41.84
  
48.67
  
0.00
  
97.47

Diyarbakır Sokakları-10. Bölüm

Diyarbakır Sokakları-10. Bölüm

  10. BÖLÜM

Diyarbakır’ı Diyarbakır yapan özellikle toprağında medfun olan peygamberler, sahabiler, tabiinler ve de şehitlerdir. Onların vesilesiyle Diyarbakır şehri İslam Ümmetinin bir parçası oldu. O günden günümüze değin bu cennet mekânı yozlaştırıp ahlaksızlaştırmaya çalışanlara her zaman gereken cevap verilmişti. Oynanan oyun neticesinde ahlaki yozlaştırmanın en etkili yolu benimsenmiş; özellikle gençleri ahlaksız yayın yapan dergi, gazete ve sinemaya müptela edip istediklerini elde etmeye çalışıyorlardı.

Diyarbakır’ın mütedeyyin halkı her zaman İslam’a sahip çıkarak bu türden yozlaşmaya asla izin vermemişti. Yalnız şimdilerde ise durum çok farklı gibi görünüyordu. Elinde silah tutanlar bu mazlum halkın üzerinde despotluk yapıp onları sindirmişlerdi. Diyarbakır halkı hiçbir zaman bu kadar çaresiz ve yalnız hissetmemişti kendisini. İki ateş ortasında kalmıştı. Her yaşanan yozlaşmanın ceremesini yine onlar çekiyorlardı.

Sesini çıkaran ilkin devletin daha sonra da PKK Örgütünün baskıları ile karşı karşıya kalırdı. İki ateş arasında kalan mazlum halk yardımı, “Size ne oluyor da, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz! Bizi, ehli/halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize katından bir veli/sahip gönder ve bize katından bir yardımcı gönder’ diyen zayıf/çaresiz bırakılan erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? Nisa 75 ayetinde olduğu gibi Allah’tan bir yardımcı gönderip bu zalimlere hak ettikleri cezayı vermesi için O’na dua ediyorlardı.

Balıkçılarbaşı’nda bulunan Çarşı karakolun yanındaki büfe sahibi de ahlak bozguncularından biriydi. Polis kontrolünde olduğu için kendisini güvende zannedip ahlaksız neşriyatları fütursuzca satıyordu. Cadde üzerinde geçen insanların dikkatini çekecek şekilde açık-saçık dergileri büfenin önüne asması hâlâ kalbinde iman taşıyan insanların onuruna dokunuyordu. Fütursuzca işlenen bu ahlaksızlığa artık dur diyecek güçleri yoktu. Dilleriyle kınayıp söyleniyorlardı. İmanın en zayıf şeklini yaşıyorlardı.

Balıkçılarbaşı’ndaki bu cadde insanların yoğun olduğu işlek caddelerden biri olması ise bir başka sorundu. Halkın herkesiminden insanın ailesiyle birlikte alış verip yapmak için uğrayıp geçtiği sayılı yerler arasındaydı.

Bir öğle vakti namaz kılınmış Ulu Camiden çıkan cemaat dağılmaya başlamıştı. Camiden çıkan Hacı Abdullah elinde doksan dokuzluk tesbihi ve dilinde zikriyle caddeden geçerken gözü gayri ihtiyari büfeye takıldı. O büfenin ne kadar ahlaksız olduğunu biliyordu. O yöne bakmamak için her zaman çok dikkat ederdi.

O gün nasıl olduysa gözü yine büfeye takıldı. Her zaman ki gibi büfenin önünde asılı ahlaksız dergileri gördü. Durup çevrenin dikkatlerini üstüne çekecek şekilde yüksek sesle;

–İçinizde bu ahlaksızlığa dur diyecek bir Müslüman yok mu? Diye feryat etti. Hiç kimseden ses çıkmadı. Büfe sahibi kafasını büfenin açık penceresinden çıkarıp;

–Haydi Hacı, haydi! Burada öyle durup bağırma! Diye Hacı Abdullah’ı azarladı. Hacı Abdullah hiç kimseden ses çıkmayınca çaresizce başını önüne eğip yoluna devam etti. Müslüman halkın ne hale geldiğine mi yoksa onurunun kırılmasına mı üzülsün bilemedi.

Olaya şahit olanlar bu durumu mensubu bulundukları İslami Cemaate bildirdiler. Diyarbakır’da şayet bunun önüne geçilmediği takdirde benzer ahlaksız neşriyatların satılacağı yerlerin çoğalması içten bile değildi. Bu neşriyatların yayılması demek ahlaki yozlaşmanın artması demekti.

Büfenin kimin olduğu ve ne maksatla korunduğu biliniyordu. Halkın isyan etmesi boşuna değildi. Mazlumlar yardım diye feryat ederlerken İslami hizmetlere gönül vermiş Muvahhitler, “Bana ne,” diyemezlerdi.

 Ne var ki kendi kafalarından bir şey yapmaları mümkün değildi. Hani gençlere bırakılsa onlar büfeyi yerle bir etmesini bilirlerdi. Ama iş büfeyi yerle bir etmekten ibaret değildi. Asıl sorun yapılan bu yozlaşmanın önüne geçmekti. Bir büfe kapatılırsa, onun yerine bir başkasını açmak pek zor değildi. Bunun köklü bir çözüme kavuşması gerekiyordu. Köklü çözüm şimdilik yok gibi görünüyordu. Oysa her zaman, “Bir çözüm yolu mutlaka vardır,” diyen Şehid dahi köklü bir çözüm bulmaktan aciz kalmıştı. Bunun üzerinde bir müddet daha düşünmesi gerektiğinin farkındaydı. Bir şeyler bulmak için en iyi vaktin gece namazına kalktığı an olduğunu bildiği için acele karar vermekten kaçındı.

Gece namazına kalkan Şehid’in ruhu daha bir sakin ve dingindi. İçinden çıkamadığı olayları bu vakitte düşündüğü zaman mutlaka bir çözüm yolu bulurdu. Aklının duru ve saf olduğu bu anda ne yapacağını, büfeye yönelik nasıl bir çözüm bulacağı hakkında uzun uzadıya tefekkür ettiği halde aklına bir çözüm gelmemesine şaşırdı. Hangi yolu düşündüyse mutlaka olumsuz bir yönle karşılaşıyordu. Büfenin polis kontrolünde olması da ayrı bir sorundu. Sabah namazına kadar düşündüğü halde bir çıkış yolu bulamayınca;

–Vardır bunda bir hayır, deyip daha fazla düşünmekten vazgeçti.

Günün ilk ışıklarıyla uyanan Diyarbakır halkı özellikle de Hacı Abdullah güne her zaman ki gibi sıradan işlerle başladı. Oysa dün gece Balıkçılarbaşı’nda olanlardan birçoğunun haberi yoktu.

Dün gece yarısından sonra ortada hiçbir sebep yokken Büfenin olduğu yerde bir çökme yaşanmıştı. Büfenin bulunduğu alan aşağıya doğru çöküp büfeyi içine almıştı. Ne olduğu hakkında bir fikirleri olmayan olaya tanık olan karakolun nöbetçi polisleri bu işe şaşırıp kalmıştı.

Günün ilk ışıklarıyla manzara daha iyi görünüyordu. Hacı Abdullah, büfenin yerin dibine batmasını Kur’an’da anlatılan bir kıssaya benzetip bu işte Allah’ın azametinin tecelli ettiğine şahit olmanın sevincini yaşıyordu.

Olayı duyan Şehid ne olduğunu görmek için bizzat gelip büfenin nasıl yerin dibine geçirildiğini görünce Allah’ın verdiği hükmün hikmetini müşahede etti. Dün gece düşüncelerinin neden onu yalnız bırakmış olduğunu yerin dibine giren büfeyi görünce daha iyi anlamış oldu. Olayı duyanlar duymayanlara anlattı. Bu büfe olayından sonra kimi aklını başına alıp tövbe etti kimi de paslanmış olan kalbi, görmeyen gözleriyle içinde bulunduğu dalalet bataklığında bocalayıp durmaya devam etti.

Büyüklerimiz böylesi durumlar için, “Arif isen bir gül yeter kokmağa, cahil isen bir bahçeyi yıkmağa,” diye ne güzel söylemişler.

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar