ederken öte yandan emniyet güçlerinin baskı ve göz altılarla yaptıkları baskınlarla birlikte propagandasına karşıda mücadele ediliyordu. Devletin üzerine gelişine karşı tedbir almaya çalışırken, Baği grubun küçümseyen sözlerine aldıran pek yoktu.
İslam’i Cemaatin “Kardeşlerimiz” dedikleri Baği topluluğun eylemlerine son vermesi için her ne yaptılarsa onlara karşılık verilmedi. Onlara gönderilen arabulucular, kanaat önderleri, bölgede tanınmış saygın alim ve şeyhlerin çaba ve gayretleri dahi bir sonuç vermedi. Akan kardeşkanını durdurmak istedikleri halde Baği grup “İslam’i Cemaat bizden korktu” diye çok çirkin propaganda yapıp saldırılarını sürdürdüler. Recep Güneş, Abdullah, Abdülcelil ve Abdülkadir’i şehit ettikleri halde İslam’i Cemaat bağrına taş basma uğruna kardeşkanı dökülmesin diye şehitlerin intikamını almadı” diyerek Baği topluluğun azgınlıklarını anlatınca Mustafa “Haklısın, ben de benzer saldırılara uğradım. Hatta bana yapılan saldırının birinde üzerimde silah olmasına rağmen sırf Cemaat ‘Onlar size saldırırlarsa siz onlara saldırmadan kaçın’ dediği için bu zillete razı oluyorduk. Ağır bir musibetti. Bir anda dünya üzerimize yıkılmış gibi hissetmiştik” deyip Ekrem’i tasdik etti. Ekrem “Bunları yaşadığımız halde Sabri Yıldız’a nasıl sempati besleyip onun iyi biri olduğunu düşünebiliyorsun anlayabilmiş değilim” dediğinde Mustafa’nın yüzü düştü. Böyle bir tepki beklemiyordu, Ekrem’in haklı olduğunu düşünse de Sabrı Yıldız hakkında içinde hala bir umut taşıdığının farkındaydı. Ekrem “Sabri Yıldız’a sempatiyle bakarsan söyleyeceği sözleri anlamakta zorlanırsın. ‘İç düşmanlardan’ söz ettiği halde bunun ne anlama geldiğini görememiş, anlayamamışsın, çünkü iyimserlik kişiye farklı hissettir” dediğinde Mustafa ne demek istediğini iyi anladı. Bundan böyle nasıl davranılması gerektiği noktasında iyi bir uyarı almış olduğunun farkına vardı. Mustafa “Sabri Yıldız’a nasıl bir cevap vereyim” diye sorunca Ekrem “Hala düşündüğünü karar vermek için biraz daha zamana ihtiyacın olduğunu söylersin. Bu süre zarfında senin de süren bitmiş olur” dediğinde Mustafa rahatladı. Nasılsa birkaç gün sonra verilen süre bittikten sonra uzun bir süre Şehitlik semtine ayak dahi basmayı düşünmüyordu. Bu semtten soğumuştu. Ekrem’le Mustafa yürüyüp İskender paşaya geri geldiler “Bir sıkıntı olursa evdeyim” diyerek Mustafa’yla vedalaşıp evine döndü. Annesini uyanık ve endişeli bir şekilde gördü. Sebebini bildiği bir soruyu sormak yerine “Keşke yatıp uyusaydın. Hakkını helal et” deyip ellerinden öpüp yatak odasına gitti.