41.84
  
48.67
  
0.00
  
97.47

Diyarbakır Sokakları-14. Bölüm

Diyarbakır Sokakları-14. Bölüm

  14. BÖLÜM

Diyarbakır sokakları, içinde oyun oynayan çocuklarındı. Onlar her bir taşın üzerinde koşup oynarken o taşlar çocukları incitmemek için adeta pamuktan daha yumuşak olurdu. Taşlar çocukların oyuncağı, yeri geldiği zaman da mahallelerini korumak için silahları olurdu.

Zamane çocukları büyüdüklerinde hedefleri ve hayalleri de büyüyordu. Artık sokak kavgası yerini daha büyük kavgalara terk etmeye başlıyordu. Mahalleyi koruma düşüncesiyle başlayan kavga, büyüyünce semti ardından ilçeyi derken şehri korumaya kadar giderdi.

Gençler her zaman bir kavganın içinde olmuştur. Hayat kavgası, kız yüzünden çıkan kavgalar ve daha sonra siyasi fikir kavgaları… Bu kavgalar her zaman zorlu geçmiştir. Yeri geldiğinde yapılan kavgaların sonu hazin bitmiş, kan akmıştır. Aynı şehrin havasını teneffüs eden gençlerin kavgası iç yakıcı olsa da bunun önüne geçmek ne mümkün…

İşte dün olduğu gibi bugün de tarihi Diyarbakır şehrinin üzerine siyasi fikir buhranları çöküvermişti. Küfür ve batıl fikirlerin meşalesi karanlık eller tarafından yakılmıştı… Ne zaman ortam sakin olsa birileri bu huzuru bozmak için özel çaba sarf ediyordu adeta. Huzur ortamını kaosa dönüştürmek için kirli, sinsi planlar yapmaya başlıyorlardı. Hep aynı senaryo ve oyun sahnelense de oyuncular farklıydı.

Baharın son günleri, her taraf yemyeşil… Doğa renga renk süslenmiş, görenleri cezbediyordu. Havanın sıcaklığının insan sıcaklığının yanında düşük kaldığı bir atmosfere sahipti güzel şehir…

İslami hizmetlerde var güçleriyle çalışan gençler sahip oldukları iş yerlerini PKK Örgütüne karşı korumak için nöbet tutuyorlardı. Düşman haindi. Düşman kalleşti. Onlar için boykotlarını kıranlar düşmandı. Onların sözünü dinlemeyenlerin kanı dökülmeliydi ki, bu kanın çocuk, kadın veya yaşlıya ait olmasının hiçbir önemi yoktu. Sonuçta kan kırmızıydı. Dökülen kana bir bahane hazırdı, “Hain” kanı… Oysa en büyük hain kendileriydiler de bunu örtbas etmek için ihanet etiketini kendilerinden olmayanlara yakıştırıp bundan kurtulmaya çalışıyorlardı. Sevmedikleri, hoşlanmadıkları birini, “Hain” ilan etmek onlar için sıradanlaşmıştı. Birisine zarar vermek istiyorlarsa bu sıfatla onu yaftalayıp kanının akıtılmasını meşrulaştırıyorlardı. Söz konusu İslami Cemaat mensupları ise onlar için potansiyel, “Hain”di.  Hal böyle olunca onların da kanlarını akıtmakta bir beis görmüyorlardı. Kan dökerek hedeflerine ulaştıklarını zannedenler pek yakında yanıldıklarını anlayacaklardı.

Bağlar ilçesinin Emek caddesinde İslami kimliğiyle tanınan Hacı Murat, ayakkabıcı dükkânı işletiyordu. Bu güzel insan, küfrün her türlü baskı ve tehditlerini hiçe sayıp aldıkları tüm kepenk kapatma kararlarının inadına iş yerini açarak zalimin zulmüne boyun eğmediğini diğer esnaflara gösterecek kadar cesaretliydi. Zalimin zulmüne boğun eğmeyen kahramanlardan sadece biriydi Hacı Murat.

PKK Örgüt elemanları bu başkaldırıyı içlerine sindirememişlerdi. Birilerinin kendilerine meydan okuması demek onları yok saymak demekti. Bunu onur meselesi yapmışlardı. İnançlı ve direnişçi bir insanın neler yapabileceğini çok iyi biliyorlardı. Bugün tedbir almadıkları takdirde ileride kepenk kapattıracak kimseyi bulamayacaklarını tahmin etmek onlar için güç değildi.

Hacı Murat’a bir ders vermek için karar aldılar. Yine hedeflerine bir Cemaat mensubunu yerleştirmişlerdi.  90’lı yıllarda Cemaat mensubu dışında Örgütün boykot kararına karşı çıkacak bir ikinci güç, bir başka yapı yoktu. Hacı Murat’ı sindirmek ve bir daha aldıkları karara karşı çıkmaması için iş yerine Molotof atılması en iyi mesaj gibi görünüyordu kendilerince... Bunu yapacak gençler belirlendi. Kirli planlar kapalı kapılar ardından yapıldı. Sıra ders vermeye gelmişti.

Kaos ve korkunun hâkim olduğu Diyarbakır sokaklarında İslami hizmetleri sürdürmek yürek isterdi. İslam’a karşı olan PKK her tarafta ağını örmüş, İslami hizmete geçit vermiyordu. Bunu kırmak için kavgaya tutuşmak kaçınılmazdı. Kavgasız, kansız, çile ve gözyaşı olmadan İslami hizmetler neşv-ü nema bulamazdı. Her mahalledeki İslami gençlik kendi sokaklarını korumakla başladılar kavgalara. Bu sıradan bir sokak kavgası değildi. İki mahalle arasında alacak–verecek kavgası da değildi. Bu kavgalar hak ve batıl kavgasının bir numunesiydi. Bu öyle bir kavgaydı ki dünya var olduğu müddetçe devam edecek olan Hak ve Batıl mücadelesinin bir numunesi ve devamı niteliğindeydi.

İslami hizmetlerde bulunan Hacı Murat’ın iş yerine bir saldırı bekleniliyordu. Bu saldırının ne zaman olacağı bilinmese de yapılacağı kesin gibiydi. Bu yüzden Hacı Murat’ın iş yeri Cemaat mensubu gençler tarafından korunmaya alındı. Her hafta iki genç Hacı Murat’ın iş yerine gelip onu korumak için orada hazır bulunuyordu. Bu arada ihtiyaç olduğu zaman işlerinde ona yardımcı olmaya çalışıyor ve gelen müşterileriyle bir işçi gibi ilgileniyorlardı.

Bu haftaki korumalar Metin ve Selim’di. Metin, on dokuz yaşlarında, bir altmış sekiz boylarında, ela gözleriyle insanın içini ısıtan derin bakışları olan biriydi. Zayıf olmasının yanı sıra çok atik bir fiziğe sahipti. Normal yaşantısında çok sakin ve ağır başlı hareket ederdi. Telaşlandığı hiç görülmemişti. En kritik durumlarda dahi soğukkanlılığını korumasıyla tanınır olmuştu.

Selim, on dokuz yaşında bir yetmiş boylarında, kumral, hafif kiloluydu; fakat kilosunu göstermiyordu. Metin, ne kadar çevik ve atikse Selim bir o kadar hantal ve ağır hareket eden biriydi. Selim’in hantal olmasına karşın cesaretine diyecek yoktu. Kavga etmeyi severdi. Onun için kavga hayatın bir parçasıydı. Hayatın her alanının mücadele ve kavga olduğunu iddia ederdi.

Her ikisi bu hafta Hacı Murat’ın iş yerini korumayla görevlendirilmişlerdi. Onlar görevlerine alışmışlardı ve severek yapıyorlardı. Bu hafta burada koruma olurlardı bir daha ki hafta başka bir yerde…

Yalnız bu sefer Hacı Murat’a ciddi bir saldırı beklenildiği için özellikle bu iki kişi görevlendirilmişti. Selim daima üzerinde taşıdığı silahla etrafı kolaçan edip koruma görevini güzel şekilde yerine getirmeye çalışıyordu. Şüphelendiği birileri olsa Metin’e söyleyip onu takip etmesini istiyordu. Metin bu genç yaşında insan sarrafı olmuştu. Birisinin gözlerinin içine baktığı zaman onun neye niyetlendiğini ve yapacağı şeyleri okur gibiydi … Bu da onun başka bir kabiliyetiydi.

Emek caddesindeki ayakkabıcı dükkânına geldiklerinde Hacı Murat onları komşu esnafa işçileri olarak tanıttı. Adı üzerinde “Esnaf” bu iki gencin Hacı Murat’ın korumaları olduklarını bilseler de Hacı Murat’a duydukları saygıdan dolayı hiçbir şey demediler. Hacı Murat’ın İslami Cemaate bağlılığını biliyorlardı. İslami hizmetlere gönül vermiş olanların mensuplarını yüz üstü bırakmayıp onun yanında yer aldıklarını ve alacaklarını iyi biliyorlardı.

Çarşamba sabahı Hacı Murat iş yerini açtığı sırada Metin ve Selim, arkasında bitiverdiklerinde Hacı Murat’ı gayri ihtiyarı bir korku kapladı. Arkasını dönüp de gençler olduklarını görünce rahatladı.

İçeri girip dükkânın temizliğini yaptıkları sırada Selim dükkânın önünde ikinci kez geçen birini fark etti. Emek caddesi işlek bir caddeydi. Her türlü insanın geçmesi normaldı. Yalnız Selim’in gözünden kaçmayan bir ayrıntı vardı. Aynı insan ikinci kez bir dükkânın önünden geçiyorsa bu onu şüpheli konumuna sokmaya yeterdi. Selim emin olmak için dükkândan dışarıya çıktı. Dükkânın önünden geçen kişiyi görmeye çalıştıysa da bir türlü göremedi. İçini bir sıkıntı kapladı. Şüphelendiği kişinin nereye gittiğini görseydi belki Metin onun peşine takılır, niyetini öğrenebilirdi.

Kısa bir süre sonra on sekiz yaşlarında, uzun boylu, ayağında spor ayakkabı ve giydiği kot pantolon ile dikkat çeken bir başka şüpheli dükkânın önünden geçmesiyle Selim’in şüphesi daha bir arttı. İçindeki şüpheleri Metin’e anlattı. Metin, hemen Selim’in gösterdiği şüphelinin arkasından gitti. Emek caddesinde bulunan polis okulunun köşesinde onunla yüz yüze geldi. Metin, şüphelinin gözlerinin içine baktığında alev gibi yanan kara gözleri gördü. Bu gözlerin taşıdığı endişe ve tereddüdü anladı. Bu sıradan birinin gözleri değildi. Gözleri onu ele vermeye yetmişti. O gözlere bakan Metin, şüphelinin aklından geçenleri okumuş gibiydi.

Orada onu durdurup sorgulamak isterdi; ama ortam müsait değildi. Dükkâna geri döndü. Selim’e durumu anlattı. Selim’den o şahsıbir daha görmesi halinde kendisine haber vermesini istedi.

Bugün şüpheli kişiler gördüklerinden her zamankinden daha dikkatli olmak için gözlerini dört açtılar. Hacı Murat ise öğle vaktine doğru döneceğini söyleyip dükkânın eksiklerini tamamlamak için toptancıya gitti.

Selim belindeki silahın namlusuna mermiyi sürüp emniyetini açtı. Silahı tekrar beline taktı. Metin’le birlikte kapı önüne çıkıp oturacaklarken Metin az önce takip ettiği kişinin dükkânın karşısında tekrar gördü. Yerinden kalkıp onun yanına gitmeye niyet etmişti ki şüpheli hızlı bir şekilde koşarak gelip elindeki Molotof şişesini dükkânın içine fırlattı. Molotof Metin’in kafasına çarpıp kırılmıştı. Metin’in her tarafı bir anda benzine bulandı. Selim silahını çekerken bir başkası içeriye yanan bir bez yumağını fırlatmasıyla Metin bir anda alev aldı. Selim, bez yumağını atan kişiyi görmüştü. Onu başından vurdu. Yere düştüğünü görünce ardından koşmadı. Alev topuna dönen Metin’i alevlerden kurtarmak için koşup içerden getirdiği bir sürahi suyu Metin’in yüzüne döktü ve onun yanan yüzünü söndürmeye çalıştı. Bir sürahi su yetersiz gelmişti. Hacı Murat’ın komşuları imdada yetişip tutuşan Metin’i söndürmeye çalıştılar. Hiç kimse yerde kanlar içinde yatan gençle ilgilenmiyordu. Yaptığının cezasını bulmuştu.

Esnaflardan biri;

–Siz hemen buradan uzaklaşın. Birazdan burası polis kaynar. Ortalıkta görünmeyin, dedi.

Selim o an en iyi fikrin bu olduğuna karar vererek Metin’i alıp oradan hızlıca uzaklaştı. Bir taraftan da Metin’in üzerindeki alevleri söndürmeye çalışıyordu. Zira Metin’in üzerinde hâlâ söndürülmemiş ateş vardı. Yanan elbiseleri yer yer vücuduna etki edecek bir duruma gelmişti. Selim onu Hacı Abdurrezzak camisine götürüp abdest alınan yerde üzerine su dökerek elbiselerindeki ateşin hepten sönmesini sağlayarak üstünü başını temizledi. Etraftaki meraklı gözlere aldırmadan Metin’i alıp evine götürdü. Bir odaya geçip ailesine;

–Kesinlikle bu odaya kimse girmeyecek, diye tembihte bulundu.

Metin’in üzerindeki elbiselerini çıkardı ve kendi elbiselerinden getirip ondan bunları giymesini istedi. Metin’in durumu çok kötü görünüyordu. Yüzü tanınmaz hale gelmişti. Derinin soğumasıyla birlikte yüzü kırışmaya başladı.  Metin bedenindeki yanıkların acısını yeni yeni ama hızlı bir şekilde hissetmeye başladı. Çok kısa bir sürede acıları dayanılmaz oldu. Vücudunun ve yüzünün hâlâ yandığını düşünüyordu. Kendisini ateşler içinde olduğunu zannedip kurtulmaya çalışır gibi bir hali vardı. Acıdan olsa gerek ne diyeceğini bilmiyordu. Vücudunu kaplayan kavurucu ateşin dinmesi için Selim’den bir vantilatör getirmesini istedi. Selim soru sormadan Metin’in istediği vantilatörü getirip çalıştırdı. Biraz rahatlasa da çektiği acılar hafiflememişti. Dilinde gayri ihtiyari olarak;

–Ne olur Ya Rab! Bizi cehennem narında yakma! Diye dua etti. Selim ona teselli verecek durumda değildi. Bir an önce bir şeyler yapması gerektiğini biliyordu; ama ne yapacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Metin her ne kadar acı çekse de hâlâ soğukkanlıydı. Selim’e baktı. Gözlerindeki endişe ve çaresizliği okuyunca:

–Sen şimdi git Şehid’i gör ve ona durumumuzu anlat. Ne yapacağımızı ona sor, dedi.

Selim bu fikre çok sevinmişti. Evden ayrılmadan önce odada bulunan ayna ve aynaya benzer her ne varsa kaldırınca Metin;

–Ne yapıyorsun? Diye sordu.

–Kızma ama yüzün iyi görünmüyor. Bir müddet aynalardan uzak kalsan iyi olur, dedi.

Metin kendi yüzünü görmediği için şanslıydı. O nur yüzü şimdi korku filmlerdeki korkunç karaktere bürünmüştü. Allah azze ve celle isterse verdiği güzelliği bir anda alabilir, sonra dilerse tekrar daha fazlasıyla iade edebilirdi. Metin için yüz güzelliğinin bir önemi yoktu. Onun tek derdi Allah’ı razı edip rızasını kazanmaktı.

Selim’e;

–Güzelliği veren de O, alan da O, diye cevap verdi.

Selim yine de odadaki aynaları kaldırdıktan sonra evden ayrıldı. Şehid’i bulup durumu anlatınca Şehid, Selim’le birlikte evlerine geldiler. Şehid, Metin’i görünce dünyası yıkıldı. Selim ona Metin’in yüzünün yandığını söylemişti ama manzaranın böyle olacağını tahmin etmemişti. Metin tanınacak durumda değildi. Gözyaşlarına hâkim olan Şehid, Metin’e adetten;

–Nasılsın? Diye sordu. Aslında sorduğu bu sorudan kendisi de utanmıştı. Neyle karşılaşacağını bilmiyordu. Yüzü ve vücudu yanmış birisine sorulacak en saçma soruydu, “Nasılsın?” demek…

Şehid, Metin’in yüzüne uzunca bir süre baktı. Buruşmuş derilerin altında kırmızı et parçalarını görebiliyordu. Hastaneye gitmek için hazırlık yaptılar. Şehid, Selim’e;

–Hemen bir taksi çağır hastaneye gidelim, dedi.

Selim;

–Abi bize saldıranlardan birini başından vurdum. Sonra sıkıntı olmasın, dedi.

Şehid, Selim’in söylediklerinde haklılık payının olduğunu anladı. Biri ölmüşse mutlaka polis bu işin ardına düşerdi. Bu durumda Bilal’e gitmekten başka çare kalmıyordu. Şehid müsaade isteyip evden ayrıldı. Kısa bir süre sonra Bilal’le birlikte geri döndü. Bilal, Metin’in yüzünü iyice kontrol ettikten sonra;

–Abi durumu biraz ağır gibi görünüyor. İkinci derece yanık diyerek, hastaneye gitmemiz mümkün mü? Diye sordu.

Şehid çok sakin bir şekilde;

–Hastaneye gidemeyiz. Ne yapılması gerekiyorsa senin yapman gerek, dedi.

Bilal anladığını anlamıştı. İş başa düşmüştü. Malzemelerini çıkarırken. Son bir şey daha sordu Şehid’e;

–Abi bu arkadaşın uzun bir süre tedavi görmesi gerekebilir. Tedavisine burada mı devam edeceğiz yoksa onu başka bir yere mi alacağız? Diye sordu.

Şehid;

–Senin düşüncen nedir?

–Bence arkadaşı bize götürelim. Uzun bir tedavi süresi olacak gözlem altında kalması daha uygun olur, dedi.

Şehid bu öneriyi kabul etti.

Bilal, Metin’in tedavisini şimdilik yapmaktan vazgeçip ağrılarını biraz olsun dindirmek için ona ağrı kesici verdi. Akşam karanlığına kadar Şehid’le birlikte onun yanında kalıp acılarına ve ağrılarına ortak oldular. Metin her ne kadar güçlü ve kuvvetli olmaya çalışsa da çektiği acılar karşısında çok çaresizdi. Acıların şiddeti yüzünden okunuyordu.

Bilal bir ön tedavi olarak yaralarının üzerine yanık merhemi sürüp yanan derinin daha fazla kurumasının önüne geçmeye çalıştı. Derisi kurumaya başlayan Metin’in yüzü her geçen dakika daha çok buruş buruş oluyordu. Yanık soğuyunca özellikle yüzündeki etkisi daha belirgin olmaya başlamıştı.

Bacak ve karın bölgesinde yanıklar olsa da asıl acıları yüzündeydi. Yüzündeki yanığın verdiği acıyı eliyle yüzünü kazımak geliyordu içinden.

Abdest almak istedi izin vermediler. Bilal namazlarını teyemmümle kılmasını istedi. Metin bunu nasıl yapacağını bilmiyordu. Teyeyyüm için tozlu ellerini yüzüne sürmesi gerekiyordu. Oysa bu daha ciddi bir sorun demekti. Bilal, hiçbir şekilde elini yüzüne sürmemesi konusunda kendisini uyardı. Özellikle Yüzünün iltihap bağlama riskini göze alamazdı;

–Yüzünü yıkama, iyileştiğin zaman namazlarını kaza edersin, diye ona yol gösterdi. Akşam karanlığında Şehid gidip bir araç bularak geri döndü. Metin’le birlikten Bilallerin evine gittiler.

Şehid, Selim’e uzun süre devam edecek olan tedavisinde Metin’den haber alamaması durumunda endişe etmemesini, durumu hiç kimseye anlatmamasını söyledi. Selim, Metin’le vedalaştıktan sonra ayrıldı.

Bilal, Metin’le eve geldikten sonra hiç vakit kaybetmeden tedaviye başladı. Evdekilerden yardımcı olmalarını istedi. Yusuf, Hamza ve Şehmus, Bilal’in etrafını sardılar. Bilal, Metin’in yüzüne bakıp;

–Yüzündeki yanmış derileri temizlememiz gerekiyor. Çok acı çekebilirsin. Ama bunu yapmazsak yüzün daha kötü olur. Acılara katlanman gerek. Sen ne kadar acıya tahammül etsen o zaman biz elimizden geleni daha rahat yaparız. Bu durumda iyileşme sürecin daha hızlı olur, dedi. Yusuf’da;

–Bir müddet dişini sıkman gerek, diye araya girdi.

Metin tam olarak yüzünün halini görmese de ciddi manada yandığını biliyordu. Yanık bir yüzle ne kadar korkunç görünebileceğini düşündü. Bir anda ürperdi. “Bakılmayacak bir yüz,” dedi. Düşüncesi bile hoşuna gitmemişti. Bilal’e;

–Ne gerekiyorsa yap. Acı çekmeme, bağırıp çağırmama, sızlanmalarıma aldırma. Sen bildiğin gibi yap. Ne kadar sızlansam da asla bana acıma, dedi.

Bilal;

–Bugün senin yaralarını temizlerken bize kızabilirsin. Ama iyileştiğin vakit o zaman bize dua edeceğinden eminim, şeklindeki sözlerinin ardından, ‘Bismillah’ dedi.

Bilal, Yusuf ve Hamza’dan Metin’i sıkı tutmalarını istedi. Eline aldığı gazlı bezle yüzündeki daha önce sürmüş olduğu yanık merheminin kalıntılarını temizledi. Ne kadar dikkat etse de gazlı bezin her değdiği yer Metin’e acı veriyordu. Bilal’in hasta bakıcıdan öğrendiği bir şey vardı. Bir gün kendisine:

–Fazla merhamet maraz doğurur. Yaralıya merhamet edeyim derken ona zulmettiğinin farkında bile olmazsın. Seni zalim bilir. Sana kızıp hakaret etse dahi sen ona acımayacaksın. Yanıkları çok iyi temizlemelisin. Yoksa ilerde telafisi mümkün olmayan kalıcı izlere sebebiyet verirsin. O zamanda iş işten geçmiş olur, demişti.

Metin’in yarası acımayı değil tedaviyi gerektiriyordu. Elindeki gazlı bezle merhemi temizlemeye devam etti. Yanmış derileri temizlemeye geldiğinde Metin’in yüzüne baktı. Acıları gözlerinden okunuyordu. Acılarını hafifletecek bir şey düşündüyse de aklına bir şey gelmedi.

Kardeşi, karşısında acılar içinde kıvranıyordu. Gözlerine bakmamaya çalıştı. Eline aldığı cımbızla yanan derileri temizlemeye çalıştı. Yüz etine yapışan derileri kaldırdıkça Metin’in adeta soluğu kesiliyordu;

–Rabbim yardım et, diye için için Allah’a yalvarıyordu. Bilal, elini daha çabuk tutmak istese de yüzün üstünde çalışmanın hiç de kolay ve aceleye gelir bir yanı olmadığını biliyordu. Yanan deriyi temizlerken yüzünde kalıcı bir iz bırakmak istemiyordu. Kaldırdığı derilerin altından çıkan kanlar Metin’in yüzünü kaplamıştı. Gazlı bezle yüzündeki kanı silip yanan derileri temizlemeye devam etti. Özellikle gözaltlarına geldiği zaman Bilal’in eli titremeye başladı. Yusuf, Bilal’e baktı. Bilal’in endişelendiğini görünce şaşırdı. İçinden;

–Ben bunu daha iyi yaparım, diye geçirdi. Bilal onun iç sesini duymuşçasına Yusuf’a baktı. Yusuf gözlerini Bilal’den kaçırdı.

Bilal, Metin’in gözleri altındaki yanmış derileri kaldırıp kaldırmama konusunda kararsız olsa da buraları da temizlemeye girişti. İlkin sağ gözden işe başladı. Gözaltındaki deriyi kaldırmaya çalıştıkça etiyle birlikte gelen deri onu endişelendiriyordu. Nasıl bir şeyle karşı karşıya olduğunu yeni anlıyordu. Yaptığı şeyin çocuk oyuncağı olmadığını belki de ilk kez bu kadar iyi anladı. Eğer Metin’i hastaneye götürebilme durumu olsaydı bunu hiç düşünmeden yapardı. Ama artık her şey için çok geçti. Metin’i şimdi hastaneye götüremezlerdi.

Elindeki cımbızı bırakıp yan odaya gitti. Kimsenin görmemesi için kapıyı kapattı. Secdeye varıp Allah’a sığındı. Yaptığı hatalar ve günahları için istiğfar diledi. Ardından;

–Rabbim! Dedi. İçimdeki korkuyu gider. Bana güvenen kardeşlerime karşı beni mahcup etme. Şafi olan sensin. Bu işin üstesinden gelmem için bana yardım et. Uzuvlarıma sekinet ver. Kardeşimin yüzünde benden kaynaklı bir iz kalmasına müsaade etme. Senin yoluna gençliğini adayan bu kuluna merhamet et. Ona ve bize sabır ver, diye dua etti.

Kalbi huzur bulana kadar alnını secdeden kaldırmadı. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Titreyen ellerle bu işi daha fazla sürdüremeyeceğinin farkındaydı. Bir müddet daha secdede kaldı. Kalbinin sükûnet bulduğundan emin olduktan sonra şükür ve hamd edip başını secdeden kaldırdı.

Odaya tekrar döndüğünde odadakiler meraklı gözlerle ona baktılar. Elinin boş olduğunu görünce buna daha çok şaşırdılar. Oysa onlar Bilal’in yan odaya malzeme almak için gittiğini düşünmüşlerdi.

Bilal cımbızı besmeleyle eline alıp gözaltlarındaki yanan derileri küçük parçalar halinde kaldırmaya çalıştı. Her bir deri parçasını çektiğinde Metin’in gözleri yuvasından çıkacakmış gibi oluyordu. Metin’in gözlerinin içine bakmaktan korktu. Orada ne bulacağını bilmiyordu. Memnuniyet olmadığı kesindi. Bu yüzden bakışlarını Metin’in gözlerinden kaçırıyordu. Yalnızca yanan deriyi temizlemeye, işini yapmaya odaklanmıştı.

Uzun bir çabadan sonra yaralının sağ gözünü temizlemişti. Neredeyse yüzündeki tüm deri yanmıştı. Sağlam kalan tek tük yerdeki deriler de ateşin sıcaklığıyla buruşmuştu. Onları temizleyip temizlememe konusunda da tereddüt yaşadı. Gözlerini kapayıp;

–Ya Şafi, diye Allah’ı andı. O anda kalbine gelen sünuhatla yüzündeki tüm derileri temizlemenin daha iyi olacağına karar verdi. Şimdi sıra sol gözaltındaki derileri temizlemeye gelmişti. O kadar yavaş hareket ediyordu ki Metin bir ara acılara dayanamayıp bayılacak gibi oldu. Bilal ona bakıp;

–Biraz daha sabır kardeşim az kaldı, diye teselli etmeseydi Metin kendisini bırakacaktı. Acıları dayanılmaz olmuştu.

Bilal, sol gözaltındaki derileri de temizledikten sonra geri kalanları çok rahat temizledi. Derileri temizlenen Metin’in yüzünde neredeyse deri kalmamış gibiydi. Yüzü kanlar içinde kalmıştı. Kırmızılar içinde ela gözler parıldasa da onlar acının huzmeleriydi. Yanındakiler Metin’in çektiği acıların şiddetinin nasıllığını anlamakta zorlansalar da çok acı çektiğinin farkındaydılar.   

Sıra bacağındaki ve karın bölgesindeki yanıklara gelmişti. Yüzden sonra onları temizlemek hiç de zor değildi. Bilal çok yorulmuştu. Bir an önce yanan derileri temizleyip Metin’in rahat etmesini istiyordu. Yusuf;

–Abi istersen bacağındaki deriyi ben temizleyeyim, dedi.

Bir anda odada bulunanların bakışları Yusuf’a çevrildi. Öyle ki Metin’in yuvalarında fırlayacakmış gibi olan ela gözleri dahi Yusuf’a döndü.

Ona dönen bakışlarla Yusuf yanlış bir şey söylemiş olabileceğini düşündü. Oysa ona göre söyledikleri gayet normal bir şeydi. Hiç tecrübesi olmayan birinin tecrübe kazanmak adına böylesi bir hizmete talip olmasının nesi tuhaftı?

Bilal ona ne diyeceğini bilemedi. Eğer, “Olmaz” derse Yusuf’un öz güveninin kırılmasından korktu. “Tamam” derse bu sefer Metin’in neler yaşayacağını bilemediği için endişe etti. Tüm gözler Bilal’in ağzından çıkacak kelimelere odaklanmıştı. Bilal;

–Peki, gel bakalım, dedi.

Metin o an kendisini kurbanlık koyun gibi hissetti. Yalvarır gözlerle Bilal’e baktı;

–Ne olur böyle bir şeye izin verme, der gibi baktı. Yalvaran gözlerle karşılaşmamak için Bilal, Metin’e hiç bakmadan Yusuf ile yer değiştirdi.

Yusuf eline aldığı cımbızla Bilal’den gördüğü gibi yanan derileri tutup çekmeye başlamasıyla Metin’in çilesi tekrar başladı. Metin, Yusuf’un her cımbızla deriyi tutuşunda acı duyuyordu. Meğer Yusuf cımbızla sadece deriyi değil onun altındaki eti de tutup çekiyormuş. Kaldırdığı küçük bir deri parçasıyla birlikte Metin;

–Allah aşkına kardeşim sen bırak, diye yalvardı. Abi o kadar temizlediği halde senin gibi acıtmadı, dedi.

Yusuf bu söze biraz kırılmıştı. Metin;

–Kırılma gerçekten de canımı çok acıttın, dedi. Şu anda neler hissettiğimi anlamanızı beklemiyorum. Kurbanlık bir koyunun derisini yüzmüyorsun. Hâlâ kanlı ve canlıyım. Ve canım o kadar acıyor ki buna daha ne kadar dayanabilirim bilmiyorum, dedi.

Yusuf elindeki cımbızla kopardığı deriyi gösterip;

–Bu kadar küçük şeyden mi feryat ediyorsun, diye cımbızın ucundaki deriyi ona gösterince Bilal gülmemek için kendisini zor tuttup;

–Adamın etini koparmışsın, bunun küçüğümü olur, dedi.

 Yusuf elindeki cımbızın ucundaki deriye baktı. Gördüğü şey sadece bir deri değildi. Küçükte olsa et parçasıydı. Bilal’in korkularını yeni anladı. Bu hiç de basit bir şey değildi.

Yusuf’u bilen arkadaşlarından Hamza, Metin’e;

–Yusuf öyledir işte. Ona sorsan her işi yapabilecek bir kabiliyeti olduğunu söyler. Talip olduğu işi yapıncaya kadar ısrar etmekten vazgeçmez. Ama kesinlikle kalbinde zerre kadar kötülük yoktur. İyi niyetle yaptığı yanlışlıkları da farkına varmadan yapar.  Bu ayrı bir mesele, dedi.

Bilal, Yusuf’la yeniden yer değiştirip cımbızı eline aldı. Bu sefer kaldırdığı derinin nasıl tutulacağını onlara öğretmeye çalıştı. Bu konuda çok sabırlı olmaları gerektiğini söyleyip Metin’in bacağındaki yanıkları da temizledikten sonra rahat bir nefes aldı. Karın bölgesindeki yanıklar pek önemli görünmüyordu. Onların kuruyup kendiliğinden dökülmelerinin daha iyi olacağına karar verdi.

Uzun ve zorlu bir gün geçirmişlerdi. Bilal, Şehmus’u çağırıp ona evdeki tüm ayna ve ona benzer şeyleri toplamasını söyledi. Yüzü iyileşene dek hiçbir surette Metin’in aynaları görmemesini istedi

Odadakiler, Metin’in yüzünü görebiliyorlardı. O yüz kimde olursa onun aynalardan uzak durması gerektiğinden emindiler. Şehmus hiç vakit kaybetmeden odalarda bulunan aynaları kaldırdı. Tuvaletteki lavabonun üzerinde duvara asılı duran aynayı da kaldırdıktan sonra son bir kez daha nerelerde ayna veya aynaya benzer bir şey olabileceğini düşündü. Hepsini kaldırdığından emin olduktan sonra odaya, arkadaşlarının yanına gelip bir kez de onlara sordu. Arkadaşlarının söyledikleri yerdeki aynaları kaldırdığını söyledi.  

Bilal, Metin’e;

–Abi! Sakın yanlış anlama. Biz sadece aynalara bakıp moralini bozmayasın diye tedbir alıyoruz. Ne yalan söyleyeyim şu anda yüzün hiç iyi gözükmüyor. Ama Allah’ın izniyle en kısa zamanda kendini toparlayacağından eminim. Şimdi yüzüne bakıp moralinin bozulmasını istemiyorum. İnşallah biraz yüzün kendine gelince bizzat ellerimle aynayı sana getireceğim, söz. Yalnız şimdilik senden sadece sabretmeni istiyorum. Bir ay, inşallah bir ay içinde yüzün eski haline gelir, dedi.

Metin, Bilal’in haklı olduğunu bilse de yine de yüzünü görmek istiyordu. Sonuçta kendi yüzüydü. Ne kadar korkunç olabilir ki? Diye düşünüyordu.

İlk tedavi atlatılmıştı. Bundan sonrası daha kolaydı. Yalnız temizlik ve hijyen çok önemliydi. Odadakilerin toz kaldırmaması için yürüyüşlerine dahi dikkat etmeleri gerekiyordu.

Yatma vakti gelmişti. Bilal ve arkadaşları Metin’e bir şey olur diye başında nöbet tutmaya karar vermişlerdi. İlk nöbet Bilal’indi. Metin yatmadan önce tuvalete gitmek istedi. Tuvaletten çıktıktan sonra ellerini sabunlamaya koyuldu; fakat tuvaletin yanındaki lavabo da sıvı el sabunu vardı. Metin;

–Benim sıvı el sabununa karşı alerjim var. Varsa bana el sabunu verirseniz sevinirim, deyince.

Şehmus;

–El sabunumuz yok ama istersen banyo yapmada kullanılan yeşil sabun var. O olur mu? Diye sordu.

Metin;

–Olur, deyince Şehmus onu banyoya yönlendirdi. Metin tam banyodan adımını içeri atmışken Şehmus banyodaki aynayı kaldırmadığını hatırladı. Metin’in arkasından banyoya girdiğinde Metin’i aynanın karşısında yüzüne bakarken buldu. Hiçbir şey demeden odaya gidip Bilal’i çağırdı. Bilal kötü bir şey olduğunu anlamışçasına yerinden fırlayınca Yusuf ve Hamza da hemen ardından kalktılar. Birlikte banyoya yöneldiler. Metin’i aynanın karşısında kendisine baktığını görünce geç kaldıklarını anlamışlardı. Bilal bir şey olmamış gibi arkadaşlarının odaya dönmelerini istedi.

Metin banyodaki aynaya bakıp durdu. Gördükleri onu ürpertse de bunun üstesinden gelmeye çalıştı. İçinde ikilem yaşıyordu.

–Bana yüz güzelliğini veren onu şimdi benden aldı. Veren de O, alan da. Hem bu yüz O’nun yolunda feda oldu, diye kendi kendisine söylenip teselli bulmaya çalışıyordu.

Şeytan bu fırsatı kaçırır mı? Ona vesvese vermenin tam zamanıydı. Kendince zayıf gördüğü bu anı değerlendirmek istiyordu;

–Sen bu yüzle bir daha insanların içine çıkamazsın. Hem yüzün iyileşse bile hangi kız yanık yüzlü biriyle evlenmek ister ki? Çirkin biriyle evlenecek olan ancak çirkin bir kız olabilir, diye vesvese vermeye başlamıştı.

Metin başını kaldırıp aynadaki yüzüne tekrar baktı. Çok korkunç olduğu doğruydu. Yalnız kendisinden korkmuyordu. Gördüğü şey yüzünden dehşete kapılmamıştı. Gelecekle ilgili düşüncelerin hiç birine kıymet vermemişti;

–Allah için olmayacaksa ne evliliğin nede yaşamın bir anlamı var, diye mırıldandı kendi kendine…

Şeytan bu sefer daha başka bir yoldan yanaşmaya çalıştı;

–Anne ve baban, seni bu halde görseler dünyaları kararır. Bir daha yüzleri gülmez olur. Oysa hastaneye gidersen seni tedavi ederler. Gerekirse sana estetik dahi yaparlar, diyordu.

Metin yaşadıklarının ardından ilk kez anne ve babasını düşündü. Onlara bu halde görünemezdi. Anne ve babasını razı etmek için hastaneye gidecek olsa daha büyük sorunlarla karşılaşacağından emindi;

–Hastane olmaz. Varsın anne ve babam bundan sonra beni ölü bilsinler, sözcükleri kararlı bir ses tonuyla iki dudağı arasından çıktı.

Sanki karşısında biri varmış gibi Şeytanın verdiği vesveselere cevap veriyordu.

Tekrar aynaya baktığında ilk andaki refleksten daha farklı bir tepki verdi. Bu yüze alışacaktı. Allah’a adanan bir yüzün sahibi olduğu için tarifi karışık duygulara kapılmıştı.

Elini sabunla yıkayıp bir şey olmamış gibi odaya girdiğinde meraklı bakışlarla karşılaştı. Onlara;

–Merak etmeyin yüzüm sizin dediğiniz kadar korkunç değil. Hem Bilal abinin dediği gibi kısa sürede iyileşecek inşallah, dedi.

 

      

 

Geceyi atlatıp sabaha hayırlı bir şekilde çıkmışlardı. Metin için sıvı yiyecekler hazırlanmıştı. Pipetlerle besleneceğini ilk kez öğrenen Metin buna da, “Tamam” dedi. Yanmış dudaklarıyla bir şey yiyecek durumda değildi. Hareket eden çene yüzün iyileşmesini geciktirirdi.

Birlikte kahvaltı yaptıktan sonra Metin;

–Şehid, ne zaman gelir, diye sordu. Bilal henüz ona cevap vermemişti ki çalan kapıyla birlikte Yusuf;

–Şehid’i an kapıyı açmaya hazırlan, diye bir espri yaptı. Bilal, Yusuf’tan kapıya bakmasını istedi. Az sonra Şehid’le birlikte odaya girdiklerinde Şehid tanınmaz bir halde olan Metin’in yüzüne bakamadı.

Ona bakmaya güç yetirememişti. Kırmızı yüzünde deri kalmamış gibiydi. Ne diyeceğini, nasıl teselli vereceğini bilmemenin çaresizliğini yaşadı. Şehid’i kahvaltıya davet ettiyseler de Şehid kahvaltı yaptığını söyleyip bir çay almakla yetindi.

Şehid’in tek tesellisi Metin’in gözlerinin içinde yanan umut ışığıydı. Moralinin iyi olduğunu görmekten dolayı sevinmişti. Bu iyiye işaretti. Metin;

–Abi! Ailem beni merak eder. Eğer mümkünse onlara iyi olduğumu, bir müddet eve gelemeyeceğimi söylerseniz en azından merak etmezler, diye ricada bulundu.

Şehid;

–Onlara bir şekilde haber göndeririz inşallah, dedikten sonra devamla, Hacı Murat seni sorup duruyor. Başına gelenleri öğrendiği andan itibaren endişe ediyor. Durumunu merak ediyor. Bir ihtiyacın olması halinde kendisine haber vermemizi istedi, diye ekledi.

Metin;

–Polisle başı belaya girmemiştir inşallah? Dedi.

–Polis ne olduğunu anlayamamış. Olay yerinde kimse şahitlik yapmamış. Polisin henüz ne olduğu hakkında bir fikri yok. Kafası karışmış. Bir yerde ceset öte yandan Molotofun sebep olduğu ateş var. Etrafta yanan hiçbir dükkân olmadığı için şaşırmış durumdalar. Hacı Murat onlara olayın kendi dükkânın önünde gerçekleşmesinin sadece bir tesadüf olduğunu söylemiş. Polis olay yerinde ölen şahsı rapor edip, “Saldırı sonucu öldürüldü,” diye yazmış.

 

      

 

Şehid ile Metin arasında geçen bu kısa konuşmadan sonra Bilal yanık derilerinden temizlenen Metin’in yüzüne yanık merhemi sürdü. Ağız ve gözleri dışarda kalacak şekilde yüzünü sargı beziyle güzelce sararak işini bitirdi. Tedavinin zor kısmı atlatılmıştı. Bundan sonra yaraların iyileşmesi beklenecekti.

Metin’in yüzündeki yanıklar iki günde bir tekrar temizleniyordu. Bu işlem yüzünün yeniden deri oluşturmasına kadar yaklaşık iki hafta devam etti. Her şey yolunda gidiyordu. Yüzü her geçen gün yeni deri ile kaplanıyordu. İlk günkü korkunç yüzü yavaş yavaş kayboldu.

Şehid, Metin’le ilgili gelişmeleri Cemaatin ileri gelenlerinden Muhammed SUDAN ağabeye rapor etti. Muhammed SUDAN ağabey, Metin’le görüşmek istediğini söyleyince Şehid bunun Metin’e iyi bir moral olacağını söyledi.

Şehid eve geldiğinde Bilal ve arkadaşları Metin’in pansumanını bitirmişlerdi. Şehid, Metin’e;

–Akşam seni bir yere götüreceğim, dediğinde Metin buna çok sevindi. Uzun bir süreden beri evde oturmaktan dolayı sıkılmıştı. Her ne kadar nereye gideceklerini merak etse de edep gereği bunu sormadı.

Akşam yatsı namazının ardından birlikte çıktılar. Şehid onu Şehitlikte bir eve götürdü. Akasya Apartmanı Üçüncü kata çıktılar. On yaşlarında bir çocuk kapıyı açtı. Çocuğun Şehid’i tanıdığı belliydi. Şehid eliyle çocuğun başını okşayıp içeri geçti. Her zaman girdiği odaya girdi. Odada kimse yoktu. Kısa bir beklemenin ardından odaya yeni abdestten çıkmış yüzü mütebessim ve vakarlı birinin girdiğini gören Metin kafasını kaldırıp baktığında karşısında Muhammed SUDAN ağabeyi görünce sevinç ve şaşkınlık içinde kaldı.

Muhammed SUDAN ağabey gençlerin çok sevdiği birisiydi. Birçok gençle bizzat kendisi ilgilenir, onlarla alakadar olmayı ihmal etmezdi. Gençlerle ilgilenmeyi seviyordu. Birçok gencin İslami hizmetlerdeki çalışmalarında Muhammed SUDAN ağabeyin emeği vardı. Gençleri yetiştiren bizzat kendisiydi.

PKK Örgütünün saldırılarının artmaya başlamasının ardından Muhammed SUDAN ağabey artık eskisi gibi gençlerle sık sık bir araya gelme fırsatı bulamıyordu.

Metin’in yetişmesinde Muhammed SUDAN ağabeyin emeği büyüktü. Onun yetiştirdiği bir öğrencisiydi. Onun doyumsuz sohbetlerinden istifade etmiş olan Metin ayağa kalkıp Muhammed ağabeye doğru sevinçle yöneldi ve birlikte musafaha ettiler.

Muhammed SUDAN ağabey Metin’e;

–Sağlığın nasıl? Diye sorarken yüzüne baktı.

Metin;

–Allah’a çok şükür iyiyim, dedi.

–Ağrıların falan var mı?

–Şimdilik yok.

–Bir sıkıntın, bir derdin varsa söyle. Elimizden geldiği kadarıyla sana yardımcı olalım? Diye sordu.

Metin;

–Allah’a şükür hiçbir sıkıntım yok, dedi.

Muhammed SUDAN ağabey;

–Şehid, senin sıkıldığını söylüyor.

–Doğrudur ağabey. Oturmaya alışmamışım. Arkadaşlarım dışarda hizmet ederken bir şey yapmadan burada oturmam bana ağır geliyor…

–Dünya bir imtihandır. Allah azze ve celle kullarını dilediği şekilde imtihan eder. İmtihanın biri bitse bir yenisi başlar. Bu son nefese kadar böyledir. Bir musibeti atlatırsın bir başka musibet başlar. Önemli olan başımıza her ne gelirse gelsin yılmadan, yıkılmadan davamıza hizmet etmenin yollarını aramaktır. İslam’a en iyi nasıl hizmet edebiliriz, düşüncesine sahip olursak mutlaka yapacak bir şey buluruz. Oturmak zorunda kaldığımız zamanlarda ise okuyup eksikliklerimizi telafi edebiliriz. Bir Cemaat mensubu için boş durmak diye bir şey yoktur. Hizmet alanı geniştir.

Sen boş zamanlarında eğitimine ağırlık ver. Geri kaldığın derslerinin telafisini yapmaya çalış, deyince Metin’in yanık deri ile dolu yüzü asılmaya başladı.

Oysa Metin eğitim hayatından vazgeçmişti. Her şeyiyle İslami hizmetlere adanmış biri olarak okul okumak onun için bir anlam ifade etmiyordu. Yaptığı hizmetlerle arzuladığı şehadete daha yakın olduğunu hissediyordu. Şimdi şehadetten uzaklaşma gibi görünen Muhammed SUDAN ağabeyin bu sözleri hoşuna gitmemişti.

Muhammed SUDAN ağabey;

–Cemaat mensubu olan kişi sadece bir alanda hizmet etmez. O her zaman her alanda hizmet edebilecek kapasiteye sahip olmalıdır. Mücahit her şeye hazırlıklı olmalı. Sen eski hizmetlerine devam edeceksin inşallah. Ama bundan sonra senin omuzlarına daha ağır bir yük binecek. Bir yandan kaldığın yerden hizmetine devam ederken öte yandan eğitimine de gereken önemi vermeni istiyorum. Bunu yapabilir misin? Diye sordu.

Metin’in asılan yüzü yerini tebessüme bıraktı. Her ne kadar o yüzle tebessüm ettiği anlaşılmasa da İslam’a daha fazla hizmet etmeyi istiyordu. En değerli varlığı olan canını Allah’a adamak tek arzusuydu. Ve işte şimdi kendisine böyle bir fırsat sunulmuştu.

Muhammed SUDAN ağabeyle bir müddet daha sohbet ettikten sonra Şehid’le birlikte oradan ayrılıp kaldıkları eve geri döndüler. Metin, ayrıldıklarında yeni bir ruh ile donanmış gibi hissediyordu. Bu görüşme onun mücadele hayatında bir dönüm noktası olmuştu adeta. Bir yandan İslami hizmetlerini yerine getirirken öte yandan yarım bıraktığı eğitimini davasına faydalı olmak için tamamlayacaktı. Artık durmak yoktu. Evde oturduğu zamanlarda dahi gününü okuyarak geçirecekti. Yeni bir başlangıç yapmaya hazırlanıyordu. Bunun için sabırsızlandı.

“Bir musibet bin nasihatten evladır,” diye söylemişler. Bazen sahip olduğumuz nimetin kıymetini anlayabilmemiz için onu yitirmemiz gerekebilir. Sağlığın kıymetini, hastalıkla veya yaralanmayla bilindiği gibi… Yaşanılan musibet bazen İlahi bir armağan olur. Gözlerinin üzerindeki perdenin kalkmasına, bakış acılarının değişmesine, her şeyden daha önemlisi hayata bakış acısında bir değişimin yaşanmasına sebep olur. Gözler üstündeki gaflet perdesi kalkınca da hayat veren Rabbi daha iyi tanıma fırsatı bulunur. O zaman yaşanılan musibet kişiyi Rabbe götüren hayırlı bir bineğe dönüşür. Kişi, musibet vereni bulduğu zaman onunla nasıl başa çıkmak gerektiği noktasında da bir ipucu elde etmiş olur. Yaşanılanlara sitem etmeyi bir kenara bırakıp hamd ve şükre sarılır. Tıpkı Metin’in yaşadığı ruh hali gibi şekvaya değil sabra ve azme sarılır, Allah’a giden yolda bir adım daha ileriye gitme şansı yakalanır.

Bir ay sonra Metin’in yüzü düzelmişti. Çok dikkat edilmediği takdirde yüzünün yandığı anlaşılmıyordu. Acıları dinmiş, çektiği sıkıntılar son bulmuştu. Yeni yaşamına başlamak için gün sayıyordu. İlk adımı atmaya hazırdı. Sadece ona gerekli olan bir işaretti. O işaretin gelmesi an meselesiydi. Bunu dört gözle bekliyordu.

Bir akşam Şehid, onları ziyarete geldiğinde Metin kendisi için hayırlı şeylerin başlayacağını anlamış gibiydi. İçinde hissettiği duygularla Şehid’in gelişini hayra yordu. Şehid, onlara selam verip;

–Metin! Eğer hazırsan bu akşam eve gidebilirsin, dedi. Ancak bu söz üzerine Metin’i bir efkâr bastı. Ayrılık vaktinin gelişine istediği gibi sevinemedi. Sanki ardından bıraktığı mahkûm arkadaşları varmış gibi hissetti kendisini.

Yanındakilerle birlikte akşam yemeğini yedikten sonra arkadaşlarıyla vedalaşıp onlara hayır duasında bulundu ve evine doğru yola çıktı.

Akşam karanlığı her tarafı kaplamıştı. İnsanlar evlerine gireli epey zaman olmuştu. Metin mahallesine varmış, evinin duvarlarını uzaktan görür olmuştu. Evlerinin dış kapısını cebinden çıkardığı anahtarla açıp içeriye girerken tarifsiz duygulara kapıldı. Tek katlı müstakil olan bu evin sokak kapısından sonra çok geniş bir avlusu vardı. Avludan geçtikten sonra eve giriliyordu. İç kapıya doğru yönelmişken damdan gelen seslere kulak kabartıp dinledi. Misafir var, diye düşündü. Yaz akşamları bir misafir geldiği zaman serin olduğu için onu damda ağırlarlardı.

Dama çıkmaya niyet ettiği anda içerden çıkan kardeşi avluda bir yabancının olduğunu görünce korktu. Abisini tanıyamamıştı. Bağıracağı sırada Metin yüzünü döndü. Kardeşi “Abi” diye bağırmasıyla evdekiler ayaklandı. Damdan aşağıya doğru gelmekte olan anne ve babasını görünce onların gelmesini beklemeden o dama çıktı. Karanlıkta yüzündeki yanık izlerinin belli olmayacağını düşündü. Babasının elini öpünce babası onun başını öptü. Sıra annesindeydi. Annesinin elini öptükten sonra annesi oğlunun yüzünde ellerini şefkatle dolaştırdığında onun yüzünde farklı bir şey olduğunu hissetti. Oğlunun gözlerine baktı. Bu onun Metin’iydi. O ela gözleri karanlıkta dahi olsa tanıyabilirdi. Yalnız bir sorun vardı. Çözemediği bir sorundu bu…

Gelen misafir dayısıydı. Dayısının da elini öpüp, karşılıklı hal hatır sorduktan sonra dayısı;

–Bunca zaman neredeydin yeğenim? Diye sordu.

Metin, dayısının sorduğu bu soruyu geçiştirmek için babasına dönüp durumunu sordu. Babası ne diyeceğini bilemedi. Sevincine diyecek yoktu. Oğlu sağ salim eve gelmişti ya, gerisinin bir önemi yoktu.

Annesi aşağıya inip Metin’in yemesi için bir şeyler hazırladı ve aşağıya gelmesi için kardeşini yukarı gönderdi. Metin’e haber veren kardeşi;

–Anne yemek hazırlamış gelsin diyor, dedi. Metin aşağıya indiği zaman annesi onun yüzüne baktı. Hafif lekeler olan yüzünde bir tuhaflık vardı. Eliyle tenini okşadı;

–Ne oldu sana oğlum? Diye sordu. Metin bir şey söylemek istemedi. Ama annesi yüzünün yandığını anlamıştı. Gözleri yaşarmıştı. Metin;

–Yapma böyle, ben iyiyim, şimdi ağlamanın zamanı değil, dediyse de Annesi;

–Yüzüne ne oldu böyle? Ne yaptılar sana? Diye ağlamaya devam etti.

Annesi, Metin’in kardeşine;

–Git babanı çağır, deyince kardeşi avludan;

–Babaaa! Annem çağırıyor, diye seslendi. Metin’in babası aşağı gelince annesi;

–Metin’in yüzünün haline bak, dedi. Babası o ana kadar dikkat etmediği oğlunun yüzüne baktı. Yanık lekeleri olan yüzü görünce endişelendi. Metin’in artık sorulan soruları geçiştirme şansı yoktu. Vereceği cevap hem onları üzüp endişeye sokmayacak ve hem de bir nebze de olsa gerçeği barındıracaktı. İşte tam da böyle bir mazeret bulmuştu;

–Yüzüm yandı ve siz üzülmeyesiniz diye eve gelemedim. Yanmış yüz ile yanınıza gelip de endişelenmenizi istemedim. Şimdi çok şükür iyiyim, derken anne ve babasının da içten içe şükrettiğini biliyordu. Zira kendisinden uzun bir müddet haber alamadıkları oğulları şimdi sapasağlam karşılarında duruyordu.

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar