41.84
  
48.67
  
0.00
  
97.47

Bir Elmanın İki Yarısı-9.Bölüm

Bir Elmanın İki Yarısı-9.Bölüm

  9. BÖLÜM

 Bu sabah gökyüzünde sebebi bilinmeyen iki parlak ışık vardı. Bulutlar utançlarından çekilmiş, gökyüzü maviliğini göz alabildiğince açığa çıkarmıştı. Semanın bu kadar güzel olması güneşten miydi yoksa zaten güzel miydi? Bu sabahın diğer günlerden bir farkı yok gibi görülebilirdi. Belki de öyleydi… Gökyüzünün nasıl göründüğünden ziyade belki de nasıl gördüğün önemliydi. Ara sıra başını kaldırıp gökyüzüne bakıp hayallere dalmışsan eğer o zaman semanın dilinden anlar ne demek istediğini çözerdin. Sema bir şeyler anlatıyordu, güzel bir müjde verir gibi ihtişamını ve maviliklerini gören gözlere sunmuştu. Semadaki farklılığı gören Selim’in zihni dünyanın içindekilerle o kadar meşguldü ki semayla ilgilenmiyordu. Kafasında birçok sorun olduğu için semaya adapte olamıyor, ne dediğini anlayamıyordu. Kafasının içinde bin bir sorun varken semayla konuşacak, hasbihal edecek zamanı yoktu. Adımlarını hızlandırıp bir an önce okula gitmek istiyordu. Yetişmesi gereken bir yer gibi acele ediyordu. Telaşlı ve endişeliydi... Selim, İslam’i Cemaatin Namık Kemal Lisesinin sorumluluğunu üstlendiği günden itibaren okula her zaman ders başlamadan yarım saat önce gelmeyi bir alışkanlık haline getirmişti. Ders başlamadan okul arkadaşlarını görür, ayaküstü onlarla kısaca sohbet ettikten sonra gönül rahatlığıyla derslerine giderlerdi. “Gönül rahatlığı” lafın gelişi idi. Okulda herkes her an tetikte hazır beklerdi. Karşıt gruplarla ne zaman, nerede kavga çıkacağı belli değildi. Hazırlıklı ve tedbirli olmaları gerekiyordu.

Gün yeni başlıyordu. İçindeki sürprizleri bilmek imkansızdı. Yine de arkadaşlarına “Dikkatli olun” diye tavsiyede bulunmuştu. Baği topluluğun saldırısının beklendiği bir vakitte rahat olmak için gamsız olmak gerekirdi. Bu özellik Selim’e hiç uymuyordu, tam aksine o “Ali’yi ğamğar” dı. İçinde bulunduğu zaman pek de tekin değildi. Zaman musibet zamanıydı, fitne ateşi yakılmış, alevleri her yeri küle çevirsin diye körükleniyordu. Fitneyi yakan Baği topluluğa fırsat vermek istemiyordu. Öyle ya “Onlar inananlarla karşılaştıkları zaman bizde sizdeniz derler. Şeytanlar ile baş başa kaldıklarında ise biz inananlarla alay ediyoruz” diyerek ikiyüzlülükleriyle övünüyorlardı.  Baği topluluk, ikiyüzlü münafıklar sözleriyle, davranışlarıyla inananları aldatabileceklerini düşüne dursunlar, her şeyin yolunda olduğuna yemin ederken zerre kadar vicdanları söyledikleri yalandan dolayı sızlanmazdı. Dilleri kuvvetli laflar söylüyor olsa bile kalplerinde olmayan şeyi söylemiş olmaktan da utanmazlardı.

Selim her zaman ki gibi okula gelip arkadaşlarını gördükten sonra onların iyi olduğunu görünce Rabbine şükretti. Bir sıkıntının olmadığına sevinip arkadaşlarına “Derslerinize girin” diye söylediğinde yüzü biraz olsun tebessüm etmişti. Selim, ilk teneffüste okul bahçesine çıkıp etrafa bir göz attı. Tuzak var mı diye gözlerini dört açtıysa da bir şey göremedi. Yalnız göremediği başka şeyleri fark etti. Baği topluluktan hiçbir öğrenci okulda yoktu. Bunun iyiye alamet olmadığını tahmin etmesi güç olmadı. Birden endişelendi, bu duruma yorum yapamayacak kadar zihni karışmıştı. Oysa okulda her şey yolunda gibiydi. Sabah derse girmeden tüm arkadaşlarını görmüş, onların iyi olduğundan emin olmuştu. Şimdi okul bahçesinde her zamanki gibi normal bir an yaşanıyor gibi görünse de Baği topluluktan kimsenin olmayışı Selim’i endişelendirmeye başlamıştı. Sınıflara giden merdivenin altında Atatürk büstü önünde birkaç öğrenci grubu sessizce sohbet ediyorlardı. Okulda farklı tek şey Baği topluluk öğrencilerin bulunmamasıydı.  Bu da Selim’in endişelenmesi için yeterliydi. Çok kısa bir süre sonra okul bahçesini dolduran öğrencilerin kalabalığı Selim’in görüş alanını daralttı. Okul bahçesindeki kalabalıktan rahatsız edici bir uğultu yükselse de ne dedikleri pek anlaşılmıyordu. İç içe geçen seslerin oluşturduğu cızırtı rahatsız ediciydi bile denilebilirdi.

Selim okuldaki arkadaşlarını bir araya toplayıp “Siz de okulda farklı bir şey gördünüz mü?” diye sorduğunda arkadaşları şaşkınlıkla birbirlerine bakıp Selim’in ne demek istediğini anlamaya çalıştılar.  Selim, arkadaşlarının bir şeyden haberi olmadığını anlayınca “Cuma! Baği gruptan kimseyi okulda göremedim. Sınıflarına gidip bir bak, onlardan gelen var mı? Kimlerin gelmediğini de öğrenebilirsen iyi olur” deyip Cuma’yı gönderince arkadaşları Selim’in ne demek istediğini yeni anladılar. Gözlerine batmayan bir diken olmayınca okuldaki atmosferin tadını çıkardıklarından Baği grubu önemsememişlerdi. Cuma, Selim’den aldığı talimatla hemen fırladı. Okulda Baği grup mensubu altı öğrenci bulunuyordu. Altısının da bir anda okula gelmemesi tesadüfi olamazdı. Cuma altısının da sınıflarına baktıysa da kimseyi bulamayıp sınıf arkadaşlarına onları sordu. Selim’in dediği gibi altısı da bugün okula gelmemişti. Nefes nefese kalan Cuma “Baği gruptan kimse okula gelmemiş” dediğinde Selim’in kalbi duyduğu endişeden duracak gibi oldu.  “Nasıl bir imtihanın içindeyim Allah’ım yardım et” diye dua etti. İslam’i Cemaatin gençlerini rahatsız eden, kalplerini ısıran bir şüphe oluşmaya başlamıştı bile. Bunun ne olduğunu henüz bilmiyorlardı. Baği grup öğrencilerinin okula gelmeyişinde çözemedikleri bir sır saklı olduğundan emin gibi olsalar da bunu şimdilik bilmiyorlardı. Çözemedikleri bu gizemle derslere girseler bile akıllarını kurcalayan bu bilinmezlik olduğu sürece dersi alamayacakları kesindi.

Selim “Sizler sınıfınıza dönün, ben birkaç yere uğrayıp neler olduğunu anlamaya çalışacağım” dediğinde Cuma “Ben de seninle geleyim. Belli ki ortalıkta dönen bir şeyler var. Yalnız gitme” diye söyleyince Selim, Cuma’nın önerisini mantıklı bulunca kabul etmek zorunda kaldı. “Sınıfımızdaki kitap ve defterlerimizi alırsınız” diyen Cuma acele edip giden Selim’e yetişti. Okul kapısından çıktıkları anda onları Nihat karşıladı. Nefes nefese kalmış olan Nihat’ın koştuğu belli oluyordu.  Konuşmak istediyse de nefes alıp vermekte zorlandığı için konuşmasından bir şey anlaşılmıyordu. Selim, Nihat’ın omuzlarından tutup “Sakin ol, derin nefes al” diyerek rahatlamasını sağladıktan sonra Nihat “Mehmet Ali ve Tevfik satırlı saldırıya uğrayıp şehit oldular” dediğinde Selim’in dizlerinin bağı çözüldü, yer yarılsa da içine girecek kadar insanlığından utandı. İki masum güle kıyan canilere lanet okusa da içindeki ateşi söndürecek hiçbir şey yoktu. Cuma hala bir şey anlayabilmiş değildi “Mehmet Ali ve Tevfik” diye birilerini tanımıyordu. Selim’in yıkıldığını görünce Selim’in onları tanıdığını anladıysa da bu iki şehidin kimler olduğunu merak etti.

Selim, Nihat’ın verdiği acı haberden sonra kendisini kapattı. Olduğu yere çöküp “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” diyerek ağlamaya başladı. Nihat ona teselli olsun diye bir şeyler söylerken o duymuyordu bile. Cuma, Selim’i hiç bu halde görmemişti. Sevip saydığı Selim’in yıkılışına şahit olmuştu. Bu duruma daha fazla dayanamayıp Selim’i tutup bir güzel silkeledi “Kendine gel” diye ilk kez ona bağırdı. Selim gitmek istediği ahiret yolculuğuna çıkmadan Cuma’nın sarsmasıyla yalan, fani dünyaya geri döndü. Gözlerinden gelen yaşları elinin tersiyle silip Cuma’ya “Okuldaki arkadaşlara haber ver Mehmet Ali ve Tevfik şehit olmuş. Bugün okul yok hepsi gelsin” diye onu gönderdi. Nihat hala bir şeyler anlatıp duruyordu, belki de şehitler hakkında edindiği bilgileri paylaşıyordu, ama Selim şimdilik onlarla ilgilenmiyordu. Mehmet Ali ve Tevfik’i düşününce gözleri yine doldu “Onların yerine keşke ben şehit olsaydım” diye mırıldanınca Nihat ne söylediğini anlamadı. Okuldaki diğer öğrenciler de gelince hep birlikte Mehmet Ali ve Tevfik’in evlerine doğru yola çıktılar. Selim hala bu acıyı hazmedemiyordu. Kavganın, mücadelenin bir raconu vardı. Oysa hainler ne racon bilirlerdi ne de dürüstlük… Amaçları can yakmaktı ve bunu başarmışlardı. Nasıl yaptıklarının bir önemi yoktu. Mazlumların kanına girme pahasına her şeyi kendileri için mubah sayan caniler kabili bile aratır olmuştu. Kabil mezarından kalkıp gelseydi “Ben bunların yaptıklarından beriyim” derdi. Açtığı çığırdan utanırdı.

Nihat, Selim ve Namık Kemal Lisesinin İslam’i Cemaat öğrencilerini Mehmet Ali ve Tevfik’in şehit edildiği yere getirdiğinde sokakta in cin top oynuyordu. Yaşanan vahşetin ardından anneler çocuklarını sokağa çıkarmaktan korkmuşlardı. Sokakta pıhtılaşmış kırmızı kanı gördüler. Selim Allah için mübarek kırmızıyı görünce tekrar ağladı. O dökülen kanların ne kadar temiz ve mübarek olduğunu biliyordu. Yere çömelip pıhtılaşmış kana dokunduğunda ellerine bulaşan kanı kokladı. Arkadaşları Selim’in delirdiğini düşünseler de onun aklı da ruhu da sağlamdı “Cennet kokusu bu kadar mı güzel” dedikten sonra diğer arkadaşları da o kokuyu almak için elleriyle kana dokunup kokladılar. “Kırmızının böyle korktuğunu hiç bilmiyorduk” diye itirafta bulundular. Çok kısa bir süre sonra sokak cennet kokusu ile doldu. Şehitlerin kanı müjde, cennet kokusu ise umut olmuştu. Onlar cennete, cennet de onlara layıktı. Ne var ki geride kalanlar için hala yapılması gerekenler vardı. Şimdi ne yas ne de matem zamanıydı. Zaman metanetli olma, dik durma zamanıydı. Şehitlere son görevlerini yerine getirme, onları Rablerine yolcu etme vaktiydi. Kutlu yolculuk için hazırlanma vaktiydi.

Namık Kemal Lisesi öğrencileri şoktaydı. Bekledikleri ve çok sevdikleri şehadet onlara değil de henüz namazla ve Rableriyle gerçek anlamda yeni tanışan saf yüreklere nasip olmuştu. Mücadele saflarında olmak, her gün “Şehadet ne zaman bize uğrayacak” diye beklemekle ve hayal ederek gerçekleşen bir şey olmadığını tekrar anladılar. Şehadet layık olana gelen İlahi bir lütuftu. Şimdi bu lütfa Mehmet Ali ve Tevfik layık görülmüştü. Onları bir yandan kıskanıp öte yandan imrenmeleri layık görüldükleri lütuftan dolayıydı.

Yorulmaz mescidine geldiklerinde mescit İslam’i Cemaatin mensupları ile dolup taşmıştı. Şehitlere son görevlerini yerine getirebilmek için işlerini güçlerini bırakıp gelmişlerdi. Bu kalabalık şehit kardeşlerinin şehadet düğününe gelmişti. Tekbir ve salavatlarla onların şehadetlerini tebrik ediyorlardı. Toplanan kalabalığın çoğu şehitleri tanımıyordu bile, kim oldukları, İslam’i Cemaate ne kadar, nasıl hizmet ettikleri hakkında bilgileri yoktu. Bunun da bir önemi yoktu. Allah azze ve celle bir kuluna lütfederse ona engel olabilecek kim vardı? Kalabalığın içinde bazı meraklılar vardı. Şehitler hakkında bir şeyler öğrenmek isteyenler Namık Kemal Lisesinin öğrencilerine “Onlar nasıl şehit oldu? Ne zamandan beri İslam’i Cemaat saflarında bulunuyorlardı?” diye sorular sormaya başlamışlardı. İşin ironi tarafı Namık Kemal Lisesinin birçok öğrencisi bile Mehmet Ali ve Tevfik’ten haberleri yoktu. İçlerinde onlarla tanışmamış olanlar vardı. Onların hidayetine vesile olan Şahin ve Selim dışında şehitler hakkında kimsenin bilgisi yoktu. İslam’i Cemaat saflarına dahi katıldıklarından bi haberdiler. Bu saatten sonra bunların hiçbirinin önemi kalmamıştı. Soru soranlara Selim “Davaya gönül vermiş iki fidandılar” diyerek öz bir cevap verdi. Hayatlarının baharında yeni açmaya durmuş gonca güller için gözyaşı sel olup akıyordu. İslam’i Cemaatin fertlerinin gözyaşları renksiz olsa da aslında ise öyle değildi. Mehmet Ali ve Tevfik’in şehadeti her birisine farklı dersler vermişti. Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu kazanabilmek için illa da gece gündüz çalışmak meydanlarda cihat etmenin yeterli olmadığını anladılar. Her şeyden önce Allah’a saf kalbi duygularla bağlanmayı öğreten şehitler onların gözlerinin önündeki perdeyi kaldırmıştı. Bu hakikati anlayanlar kendilerini tutamayıp tekrar ağladılar.

Daha dün haftalık derste öğrencileri ile bir araya gelen Murat, Selim’in onlardan güzel bahsettiğini hatırlayınca duygulandı. Yorulmaz mescidine geldiğinde Selim’i bulup ona sıkı sarılıp “Rabbimiz onları bizden daha çok sevip yanına almayı uygun görmüşse bize düşen onların ayrılık acısına sabretmektir” diyerek teselli verdi. Şehitleri son yolculuklarına uğurlama görevi Murat’a verilmişti, organizasyonu o yapacaktı. Kalabalık içinde şehitlerin bundan böyle uyuyacakları mezarlarını kazımak için altı kişi seçip Yeniköy mezarlığına gönderdi. Oradakilerle birlikte gelene kadar ahirete acılan kapının hazırlanmasını istedi. Şehitlerin naaşı önünde kılınan cenaze namazı için saf tutanlar, şehitlerden yayıldığı belli olan miski amber kokusu ile mest oldular. Namazının ardından yine bazı meraklılar onların yüzlerini görmek için Murat’tan izin istediklerinde Selim’de “Müsaaden olursa ben de son bir kez onları göreyim” deyince Murat, Selim’in hatırına herkese izin verdi. Selim tabutun üstünü kaldırdığında Mehmet Ali’nin kendisine baktığına yemin edebilirdi. Şehit olduğunu bilmeseydi onu uyandırmak için dürterdi. Selim, Mehmet Ali’nin alnından öpüp “Hakkını helal et kardeşim” diyerek vedalaştı. Arkasında şehidi görmeye meraklı ve heyecanlı gözler vardı. Selim, Tevfik’in tabutunu açıp alnından öperek helallik istedi. Selim, Tevfik’in tabutunu açtığında sanki ona çok kötü bir şaka hazırlamışlar gibi bunun komik bulmuş ve tebessüm ettiğini zannetmişti.

Şehitleri ziyaret edenler onları uyanık zannetseler de onlar da bu fani dünyada ebedi istirahatlarına çekilmişlerdi. Hayattakilerin ölüm gerçeğiyle yüzleşmeleri her zaman böyle güzel olmayabiliyordu. Güzel bir son, hayata anlam veren,  onu değerli kılan nefes alıp verdiği süre içerisinde Rabbine ettiği kullukla ölçüle bilirdi. Bu fani dünyadan ebedi aleme geçmenin kapısı olan ölüm Mehmet Ali ve Tevfik’e uğrayıp onları gerçek ve ebedi olan aleme götürmek için gelmişti. Hiç kimse ölüme “Yok gelmiyorum” diyemezdi. Ya severek ve isteyerek emaneti sahibine vereceksin ya da senin zannettiğin ruhunu asıl sahibi beden denen et parçasından söküp çekercesine alırdı. Şehitler için dünya hayatı son bulmuş olsa da Allah’ın izni ve keremi ile onları ebediyet aleminde ağırlamak için hazırlanıyordu. İlahi lütfa mazhar olup gönüllülerinin her istediğine kavuşacakları cennet yurduna gitmişlerdi. Bu durum herkese kısmet olan bir durum değildi. Allah’ın sonsuz nimetleri arasında rahmetinin gölgesinde geride kalan kardeşlerini müjdelemek istiyorlardı. “Eğer ölümüm Allah için olacaksa ey Kılınçlar alın canımı” diyen seyidi şühedanın konukları olmuşlardı. Mehmet Ali ve Tevfik bundan böyle uyuyacakları mezarlarına konulup nazik bedenleri geldikleri toprak ile sımsıcak örtüldükten sonra mezarın yanı başında duran Muzaffer hoca “Bugün ne söylersek, ne yaparsak yapalım yaşadığımız acıyı dindirecek bir ilaç henüz üretilmedi. Göz ağlar, kalp burkulur ne var ki bizler zayıf ve güçsüzüz. Kardeşlerimizin şehadetini kutlarken öte yandan onlara doyamadan aramızdan ayrılıkları içinde mahzunuz. Bugün bize düşen şey sabırlı olmaktır, acımız taze, öfkemiz ise bir sel gibi önüne çıkanı alıp götürecek kadar kızgın ve coşkulu iken şimdilik yapmamız gereken şey sabırdır” diyerek mezarlığa gelenlere nasihat etmeye başladı. Muzaffer hoca gençlerin sabrının tükendiğinin farkındaydı, bunu onların kızdın bakışlarından anlamıştı. Cuma ve Şahin, Muzaffer hocayı dinlemeyip Selime odaklanmışlardı. Selim’in bir işaretiyle Namık Kemal Lisesinde okuyan altı Baği grup mensubundan şehitlerin intikamını almak için bir işaret bekledilerse de istedikleri olmadı. Baği grubun altı mensubuna bu dünyayı dar etmeye güçleri vardı. Ne var ki bunun için Selim’in veya bir başkasının izni gerekiyordu. Baği grubun yaptığı bu saldırının onların yanına kalmayacaklarını bilseler de bunu kendi elleriyle gerçekleşmesini istiyorlardı. Altısı birden yerin dibine girseler dahi onları oradan çıkarıp hesap sormak için sadece bir izne ihtiyaçları vardı.  Oysa Selim şehitleri koruyamadığı için kendisini suçlu hissettiğinden dolayı ağlıyordu. Ne işaret verecek ne de başka bir şey yapacak durumda değildi. Çok acı çektiği her halinden belli oluyordu. Murat dalıp giden Selim’in yanına gelip ellerini omuzlarına koyup “Yeter kendini harap ettin” diyerek daha metanetli olmasını istedi.

Murat’la konuşmaya çok ihtiyacı olduğu halde içinden konuşmak gelmiyordu. Yapabildiği en güzel şey an itibariyle ağlayarak kendini helak etmekti. Başka bir zaman olsaydı Murat onu teselli etmek için alır sakin bir yere götürerek nasihat ederdi. Acılar içinde olana nasihat etmek taşa laf anlatmaya benzerdi. İçinde bulundukları an ve zaman konuşmak ve nasihat için pek de uygun değildi. Zaman matem ve yas tutma zamanıydı. Bu dünyadaki misafirlikleri sona eren Mehmet Ali ve Tevfik’i, şehit olan nazik civanları gerçek yurtlarına yolcu etme vaktiydi. Onlar İslam davasının şehit ve şahitleriydiler.

Muzaffer hoca konuşmasını bitirdikten sonra taziye evine doğru yola çıkan kalabalığın öfkesi tehlikeliydi, küçük bir kıvılcım da alev alacak kadar gergindi. Murat bunun farkındaydı “Rabbim yolda Baği gruptan kimseyle karşılaşmayalım diye dua ediyordu. Öfkenin insana istemediği şeyleri yaptırma gibi bir özelliği vardı. Kendisi de kalabalıktan biri olarak öfkeli ve kızgındı. Cenaze işlerini organize edeceğine gidip Baği grubun kökünü kazımak için gerekli organizasyonu yapmalıydı. Yaşadığı duygular ve hissettiği acı Selim’in hissettiklerine benzese de bunu ona belli ettirmemeye çalıştı.

Bu tür durumlarda en azından içlerinden birinin aklıselim davranması gerektiğinin farkındaydı. Ne var ki bu durumda aklıselim olması gereken kişi kendisiydi. Murat’ın duygusallığını bilenler onun içinde volkanların patlamak üzere olduğunun farkındaydılar. Sakin durmaya çalışan dış görünüşünün ne kadar yanıltıcı olduğunu bir kez daha görmüş oldular. Murat’ın içinde cehennem ateşleri volkan olup patlıyordu. İçinde yanmadık yer kalmamış küle dönüşmemek için mücadele veriyordu. Mazlumların sırf “Rabbimiz Allah’tır” deyip dönüş yaptıkları için kanlarını kendilerine mubah sayıp akıtan canilere hak ettikleri cezayı vermek istiyordu. Ne var ki bu isteği şu an mümkün görünmüyordu. Öfkesini yutmak zorunda kalmıştı. Yuttuğu öfke onu yok etmek üzere olsa da eli kolu bağlaydı. Cemaatin emrine karşı gelmektense olduğu yere gömülmeyi yeğlerdi.

Cuma ve Şahin, Selim’in yanına gelip “Bir şey yapmayacak mıyız?” diye öfkeyle sorduklarında Selim’in nutku tutuldu. Dili “Yapmayacağız” demeye varmıyordu. O da en az arkadaşları kadar bir şey yapmak istese de İslam’i Cemaatin emri olmadan adım dahi atılmayacağının farkındaydı. Cemaate olan teslimiyet ve itaat bir öfkeye kurban edilemezdi. İslam’i Cemaat izin verseydi eğer içlerindeki fırtınayı dışarıya salsalardı değil Baği grup onların yedi ceddini bile yakan bir öfke ateşi etrafı yakıp kül ederdi. Selim arkadaşların gözünün içine baktı çakmak çakmak olan gözlerin bir işaret beklediklerini anlayınca “Bugün değil” deyip onları sakinleştirmek mecburiyetinde kaldı. Şahin “Bugün değilse peki ne zaman?” diye sordu. Selim’in ne hissettiğini bilmediği için bunu kızarak söylemişti. Sanki bunun kararını verecek kişi kendisiymiş gibi ona yüklendi. Şahin’in kızmasını, üstelemesini anlıyordu. Bugün kardeşlerini idare etme sorumluluğu her zamankinden daha ağır ve meşakkatliydi. Şahin’i kırmadan incitmeden “Bu işe karar vermek ve sizin ne de benim inisiyatifindedir. Bekleyin ve sabırlı olun” derken bile ses tonunun oldukça sakin çıkması için elinden geleni yaptı. Şahin yeni bir şey demek üzereyken Cuma durumu anlayıp Şahin’in koluna girerek onu oradan uzaklaştırdı. Cuma “Merak etme şehitlerin kanı asla yerde kalmaz” diyerek Şahin’i yatıştırarak İslam’i Cemaatin gereğini yapacağını vurguladı. Ne var ki insanoğlu aceleciydi. Özellik de acısı tazeyken sağlıklı düşünemez oluyordu. Kendisinin yandığı gibi düşmanının da bir an evvel yanmasını istiyordu. “Şehitlerin intikamı alındı” diye bir haber gelseydi çok mu farklı olurdu? Taziye süresince birçok kişi bu beklenti içindeydi.

Mehmet Ali ve Tevfik’i şehit edenlerin cehenneme yollandıkları haberini duymak için sabırsızlananlar vardı, hatta izin verilmesi halinde bazıları bu işe dünden hazırlardı. Cuma ve Şahin bile böylesine bir görevi üstlenmek için Selim’in işaret vermesini beklemişlerdi. Yalnız cuma ve Şahin mi? Namık Kemal Lisesinin İslam’i Cemaat mensuplarının her biri bu görev için hazır bekleyen askerler gibiydiler. Elleri tetikte hazır bekleyen mücahitler İslam’i Cemaatin emrine amadeydiler.

Taziye evinde sinirler gergindi. Selim ne kadar metanetli olmaya çalışsa da bunu başaramıyordu. “Ölümün insan üzerindeki etkisi” diye Selim’i anlayanlar olsa da Murat, Selim’in ne hissettiğini anlayabiliyordu. Bazı sorumluluklar genç bedenlere çok ağırdı, bu kadar ağır yükün altından kalkabilmek için Allah’ın yardımı ve inayeti ile mümkündü. Dünya ve içindekiler ölüm acısı karşısında anlamını yitirmiş bir çöp gibi görünmeye başlamıştı. Bu aynı zamanda bir gerçekliğin de ilanıydı. O da dünyanın boş olduğu gerçeğiydi. “Dünyaya aldanma kandırır seni, ölüm ise gerçektir yanıltmaz seni” diye dile getirilen bu veciz söz yaşamın özeti gibiydi. Dünyayı ellerinin tersiyle itenler, ona sırtını dönenler ne kadar haklı olduklarını bir kez daha görmüş oldular. Allah için yaşamak O’nun adını ve dinini yüceltmek için mücadele edenlerin azmini bileyen şahadet ölümün baş tacıydı. “Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber” diyen şair ölümün güzelliğini en güzel insanla anlatıyordu. Şehadet; korkuyu değil güzel bir akıbeti, hayırlı bir sonun müjdesini haykırıyordu. Güzel şeylere imrenilirdi, ona kavuşma isteği bu dünyada hala nefes alan, geride kalan İslam’i Cemaat mensuplarının talebiydi. İslam’i Cemaat mensupları bugün Şehitler vesilesiyle verdikleri sözlerini bir kez daha hatırladılar. Allah’a verdikleri sözlerine sadık kalabilmek için ayaklarının hak yolda sabit olması için içlerinden dua edip duruyorlardı.

Mehmet Ali ve Tevfik’in şehadet haberini duyan Diyarbakırlı İslam’i Cemaat mücahitleri soluklarını taziye evinde almaya devam ediyordu. “Kötü haber tez duyulur” dedikleri gibi şehadet haberi de ne kadar güzel olursa olsun ürpertici ölümü içinde barındırdığı için tez duyulmuştu. Şahadet; mücadele veren İslam’i Cemaat mensupları için bir hakikat olarak önlerinde duruyordu. Şehadet; onlara göz kırpan nazlı bir yar gibiydi, ürkek ve çekingen olan onlar değildi şehadetti. Tıpkı ölümün, yaşamın gerçeği olduğu gibi…

Şehitlerin haberi İskender paşa camisinde kalanlara da ulaşmıştı. Haberi alanlar taziye katılmak için hazırlanırken Mustafa “Ben gelmeyeceğim” dediğinde arkadaşları şaşırdı. Mustafa onlara taziyeye gitmeyişinin sebebini söyleyemediği için “Yapmam gereken bir işim var” diyerek mazeret sahibi olduğunu ima etti. Mustafa, Sabri Yıldız’la ilgili hala net bir bilgiye sahip olmadığının farkındaydı “Şimdi taziyeye gidersem şehit kardeşlerimi ve acılı kardeşlerimi görürsem Sabri Yıldız hakkında objektif olamam” diye taziyeye gitmek istememişti. Yapması gereken bir hizmeti, görevi vardı. Bir an önce bu görevi sonlandırmak istiyordu. Sabri Yıldız’ı tanıdığı kadarıyla iyi biri olduğunu düşünse de hala kendisine verilen birkaç günü kalmıştı. Ona kalsaydı gördükleri sayesinde Sabri Yıldız’ın iyi biri olduğunu kabul edip bu işten vazgeçerdi. Taziyeye gitmek yerine Sabri Yıldız’a katlanmak kolay olmayacaktı, yine de bunu yapmaya kendisini mecbur hissetti. Sabri Yıldız’ın yanında pot kırmamak için düşüncelerine hakim olmaya çalıştı. Sabri Yıldız’ın yanında bu acı içinde sakin kalmanın pek de kolay bir şey olmadığını tahmin etse de bunu yapmaya mecburdu. Damarlarındaki kanı çekilmiş gibi kendisini kötü hissetmeye başladı yine.  Bozuk moralle ve asık suratla bunu başarabileceğini pek emin olmasa da elinden geleni yapmak için yol boyunca güzel şeyler düşünmeye çalıştı.

Yıldız mefruşatın kapısından içeri girdiğinde Sabri Yıldız’ı tezgahın arkasında hesap kitapla uğraşırken gördü. Hiçbir şey olmamış gibi ya da hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi işiyle ilgileniyordu. Mustafa “Selamün aleyküm” diyerek gelişini haber verince Sabri Yıldız uğraştığı işten başını kaldırıp Mustafa’yı görünce sevindiğini belli eden tebessümü yüzüne oturttuktan sonra “Aleyküm selam” diyerek Mustafa’yı karşılayıp elini sıkıp “Hoş geldin kardeşim” diyerek oturması için ona yer gösterdi. Sabri Yıldız her zamanki gibi Mustafa’ya sıcak davranmıştı, bunu belli etmek için de ona kardeşim diye hitap etmişti. Mustafa da zoraki tebessüm etmeye çalıştıysa da yine başaramadı. Sonuçta severek ve isteyerek buraya gelmemişti, tebessüm etmese de olurdu. Sabri Yıldız “Nasılsın?” diyerek dalıp gittiği yerden onu alıp getirerek ilgisini göstermeye devam etti. Mustafa “Kötüyüm, bugün iki kardeşim şehit oldu” dememek için dişlerini sıkıp “İyiyim, Allah razı olsun” diyerek ilk sorusunun üstesinden geldi. Hal hatır sorma faslından sonra kısa bir suskunluk yaşandı. Sabri Yıldız konuşmak için hazırlanıyordu, kafasının içinde geçen düşünceleri derleyip toparladı. Mustafa’yı kazanmak, kendi saflarına çekmek, şu an için en büyük arzusuydu. Sabri Yıldız sohbeti Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden söz ederek başlamanın iyi olacağına, güzel bir intiba bırakacağına emin bir şekilde “Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Allah azze ve celle tarafından peygamber olarak seçildiği andan itibaren farklı bir imtihana tabi oldu. Ailesiyle, akrabalarıyla, aşireti ve kavmiyle sınandı” diyerek peygamber efendimizin sallallahu aleyhi ve sellemin mücadelesini anlattı. Ardından seçkin sahabelerin hayatından kısa kesitler paylaştı. Mustafa, onu dinlerken Sabri Yıldız’ın asrısaadetteki değil de bugünü ve İslam’i Cemaati anlattığını düşündü. İslam’i Cemaat mensuplarının her biri kendilerine yıldız olup yol gösteren kılavuzlarına dört ellen sarılmışlardı. Onlara benzemek için gayret ediyorlardı. Aynı kaynaktan beslenen farklı zamanların çocukları gibiydiler… Sabri Yıldız’ın anlatımlarında bir yanlış yoktu. Sabri Yıldız henüz bilmese de Mustafa’nın da siyer okumuşluğu vardı. Siyeri o kadar iyi bilmesine rağmen mütevazılığından pek konuşmazdı. Sorulan sorulara cevap vermekle yetinirdi. Uzman olmasa da bir uzman kadar siyer kitabı okumuştu. Okuduklarını defalarca öğrencilerine bizzat kendisi anlatmıştı. Sabri Yıldız’ın anlattıklarına benzer örneklerle de öğrencilerine izahatta bulmuştu. “Bu kadar benzerlik ancak aynı düşünceye sahip olan kardeşlerde mümkündür” diyerek hüsn-ü zannını sürdürdü.

Mustafa’nın dükkana ilk girdiği zamanla şimdiki durumu arasında fark vardı. Dinledikleri onu sakinleştirmiş gibiydi. Sabri Yıldız’ın şehit kardeşlerinden haberi olmadığına kendini inandırdı. Ya da öyle olmasını istediği için inanmak istedi. Bu konunun hiç açılmamış oluşunu onun masumiyetine yordu.

Sabri Yıldız adına yakışır bir şekilde hareket ediyordu, acele etmeden sabırla ağını örmeye devam etti. Mustafa’yı kazandığını görebiliyordu artık. Her çalışmanın mutlaka bir karşılığı vardı. Sabri Yıldız’ın sabırla ördüğü ağa takılan Mustafa olmuştu. Onun kalbini kazandığını düşünse de hala bilmediği bir hakikat vardı. Mustafa’nın kalbindeki İslam’i Cemaat sevgisi ve aşkı varken oraya başkasını yerleştirmeyi aklından dahi geçirmiyordu. Mustafa’nın gerçekten de kim olduğunu bilseydi yine de onu kazanmaya çalışır mıydı? Ya da bu kadar rahat konuşur muydu? Sabri Yıldız’ın yanılgısı konuştukça, sohbet ettikçe Mustafa’daki değişimi onu kendi yoluna kazandırma hırsından dolayı yanlış bir tespitte buluna bileceğini bilmeyişiydi. Sabri Yıldız sohbeti ile Mustafa’yı istediği gibi yoğurup bir kıvama getirdiğine kanaat getirdi. O konuştukça Mustafa pürdikkat Sabri Yıldız’ı can kulağıyla dinlemeye devam etti. Mustafa, Sabri Yıldız dahi söylese hakikatleri dinlemeyi seviyordu. Yalan yanlış şeylere tenezzül etmeyen Sabri Yıldız’ın dürüstlüğünü takdir etti. Siyeri olduğu gibi anlatmıştı. Hatta onda bir parça da olsa kendisini gördü.

Mustafa fücceten “Mensubu bulunduğunuz bir yapı veya tarikat var mı?” diye sorunca bunu kendisinin söylemiş olabileceğine inanamadı. Zurnanın son deliğine gelmişti. Sabri Yıldız ise böyle bir soruyu bekliyormuş gibi “Cemaatsiz olmaz” diyerek Mustafa’ya bakıp tebessüm etti. Ardından “İslam’i Cemaat veya gruplar çoktur, yalnız onların içinde gerçek kurtuluşa eren tek bir cemaat vardır o da Allah’ın izniyle bizim cemaatimizdir” diyerek Mustafa’nın artık kendi cemaatinin bir mensubu olması için hiçbir engelin kalmadığına inandı. “Mesela adını duydun mu bilmem İslam’i Cemaat diye bir grup var, onlar İslam’ın yüz karasıdır…” dediğinde Mustafa pandoranın kutusunun açıldığını anladı. Sabri Yıldız’la tanıştığından bu yana ondan ilk kez İslam’i Cemaat hakkında olumsuz bir şey duyuyordu. Duyduğu sözü hazmetmeye çalışıyordu. Sabri Yıldız için beslediği tüm iyi niyeti birden kaybetmiş olmakla birlikte İslam’i Cemaatin yanılmadığı için de seviniyordu.  Sabri Yıldız “İşleri güçleri gençleri kandırmak ve aldatmak olan İslam’i Cemaat zamanımızın en büyük fitnesidir. Fitneyi ortadan kaldırmakta biz Müslümanlara farzı ayındır” dediğinde yüz ifadesinden ciddileştiği belli oluyordu, eskisi gibi tebessüm etmeyi bırakmıştı.

Sabri Yıldız’ın söylediklerinin hiçbirinin doğru olmadığını bilse de bunu ona söylemedi. Bildiği ve mensubu olduğu İslam’i Cemaatin hakikatini kendisine sakladı. Mustafa içten içe kendisine kızmaya hakaret etmeye başlamıştı bile “Aptal! Ne diye Cemaatin emrinden şüphe edersin…” diyerek içinden söylenmeye devam ederken Sabri Yıldız zehrini zerk etmeye devam ederken bir akrep gibi kendisini soktuğunun farkında değildi. Duydukları Mustafa’ya yetmişti gerisini duymasa da olurdu. Bu saatten sonra Sabri Yıldız’ın söyleyeceği hiçbir şey artık onun fikrine etki etmezdi. Yanıldığını gözleriyle görmüştü. Cemaatine itaat etmemenin vicdan azabını çekiyordu. Onun hakkında yanıldığını kabul edip Rabbinden istiğfar dilemeye başlamıştı. Sabri Yıldız hızını alamayıp zehrinin son damlasını kusarak “Daha bu sabah İslam’i Cemaat mensubu iki kişiyi mezara yolladık” deyince Mustafa’nın kanı beynine sıçradı. Bunu belli ettirmemek için yumruklarını sıkıp içinden “Ya sabır” çekmeye başladı. Sabri Yıldız freni patlamış kamyon gibi son sürat felakete gittiğini bilmeden “Onlar bizim gücümüzün ve kuvvetimizin farkında değiller. Biz çok güçlü ve kuvvetli bir yapıyız. İstersek İslam’i Cemaate bu şehirde nefes dahi aldırmayız. Onların fitnelerine son vermek için bugün yaptığımız şey sadece gözdağıydı” diyerek Mustafa’nın bundan nasıl etkilendiğini anlamak için sustu. Mustafa duydukları yüzünden donup kalmıştı. Ne yapacağını bilmiyordu. Nasıl bir imtihandan geçtiğini dahi anlamaktan zorlanıyordu. Duydukları hazmedilecek türden değildi. Bununla başa çıkmaya çalışıyordu. Hayati fonksiyonlarını yitirmiş gibi duyduklarını yutuyordu. Yuttuğu kelimeler boğazında takılmadan kalbine ulaşınca kalbi yaptığı yanlışlıktan dolayı perişan olmuş bir durumdaydı.

Sabri Yıldız’ın gerçek yüzü ile karşılaşmıştı, tebessüm maskesini çıkarınca ortaya şeytana bile pabucunu ters giydiren korkunç bir yüzle karşı karşıya olduğunu anladı. “Demek masken olmayınca böyle çirkin ve iğrenilecek biri olarak görünüyorsun Sabri Yıldız” diyerek içinden konuşmaya devam etti.  İç sesinin Sabri Yıldız’ın duymasından bir mazur görmüyordu. Sabri Yıldız hakkındaki tüm umutları suya düşmüştü. Bundan sonrasını batırmamak için suskunluğunu korumaya çalışıyordu. Sabri Yıldız anlattıklarından sonra Mustafa’nın kendilerine katılmasını umduğu için olumlu bir şeyler söylemesini bekledi. Mustafa’nın iki dudağı arasında çıkacak “Evet” sözünü duymak için sabırsızlanıyordu. Oysa Mustafa’nın aklından geçenlerden haberi bile yoktu. Mustafa “Şimdi masadaki bardağı kırıp cam parçasıyla Sabri Yıldız’ın şah damarını kessem’ diye düşünüyordu. Bunu yapabilecek gücü ve kuvveti vardı, ama Hasan’ın öyle bir talimatı yoktu. Ona engel olan bu oldu. Hasan’a sormadan değil Sabri Yıldız’ı Baği grubun önde gelen ismiyle karşılaşsa dahi onu öldüremezdi. “İlk gün Hasan abinin verdiği talimatı sorgulamadan yerine getirseydim bugün burada aptalı oynamama gerek kalmazdı. Şimdi iyi niyetimin cezasını çekiyorum. Her zaman iyi niyet iyi bir sonuç vermiyor demek” diyerek hala kendisiyle uğraşıp duruyordu. Yaptığı hatasını affedemiyordu. Mustafa iyi niyetinin bedelini vicdan azabıyla ödüyordu “Zalime merhamet zulümdür” sözünü idrak ederek öğreniyordu. Oysa Mustafa’da birçok kişi gibi kendisini kurnaz ve gözü açık biri olarak görüyordu. Sonuçta ne kadar saf olduğunu anladı, münafıkların ve Baği grubun namaz kıldıklarını aklından çıkarmış gibi hareket etmesinin cezasını çok ağır ödüyordu. Haricilerin yaptıklarını kitaplarda ve tarihte kaldığını düşünmekle yanıldığını gördü. Nehrevan halkının gece namazlarından dolayı alınlarında nasırlaşan secde izi taşıdıklarını o zamana has zannetmişti. Kur’an’ı iyi okuyup bilmelerini aklının derinliklerine gömmüştü. Şimdi her şey gün yüzüne çıkmış, hafızası unuttuğu birçok şeyi yeni yeni hatırlamaya başlamıştı. Hz. Osman ve Hz. Ali’yi şehit edenleri düşündü. Hz. Hüseyin’in o mübarek başının bedeninden ayıranların kimler olduğunu tekrar hatırladı. Hz. Hasan’a tuzak kurarak onu zehirleyenlerin hilelerini tekrar görür gibi oldu. Tarih tekerrür ediyordu, Baği topluluk bir kez daha koyun postuna bürünüp mazlumların kanına girmeye çalışıyordu. İbn-i Selül yaptıklarından utanırdı, ama Sabri Yıldız ve Baği grup yapıp ettikleriyle gurur duyuyordu. Sabri Yıldız değil İbn-i Selül Yıldız olmayı hak ediyordu. İnsanları aldatıp kandırmayı maharet sayanlar bunun vebalinden ve Allah’tan da mı korkmuyorlardı? Mustafa gözlerinin önündeki perdeyi kaldırıp hakikati gösteren Allah’a şükretti. “İslam’i Cemaatin kararlarını bir daha sorgularsam canımı al Allah’ım” diyerek pişmanlığını dile getirdi. Dava teslimiyet isterdi, hizmette şüpheye yer yoktu. Yaptığı yanlışlıktan sonra “Teslim oldum ya Rabbi!” dedi.

Sabri Yıldız, anlattığı onca şeyden sonra Mustafa’nın ne düşündüğünü hala anlayabilmiş değildi. Ağzından tek kelime dahi çıkmamıştı. Acele etmekle yanlış yaptığını düşünmeye başlamıştı “Erken mi davrandım” diye düşünme sırası ondaydı. Sezgileri de yanıldığını kabul etmek istemiyordu “Mustafa kıvama gelmişti neden böyle oldu” sorusunun cevabını merak ediyordu “Yoksa düşünüyor mu?” diyerek Mustafa’dan umudunu koparmak istemedi. “Karar vermesi zor bir konuda hemen cevap vermek akıllı kişinin işi değil. Hem zaten olumsuz bir şey de demedi” diyerek hala ümidi olduğuna kendisini bile inandırıp kandırmayı başardı. Mustafa düşünceler aleminde bir daldan bir dala atlayıp duruyordu. Ne var ki hiçbir düşüncesinde Sabri Yıldız’ın tahmin ettiği şey yoktu. Sabri Yıldız’ı nasıl öldüreceğiyle ilgili düşünceleri vicdanına iyi geldiği için onlara yönelmiş hayal dünyasında Sabri Yıldız’ı defalarca öldürüp duruyordu. Şah damarını kesmenin dışında öldürme şekillerini gözden geçirmeye başlamıştı “Onu ellerimde boğabilir ya da çok hızlı bir şekilde tek hamlede boyunu kırabilirim” diye ciddi ciddi düşünüyordu. “Madem gerçekte ona karışamıyorum ben de öfkemi hayallere dalarak çıkarırım” diyerek Sabri Yıldız’ı öldürme planı yapıp duruyordu. Özgür olduğu hayal dünyasında düşünce kurşunu özgür bırakmıştı. Mustafa, Sabri Yıldız’a cevap vermek yerine “Bugün mezara gönderdiğiniz iki kişi fitne mi yapmışlardı?” diye sorunca Sabri Yıldız rahat bir nefes aldı. “Senden ümidimi kesmeyeceğim” diyerek Mustafa’nın kafasına takılmış olduğunu düşündüğü soruyu cevaplamak için “Fitneyi bazen kişi bizzat kendisi yapar, bazen de mensubu bulunduğu Cemaati… Kişi mensubu bulunduğu yapının yapıp ettiklerinden de sorumludur. O iki kişi İslam’i Cemaate mensup olmakla fitneye destek çıkmışlardı. Bu durumda onlar da İslam’i Cemaatin yaptığı suçun ortağı sayılırlardı. Biz de fitneye her kim destek olursa gözünün yaşına bakmadan gereğini yaparız. Fitne yapanların en çok korktuğu şeyi, yani ölümü onlara tattırırız. İslam’i Cemaat mensupları Allah’ı sevdikleri gibi bu dünya hayatında ebediyen yaşamayı da severler. Uzun yıllar sürecek bir ömür yaşamak için ellerinden geleni yaparlar. Biz de onların en çok korktukları şeylerini ellerinden alarak onlara acıların en büyüğünü yaşatıyoruz. Öyle ki bizden koltukları kadar Allah’tan korkmazlar. Onlar fitneye son verip gelip bizden af dilerlerse biz de belki onları öldürmekten vazgeçeriz” dediğinde kendi kişiliklerini İslam’i Cemaat üzerinden ne kadar güzel anlatmıştı. Mustafa “Aynaya baktıklarında gördükleri fitne ateşinin içinde yananların ve ölüm korkusundan gözlerinin yerinden fırlayacakmış gibi olan zavallılara acımakla hata yaptım” diyerek içinden geçirdiği sözleri hafifçe mırıldanıp, huzursuzluğunu anlaması için yüzünü ekşittiyse de Sabri Yıldız ne mırıltılardan ne de Mustafa’nın yüz ifadesinden bir şey anladı. Mustafa’nın artık gözü de aklı da açılmıştı. Artık Sabri Yıldız “Allah birdir” dese inanırdı onun dışındaki sözlerine aldırmıyordu. Söylediklerinin yalan olduğunu kendisinden biliyordu. Sabri Yıldız’ın ettiği iftiraların yersiz olduğunu ispatlamak için “Ben İslam’i Cemaatin bir ferdiyim” deseydi belki Sabri Yıldız kalp krizi geçirip oracıkta ölürdü. Aslında bu da mantıklı bir fikre benziyordu, ama yapamadı. Allah yolunda kınayıcıların kınamasından, Mürted Örgütün iftiralarından, devletin baskısından, Baği gurubun fitnesinden korkmayan İslam’i Cemaatin fertlerini insafsızca kötüleyen Sabri Yıldız’dan nefret etti. Ona duyduğu saygı yerini öfkeye terk etti. Onun şeytansı yüzüne bakınca Allah’ın kendisine gösterdiği burhana şükretti. “Esfeli safiline düşmek üzereyken ellerimden tutup ateş çukurunun kenarından beni kurtaran Allah azze ve celleye ne kadar şükretsem azdır” deyip kendisine verilen bu fırsatı ikinci bir şans olarak değerlendirdi. Birinci şansı İslam’i Cemaati tanıyıp ona mensup olmakla, İzzet ve şeref kazanmak olarak görmüştü. İkinci şans ise yine Allah’ın engin lütfuna mazhar olup ateş çukuruna düşmek üzereyken kudret eli sayesinde ateşe düşmekten kurtulmuştu. Şimdi sahip olduğu davasının ve hidayetin kıymetini daha iyi anlamış oldu. Hz. Yunus gibi “Senden başka ilah yoktur. Seni tenzih ederim, gerçekten ben nefsime zulmedenlerden oldum” diyerek dua edip pişmanlığını dile getirdi.

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar