Diyarbakır Sokakları-16. Bölüm
16. BÖLÜM
Müslüman, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem mirasçısı, aziz ve celil olan Allah’ın dinini tebliğle sorumludur. İslam şeriatını tüm dünyaya yaymak için elinden gelenin en iyisini yapıp gece gündüz bu gaye uğrunda çalışmalıdır.
Müslüman kişinin bu imtihan dünyasında rabbinin razı olacağı şekilde yaşıyor olduğu halde emanetini asıl sahibine teslim etmekten başka bir endişesi yoktur. Dünya iyilerin olduğu kadar kötülerin de yaşadığı bir yerdir. Hak ve batılın kıyamete kadar sürecek olan mücadelesinde kaybeden her zaman batıl olacaktır. Bir Müslüman için hakikatte kaybetme, ziyan ve mağlubiyet yoktur. Müslüman sadece vazifesini yerine getirmekle mükelleftir. Gerisi Allah’ın takdiridir.
90’lı yıllarda bir haziran sabahıydı. Güneş havayı aydınlatmak için yavaş yavaş yükselirken, karanlık ise yerini aydınlığa terk ediyordu. Karanlığa galebe çalan aydınlık, gece karanlığının ihanet yuvalarında planlanan kirli işleri de açığa çıkarıyordu. Gün yeni olaylara gebeydi. Kararmış kalpler tarafından haziranın sıcak havasına kan kokusunu bulaştırmak için tüm hazırlıklar yapılmıştı. Biri yirmi, diğeri yirmi üç yaşlarında iki kişi silahlarını bellerine takıp kan kusturmak için yola koyulmuşlardı. Hedeflerinde yine bir Cemaat mensubu vardı.
Huzurevleri Camisi köşesinde bekleyen yirmili yaşlarındaki genç ikide bir saatine bakıp duruyordu. Birisini beklediği her halinden belli olduğu halde o dışarıya yansıttığı endişenin farkında bile değildi. Yirmi üç yaşında olanı ise yaklaşık yirmi metre caminin ilerisinde bulunan kahvehanede cami köşesindeki arkadaşını rahatça görebileceği bir yerde oturmuş çay içmekteydi. Huzurevlerinden camiye doğru gelmekte olan Halil’i görünce köşede bekleyenin elleri ayakları birbirine dolandı. Kahvede çayını yudumlamakta olan ise korkudan elindeki bardağı düşürdü. Ne yapacağını şaşırmış olarak manasız hareketlerde bulunmaya başladı.
Halil her zamanki gibi güleç yüzüyle caddede yürüyordu. Gördüğü her tanıdığa selam verirken kendisi için hazırlanan pusuya doğru habersizce ilerlediğinin farkında değildi. O yaklaştıkça ona pusu kuranların korkuları daha bir artıyordu. Halil, yirmi iki yaşında, bir altmış sekiz boylarında, zayıf, güler yüzlü Allah dostu biriydi. Adı gibi dosttu. Fedakârlığı ve cesareti ile İslami hizmetlerde gece-gündüz çalışıyordu. Her ay maaşının bir kısmını hayırlı işlerde kullanılsın diye infak ediyordu.
Halil, kısa bir süre önce askerliğini bitirmişti. Askerlik dönüşü İslami hizmetlere kaldığı yerden devam etmişti. Bir kamu dairesinde işe başladığından beri gerek ailesi, gerek dava arkadaşları onu bir an önce evlendirmek için çok ısrar etmişlerdi. Neticede Halil kendisi gibi İslami hizmetlerin içerisinde bulunan mücahide bir bayanla evlenmişti. O ve eşi, yükü ağır bu davada birbirlerine destek olmaya söz vermişlerdi.
Kız istenirken her ne kadar, “Allah’ın adı, Peygamber efendimizin kavliyle...” diye bir söz söylense de bu sözün ardında dillendirilmeyen, bir gaye ve amaç vardır ki o da mutluluktur. Her bir eş diğerine, “Seni mutlu etmek için Allah’ın adıyla eşim olmanı istiyorum,” demektedirler. Bu sözü gerçekleştirmek için birleşen hayatlar dünyadaki bu hedefler uğruna bir olup birbirlerine kenetlenirler. Hayatın zorluğu ve yaşanan dertlere karşı birbirlerine dayanarak ayakta kalmaya çalışırlar. Bir sözle başlar aile yuvası, bir sözün gerçekleşmesi için… Allah’ın bir “Ol” sözüyle başladı hayat. Yine bir sözle son bulacak…
Allah azze ve celle aralarına ünsiyet yerleştirmişti. Onların hanelerini cennete dönüştüren şey büründükleri İslam ahlakıydı. Halil, o gün gözünün nuru eşini Allah’a emanet edip işe gitmek için her zamanki vakitte evden çıkmıştı.
Huzur evleri caminin köşesine geldiği an arkasından sinsice yaklaşan katillerden biri bu güzel dostun hayatını sonlandırmak için tetiğe basmaya hazırlanıyordu ki Halil arkasında kendisine yaklaşmakta olan birinin varlığını sezdi. Ne oluyor diye arkasına dönüp bakmasıyla elinde silah tutan kişinin kendisine ateş etmesi bir oldu. Halil kendisini savunamadan kulakları sağır edecek bir patlama sesi ile yere yıkıldı. Kurşun sesleri o sabah huzur evlerinin huzurunu kaçırmaya yetmişti. Halil yediği kurşunla yere yığılmıştı. Gözleri açılıp kapanıyor, yerde acılar içinde kıvranıyordu. Kendisine ateş eden kişi ise ortalıkta görünmüyordu. Ayağa kalkmaya çalıştı. Kalkayım derken tekrar yere düştü. Kahvehane tarafından birinin kendisine doğru koştuğunu görünce bunun hayra alamet olmadığını anlayıp, “Ya Allah” diyerek ayağa kalktı ve kendisine doğru koşmakta olana doğru yürüdü. Halil’in kendisine doğru gelmekte olduğunu gören habis ruhlu kişi korkuya kapıldı. Yapmak istediği şeyden vazgeçip, arkasını dönüp kaçtı.
Etraftakiler duydukları kurşun seslerini merak edip toplandılar. Kimse kurşun seslerinden bir şey anlamadı. Çevrede ne yaralı ne de ölü birileri vardı. Bu nedenle toplanan meraklılar bir şey görmeyince dağılmak zorunda kaldılar. Halil, saldırının kendisine yapıldığından emin olsa da üzerinde kan izi yoktu. Yürümekte ve nefes almakta zorlanıyordu. Bedeninde tarifi mümkün olmayan bir acı hissediyordu.
Üzerinde kan olmaması kendince saldırının başarısız olduğunun işaretiydi. Fakat duyduğu acıya da bir anlam verememişti. Eve gidip eşini telaşlandırmak istemediğinden o civarda bulunan babasının evine gitmeye karar verdi. Nefes almakta zorlansa da, ayakları onu taşımak istemese de sendeleye sendeleye babasının evine vardı.
Halil’i içeri alan kardeşi, abisinin solmuş yüzünü görünce endişelendi. Babası da az önce işe gitmek için evden çıkmıştı. Halil’in annesi neler olduğunu merak ettiyse de Halil hasta olduğunu, dinlenmek için geldiğini söyleyince annesi ikna oldu. Halil bedenen çok zayıf olduğu için sık sık hastalanırdı. Hastalıklar onu yıpratıyor, fiziksel gelişimine olumsuz yönde etki ediyordu. Birlikte boş olan bir odaya geçtiler. Halil, kardeşinden vücudunda herhangi bir yaranın olup olmadığına bakmasını istedi. İlhan, abisinin bedenini kontrol etti; fakat herhangi bir yara izi bulamadı. Bu durum Halil’i rahatlatmaya yetmedi.
Bir şeyler olduğundan emindi. Bedeninde hissettiği acının başka bir izahı yoktu. Ağrıları gittikçe fazlalaşıyordu. Kardeşinden tekrar vücuduna bakmasını istedi. İlhan abisinin ısrarı üzerine tekrar baktı. Yine bir şey göremedi. Halil şaşırıp kaldı. Ne yapacağını bilemedi. Acıları fazlalaştıkça yaralanmış olduğuna dair kanaati daha bir kesinleşmişti. Acı somut bir şey değildi ki kardeşine göstersin. Bir an hastaneye gitmeyi düşündü. Sonra yaralanmış olduğu düşüncesinin boş bir kuruntu olabileceğine ihtimal vererek hastaneye gitmekten vazgeçti. Halil, kardeşi İlhan’ı Şehid’i bulmaya gönderdi. Şehid sabah vakitlerinde genelde İslami kitap evinde bulunurdu. Kardeşinden Şehid’e meseleyi anlatıp ne yapması gerektiğini sormasını istedi.
İlhan, kitapevine gitmek üzere evden çıktı. Abisinin kuruntuya kapılan biri olmadığını biliyordu. Tam aksine çok soğukkanlı biriydi. Yaşanan bazı hadiseler karşısında metanetli ve vakur duruşu ile onunla gurur duyuyordu. Şimdi nasıl oldu da böyle bir vesveseye kapılmıştı? Buna bir anlam veremedi.
İlhan, kitapevine vardığında Şehid’in henüz gelmediğini görünce onu beklemeye başladı. Yaklaşık bir saat sonra Şehid geldiğinde İlhan ayağa kalkıp onunla birlikte kitapevinin arka tarafına geçti. İlhan, abisinin kendisine söylediklerini olduğu gibi Şehid’e aktardı. Şehid, Halil’in durumunu sordu. İlhan;
–İyi gibi görünüyor, dedi. Şehid, Halil’in ne istediğini anlayamadı ve bir ara birisini oraya göndereceğini söyleyip İlhan’dan eve geri gitmesini istedi.
Şehid, Halil’in durumunu öğrenmesi için bizzat kendisi gitmek istediyse de şehrin başka semtlerinde de Cemaat mensuplarına yönelik saldırılar olmuştu. Yaralıların olduğu söylentisi vardı. Bir an önce onlarla ilgilenmek için Bilal’i görmeye gitmesi gerekiyordu. Şehid, Bilal’in evine gelip yaralanan Cemaat mensuplarının durumunu öğrenmek için birlikte evden çıkarken Yusuf’u da Halil’in yanına gönderdi.
Yusuf, Şehid ve Bilal’in ardından kısa bir süre sonra evden çıktı. Tedbiri elden bırakmayarak içinde sağlık malzemeleri olan bir poşetle yola koyuldu. Yusuf, Halil’in babasının evine gelince Halil, Şehid’in neden Yusuf’u gönderdiğini anlayamadı. Yusuf, Halil’i işinin ehli bir doktor gibi süzüp ona neler olduğunu sordu. Halil, gelen kişinin sorduğu sorulardan tıp bilgisi olduğunu anlamıştı. Çektiği acı ve sıkıntıdan söz etti, sabah yaşadığı hadiseyi özetledi. Kurşun yemiş olabileceğinden söz edince Yusuf endişelendi. Halil’in bedenini kontrol etti; fakat herhangi bir kan izi, yara vs. görmedi. Beyaz tende kırmızı rengi göremeyecek kadar kör olmadığından emindi;
–Abi hiçbir şeyin yok. Acılarının nedeni başka bir şeyden kaynaklanıyor olsa gerek, demesi üzerine Halil’in morali bozuldu.
Halil kendinden oldukça emindi. Acıları onun nefes alıp vermesini zorlaştırmıştı. Yusuf ise ne yapacağını bilmez olmuş, bu durum karşısında çaresiz kalmıştı. Evin kanarya sesli zili çalınca İlhan kapıya bakmak için odadan çıktı. Kapıda Şehid ve yanında duran arkadaşını görünce sevindi. Şehid’in mütebessim çehresi her zaman ki gibi huzur vericiydi. İlhan onları odaya aldı. Şehid, Halil’in solmuş yüzünü görünce endişelendi. O neşeli güler yüz solmuş, çehresi gülmez olmuştu. Şehid, Halil’in yanına çöküp;
–Neyin var? Diye sordu. Halil başından geçenleri anlatınca Şehid;
–Eğer müsaade edersen bu arkadaşımız da bir baksın, dedi. Halil’in;
–Olur, demesiyle Bilal, Halil’in gömleğini çıkarıp eliyle sırtının her tarafını kontrol etmeye başladı. Acının nedenini kısa sürede buldu. Hissettiği şeyden dolayı yüzü asılmış, tersliğin nedenini bulmak onu sevindirmemişti. Kurşunun girdiği yere parmağının ucuyla bastırınca Halil acıyla bir “Ah” çekti.
Bilal, kurşunun çıkış yerini aramaya başladı. Elini onun göğsünde dolaştırdığı halde bir kabarıklık göremedi. Endişesi artan Bilal, Halile ne diyeceğini şaşırdı. Aklından geçenleri söyleyip söylememe konusunda tereddüt yaşıyordu. Şehid, Bilal’in endişeli yüzüne baktı. Sanki vurulan Halil değil de Bilal’di. Halil, Bilal’in karamsarlığını görünce;
–Ne oluyor, diye sordu. Bilal bir iki yutkunduktan sonra konuşmak istedi, fakat adeta sözcükler boğazında düğümleniverdi, aklından geçenleri dile getirmeyi başaramadı.
Şehid;
–Neyin var senin eğer ciddi bir şeyi varsa söyle fazla geç olmadan hastaneye götürelim, dedi.
Bilal;
–Abi kurşun içerde kalmış acilen hastaneye götürmemiz gerek, dediğinde Şehid’in yüzünü de bir endişe kapladı. O mütebessim çehre bir anda kaybolmuştu. Buna sevinen Halil olmuştu. En azından çektiği acının nedenini öğrenmiş oldu. Zira acılarının olduğunu söylediği halde kimse onu ciddiye almamıştı.
Bilal’in ağrılarının sebebini bulmasına çok sevinen Halil;
–Hay Allah senden razı olsun, bunlar beni pek ciddiye almadılar. Eğer sen de bir şeyin yok deseydin eve gidip acımı içimde yaşayacaktım, dedi.
Şehid, İlhan’a;
–Abini alıp bir an önce hastaneye götür. Biz de ardınızdan geliyoruz, dedi.
İlhan, abisinin koluna girip cadde üzerinde durdurduğu bir taksiyle hastaneye gittiler. Hastaneye yakın bir yerde Halil kan kusmaya başladı. Bunu gören taksici hızlanıp Halil’i bir an önce hastaneye yetiştirmeye çalıştı. Hastaneye varınca İlhan, abisinin kollarına girip onu taksiden çıkardı. Abisinin taksinin içine kan kusmasından dolayı İlhan taksiciye taksi metrenin tutarından fazla ödeyip;
–Abi hakkını helal et, dedi.
Taksici diğer normal zamanlarda böylesi bir durumda şikâyet etmeye, söylenmeye başlardı. İlhan’ın abisi için nasıl çırpındığını görünce taksi metrenin tutarını alıp geri kalan parayı İlhan’a uzatarak;
– Buna hiç gerek yok insanlık halidir. Allah yardımcınız olsun, deyip oradan uzaklaştı.
Üstü başı kan içinde olan Halil’in durumu iyi görünmüyordu. İlhan, abisiyle acil kapısından içeri girip;
–Doktor, diye bağırdı. Etrafta bulunan hemşire ve hasta bakıcılar Halil’i kanlar içinde görünce getirdikleri sedyeyle onu bir odaya alıp doktora haber verdiler. Doktor geldiğinde Halil bir kez daha kan kustu. Doktorun İlhan’a ne olduğunu sorması üzerine İlhan, “Kurşun yarası,” olduğunu söyleyince Doktor beklemeden Halil’in acil ameliyata alınması talimatını verdi. Halil iç kanama geçirmişti. Kan kusması bunun işaretiydi.
Yapılan ameliyat sonucunda Halil’in ciğerine saplanmış olan kurşun çıkarılmıştı. Yalnız ciğeri kan topladığı için orada oluşan pıhtılaşma Halil için hayati tehlike arz ediyordu. Bir hafta boyunca yoğun bakımda kontrol altında tutuldu. Pıhtılaşmayı bir türlü engelleyemiyorlardı.
Şehid ve Bilal, İlhan’ın abisini hastaneye yatırmasının hemen ardından hastaneye geldiler. Çaresizce beklemekten başka ellerinden bir şey gelmiyordu. Dillerinde dua bu kardeşleri için Şafi olan rablerinden şifa diliyorlardı.
Halil’in zayıf bedeni bu ağır hastalığın altında çok bitkin düşmüştü. Yüzü adeta sonbahar yaprakları gibi solmuştu.
Şehid, Halil’in de şehit olacağından endişe ediyordu. Bir kardeşlerinin daha mazlumca şehit edilmesi ona ağır gelirdi. Şehid, Halil’i iyi tanıyordu. Halil gibi cesur ve fedakâr Cemaat mensuplarının olduğu bu fani dünyadan böyle birisinin daha göçecek olması düşüncesi onu rahatsız ediyordu. O kadar korkak ve namert varken Halil gibi Allah dostlarının göçüp gitmesi kendisine yalnızlık ve garipliğini anımsatıyordu.
Haberi alan Halil’in anne ve babası, gelinleriyle birlikte hastaneye geldiler; fakat sevdikleri insan yoğun bakımda olduğu için onların içeri alınmasına izin verilmedi. Halil’in bulunduğu yoğun bakım odasından içeri bakınca onu solmuş gördüler. Gözyaşlarına hâkim olmayan eşi, sevdiği bu adamın neşeli olan güler yüzünün solup sarardığını görünce;
–Bu kadar çabuk mu ayrılacaktık? Diye kendi kendine gayri ihtiyari söylenmeye başladı.
Gülün ömrü kısadır; lakin her zaman etrafına güzellik saçar. Kokusu ve rengi ile herkesi kendine hayran bırakır. Halil’in kişiliği ve ahlakı da onun en çok beğenilen ve imrenilen özelliğiydi.
Halil yoğun bakım odasının camekânından eşi ve annesinin üzüntülü hallerini görünce üzüldü. Kara çarşaflar içinde annesinin ve eşinin yalnız gözlerini görebildiği halde ona bakan bu gözlerin ne demek istediğini iyi anlamıştı.
Babası ise daha sabırlı ve metanetliydi. Vakarından bir şey kaybetmemişti. Oğluna bu üzücü olay karşısında yıkılmadığını ve yıkılmayacağını göstermeye çalışsa da içten içe derin acılar yaşıyor, yorgun yüreğinde fırtınalar kopuyordu. Eğer topluma hâkim, “Erkekler ağlamaz,” tabusu olmasaydı iki gözü iki çeşme ağlardı belki de… Halil’i için ağıtlar yakıp mersiyeler düzerdi. Lakin çıkmamış candan umut kesilmezdi, hâlâ nefes alabiliyorsa umut var demekti.
Başımıza gelecek olan şeylere çoğu zaman engel olamayız. Bazıları bizim elimizde değildir. Yaratıcımızın takdir ettiği şeyden kaçmak mümkün değildir. Değil mi ki insan etten, kemikten nazik bir bedene sahip, o zaman yaralana bilir, hastalana bilir. Yaşam fonksiyonlarımız sekteye uğraya bilir. Bunlar hayatın birer gerçeği. İnsana düşen şey ise, başına her ne gelirse gelsin Allah’a sığınmalı, O’ndan yardım dilemelidir. Unutulmamalı ki derdi veren O dermanı verecek olan da O dur.
Her ne kadar doktorlar;
–Halil için yapılacak bir şey yok, deseler de Şehid, Bilal ve ailesi dua etmeye devam ediyorlardı. Allah’tan umutlarını kesmeden, şekva ve isyana tevessül etmeden metanetle dua ediyorlardı.
Halil’in yoğun bakımda olduğu üçüncü gündü. Sabah nefes alıp vermede ciddi sıkıntı yaşadı. Ciğerlerindeki kanın pıhtılaşmasının önüne geçmek için yapılan tüm müdahaleler fayda vermiyordu. Nefes alıp vermede zorlanan Halil artık Rabbine kavuşma vaktinin geldiğine inandı. Hiç beklemediği bir anda başına gelen bu duruma sevinsin mi, üzülsün mü? Bilemedi. Öte taraftan Rabbine kavuşacağı için kalbinin derinliklerinde bir yerde sevinç pırıltılarını hisseder gibiydi. O’nun yolunda, O’nun yüce dini uğruna, cihana İslam’ı yayıp tevhit sancağının dalgalanması uğruna feda olmanın verdiği tarifsiz sevinci yaşıyordu. Çünkü biliyordu ki hastalık ve çektiği acılar günahlarına kefarettir. Öyle ki Allah için çekilen bazı acıların insanı ilk doğduğu gün gibi saf ve temiz hale getireceğini biliyordu. Onu sevindiren şey buydu.
Doktor, hemşireyi çağırıp ona enjektörle ciğerinde biriken iltihabı acilen çekmesini söyledi. Hemşire telaşlı bir şekilde yoğun bakımdan çıkıp kısa bir süre sonra yanında iki erkek hasta bakıcıyla geldiğinde elinde koskocaman bir enjektör vardı. Halil enjektörü görünce ürktü. O enjektörü ciğerlerine batırmaları halinde yataktan sağ çıkamayacağını düşünmeden edemedi. Hemşire elindeki koca enjektörü Halil’in sırtına batırınca Halil acılar içinde feryat etti. Yediği kurşun bile canını bu kadar acıtmamıştı. İki hasta bakıcı ise doğrulmaması için onu daha bir sıkı tuttular. Öyle ki her iki kolu morarmıştı. Hemşire ciğerde biriken sıvıyı çekince Halil rahat bir şekilde nefes aldığını fark etti. İlk kez nefes alıyormuşçasına derin derin nefes alıp verdi. Hemşire koca enjektörü çıkardığında içinin sıvı irinle dolmuş olduğunu gördüler. Halil’in durumu şimdi daha iyiydi, nefesi düzene girmişti. Ölme ihtimali yüksek olan biriyle neden bu kadar uğraştıklarına bir anlam verememişken şimdi daha iyi nefes alıp vermenin kendisine iyi geldiğinin de farkındaydı. Sadece birkaç gün daha fazla yaşamak için bu kadar acı ve ağrıya katlanmaya ne gerek var, diye bir karamsarlığa da düşmekten kendisini alıkoyamıyordu.
Kısa bir süre sonra camekânda kendisine bakan eşi ve annesi ile tekrar göz göze geldiler. Bu fani dünyadan ayrılmadan önce annesi ve eşine söylemek istedikleri vardı. Başının yanındaki butona basınca hemşire yanına geldi.
Halil;
–Abla eğer müsaaden olursa anneme ve eşime söylemek istediklerim var, dedi.
Hemşire ne yapacağını bilemedi. Halil’in kendisine olan saygınlığından hoşnuttu ama yoğun bakıma refakatçilerin girmesi yasaktı. Halil’in yüzüne baktı;
–Fazla uzun sürmesin doktor görürse bana kızar, deyip odadan çıkarken Halil;
–Anneme içeri girmesini söyler misiniz, dedi.
Hemşire, annesi kim diye sorduğunda çarşaflı kısa boylu hanım, “benim” deyince;
–İçeriye girebilirsiniz, dedi.
Yoğun bakım odasına giren anne yüzündeki peçeyi sıyırıp oğlunun başını öpmeye, şefkat dolu dokunuşlarla yüzünü, başını sıvazlamaya başladı.
–Ana kurban nasılsın? Diye sordu.
Halil acılarını ve ağrılarını gizlemeye çalışarak;
–İyiyim, dedi.
Annesi, oğlunun iyi olmadığını biliyordu. Ana yüreği oğlunun çektiği acılarla birlikte yanıyordu. Oğlunun kötü olduğunu bildiği halde ona söylenecek en güzel sözcükleri bulup çıkarmaya çalışarak;
–Allah’a şükür oğlum, Allah’a şükür iyisin, diyordu.
Halil konuşmak için tüm enerjisini toplayıp doğrulduğunda annesi yastığını sırtına bıraktı. Annesine;
–Ana ben senden her zaman razıydım. Senin gibi şefkatli ve merhametli bir anam olduğu için daima Allah’a şükrettim. Seni üzmüş ve kırmış isem hakkını helal et, dedi.
Annesi ciğerparesinin yaptığı bu konuşmanın ne manaya geldiğini anlamış gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı. Onları camekânda izleyen eşi neler konuştuklarını bilmiyor, merak içinde onları seyrediyordu.
Halil, annesinin gözyaşlarını eliyle silip;
–Ağlama ana, ağlama, dediyse de annesi;
–Nasıl ağlamayayım oğlum! Sen ölecekmişsin gibi bana veda ederken ben nasıl ağlamayayım. Allah’tan umut kesilmez oğlum. Sen moralini bozma yeter. Hem O isterse sana şifa vermeye kadirdir. Sen yeter ki kendini bırakma ana kurban, dedi.
Halil, annesinin ellerini avuçlarının içine aldı, onları öpüp kokladı. Sevdiği en güzel kokuyu içine çekince ferahladı. Anne gibi güzel kokan başka bir şey yoktur bu dünyada, diye içinden geçirdi. Annesine,
–Ana ben Allah’tan umudumu kesmedim. Allah beni yaratırken bu dünyada ne kadar kalacağımı belirlemiş. O emanetini ne zaman alır bilemem. Ben ansızın gelecek olan ecele karşı hazırlıklı olmak, senden de helallik almak istedim. Nefesim yetmez de sizden ayrılırsam gözümün arkada kalmasını istemedim. Ben senden ve babamdan razıyım ona da söyle hakkını helal etsin, dedi.
Annesi gözyaşları içinde oğlunun alnından öpüp elleriyle saçlarını okşadı ardından;
–Ana kurban! Öyle deme! Sen hiçbir zaman bizi üzmedin. Biz senden her zaman razıydık. İnşallah Allah ta senden razı olur. Sen yine de bunları aklına getirme. Bak eşin senin yolunu gözlüyor. Eşini öyle yaşlı gözlerle arkada bırakma. Aklından ölümü çıkar. Ben gideyim biraz eşin gelsin; yalnız ona ölümden söz etme. Bırak seni kaybetmeyi bunu çağrıştıracak imalar dahi onu yıkar. Ona güzel şeyler söyle. Yakında iyileşip eve geleceğini söyle ki kızın morali düzelsin. İnşallah dualarımızla Rabbim seni bize bağışlar, dedi.
Annesi odadan çıkınca gelinine içeriye girmesini söyledi. Eşinin yüzü gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Eliyle gözyaşlarını silip eşinin yanına girdi. Çarşafının önündeki peçeyi aşağıyı indirdi. Halil, yaşlarla dolu olan gözlerini şimdi daha iyi gördüğü eşine yanına oturmasını işaret etti.
Eşi, kendisine gösterilen yatağın köşesine oturdu. Gözyaşları görünmesin diye başını kaldırmıyordu. Halil, eşinin elini avuçlarının içine aldı. Onu rahatlatmak için ellerini okşadı. Eşinin başı hâlâ eğikti. Eliyle başını kaldırdı. “Üzülme” dedi. Eşi üzülüyordu. Halil’in kendisine böyle diyeceğini bildiği için başını kaldırmak istemiyordu. Halil bir müddet eşinin yüzünü eliyle tutup kendisine bakmasını sağladıktan sonra;
–Hatırlar mısın seninle ilk görüştüğümüz gün de böyle utangaç ve mahcup bakışların vardı, dedi.
Eşi o günü hatırlamış, gözlerinin önünde canlanan o zaman ki hali karşısında tebessüm edip;
–Ama o gün utancımdan başımı kaldıramıyordum. Oysa şimdi… diyerek sözünü tamamlayamadan ağlamaya başladı.
Halil daha fazla ağlamasına engel olamadığı eşinin gözyaşlarını eliyle silip, “Ağlama” dedi.
–Eğer sen ağlarsan benim bu yaralı ve takatsiz vücudum perişan olur.
Eşi kendisini tutmaya çalışsa da bir türlü akan gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Elinde değildi. İçinde biriken gözyaşları dışarıya çıkmak için adeta onu zorluyordu.
Halil;
–Hayat çok kısa biliyor musun? İnsanın o kadar çok emelleri ve hayalleri var ki onların birçoğunu yapmaya fırsat bulamadan bu fani dünyadan göçüp gidiyor. Oysa ben çok şanslıyım. Allah azze ve celle seni bana verdiği günden itibaren gözüm aydınlandığı gibi gönlüm ve dünyam da aydınlandı. Seninle geçen her günüm cennet gibiydi benim için. Hayatımın en güzel günleri seninle birlikte geçirdiğim günlerdi. Şimdi olur da bu odadan çıkamazsam…
Eşin sözünü tamamlamasına izin vermeden eliyle ağzını kapatıp;
–Deme öyle. Sen Allah’ın izniyle iyileşeceksin. Sen çok iyi birisin. Seni bana nasip eden Allah’a her gün şükrettim. Seni tanıdıktan sonra dünyam değişti. Hayatımın anlamı ve manası sen oldun. Seninle birlikte İslam’a hizmet edip Allah’ın rızası için geçen her anım bu dünyada yaşadığım en güzel günlerdi. Şimdi eğer bu yolda beni yalnız bırakıp gitmeye niyetin varsa buna izin veremem. Allah’tan son bir isteğim var o da, senin olmadığın bu dünyada beni de bırakmaması ve bir an önce canımı almasıdır. Seninle birlikte yaşadığımız bu hayatta yine seninle birlikte ölmek isterim. Beni bir başıma bu koca dünyada dertlerle baş başa bırakmayı düşünmüyorsundur umarım, diye gözyaşlarıyla içinden geçenleri söyledi.
Halil, eşine bakıp tebessüm etti;
–Ölüm de hayat da Allah’ın elindedir. Seni burada yalnız bıraktığımı nasıl düşünebilirsin. Elimde olsa senden bir an bile ayrılmam. Yalnız bizler Allah’ın kullarıyız. O’nun takdir ve iradesi karşısında boynumuz kıldan incedir. Ben gidersem şayet seni O’na emanet ediyorum. O seni yalnız bırakmaz. Hem ben gidip ikimiz için ebedi olan bir hayata başlayacağımız köşkümüzde senin gelmeni bekleyeceğim, dedi.
–Yapma böyle! Kurbanın olayım deme öyle! Allah’tan hayır dile ki, hayır olsun. Güzel şeyler dile, güzellikler olsun. Şifa dile, şifa bulasın. Sıhhat dile, sıhhatli olasın. Neden ölümden söz edip üzüyorsun beni? Bu kadar çabuk mu bıktın benden? Eğer biri ölecekse sen kal ben senin yerine ölürüm. Eğer mesele erkenden gidip köşkte beklemekse ben giderim. Ya da bu ölüm lafını bırak Allah aşkına, nasılsa bir gün ölüp bu fani dünyadan göçüp gideceğiz… Benim rabbimden isteğim bu dünyadaki vazifelerimizi O’nun razı olacağı şekilde yerine getirdikten sonra ikimizi birlikte katına alıp, bizi vadettiği cennetine dâhil etmesidir, dedi.
–“Ölüm haktır.” Ecel vakti geldiği zaman ne bir an ileri, ne de bir an geri kalır. Ben giderken kalbimi sende bırakıp gidiyorum. Senden son defa bana hakkını helal etmeni istiyorum, dedi.
Eşi hıçkırıklar içinde;
–Sana hakkımı helal etmiyorum, dedi öfke ve kızgınlıkla.
Halil hiç beklemediği bu söz karşısında çok şaşırdı. O daha çok eşinin hakkının helal edeceğini bekliyordu. Onu kırmayacağını düşünüyordu.
Eşi;
–Bir konuda bana söz ver. Bu hastalıkla mücadele etmek için bana söz ver. Eğer Allah’ın takdiri gelmişse o zaman hakkım varsa sana helal olsun. Ama mücadele etmeden pes etme. Allah’tan umudunu kesme. Allah mazlumların hamisidir. Onları darda bırakmaz. Eminim ki bizi de darda bırakmayacaktır. Ama yeter ki sen de iyileşmeyi iste, diye ondan söz vermesini istedi.
Halil, eşine kendisinden istediği sözü verdi ve ölümle ilgili konuşmaları bir kenara bırakıp daha değişik şeylerden konuşmaya başladılar. Annesi camekânda oğlunun yüzünün güldüğünü gördü. Halil güldükçe annesinin ve eşinin de yüzü gülüyordu.
Birkaç gün sonra Halil hızla kendisini toparlamaya başladı. Hastalığında görülen bu ani iyileşme doktorlar tarafından hayretle karşılandı. Buna neyin sebep olduğunu anlayamamışlardı. Halil’in moralinin yerinde olduğunu görünce bu iyileşmeyi ailesinin ona verdiği morale bağladılar. Hastanın moralinin yerinde olmasının olumlu etkileri vardı elbette. Kim bilir belki de bu iyileşmenin asıl sebebi sevinçle yoğrulmuş kalplerin onun için ettiği dualardı…