Bir Elmanın İki Yarısı-8.Bölüm
8. BÖLÜM
Sabahın erken saatlerinde Murat ve Kemal'in kaldığı öğrenci evinin kapısı çalındığında Murat uykulu gözlerle saatine baktıktan sonra biraz korku biraz da heyecanla kapı merceğinden gelenin kim olduğunu görünce aceleyle üstünü başını düzeltip kapıyı açtı. “Selamün aleyküm” diyerek içeri giren Hasan’ın selamına karşılık verdiğin de bu beklenmedik ziyaretin hayır mı şer mi olduğunu düşünüyordu. “Hasan öyle habersiz geldiğine göre bir şey var” diyerek merak etti. Hasan’ın yüz ifadesinde ve sesinde endişe edilecek bir şey yoktu. Hasan’ı müsait olan odaya aldıktan sonra elini yüzünü yıkayıp ocağa çay koydu. Hasan’ın çayı sevdiği artık bir sır değildi. Murat odaya Hasan’ın yanına gelip oturdu. Hasan “Kemal nasıl?” diye sordu. Murat “Uyuyor, kapı çalınca biraz endişelendi, ama senin geldiğini söyleyince rahatlayıp tekrar uyudu” dedi. Hasan bir şey konuşacağı zaman lafı öyle uzatanlardan değildi. Olduğu gibi, dolandırmadan söylerdi. O yüzden hemen konuya girip “Şehitlik semtinde Yıldız mefruşat diye bir yer var. Orayı Sabri Yıldız diye biri işletiyor. Baği grubun önde gelen isimlerden biridir. Onu araştır ve eylem planı yapıp beni bilgilendirin, işiniz bittiğinde size ne zaman eylem yapacağınızı söylerim” deyip geliş sebebini bir seferde anlattı. Murat, Hasan’ın söylediklerini aklına yazdı. Bu tür önemli konular kayıt altına alınmazdı, kayda geçmezdi. Kayıt hafızalarıydı. Mutfaktan çayı getirmek için kalktığında “Abi kahvaltılık bir şeyler hazırlayayım mı?” diye sorunca Hasan “Allah razı olsun bana çay yeter” dedi. Murat getirdiği çayları birlikte içeceği Hasan’ın sohbetlerinden istifade etmek için ona birkaç soru sorup muhabbeti açmak istediyse de anlaşılan soruları hala uyanmamıştı. Zihnindeki sorulardan eser yoktu. “Sessizce çayları yudumlamak da varmış” deyip nasipsizliğine razı oldu. Muhabbetsiz çayın tadı olmadığından Hasan fazla kalmayıp geldiği gibi ayrıldı. Murat, Hasan’dan aldığı talimat üzerine hiç vakit kaybetmeden Şehitlik semtine gelip Yıldız mefruşat buldu. Dükkanın içine bakıp kimlerin bulunduğunu görmek istediğinde gördü şeye inanamadı. Gözlerinin yanılmış olabileceğini var sayarak bir kez daha dükkanın önünden geçti. Hala iyi gören gözlerinde bir problem yoktu. Mustafa ve Hasan’ın tarif ettiği birinin sohbet ettiklerine şahit olmayı beklemiyordu. Mustafa’yı tanımazsa onun kim olduğunu bilmeseydi sorun olmazdı, ama onu tanıyordu. Mustafa gibi İslam’i Cemaatin askeri kanat elemanlarından birinin bu Baği grup sorumlusuyla da ne işi olabileceğini gerçekten merak etti. Gördüklerinin bir hikmeti olduğuna kendisini inandırıp Mustafa hakkında hüsnü zannını korudu. Dükkanın önünden bir kez daha geçti, gözlerin yanılmadığını Mustafa’ya sohbet eden kişi arasındaki yakınlığı anlamaya çalıştı. Sonuçta orası bir iş yeriydi. Mustafa’da müşteri olabilirdi. Ne var ki Mustafa müşteri gibi durmuyordu. Oturduğu taburede karşılıklı sohbet ettiği kişiyle pazarlık yapacak hali de yoktu. “Bunda bir iş var” deyip Yılmaz mefruşatı görebileceği bir yere geçip beklemeye başladı. Aklında hala gördüğü manzara vardı. Hüsnü zanda bulunsa da yine çok küçük bir ihtimal da olsa “Acaba” diye zihnine olumsuz düşünceler de gelmiyor değildi. Şeytanın vesvesesine kapı aralamamak için iyi niyetini koruyup “Mustafa’nın makul bir gerekçesi vardır” diyerek iyi niyetini korumayı sürdürdü. Bunu anlamanın tek yolu bekleyip görmekti. Mustafa’nın da Sabri Yıldız hakkında bilgi toplamak için buraya geldiği aklından geçse de bunu pek mantıklı bulmadı. “Acemi biri bile hakkında bilgi toplayacağı kişiyle bu kadar yakın bir ilişkiye girmekten sakınırdı. Kaldı ki Mustafa ne acemiydi ya da tecrübesiz” diye kendi fikrini yine kendisi çürüttü.
Yıldız mefruşatı gözetlerken aklına daha saçma fikirler geldiyse de onlara yol vermeyip üzerinde düşünmeyecek kadar saçma olduklarını kabul edip zihnini bu tür fikirlere kapattı. İşin aslını öğrenmek için beklemeye kararlıydı. “Mustafa’nın mantıklı bir açıklama yapacağından eminim” dediğinde buna yürekten inanıyordu. Mustafa gibilerini tanırdı, nice öğrenci yetiştirmiş biri olarak tecrübesi vardı. Mustafa’dan şüphe edilecek bir durumun olmadığına o kadar emindi ki bunun sebebini bilmese de iç sesine ve sezgilerine güveniyordu. Mustafa’nın İslam’i Cemaatin sadık ve itaatkar bir ferdi olduğuna adı gibi emindi. Gördüğü ve şahit olduğu manzaranın şekilden ve görsellikler ibaret olduğuna kendisini inandırdı. “Göz görmüş olsa da perde arkasını anlayabilmek için kalp gözüne ihtiyaç var” diyerek Mustafa’ya kalp gözüyle baktı. “Bu işin bir hikmeti var, her ne kadar ben henüz bu işin hikmetini bilmesem de var olduğuna inanıyorum” deyip beklemeye devam etti. Basiretli davranarak sabırlı olmaya çalışıyordu. Mustafa’nın er ya da geç dükkandan çıkacağını bildiğinden merakından beklemeye karar verdi. Buraya gelişi sebebini unutmamıştı, ama şimdi ondan da önemli bir sorunla karşılaştığı için yoğunluğunu Mustafa’ya odaklamıştı. Yaklaşık bir buçuk saat sonra Mustafa, Yıldız mefruşatın kapısından çıktıktan sonra arkasında onu yolcu eden Sabri Yıldız’a görünmemek için acele etmeden bekledi. Sabri Yıldız dükkana girince Murat hızlı adımlarla harekete geçip Mustafa’ya yetişti, omuzuna elini koyup selam verdiğinde Mustafa’nın kireç gibi beyaz yüzüyle karşılaştı “Anlaşılan Sabri Yıldız’la muhabbetin pek iyi geçmemiş” dediğinde Mustafa donup kaldı. Tüm kasları birden gerilip hareket edemez oldu. Murat’ın Sabri Yıldız meselesini nereden bildiğini o kadar çabuk düşündü ki bir an için inkar etmek istediyse de “Sen nereden biliyorsun” diyerek Murat’a baktı. Mustafa’nın gözlerindeki bakışı tanıyordu. Çaresizlik ve acziyetin boş bakışlarıyla daha önce de karşılaşmıştı. Murat “İşin yoksa biraz konuşabilir miyiz?” diye öneride bulunca Mustafa cevap vermeyip Murat’a tabi oldu. Şehitlik parkına gelip sessiz bir köşedeki bankta oturdular. Murat daha fazla dayanamayıp “Sabri Yıldız’la tanışıklığın nedir?” diyerek direkt konuya girdi. Belli ki Hasan’ın bazı huylarını kapmıştı. Mustafa bu aralar istemediği birçok şeyi yaptığının farkındaydı bunlara yeni birini eklemenin sakıncası olmayacağına karar verip Sabri Yıldız’la olan hikayesini Murat’a anlattı. Olayları abartmadan üstü örtülü kelimeler kullanmadan baştan sona yalın ve açık bir şekilde anlatınca Murat’ın yüzü gülmeye başladı. Mustafa’ya güvenmekle ne kadar doğru bir karar verdiğini görmüş olduğu için seviniyordu. Mustafa’nın içine düştüğü duruma acısa da “İmtihan bazen öyle çekilmez olurdu ki imanımızı sorgulamamıza bile neden olabilir. Ankebut suresinin ilk ayetlerini hatırlıyor musun? ‘İnsanlar ‘İman ettik’ demeleri ile bırakılı verileceklerini ve imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar’ diye geçer. Güçlü iman, çetin imtihanlara karşı durarak gelişir. Bazen inanmak veya teslim olmak yetmeyebiliyor. Peygamber aleyhisselamın sahabeleri arasındaki farklar gibi İslam’i Cemaat mensuplarının da aralarında fark vardır. Hz. Ebubekir Sıddık’tır, Hz. Ömer adildir, Hz. Osman hilm sahibidir, Hz, Ali cesur ve ilmin kapısıdır. Her bir sahibinin özelliği farklıdır. İslam’i Cemaat içinde de farklı fertler var. Kendilerini davanın sahibi görüp her şeylerini bu yolda feda edenler sıddıklar var. Kanlarını davaları için feda eden şehitler, özgürlüklerinden geçen Yusufiler var. Her birimiz Hz. Ebubekir gibi ‘O dediyse doğrudur’ diyecek kadar davamıza güvenmeliyiz. Hz. Ömer’in Hudeybiye antlaşmasındaki tavrı bizim için güzel bir örnektir. Peygamber aleyhisselamla Mekke müşriklerinin anlaşma yaptığı sırada ortaya çıkan anlaşma metni Müslümanların aleyhine gibi durduğu için buna itiraz edip ‘Ya Resulallah! Biz Müslüman değil miyiz?’ diye sormuş. Peygamber aleyhisselam ‘Evet’ diye cevap vermiş. Hz. Ömer ‘Onlar müşrik değiller mi?’ diye sormuş. Peygamber aleyhisselam ‘Evet’ demiş. Hz. Ömer ‘Sen Allah’ın Resulü değil misin?’ diye sormaya devam etmiş. Peygamber efendimiz aleyhisselam efendimiz ‘Öyleyimdir’ diye cevap vermiş. Hz. Ömer daha fazla dayanamayıp ‘Peki neden bu antlaşmayı kabul ediyorsun?” diye tepkisini ortaya koymuş. Bazen bize ters gelen şeyler olabilir işin aslını astarını öğrenme hakkımız vardır, ama şüphe etme hakkımız yoktur. Bir defa doğru veya yanlış şüphe etmeye başlarsak şeytana böyle bir kapı aralamış oluruz ki ömrümüz boyunca o kapıyı bir daha asla katamayız. Kapatmak istesek dahi bunu yapamayız. Şüphe zehirli bir sarmaşık gibi bir kez kalbe girip yayılmaya başladı mı onun kökünü kurutsan dahi yine de kök salması için çok küçük bir şey tekrardan hayat bulmasına yeter de artar bile. Şüphe hastalığın en güzel tedavisi yine Kur’an ayetlerinde bize öğretilmiş ‘İşittik ve itaat ettik’ ayeti bize bu vesvese ve şüphe kapısını kapatmamızı öğretir. Sen de aynı şeyi yapmalıydın. Madem bir yola çıkmışsın Hasan abinin dediğini yap. Bu işte karlı çıkan sen olacaksın. Mensubu bulunduğun davana Hz. Ebubekir gibi ‘O dediyse doğrudur’ demeyi öğreneceksin belki de” deyip Mustafa’ya nasihat etti.
Mustafa, Murat’tan tepki bekliyordu. Nedense “Beni anlamadan eleştirecek” diye düşünmüştü. Yanıldığını görmüş oldu. Yanıldığını gördüğü halde sevine biliyorsa bu iyiye işaretti. Murat “Bundan böyle senden istenilen her neyse onu yap. Birileri seni görecek veya yanlış anlaşılmalara sebep olacaksın diye de düşünme” diyerek son nasihatini etti. Murat’a açıldığı için mutluydu, Murat’ın tavsiyeleri iyi gelmiş, rahatlamıştı. Kendisini hafiflemiş hissetti. Şunun şurasında iki gün kalmıştı. İki günün sonunda Sabri Yıldız defterini açılmamak üzere kapatmaya can atıyordu. Murat da bu işin aslını öğrendiği için sevinçliydi. Yaptığı nasihatlerinden sonra gönül rahatlığıyla evine döndü. Yarın öğrencileriyle olan derslerine çalışması gerekiyordu.
Sabah evden çıktığında saat sekize geliyordu. Dışarıda Mayıs ayının insana yaşam sevinci veren hoş havası vardı. Meltemin usulca esip vücuduna değmesi hafif bir ürperti verse de ardından gelen sukünet hissedilmeye değer bir şeydi. Sıcak ve soğuk arasında orta derecede sabahın henüz araba egzozlarının dumanıyla kirlenmemiş havasını içine çekip durdu. Dün akşamdan beri kafasını yastığına koyduğu andan itibaren öğrencileriyle yapacağı konuşmayı düşünüyordu. Lise sorumlularıyla ders yapma günüydü. Ne zaman böylesine önemli bir programı olsa birkaç gün önceden yapacağı derse iyece hazırlanıp öğrencilerine neyi anlatacağını düşünmeye başlardı. Kafasında tasarlayıp durduğu ders vakine kadar düşüncelerinden biri bu olurdu. Yıllar geçmesine rağmen bu heyecanını ve alışkanlığını hiç kaybetmedi. Her cumartesi ders saatinden önce tatlı bir telaşla tutulurdu. Evden çıktığı andan itibaren seçtiği konunun üzerinden defalarca geçmekle kalmayıp nasıl bir etki yapacağını tefekkür ederek anlamaya çalışırdı. Bu hafta ki konusu “Şehit”lik üzerineydi. Öğrencilerine şehitliğin ne demek olduğunu anlatmaya karar vermişti. Öyle ya öğrencileri madem bu kadar çok şehit olmayı arzu edip duruyorlardı. Onun için gerekli olan fedakarlığı da severek ve isteyerek de yerine getireceklerinden emindi. Bu güzel hayatı bırakıp daha güzel bir dünyaya, ebedi hayata talip olanların aşkının ismiydi şehadet… Öğrencilerine dilinin döndüğü kadarıyla şehadet aşkıyla yanıp tutuşmanın ne demek olduğunu anlatacaktı. Tecrübe ve okumalarında öğrendiklerini onlarla paylaşacaktı.
Şehit olan kardeşleri aklına düşünce hüzünlendi. Mayısın serinletici havasını bile hissetmez oldu. İçi yangın yerine dönmüş, tutuşmasına az kalmıştı. Sokak ortası olmasaydı üzerindeki gömleğini dahi çıkaracak kadar yanmaya başlamıştı. Serinlemeye, kaynayan kanının serinlemeye ihtiyacı olduğunu biliyordu. Şimdi gömleğini çıkarsa ona deli derlerdi. Delirmemişti, ama delirmek üzereydi. Baği topluluk çok sevdiği şehit Ahmet Arık’ın kanına girmişlerdi. Belki öğrencilerine şehidi anlatıp onun “Yaşayan şehit” lakabını nasıl kazandığı hakkında ders yapabilirdi.
Murat yanından geçip giden insanların koşuşturmasına baktı. Onların gafletine şaşırdı. “Belli ki onlardan kimse şehit Ahmet’i tanımıyor ” diyerek üzüldü. Murat bu karmaşanın içindeki çarpıklığa şaşırdı. Biri kanını İslam dini uğruna feda ederken, öteki bu kutlu müjdeye nail olabilmek adına İslam’ın izzeti için, Allah’ın hükmü her yere hakim olsun diye mücadeleye tutuşmuşken, bazıları da onlardan bir haber yaşamlarına bir anlam veremedi. Allah hidayeti dilediğine verdiğini biliyordu. Hidayet layık olana yakışan bir gömlek gibiydi. Kişinin güzel ahlak ve meziyetleri ile birlikte kalbin de Allah sevgisi veya korkusu olana gelen ilahi bir lütuftu. Dünyanın aldatıcı yüzüne aldanmış, yaşamın keşmekeşi içinde kaybolup gitmiş olan insanın kendisini silkelemesinin vaktinin geldiğini düşünse de buna karar verecek konumda olmadığını biliyordu.
“Şehit Ahmet gibi ihlaslı kulların hizmetleri hürmetine Allah bu davaya rahmet nazarıyla bakıyor” diyerek bir çıkarımda bulundu. Murat, Şehit Ahmet’ten çok şey öğrenmişti. Bugün sahip olduğu kimi özelliklerini Şehit Ahmet sayesinde kazanmıştı. Arkadaşlarına güvenmeyi ve onları dinlemeyi Şehit Ahmet öğretmişti. Onu yetiştiren hocalarının başında geliyordu. Şimdi onun yokluğuna alışmak zor olsa da buna mecburdu. Ondan öğrendiği gibi şimdi kendisi de öğrencilerini aynı metotla yetiştirmeye çalışıyordu. Güzel yetişmiş bir ağacın meyvesi de güzel olurdu. Öğrencilerine gösterdiği ilgi ve alakadan dolayı ona “Ali baba” lakabı takılmıştı.
Murat öğrencileriyle buluşmak için Selim’in evine geldiğinde selam verip içeri geçti. Selim ve Rıdvan’ın gözaltından çıktıktan sonra onlarla ilk defa bir araya geliyordu. Geçtiği odada Cihan’ı görünce ona sarılıp kucaklaştı. Üç öğrencisinin de hazır oluşlarına sevindi. Bu aynı zamanda bir sıkıntının da olmadığı anlamına geliyordu. Murat, Selim’e “Nasıl yakalandığınız hakkında bir fikrin var mı?” diye sordu. Selim “Gözaltındayken ve çıktıktan sonra bunu düşündüm. Aklıma gelen şey şu oldu” deyip yakalanış hikayelerini anlatmaya başladı “O gün okulda Baği topluluğun mensupları bizi kışkırtmak için bazı arkadaşlarımıza musallat oldular. Kavga çıkmasın diye okuldaki arkadaşlarıma dağılmalarını, dikkatli olmalarını söyledim. Olan biteni sana anlatıp fikrini almak için birkaç yere haber bırakıp eve döndüm. Yalnız o gün arkadaşlarımın kavga etmesine engel olurken Baği topluluğun okul sorumlusu Zeynel’in okulun etrafında nöbet tutan sivil polis aracına girip beni işaret ederek bir şeyler konuştuğunu gördüm. O an bunu umursamadım. Kavga çıkmadığı için polisle işimiz olmaz diye düşündüm” diye anlatınca diğer okul sorumlusu arkadaşları benzer durumun kendi okullarında da yaşandığını hatırlatmak zorunda hissetiler. Bunun tesadüf olmasının zor olduğu çok açıktı. Murat “Anlaşılan birileri ortalığı karıştırmak istiyor. Siz yine de temkinli ve dikkatli olun” diyerek onları uyardı.
Selim’le Rıdvan’ın nasıl yakalanmış olabileceği az çok belli olmuştu. Bundan sonraki tedbirler üzerinde konuşup fikir alışverişinde bulundular. Okuldaki sorunlar ve öğrencilerin sıkıntıları ele alınıp üzerinde konuşup nasıl çalışma yapacaklarıyla ilgili fikirlerini paylaştılar. Kendisini aşan mesele ve sorunları not aldı. Sorunlar konuşulduktan sonra sırada nasihat ve sohbet vardı. Murat “Bu dava Allah’ındır. O’nun istediği gibi biri olmaya bakmalıyız. Arkadaşlarımıza da Allah’ı sevdirip, O’nun rızasını kazanma yolunda neler yapabileceklerini anlatarak yardımcı olmalıyız. Allah’ı hakkıyla tanımayan O’nu bir başkasına anlatamaz. Allah’a olan inancımız ve imanımız ne kadar güçlüyse bağımız ne kadar kuvvetli ise bizler de o kadar güçlü ve kuvvetliyizdir. Gençlik yıllarının kıymetini iyi bilin, ihtiyarlık kapımıza dayanmadan edebildiğimiz kadar gençlik yıllarımızı hizmet yolunda sarf edelim. Allah’ın sevdiği bir yaştayız, O’nun ipine sımsıkı sarılıp boyasına boyanmalıyız. Gevşeklik gösterecek vakit değil, oturacak zaman hiç değil. Bugün çalışıp yorulmazsak yarın yaşlılık gelip çattığında, adım atacak mecalimiz kalmaz” diyerek nasihatini sürdürdü. Murat’n nasihati öğrencilerinin aklına ve kalplerine nakşedildi.
O çok sevip arzuladığımız şehadet oturanlara uğramaz. Bakın Şehit Ahmet’e ve diğerlerine… Onlar gece gündüz çalışıp durdular. Elde ettikleri şehadet ihlaslarından dolayı onlara layık görüldü. Şehit olmak istiyorsak önce Allah’ın razı olup sevdiği bir kul olmalıyız. Tıpkı şehit Abdülkadir Özcan gibi ihlas ve teslimiyetle Allah’a bağlanmalıyız. İslam’i hizmetlerde dünyaya aldırmayan Abdullah ve Abdülcelil gibi hayatın hangi aşamasında olursak olalım davamıza sahip çıkmalıyız. Şehit Recep Güneş gibi korkusuz olmalı ‘Allah ne takdir etmişse ona güvenip tevekkül etmeliyiz’ dediği gibi teslim olmalıyız” diyerek şehadet şerbeti için kardeşlerini anlattı.
Öğrencilerinin onu can kulağıyla dinlediğini fark etti. Konu şehit veya şehadet olunca çok sevdikleri bu mertebeye nasıl ulaşacaklarını merak ettiklerinden Murat’ın söylediği her şeyi hafızalarına kazıyıp bir şey kaçırmamak için iyice dinlemişlerdi. Öğrencileri ne kadar hizmet ve çalışmalarında gevşeklik etmemişlerse de bunun yine de yetersiz olduğunun farkındaydılar. İnsanların ateşte veya ateş çukurunun kenarında dururken İslam’i Cemaat mensupları onları kurtarmak için yirmi dört değil belki yirmi beş saat çalışmaları gerektiğinin farkındaydılar. Zaman aleyhlerine işliyordu.
Selim, okulda İslam’i Cemaatin saflarına yeni katılan Mehmet Ali ve Tevfik’ten söz etti. Onları “Fıtratları bozulmamış, çok saf ve temiz olan iki genç” diye tarif etti. “Mehmet Ali ve Tevfik, İslam’i Cemaatin saflarında hizmet etmek için sabırsızlanıyorlar” diye de ekledi. Birisinin hidayetine vesile olmak İslam’i Cemaat mensupları için büyük bir mutluluk ve sevinçti. Allah’a döndürdükleri kişi için Allah’ın hoşnut olacağını biliyorlardı. Allah’ın kendilerinden razı olacağını umarak hizmet ediyorlardı. Tüm çaba ve gayretleri Allah’ın rızasıydı. Bundan başka beklentileri ve gayeleri yoktu. Çok basit gibi görünen, ama aslında çok zor olan bir şeye talip olmuşlardı. Allah’ın rızasına çıkan yol hiç de düşünüldüğü gibi rahat ve kolay değildi. Bu yol engebeli ve çileliydi. Gözyaşı ve kanla kaplanmış yolu aşmak için hayati sıvılarının son kertesine kadar feda etmeliydiler.
Bu yolda yolcu olmak için çelikten sağlam sabra ve iradeye ihtiyaç vardı. Hak yolun üzerinde oturmuş Allah’a ulaşmaya çalışanları saptırmaya çalışan şeytan ve avenelerini aldırmamak ve takılmamak gerekirdi. Onların hilesine aldananların sonu maalesef ebedi hüsran yurdu, ateş çukurlarıdır. Şeytanın hilesine aldananların, onu uyanların, dünyaya meyledenlerin acı sonu ne yazık ki ebedi cehennem olduğu hakikatini dahi görmekten kör olanlar, iş işten geçtikten sonra nasıl bir sonla karşılaşacaklarına bir baksınlar. Hak yolun yolcusunun tek destekçisi ve yardımcısı vardır o da Allah azze ve celledir. Yolcu bunun şuurunda olmalı, bunu aklından asla çıkarmamalıdır. Başı sıkıştığı her an medet umabileceği Rabbini hatırlamalıdır. O’nun yardımı olmadan bir arpa boyu yolun dahi alınamayacağının şuur ve bilincindedir her zaman. Belki de bu yüzden haftalık dersler önemliydi. Bir hafta boyunca karşılaşılan sorun ve sıkıntılara karşı birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeye ihtiyaçları vardı. Edindikleri tecrübe ve deneyimi paylaşıp çözüm arayışına girerek sapıtmaktan, dalalete düşenlerden olmaktan emin olamadıkları için her vakit birbirlerine “Hakkı ve sabrı” tavsiye etmeye ihtiyaçları vardı.
Rıdvan “Okuldaki bazı hocalar öğrencilerin kafasını karıştırmak için ‘Allah varsa ne için göremiyoruz, ahiret hayatının varlığı kesin değil, bize ahiretten haber veren veya gidip de dönen kimse yok, insanlar ve canlılar ölür ve toprak oluruz’ diye onların dediklerini aktardı. Murat tebessüm edip “Aradan o kadar zaman geçmesine rağmen hep aynı kafa karıştırıcı soruları sorup genç zihinleri bulandırmaya çalışıyorlar. Oynanan oyun hep aynıdır. Tek fark vardı o da zaman içinde değişen insan görünümlü ahmaklardı. Kendileri gibi düşünmeyen insanları da kendi düştükleri cehennem çukuruna çekebilmek için çabalayıp duruyorlar. Onlardaki bu hırs yalnızlık korkusundan kaynaklandığı için kalabalık olmayı, büyük kitlelere sahip olmayı arzu edip duruyorlar. Oysa onlar bilmezler mi ki tüm dünyayı arkalarına dahi alsalar bunun hiç bir işe yaramayacağını, hakikati değiştirmeye güçlerinin yetmeyeceğini kavramaktan acizler mi? İnkar ettikleri her ne varsa er ya da geç mutlaka karşılaşacaklardır. Lakin o gün pişmanlıkları onlara fayda vermeyecektir” diye öğrencilerine nasihat etti. Rıdvan’ın söylediği soruna çözüm olarak da “Öğretmenlerin ve İslam’ın iman anlayışına karşı illeri sürdürdükleri şeyleri çürütmek için bol bol Risale-i Nur okuyun” diye arkadaşlarına tavsiyede bulundu. Kafası karışan arkadaşınız varsa da ona da Risale-i Nur okunması tavsiye edin. Risale-i Nur külliyatı Allah’ı tanıtan bir eserdir. Sahip olduğumuz gözle göremediğimiz Allah azze ve celleyi kainattaki ve alemin özü olarak tabir edilen insanda bulunan ilahi mührü ve kuvveti görmeyi mümkün kılıyor. Allah’ın ve kıyametin varlığını delilleriyle ortaya koyup İki kere iki dört ettiği gibi Haşrin varlığını ispat ediyor. Ahiret hayatının varlığını ise her baharda canlanan ve sonbaharda tekrar ölüm uykusuna yatan tabiatla izah ediyor. İnkar edilmesi imkansız misaller getirerek Allah’ın varlığını, birliğini, gücünü ve kudretini gözlerin ve aklın inkar edemeyeceği şekilde açıklıyor” diye anlatan Murat “Üstad Bediüzzaman’ın hayatı da bizim için örnek alınacak ibretliklerle doludur’ deyip sustu. Bir müddet suskunluğunu korudu. Neye ve niçin daldığını anlayan olmamıştı.
Bugün de derslerden beklentinin yerini bulmasına sevinmişti. Öğrencilerin ders ve sorunlarını dinlemiş, onlara tavsiyelerde bulunmuştu. Ve yeri geldiğinde onların da öğrencilerine nasıl davranması noktasında örnek olmaya çalışmıştı. Onları eğitmek ve sorunlarla başa çıkabilecek bir seviyeye gelmelerini sağlamak Murat’ın sorumluluğundaydı. Öğrencilerini ne kadar güzel yetiştirirse gelecek için o kadar güzel hayaller, umutlar besleyeceğini biliyordu. Murat dersi sonlandırıp kalkmaya hazırlanmışken Selim “Abi! Baği topluluğu ne yapacağız?” diye sorduğunda sanki suçlu kendisiymiş gibi sesi zayıf çıkmıştı. Selim “Okulda bizim ilgilendiğimiz öğrencilere gidip hakkınızda yalan yanlış birçok şey uydurup onların bizden uzak durmalarını söyleyip duruyorlar” dediğinde Murat henüz kalkıp gitmenin zamanı olmadığını anladı. Murat, Baği topluluktan nefret ettiği kadar İslam’a açıktan düşmanlık edenlerden nefret etmiyordu. “Onların küfrü ve inkarları açıktır, düşman olduklarını gizlemiyorlar. Kalplerinde olanı söylemekten çekinmiyorlar. Oysa Baği topluluk İslam’i bir dava olduklarını iddia ettikleri halde İslam’a düşmanlık edip Allah’a inananların kanına girecek kadar alçaktırlar. İslam’a en çok zarar veren grup bunlardır. Bir vücuttaki kanser gibi organları tahrip edercesine İslam’ı tahrip ediyorlardı. Bunu İslam’i kimliğine bürünerek yapmaları elimizi kolumuzu bağlıyor. Onlar koyun postuna bürünmüş kurtlar gibi İslam aleminin içine girmiş parazitlerdir. Yalnız şunu unutmayın onlar ne bu zamana has ortaya çıkmış yeni bir gruptur ne de son olacaklardır. Peygamber efendimizin sallallahu aleyhi ve sellemin hicretten sonra İslam ümmetini içten kemiren kurtçuklarla nasıl mücadele edileceğini Rabbimizin ayetleriyle bize öğretmiştir. Peygamber aleyhisselamın sünneti yolumuzu aydınlatan kandiller gibidir. İhlasla Allah’a güvenip, yalnız ondan yardım isteyin, göreceksiniz ki o zaman her şey çok daha güzel olacak” diyerek öğrencilerin moralini yine düzeltmeyi başardı. Sorumlu olmak böyle bir şeydi galiba… Sorun çözmek, dert dinlemek, motive etmek, ama bunları İslam’i değerler çerçevesinde yapmak maharetti. Yoksa hamasi duygularla, akıl ve hikmetten yoksun çözümlerle sorunlar çözülemezdi.
Murat, Selim’e “Onların taşkınlıklarına karşı siz bir şey yapıyor musunuz?” diye sordu. Selim “Bize söylediğiniz gibi onlarla karşı karşıya gelmemek için çabalıyoruz. Sataşma ve hakaretlerini sineye çekiyoruz, yalnız biz böyle yaptıkça onlar daha çok şımarıp azgınlaşıyorlar. Bizi korkaklıkla itham edip asfalyalarımızla oynuyorlar. Arkadaşları zapt etmekte zorlanıyorum. Onları bıraksam okulda bir tane bile Baği grup mensubunu barındırmaz, parçalayıp tarumar ederler. Sırf Cemaatin hürmetine Allah’ın yardımıyla sabrediyoruz” diye anlattı. Murat, Selim’in anlattıklarından mesajı almıştı “Bizi bırakın onlara hadlerini bildirelim. İslam’i Cemaat erlerinin kim olduklarını görsünler” diye bir ima sezdiyse de buna sesini çıkarmadı. Bunu normal bir tepki olarak karşıladı. Öğrencilerini tanıyordu, onlardaki cesaret ve itaati biliyordu, daha geçenlerde Burhanettin Yıldız Lisesindeki kavgada Cihan ve arkadaşlarının cesaretini ve kahramanlıklarını kendi gözleriyle görmüştü. Gençliğin heyecanı ve deli akan kanı itham edici sözleri yutmakta zorluk çekmesinden daha doğal bir şey yoktu. Sabır gençlik çağındaki civan metlerin işi değildi. Baği topluluk sabrı hak etmiyordu. Onların anladıkları dilden konuşmak icap ediyordu. İslam’i Cemaatin talimatlarına uyumak için aldıkları emrin ortadan kalkmasını bekliyorlardı. “Yeter ki Cemaat emir versin Baği topluluğun kökünü kazımak boynumuzun borcu olsun” diyen Rıdvan’a katıldıklarını ifade eden bir bakış ve suskunlukla Murat hocalarına baktılar.
Sabrı kuşanmak zannedildiği gibi kolay ve basit değildi. Hele gençler için... Sahip oldukları enerji yüzünden bir gence “Sabret” demek ölümden daha ağır gelirdi. Dünyaya meydan okuyacak imana sahibi olduklarını hissedecek kadar coşkulu ve heyecanlı olan genç, kimseden korkmadan, çekinmeden meydana çıkmaya her zaman hevesli ve isteklidir. Korkak ve alçak karakterli Baği topluluğun meydan okuyuşuna “Sabırlı olun” diyen Cemaatin hürmetine ses çıkarmayıp söylenenlere itaat etmek her babayiğidin harcı değildi. Her ne kadar çakal ve sırtlanlara meydanı bırakmak istemeseler de İslam’i Cemaatin sözünü çiğnemektense her türlü ithamı yutmak daha iyiydi.
Murat “Onlar hakkında bilgi toplamaya ve yaptıklarını gözlemlemeye devam edin. Atıkları her adamdan haberdar olmaya çalışın” dediğinde Rıdvan “Ticaret Lisesini karıştırıp Baği topluluğu üzerimize salan kişiyi tespit ettik. Ticaret Listesindeki Baği topluluğun okul sorumlusu neredeyse her teneffüs cadde üzerinde bulunan Yıldız mefruşata uğradıktan sonra okulda karışıklık çıkıyor” diye söyleyince Murat’ın aklına Mustafa geldi “Keşke şimdi burada olsaydı da bunları duysaydı” diye içinden geçirdi. Geldiğinden beri pek konuşmayan, sesi çıkmayan Cihan arkadaşlarının anlattıklarını dinlemekle yetindi. Yapısı gereği çok konuşan biri değildi. Sırf laf olsun diye de konuşmaktan, laf kalabalığı yapmaktan nefret ederdi. Kısa bir süre önce Murat’la bir araya geldiklerinde ayaküstü okulda olup biteni onu anlatmıştı. Şimdilik söyleyecek başka bir sözü yoktu. Gerçi bu derslerde bilgi kadar tecrübede önemliydi. Edinilen tecrübe ve kazanılan deneyin ufuk açıcıydı. Hangi okul olursa olsun sorun ve problemler benzerdi. Yaşanan tecrübelerden pratik olarak edindikleri bilgileri paylaşmak, aynı hatayı ikinci kez işlemenin önüne geçerdi. Liselerdeki öğrenciler aynı yolun yolcusu olmasalar da aynı yaşın verdiği heyecana ve tecrübesizliğe sahiplerdi. Onların ortak noktası buydu. Sonuçta hepsinin adı gençti...
Haftalık dersin sonuna geldiklerini anladıklarında okulla ilgili sorun ve problemler konuşulmuştu. Murat, öğrencilerinin kişisel olarak da kendisiyle görüşebileceklerini söylediğinden dağılmadan önce ev sahibi Selim “Abi! Vaktin varsa biraz konuşabilir miyiz?” diye rica ettiğinde yüzünün aldığı şekle bakılırsa yolunda gitmeyen bir sorun olduğu belli oluyordu. Murat “Arkadaşlarını yolcu et istersen ondan sonra konuşalım” deyince Rıdvan ve Cihan’la vedalaşıp onları yolcu etti. Baş başa kaldıklarında Murat “Hayırdır rengin birden değişti?” diye sorunca Selim lafı fazla uzatmadan “Abi! Okuldaki duyumlara göre Baği grup bize yönelik saldırı hazırlığındaymış, ne zaman olacağını bilmiyoruz, ama hazırlandıklarından eminiz. Kardeşlerimin zarar görmesinden endişe ediyorum. İzin verirseniz onlar saldırmadan biz harekete geçip onların hilesini bozalım” diye endişesini dile getirdi. Murat’ın aklına daha farklı bir sorun gelmişti ‘Birilerinin İslam’i Cemaatten ayrılması gibi…’ Böyle şeyler çok nadir de olsa yaşanıyordu. Yükten kaçanları duyduklarında daha çok onlar için üzülüyorlardı. Gerçi Selim’in söylediği şeyler ciddi bir sorundu, ama onun telafisi mümkündü. Murat “Cemaat henüz onlara yönelik saldırılara izni vermiyor. Ben yine de durumun ciddiyetini ağabeylere iletir en kısa zamanda sana dönerim” deyince Selim biraz olsun rahatladı. Taşıdığı endişeyi Murat’la paylaşmak iyi gelmişti. Yüzündeki beyazlık yavaşça kaybolmaya, vücudu tekrar yaşam pınarı olan kırmızının damarlarında dolaşmasına izin vererek canlandı. Murat “Sen yine de alabildiğin tedbirleri al bir süre hiçbir kardeşin yalnız dolaşmaması için onları gruplara ayır, okula birlikte gelip gitmelerini söyle, mümkün olduğunca da her teneffüs onları ve gelişmeleri kontrol et. Okuldaki baği topluluğa ‘Sizden haberimiz var, attığınız her adımı biliyoruz’ imajının vererek onları yakın takibe alın. Takiplerinizi açıktan yapın belki bu şekilde bir planları varsa da vazgeçerler diye umuyorum. Allah’ın takdirinin önüne geçemeyiz” deyip Selim’e ne yapması gerektiğini anlattı. Genç yaşta birisinin böylesine ağır bir sorumluluğunun altında kalmasına üzülüyordu. Selim’e moral vermek için “Mücadele saflarında akıtılması kaçınılmaz olan kanın önüne hiçbirimiz geçemeyiz. Allah azze ve cellenin takdir ettiğine engel olmak bizim haddimize değil. Bizler bu durumda Yakup aleyhisselamın çocuklarına dediği gibi ‘Allah’tan gelecek hiçbir şeyi sizden def edemem hüküm ancak Allah’ındır’ deriz” diye cümlesini tamamladı. Selim rahatlasa da içindeki boşluk onu rahatsız ediyordu. Eli kolu bağlı bir şekilde beklemenin ıstırabı içindeydi. Allah’a tevekkül etmiş olsa da bu onun gönül rahatlığıyla yaşamına kaldığı yerden devam etme hakkı vermiyordu. Murat, Selim’den müsaade isteyip evden ayrıldığında akşam namazını Abide Camisi’nde kılmak için acele etti. Neyse ki camiye geldiğinde hala on dakikası vardı. Murat’ı camide gören öğrencileri etrafını sarıp “Hocam bu akşam bize dersi sen verir misin?” diye rica ettiler. Murat henüz on ve on iki yaşları arasında olan beş öğrencisinin bu isteğini kırmadı “Tamam” dedi. Murat’ın gözde öğrencisi olan Yakup neredeyse üç yıldı Murat’ın eğitiminde geçmişti. Murat’tan ders almış olan Yakup’un Allah vergisi bir zekası vardı. Diğer öğrencilerinden farklıydı. Yaşının on iki olmasına rağmen akıl yaşı çok daha büyüktü. Hocasının yanına gelip “Hocam! Size bir şey söylemem gerek” diyerek gizli bir şey konuşacağını ifade etti. Murat yanındaki diğer öğrencilerine “Siz camiye girin” deyip onları gönderince Yakup’la yalnız kaldılar. Yakup “Hocam bugün kahvehanede biri vuruldu. Kahvehanede oturanlardan iki kişi de onların peşine verdiler” diye gördüklerini anlattığında Murat onu öyle eğitmişti. Çocuktur diye onun gördüklerini değersiz görmüyordu. “Gördüğün ilginç bir şey olursa bana anlat” diye tembih etmişti. Murat “Bu kadar mı?” diye sorunca Yakup “Hocam! Yarın saldırganların peşine veren iki kişiyi öldürürler” dediğinde Murat bu öğrencinin farklı olduğuna bir kez daha şahitlik etti. “Bunu kimseye anlatma” deyip öğrencisinin başını okşayarak camiye girdiler.