41.84
  
48.67
  
0.00
  
97.47

Diyarbakır Sokakları-2. Bölüm

Diyarbakır Sokakları-2. Bölüm

  2. BÖLÜM

Şehir hayat sahibiyse, sokaklar şehrin hayat damarlarıdır. Aynı zamanda tarihin ve olayların da sessiz şahitleridir. Diyarbakır sokakları gördüklerini dile getirebilseydi kim bilir neler anlatırdı. Bu sokaklarda güvenle korku kol kola girmişti. Korku, ölümle yüzleşmeye yüzü olmayanlara yakışan bir durumdu. Güvende olmak, ölümü sevmek onunla hemhal olanlara yakışan bir durumdu.

Üzerine düşen kanlar ile renk değiştirmiş olan sokak taşlarının sessiz feryadını duymayan insanlar belki de şanslıydılar. Düşünmeden üstüne basılan bu taşların üzerine nice canlar düştü de onlardan birçok kimse haberdar bile olmadı. Sokaklar; insanların sesi ve neşesi ile hayat bulurken, Diyarbakır sokakları hep hüzün ve yaslar içinde buruktu.

1994’te tarih bir kez daha tekerrür etmişti. İslam Cemaatinin faaliyetine izin vermemeye kararlı güruhlar, Tarih’in şahidi olan Diyarbakır sokaklarını bir kez daha kana boyamaya hazırlanıyordu. Sokaklarda ölü olarak yere düşen bedenlerin ardından direği yıkılan evlerde yayılan feryatları yankılanıyordu.

Gün geçmiyordu ki Diyarbakır’ın muhtelif sokaklarında canlar yere düşmesin. Sokaklar adeta her gün kan ile yıkanıyordu. Kana doymak bilmeyen insan mı yoksa sokaklar mıydı? Sokaklarda oluk oluk akan kanın kokusu mide bulandırıcı olmaktan çıkmıştı. Kan kokusu sokakların doğal kokusu olmaya başlamıştı. Şehrin semalarını saran bulutlar ve rüzgâr dahi bu kokuyu dağıtmaktan aciz kalıyordu. Kan kokusunu alıp götürecek olan rahmet esintisini bekliyordu. O güne kadar şehrin sokakları kan kokuyordu. Yaşanan olaylar bu kokunun azalmasına fırsat vermiyordu.

İnsan Rabbini bilip kulluğunu hakkıyla yerine getirseydi belki o zaman kalbi tüm kirlerden arınacaktı.  Tertemiz fıtratı ile insan, yaratandan dolayı sevilip hürmet görecekti. Asi olmasaydı, kan dökmeseydi, bozgunculuk yapmasaydı olmaz mıydı? Ne vardı ki şu üç beş günlük dünyada ebedi kalacakmış gibi, kazık çakıp hiç ayrılmayacakmış gibi saldırgan ve zalim olmasaydı, toprak olup örtseydi hem cinslerinin hata ve kusurlarını, görmezden gelseydi çirkinliklerini, “Güzel bakan güzel görür,” düsturunu hayatının bir parçası kılsaydı yine de kan akıta bilir miydi?

Birlikte büyüyen, kavgalar edip ardından barışanlar, aynı sokakta oyunlar oynayan arkadaşların karşı karşıya gelmesi… Bir lokma ekmeği paylaşanlar bir mahalleyi, bir şehri paylaşamadılar. Sevdikleri arkadaşlarını Rabbe kul olmaya davet ettikleri halde onlardan nefretle uzaklaşanlar hâlâ onlara şefkat kanatlarını gerdiklerini görmezler mi? Birlikte oyunlar oynayanların sokakları şimdilerde mezara çevirmeleri şart mıydı? Ne oldu şehrin çocuklarına… Çocukken kurulan hayallere…

Diyarbakır sokakları yaşanan bu olaylara sessiz ve sedasız bir şekilde tanıklık etmekten başka bir şey yapamıyordu. Yere düşen cansız bedenleri bağrına alırken toprak hep buruktu. Topraklar Rahmet suları yerine kanla sulanıyordu.

Sokak düğünleri yerlerini cenazelere terk etmişti. Sokaklarda yükselen feryatlar tüm şehirde yankılanıyordu. Sevinç zılgıtları, yerine acı feryatlar işitiliyordu. Sevinçler hüzne dönüşüyor, gözyaşları sel olup akıyordu. Oysa kulakları sağır edecek kadar şiddetli olan şehrin çığlıklarını ise duyan yok gibiydi.

 

      

 

Elindeki sigarasını son bir defa daha içine çekip ardından söndürdü. Düşüncelere dalan Bilal, masanın üzerindeki sigara paketinden bir sigara daha çıkarıp yaktı. Kül tabağında onlarca izmarit yitirilen her bir can için içilmiş gibiydi. Bilal düşünce dünyasında sık sık ölümü düşünüyordu:

–Yaşam; her daim ölüme akmaya mahkûmdur. Geçen her an biraz daha ölüme yakınlaşıyoruz. Madem, “Ölüm haktır,” o zaman ölümümüzün dahi İslam adına, Allah adına olması için neden çalışmayalım. Ölüm bize şah damarımızdan daha yakın iken, onun nefesini duymazdan gelmek ne çare...  Belki çare onun bize yakın olduğu kadar bizimde ona yakın olmamızdadır. “Lezzetleri acılaştıran ölümü,” düşünmek gerek. Ciddi işler başaranların ölümden korkmayanlar olduğunun idrakine vardı.

Yalnızlık kederdir, hüzündür. Bilal, yalnız kaldığı bu odayı inzivaya çevirmişti. Bazı saatler Rabbiyle baş başa olduğunun idrakine vararak içinde var olan duygularını Onunla paylaşıyordu. Rabbiyle tek başına olmanın verdiği huzur içinde sahip olduğu anı değerlendiriyordu. Dört duvar ona yarenlik ediyordu. Bitmek bilmeyen sigara dumanıyla oluşan sisli geceler, bazen ziyarete gelen karabasanları, hafakanları ve halüsinasyonları bastıra bilmek için sığındığı tek şey namazdı…

Bilal, Cengiz’in tedavisinin ardından kaldığı eve geri dönmüştü. Cengiz’in gözaltında çıkmasından sonra rahat bir nefes almış olsa da evden çıkması için ikinci bir talimatın gelmesini bekleyecekti. Üç odalı bir daire de tek başına kalıyordu. Geçici ev olarak tanımlanan bu yerde eşya olarak pek bir şey yoktu. Günlük ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar birkaç kap kaçak, oturmak için eski bir kanepe dışında ev boştu. Kanepenin üzerinde oturmuş çok sevdiği bu şehrin çektiklerini düşünüyordu. Yatmak ve oturmak için kullandığı kanepe dökülüyordu. Yıllarca kullanıldığı belli olan bu eşya şimdi Bilal’e yarenlik ediyordu. Gündüzleri oturmak, akşam vakti yatmak için kullanılan bu çok amaçlı kanepenin çıkardığı sesler hoşuna gitmeye başlamıştı. Akan kanların ne zaman son bulacağını düşündükçe çaresiz kalıp tekrar bir sigara yakıyordu. Sigara onun hayatındaki kötü alışkanlıklarından biriydi. Ondan kurtulmayı çok istemesine rağmen bir türlü bu illeti bırakamıyordu. Belki de yalnızlığını paylaştığı bir arkadaşı olarak gördüğü için ondan vazgeçmek istemiyordu.

Bir ay boyunca tek başına kaldığı bu evde gece ve gündüz onun için bir olmuştu. Bu süre zarfında daha fazla düşünme fırsatı oldu:

–Gece ve gündüz; Allah’ın ayetlerinden birer ayet… Çalışmak için tayin edilen vakit gündüzdür.  Gece vakti daha çok gündüz yapılacak işler için bir hazırlık aşaması gibidir.  Gündüzün işleri geceden planlanıp programlanır. Gece; dinlenme ve istirahat etme vakti, işlerin tefekkür edildiği andır. Dünya meşgalelerinden uzaklaşmanın verdiği dinginlikle yaratılış amaç ve gayesini düşünüp Rabbe yakınlaşmak için iyi bir vesiledir. Gece; içinde olumlu ve olumsuz birçok şeyi barındırır. Ondan iyi bir şekilde istifade etmek bizim elimizdedir. Gece; ruhun, gündüz ise bedenin gelişme vakitleridir, şeklinde düşüncelere dalardı.

Cengiz’in yakalanmasının ardından onu bu eve getirip dışarıya çıkmaması için tembihte bulunduklarından itibaren tek başına yaşadığı bu evde düşünüp duruyordu. Yitip giden canların ve şehit olan dava arkadaşlarının ardından duyduğu hüznü soğuk duvarlara anlatıyordu. “Neden?” Diye soruyordu. “Neden insanlar birbirlerini bu kadar acımasızca öldürür ki?” Cevabını bulamadığı bir soruydu bu. Aklına geldikçe bunalıma giriyordu. Yaşananlardan haz duymadığı belliydi. Bunun önüne geçecek gücü ve kuvveti yoktu.

Diyarbakır sokaklarında iki türlü kan akıyordu. Biri necis ve kirli iken diğeri pak ve tahirdi. Allah’a isyan edenin kanının kirli olmasının tek sebebi düşünce dünyasıyla ilgilidir. Bozuk düşünce, sapık fikirler yaradana isyanı çağrıştırır. Eşrefi mahlûkat olan insanı esfeli safiline düşürdüğü gibi,  böylesi insanın damarlarında akan kanın değerini de düşürür. Öyle ki damarlarındaki yaşam sıvısının kesilmesi mubah hale gelir.

Pak ve Tahir kan; o da sahibinin düşünce dünyasıyla irtibatlıdır.  Rabbini bilen bir düşüncede kan gibi her bir uzuv tahir ve kıymet kazanır. Var oluş gayesine göre yaşadığı için eşrefi mahlûkat olma vasfını korur. Nehirler gibi aktığı fiziki bedende sahibine hayat olur.

Yaşananlarda kendisinin de bir payı olduğunu düşünüyordu. Fakat bu konuda içi rahattı. İslami hizmetlerine engel olmak isteyenlerin necis kanlarının akmasından memnuniyet duymasa da bundan başka çare gözükmüyordu. Kaçınılmaz sonuçlar yaşanıyordu. Kardeşkanının akmaması için dua ediyordu. İslami hizmetlere engel olmak isteyenlerin akıllarını başlarına almalarını çok arzuladığı halde bu ebleh ve beyinsizlerin bunu anlamamalarına bir mana veremiyordu. Karmaşık duygular içinde bulunduğu odada bunları düşününce efkârlanıp bir sigara daha yaktı.

Sigara dumanıyla dolan odaya daha dikkatli bir şekilde baktı. Her tarafa sinen duman altında olduğunu görünce tebessüm etti. Dünyanın halini bu altı metre karelik odasına benzetti. Her tarafa sinmiş olan kirli ve dumanlı hava insan yaşamını tehdit ediyordu. “Bu dumanları dağıtmak gerek,” diye düşündü. Tıpkı esecek olan bir rahmet rüzgârının bu kirli havayı temizlemesini arzuladığı gibi… Pencereye gidip odanın camlarını açtığı anda odaya giren temiz havayı ciğerlerine çekti. Temiz havanın ne kadar büyük bir nimet olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyordu. Dünyayı saran sisli dumanların da İslam rüzgârıyla dağılabileceğini biliyordu. Bu yüzden İslami hizmetlerde bulunuyordu. Tek derdi insanların hidayetiydi. Onları yaşatmak istiyordu. İnsanları Allah’a kulluğa davet edip dünya ve ahiretlerini kurtarmanın derdindeydi.

Bilal, karakter olarak gözünün gördüğü hiçbir şeyden korkmayan bir cesarete sahipti. Onun için dünya zevk ve sefa içinde yaşanılacak bir yer değildi. Sadece Allah’ın rızasını kazanmak için çabalamak gerektiğine inanıyordu. Tek gayesi Allah’ın rızasına nail olabilmekti. Tüm çabası bu yöndeydi. Oysa şimdi bir odada tek başına oturmuş çaresizliğine hayıflanıyordu. Yerinde oturmak onun fıtratına aykırıydı. Mücadele etmeden bir günün geçmesini kendi aleyhinde görüyordu. Cengiz’in yerine kendisinin yakalanması gerektiğini, onun daha iyi hizmet edeceğini düşünüyordu. O en azından hizmetlerine devam edebilirdi. Bu düşünceler kafasını karıştırıyordu. Artık sağlıklı düşünemiyordu. Aklı ona oyunlar oynamaya başlamıştı. Bunu fırsat bilen Şeytan ona vesvese verip, “İyi biri olmadığı için bu musibetin başına geldiğini,” fısıldıyordu. Bazen bu düşüncelere aldanıp Cengiz’in yakalanmasından kendini suçlu hissediyordu. Allah’ın yardımı sayesinde aklıselim düşünebildiği anlarda yapması gerekeni yaptığına kani oluyordu. “Eğer şu anda evde oturuyorsam hiç şüphesiz Cemaatin uygun gördüğü çözüm en iyi çözümdür,” deyip sabrını biliyordu. Cengiz’in başına gelenler için çok üzülmüştü. Gözaltından çıkana kadar onun için her vakit dua edip Allah’tan kardeşine yardımcı olup zalimlerin ellerinden tez zamanda kurtulması için dua etmişti. Gözaltında çektiklerini günahlarına kefaret kılmasını isteyip durmuştu. Başlarına gelen bu musibetin İlahi takdirat olduğunu ve önüne geçilmeyeceğini bilecek kadar İslami şuura sahipti. Allah’ın, Cengiz’i ve kendisini farklı bir imtihana tabi tuttuğunun farkındaydı. Herkes kendi gücüne göre bir imtihan yaşamaktaydı. Yaşadığı imtihanı düşündü;

–İnsan bir musibete uğradı mı durup düşünmeli, “Bu bana nereden ve neden geldi,” diye tefekkür etmeli. “İyi şeyler Allah’tan kötülükler ise nefsimizdendir,” ayetini iyi anlamalı. İyilik salt hoşlandığımız, zevk aldığımız şeyler midir? Kötülük; istemediğimiz halde bize isabet eden, acı veren şeyler midir?

Bazen Allah yolunda aldığımız küçük bir yara veya musibet, günahlarımızın temizlenmesine vesile olup bize cenneti ve ebedi hayatı kazandırabilir. Sonsuz yaşam kapısını açabilir. Almış olduğumuz yaraya veya uğradığımız musibete ne kadar kötü diyebiliriz. Allah için verilmesi gereken can veya malı vermeyip ondan istifade etmek iyilik midir?

İstemediğimiz halde başımıza bir şey gelmiş ise onu sabırla karşılamalı, vazifesini yapmasına müsaade etmeli, çekip gideceği güne kadar onu Allah’tan gelen bir misafir gibi iyi ağırlamalı, şikâyet etmemeli… Allah’ın emri ile gelenin yine Allah’ın emri ile gideceği bilinmeli... Allah’ın gönderdiğini çirkin sözlerle incitmemeli, “Bu bana neden geldi,” demek yerine, sabırla, sebatla davranmalı, diye kendi kendine sesli düşünüyordu. 

Dışarıya çıkmasına izin verilmediği bu evde ihtiyaçları haftalık olarak bir başkası tarafından karşılanıyordu. Kapıdan aldığı ihtiyaçlarının ardından hazırladığı yeni listeyi gelen kişiye verirdi. Verilen talimat bu şekilde olduğu için onlar da aralarında gereksiz konuşma yapmazlardı.

Aslında üç odalı bu dairde tek başına sayılmazdı. Ona eşlik eden duvarlar vardı. Her bir oda ona bir başka semt, bir başka mahalle olmuştu. Günün belli saatlerinde odalar arasında dolaşıp duruyordu. Onu tanımayan, bilmeyen birisi görseydi kafayı yemiş zannederdi. Öyle bir hali vardı. Görünmeyen arkadaşlar edinmiş onlara bir şeyler anlatıp duruyordu.

Bunu yapmasının tek nedeni düşüncelerinin kendisine oynadığı oyunlardı. Onlardan kurtulmak istiyordu. Bulabildiği tek yol sesli bir şekilde hayal ettiği kişilere İslam’ı anlatmaktı. Aklı başında, şuuru yerindeydi. Bunları biriyle konuşarak yalnızlığını unutmak için bir oyun ve eğlence olsun diye yapıyordu.

İnsan var gündüze benzer, aydınlatılmış bir kalp, açıkgözler, dinç beden, işleyen beyin… Onu hayatta tutan çaba ve gayrettir. İnsan vardır geceye benzer; ölü bir kalp, kapanmış ve sönmüş gözler, uyuşuk beden, durmuş beyin… Çaba ve gayretten uzaklaşmış, hayat fonksiyonları yarı ölü gibidir. Böylelerinin ne kendisine ne de başkalarına hayrı vardır. Hayırsız olmak istemiyordu. Bu yüzdendi çaba ve gayreti… Deliler gibi duvarlarla konuşması…

 Odalar tıpkı dünya gibi boştu. Ona her daim yalnızlığını haykırıp duruyordu. Pencerelere asılmış olan perdeler onu dışardan koruyor olabilirdi, ama ya kendinden, iç sesinden de koruyorlar mıydı?  Mutfakta çay pişirmek için küçük bir piknik tüpü, çaydanlık, bir de tek kişilik alüminyum bir tava dışında bir şey yoktu. Hoş Bilal’in bunları umursadığı da yoktu. Onun için çay ve sigarası olduktan sonra diğerlerinin bir önemi kalmıyordu. Ona, “Burada kal,” demişlerdi. O da buna uyup her türlü zorluğa rağmen kendisinden istenileni yapıyordu. Emre itaat bildiği en kıymetli şeydi. İslami cemaate itaat ettiği sürece asla sapmayacağını biliyordu. Cemaat mensubu olduktan sonra öğrendiği itaat anlayışının kaynağını Kur’an’da; “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin; Peygamber'e ve sizden olan ulü'lemre/emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, onu Allah'a ve Resulüne döndürün/götürün! Bu daha hayırlı ve netice bakımından da daha güzeldir.Nisa 59 ayetinden alıyordu ve en çok önem verdiği konu itaat olmuştu.

 

      

 

Bilal, çocukluk yıllarından itibaren İslami hizmetlere gönül verip kendisini Allah’a adayan nice Müslümandan sadece biriydi. Sigaraya ilkokul yıllarında başlamıştı. İslam’ı tanıyıp hizmetlerde bulunduktan sonra da bundan kurtulamamıştı. Fakir olan bir ailenin tek erkek çocuğuydu. Babası, hamallık yaparak evini geçindiriyordu. Annesi, yüzü nurlu ve güleç olan mütebessim bir ev hanımıydı. Annesi, Bilal için, “O Allah’a adanmış bir candır,” derdi. Bu sözüne kimi zaman eşi bozulsa da hoşuna gidiyordu. Çünkü onlar maddi imkânsızlıklarından dolayı kurban kesme fırsatı bulamamışlardı. Bilal bu ailenin İsmail’i, canlı kurbanıydı. Annesi küçüklüğündün beri onu, “Kurbanım” diye sevmişti. Evde birde Bilal’den üç yaş küçük bir kız kardeşi vardı. Kız kardeşini çok seviyordu. Evdeki tek arkadaşıydı. Anne ve babasıyla konuşamadığı şeyleri kardeşiyle paylaşırdı.  İslami mücadele veren Müslümanların çektiği sıkıntıları ona anlatır ondan da dua etmesini isterdi.

Babası tüm maddi sıkıntılarına rağmen hiçbir zaman oğlundan çalışıp eve maddi katkı yapmasını istemedi. Tam aksine her şeye rağmen onun İslami hizmetlerindeki çalışmalarını takdir edip destek olmaya çalışıyordu. Bir oğuldan beklenilen şeyleri beklemiyordu. Yaşlandıklarında kendilerine sahip çıkacak bir oğul arzulamak yerine eşiyle beraber Allah’a güvenip sığınmışlardı. Bilallerini İslam davasına adak olarak vermişlerdi. Ondan İslami çalışmalarını bırakıp da dünyevi çabalar içine girmesini bekleyemezlerdi. Adak Allah’ındı. “Veren de O alacak olan da O’dur,” derlerdi.

Bilal, İslami hizmetlere gönülden bağlanmasının ardından mahalledeki İslam karşıtı gruplar tarafından tehdit edilmişti. Hiçbir tehdit onu davasından alıkoymaya yetmemişti. Tam aksine azmini ve kararlığını perçinlemişti. Bilal’in mahalledeki gençler üzerinde etkili olduğunu gören bazı beyinsizler ona gözdağı vermek için bir gece vakti evlerine taciz ateşi açıp onu ve ailesini korkutmaya çalışmışlardı.

Babası ve annesi bu durumdan endişelenseler de Bilal onlara, “Allah’ın davasına sahip çıkmaya çalışanlar hiçbir zaman rahat yüzü görmemişlerdir. Onlara yönelik her zaman bir saldırı ve tehdit olmuştur. Eğer bu tehdit ve saldırılardan korkup geri çekilirsem o zaman ahirette Allah’ın huzurunda nasıl durabilirim, O’na nasıl hesap veririm?” Diyerek ailesinin endişelerini gidermişti.

Baba fakir ama onurluydu. Bu zamana kadar hiç kimseye boyun eğmemiş, “Eyvallah” etmemişti. Bundan sonra da etmeye hiç niyeti yoktu. Allah’tan başka hiç kimseden korkmayan baba;

–Oğlum! Eğer bu yola Allah için çıkmışsan yolun açık olsun. Allah seni asla mahcup etmez. Yok, eğer bir başka amaç ve gaye için çıkmış isen o zaman da Allah bunu en iyi bilen olarak sana yeter. Bizler her zaman senin yanındayız. Bir canımız var o da Allah’a ve Allah’ın davasını güden İslam Cemaatine fedadır. Senin gözün arkada kalmasın. Bu konuda bizden isteyeceğin bir şey olursa bizler de Cemaatin hizmetkârlarıyız. Elimizden geleni yaparız inşallah, demişti.

Bilal, babasıyla her zaman gurur duymuştu. Onun ellerine sarılarak öpüp alnına koydu. O nasırlı ellerin verdiği güvenle içinde hiçbir tereddüt kalmamıştı. Saldırılarla yılmayan dağ gibi bir babanın güveni kadar huzur verici bir başka şey yeryüzünde yoktur, diye düşünmüştü.

Annesi, mahallenin, “Ebe kadını,” idi. Onun ellerinde doğmuş birçok çocuk vardı. Bazen kızıyla birlikte gerçekleştirdiği doğumlar nedeniyle kızı da büyüyünce bu alanda hizmet etmeyi düşünüyordu. Bilal’in sağlık lisesini okumasına sebep annesiydi.    

Evlerine yapılan taciz saldırısında Allah’ın yardımı ile kimse yara almamıştı. Amaç göz korkutmaktı. Evin duvarlarında birkaç kurşun izi dışında bir şey yoktu. Bu olay ailesinin gerçek manada teslimiyetini ortaya çıkarmıştı. Annesinin ve babasının kendisine bir şey dememesine rağmen endişe ettiklerini biliyordu. Ama şimdi ona destek olduklarını açıkça söyleyip yanında olduklarını ortaya koyuyorlardı.

Saldırıdan, anne ve babasının teslimiyetinden sonra bir ara kız kardeşine baktı. Gözleri yaşlı kardeşine tebessüm etti. Yaşanan bu talihsiz olaydan sonra ortaya çıkan şey hayırdı. Hayrın nerede olduğunu bilen tek kişi Allah azze ve celle idi. O da abisi gibi sağlam durmaya kararlıydı.  

Yaşadığı bu olayı mensubu bulunduğu İslam Cemaatine anlatmıştı. Evden ayrılmasına karar verilmesinin ardından Cengiz’le birlikte hizmet etmeye başlamıştı. “Doküman taşıma,” sorumluluğunu birlikte gerçekleştiriyorlardı. Bu işin ehemmiyetini anlıyordu.  Bu her türlü riskin olduğu bir görev ve sorumluluktu. Bilal’in tam da istediği buydu. Can korkusu ve endişesi taşımadan rahat bir şekilde yatağında yatarak şehadetin gelmeyeceğinin bilinç ve şuuru içindeydi. Şehadet layık olana gelirdi. Ona layık olabilmek için çalışıp hizmet etme fırsatını yakaladığını düşünüyordu.

 

      

 

Cengiz’le birlikte çalışmaya başlamasının ardından yaptıkları hizmetin ne manaya geldiğini daha iyi kavramıştı. Cemaatin sırlarını taşıyorlardı. Kendilerine teslim edilen dokümanları sağlıklı bir şekilde belirtilen adrese götürmeleri isteniyordu. Bunun için çok dikkatli olmaları gerekiyordu. Eve giriş-çıkışlar dâhil olmak üzere her daim çok dikkatli olmaları şarttı. Cengiz’in Bilal’e nasihati durumun vahametini gösteriyordu;

–Her daim arkanda iki gözün daha olacak. Takip edilip edilmediğini bilmen gerek. Takip edilmediğinden emin olmayana kadar asla eve girme. Gideceğin yere de aynı şekilde takip edilmediğinden eminsen gir. Aksi takdirde yolunu değiştir, derdi.

Bilal takibin ne olduğunu Cengiz’den öğreniyordu. Polisin takip metotlarını öğretmek için Cengiz günün belli saatlerinde Bilal’i alıp dışarı çıkarak ona ders verir gibi polislerin takip metotlarını öğretiyordu.

 Bilal, Cengiz’le birlikte dışarı çıktıklarında mutlaka yeni bir şey öğreniyordu. Hiç tahmin etmediği sivil giyimli polisleri ona gösteren Cengiz’e hayretle bakıyordu. Onları nasıl tanıdığını merak edip;

–Abi onların polis olduklarını nasıl biliyorsun?” Diye sormuş.

Cengiz;

–Bölge insanını çok iyi tanırsan o zaman yabancıları daha rahat ayırt edersin. Bizim insanımızın giyim kuşamı ve konuşması bellidir. Oysa polis her ne kadar sivil olsa da giyim ve kuşamlarıyla sırıtıyor, diye açıklama yapmıştı.

Bilal bölge insanıyla sivil polislerin giyim kuşamlarına biraz daha dikkatli bakınca aralarındaki farkı çok daha iyi görebildi. Aklına takılan bir soru daha olmuştu;

–Abi! Bölge insanı olmayıp da burada çalışan birçok devlet memuru veya başka nedenlerle gelen nice insan var, onların da giyim kuşamları farklıdır. Onları nasıl ayırt edebiliyorsun, diye sordu.

–Yaşadığın yerde ikamet edenleri tanıyıp onların simalarına zamanla aşinalık kazanırsan yabancı birini gördüğün zaman onu çok rahat polisten ayırabilirsin, diye cevap almıştı.

Birlikte dışarı çıktıkları bir vakitte Cengiz, Bilal’e polislerin takibine takılan birini işaret edip polislerin nasıl davrandığını göstermişti. Sivil giyimli polislerin takip ettiği yirmili yaşlardaki kişiye iyice bakıp İslami bir kişiliği olup olmadığını anlamaya çalışan Cengiz, İslami kişiliği olmadığına kanaat getirince uzaktan polislerin takiplerini Bilal’e gösterme fırsatı bulmuştu. Her birkaç yüz metrede bir başka sivil polis takibe devam ediyordu. Takip ettikleri kişiyi şüphelendirmemek için de sürekli değişiyorlardı. Arkasında hep aynı şahsı gören biri şüphelenirdi. Yalnız her seferinde başka bir şahsı görmesi durumunda şüphelenmez yoluna devam ederdi.

Cengiz, polis ve yaptıkları takip hakkında Bilal’e bildiklerini anlatıp onu çok güzel yetiştirmişti. Sadece bazı konularda fikir ayrılıklarıyla karşılaşıyorlardı. Bunlar pek önemli gibi gözükmeyen konular olsa da Bilal için önemliydi. O her zaman yeni metotlar geliştirmekten yana fikrini beyan ederken Cengiz daha çok kendisine söylenilen şeylerle yetiniyordu. Cengiz’in kişiliğinde tam bir teslimiyet vardı. Oysa Bilal yeri geldiği zaman sormadan, danışmadan da bazı konularda ani karar verip sorumluluk alınması taraftarıydı.

İkisinin de kendilerince haklı sebepleri olması nedeniyle her biri kendi fikrinin tutarlı ve isabetli olduğunu savunuyordu.

“İnsan ibni zamandır,” derlerdi büyükler. Bu sözü anlamak için bazı hayat tecrübelerini yaşamak gerekiyor. “Her zamanın bir hükmü var,” ayeti de bunun en güzel örneğiydi. Bilal yaşadığı zamanın genç evladıydı. Kanı kaynıyordu. “Delikanlıydı.” Hareketliliği seviyordu. Mücadele ortam ve şartlarında yeni metotlar ve yöntemlerin bulunmasını savunuyordu. Sürekli bir yenilenme ve hizmette yeni alanlarda faaliyet yapmak gerektiğini düşünüyordu. O da zamanın şartlarını göz önünde tutarak yeni metotlar üretilmesi gerektiğini söylediği zaman Cengiz, onu değişim merakından dolayı kınamış;

–Şayet yapılması gereken bir şey varsa Cemaat gerekeni yapar. Onlar bizden daha iyi bilirler, deyip ardından, sen sadece senden istenileni yap. O zaman işler daha sağlıklı yürür, diye ona nasihat etmişti.

Cengiz ve Bilal arasında her ne kadar buna benzer fikir ayrılıkları olsa da onlar kendilerine verilen tüm hizmetleri en güzel şekilde yerine getirme konusunda ellerinden geleni yapmışlardı.

Cengiz’in yakalanmasının ardından Bilal, yalnız kaldığı evde bazı şeyleri sorgulama fırsatı bulmuştu. Daha iyi hizmet edebilmek için fikirler üretmiş, Cemaat olarak her alanda hizmetin şart olduğuna kanaat getirmişti. Yalnız imkânlar el vermiyordu. Bir evde yalnız kalmak ona pekiyi bir çözüm gibi gelmemişti. Belki bir başka şehir veya bir süreliğine eğitim alabileceği kırsal bir alan gibi bir yer olsaydı diye düşünüyordu. Evde bir başına oturmak zor olduğu kadar sıkıcıydı. Üç beş gün olsa belki katlanılması daha kolay olurdu. Ama görünen o ki bu iş için belli bir süre yoktu. Şehir merkezinde onu korumak için alınmış bir tedbirdi bu. Ailesi de bunu bildikleri için çocuklarının hasretini içlerine atmaya çalışıyorlardı. İyi olduğunu bildikleri için gönülleri rahattı.

Haftada sadece bir gün kız kardeşi, anne ve babasından habersiz gelip abisinin kaldığı evi temizleyip akşama kadar onunla sohbet ettikten sonra geri dönerdi.

Cengiz’in gözaltında kaldığı bir ay boyunca Bilal tek başına hira inzivasını yaşadı. Bu süre zarfında yaptığı en güzel şey düşünmek oldu. Düşünecek çok şey vardı. Her şeyi defalarca düşünecek kadar vakti genişti. Allah’ın “Oku” emri gereği âlemi okumaya çalışıyordu. Yaşadığı hayatı ve onu vereni düşünüyordu. Gerçek hayat sahibi olan Rabbini nasıl razı edeceği konusu üzerinde uzun uzadıya düşünüp durdu. O’nun yolunda yılmadan, usanmadan İslam’a hizmet etme azmini biledi. Gecelerini ibadetle geçirip, pazartesi ve perşembe oruçlarını tutarak nefsini tezkiye etmeye çalıştı. Yalnızlığını Rabbi ile kurduğu bağ ile gidermenin yolunu ve huzurunu bulmuştu.

 

      

 

Şehid, İslami hizmetlere gönül vermiş Allah dostu bir zattı. Büründüğü takva elbisesini görmek, konuşmalarında ve sohbetlerinde Allah’a karşı duyduğu sevgiyi anlamak mümkündü. Öyle bir “Allah” deyişi vardı ki o sözün kalpten kopup geldiğini anlamamak mümkün değildi. Ne zaman “Allah’ın” adını ansa siması değişirdi. Haşyet ve tevazu arası bir hal alırdı. Bunun neden kaynaklandığını anlamak zor değilse de ona bunu söylemek veya sormak çok zordu.  İhlas ve takvasından dolayı ona “Şehid” lakabı verilmişti. O gerçekten yaşayan bir şehitti.

Yirmi üç yaşında uzun boylu, kara gözleriyle insanın içini ısıtan bakışları vardı. Konuşmasındaki hâlâvet ve akıcılık onu dinleyenleri mest etmeye yetiyordu. Cengiz’in gözaltından çıkmasının ardından Bilal’e yalnızlığının ve çektiği çilesinin son bulduğunun müjdesini Şehid haber vermişti. O günden sonra Bilal’de gördüğü şeyler, Şehid’in kalbine sevgi olarak işlenmişti. Sevgi karşılıklıydı. Şehid, Cengiz’in başına o meşum hadise gelmeden önce Bilal hakkında ondan çok şey duymuştu. Yeni fikirlere açık oluşu ve pratik çözümler üretebilecek bir zekâya sahip olduğundan dolayı Bilal’e daha o zaman kanı kaynamıştı. Görmeden sevmişti. Tanımadan hayran olmuştu ona. “İslami gençliğin her zaman üretken olması gerek,” diyordu Şehid.  Tıpkı Bilal gibi tüm gençlerin kendi başlarına hareket edebilecek kadar bilgi ve donanıma sahip olması için gayret sarf ediyordu. Her ne kadar Cengiz gibi bir kaç arkadaşı, salt İslami bilginin yeterliliğini savunduklarından onu tasvip etmeseler de Şehid, birlikte çalıştığı arkadaşlarını bu şekilde yetiştirmeye çalışıyordu.

Bilal’in Şehid’de gördüğü şey çok farklıydı. Her insanın gelişmiş bazı özellikleri olurdu. Cengiz insanları çok iyi tanıyordu. Oysa Şehid insanları tanımanın yanı sıra onların ruhlarının neye aç olduğunu da çok iyi biliyordu. Şehid’in tam bir dava adamı olduğunu fikirlerinden anlamıştı. Onunla yaptığı sohbetlerin birinde Şehid;

–Her bir fert İslami davanın sahibi olarak kendisini görmeli. Bu davayı korumak adına ne gerekiyorsa yapmalı, gerekirse al kanını dökerek İslam davasının temelini kuvvetlendirmekten çekinmemeli, demişti.

Yeni fikirler her zaman Şehid’in ilgisini çekmiştir. Şehid’le tanışması ve kendisini artık İslami davanın sahibi olarak görmeye başlamasından sonra Bilal, “Bu dava için ne yapabilirim,” sorusunu kendi kendine daha rahat sormaya başlamıştı.

Cengiz’in bırakılmasının ardından Bilal’in hira günleri son bulmamıştı. Bilal’e oturmasını söyleyen Cemaat olduğu için onun tekrar hizmetlerine geri dönmesi için Cemaatin ikinci bir izni gerekiyordu. Bu süre zarfında Bilal, ara sıra Şehid’in yanına gelip onunla sohbet etmesini sevmişti. Yalnız Şehid’in ayrılmak zorunda olması nedeniyle ardından yine yalnız başına kalıyordu. Bu duruma canı çok sıkılsa da sabır etmekten başka bir şey yapamıyordu. Yeni fikirleri şu anda ona fayda vermiyordu.

Aslında Bilal’in canını sıkan şey evde oturmak değildi. Asıl sıkıntısı bir aydan uzun bir süredir hizmetlerden uzak oluşuydu. O bir an önce hizmette bulunmak istiyordu. Kaldığı evde kendisine bir görev verilmesini istiyordu. Şehid’le yaptıkları bir sohbetlerinde bu isteğini ona söylemişti. Şehid;

–Evde oturarak ne gibi bir hizmette bulunmak istiyorsun, diye sormuştu.

Bilal;

–Abi çalışmak isteyene iş çok. Gerekirse dokümanların tasnifini yapabilirim, demişti.

Şehid, Bilal’in bu isteğine sadece tebessüm etmişti.

 Şehid’le buluştuğu zamanlarda bu isteğini tekrar edip durdu. Şehid kafasında onun için düşündüklerini söylemekten kaçındığı için ondan şimdilik sabretmesini istemekle yetiniyordu.

Bilal;

–Abi ne zamana kadar sabır? Sabrede sabrede sabır ağacına döndüm, diye sitem etmekten kendini alamıyordu. Şehid;

–İslam’a hizmet sadece meydanlarda cenk etmek değildir. Asıl hizmet her şart ve koşulda dava için gerekli olan fedakârlığı gösterebilmektir. İslam Cemaati otur derse otururuz, kalk derrse kalkarız. Oturmak da kalkmak da Allah için oldu mu sonuç itibariyle aynıdır. Peygamber efendimizin sallallahu aleyhi ve sellem “Gerçek mücahit,  nefsiyle cihat edendir,” diye buyurması boşuna değildir.

Bilal ölüme çoktan sevdalanmıştı. Ama İslami camia kendisine gönül veren bu yiğitlerin yitip gitmesine izin vermemekle mesuldü.  Bilal kardeşlerini yarı yolda bıraktığı için üzgündü. Üzüntüsünü Şehid’e açıklayınca Şehid ona;

–Biz cemaat olarak bir vücut gibiyiz. Bir azamızın hasta olması veya incinmiş olması ondan vazgeçtiğimiz anlamına gelmez. Tam aksine o hasta ve incinmiş olan azanın kendisini toparlaması için ona yardımcı oluruz. Eli kırılan biri kırık elle bir iş yapmaya kalkışırsa o eli daha kötü olur. Ve bir daha işi yapamaz hale gelir. Sen de bu süre zarfında Rabbin ile daha bir yakınlaşmaya bak. O’nu tanımaya çalış ve O’nun yolunda neler yapabileceğini düşün. Allah’ın rızasını nasıl kazanabileceğin hakkında tefekkür et. Kısa bir süre sonra bu yalnızlığın bittiği zaman daha iyi bir Bilal olarak İslami hizmetlerdeki yerini alacağını unutma, diye nasihat etmişti.

Bilal, her ne kadar Şehid’in sözlerinde haklı olduğunu bilse de yine de bir an önce İslami hizmetlerde bulunmak için can atıyordu. Gençti ve kanı kaynıyordu. Yerinde oturmak ona göre bir şey değildi. O meydanların adamıydı. Kardeşleri sıkıntıda olduğu bu zamanda oturmayı kendisine yediremiyordu. Hamza olup İslam davasını savunmak istiyordu. Ömer olup meydanlarda hakkı haykırmayı diliyordu.

 

      

 

Bugün Bilal, yatağından her zamankinden daha farklı bir sevinçle uyandı. Bir rüya görmüştü... Gördüğü bu rüyanın etkisindeydi. Rüyasında şehit olduğunu ve daha önce şehit olan kardeşleri tarafından karşılandığını görmüştü. Onu davet ediyorlardı. Her ne kadar gitmeye çalıştıysa da onu engelleyen bir şey vardı. Engeli aşıp gitmek istiyordu. İşittiği bir ses, “Gitme!” dediyse de o gitmek istiyordu. Sonunda önündeki engel onun bu arzusuna karşı daha fazla duramayıp gitmesine izin vermişti. Uykudan şehit kardeşlerine sarılıp onlarla hasret giderdiği bir anda uyanmıştı. Bu rüyanın verdiği haz ile yatağından çıkmıştı.

Öğle vaktine doğru ihtiyaçlarını karşılamak için gelen şahıs;

–Akşam vakti Şehid seni ziyarete gelecek, diye haber verip gitmişti.

Bilal bunu hiç beklemiyordu. Daha iki gün önce Şehid’le görüşmüştü. Gelmesine daha beş gün vardı. Bu ani gelişin hayırlı olması için dua etti. Şehid’in geleceğini öğrendiği için evin içine sinen ağır sigara kokusunu gidermek amacıyla pencereleri açıp evi havalandırdı. En kısa zamanda bu illetten kurtulacağına dair kendi kendine söz verdi. Akşama kadar evi tekrar sigara kokusu sarmaması için gün boyunca sigara içmedi. Kül tabağındaki izmaritleri çöpe atıp koku vermemesi için ağzını bir güzel bağladı. Akşamın gelmesini sabırsızlıkla bekledi.

Şehid’in her zaman ki gibi yatsı namazından sonra geleceğini tahmin ediyordu. O da namazını kılıp Şehid’i beklemeye başladı. Çok geçmeden kapı zili anlaştıkları gibi üç defa aralıklarla çaldıktan sonra kapıyı açtı. Şehid’i içeri davet etti. Şehid ne zaman bu eve gelmişse mutlaka elinde Bilal için bir poşetle gelirdi. Bazen ekmek arası kebap bazen de tatlı getirirdi. Ama bu sefer hiçbir şey getirmemişti. Bu duruma Bilal çok sevindi. Yalnızlığının biteceğinin hissine kapılmıştı. Bunu, “Şehid yiyecek bir şey getirmediğine göre artık buna ihtiyaç kalmadı,” diye yormuştu.

Şehid içeri geçip tek olan kanepenin üzerine oturunca Bilal da masa olarak kullandığı taburenin üzerine oturdu. Şehid’in neler söyleyeceğini merak ediyordu. Şehid hal ve hatırını sorduktan sonra ona hiç beklemediği bir şey söyledi;

–Bu evi adam akıllı bir yer yapmak için neye ihtiyaç varsa bir listesini yap.

Bilal duyduğu bu habere hiç sevinmese de buruk bir şekilde;

–Tamam, dedi.

Nedenini sorgulayacak değildi. Ondan istenileni yapmak dışında bir düşüncesi yoktu. İslam; teslimiyetti. O da teslim olmuştu. İslami hizmetlerde bazı konularda, “Neden ve Niçin,” gibi soruları sormadan kendisine söylenilen veya istenilen böylesi konularda sorgusuz sualsiz itaat şarttı. Söz konusu İslam’da olmayan veya yapılması şüpheli olan şeyler ise yapılmadan evvel İslam’daki yeri sorgulanabilirdi. Ama sıradan bir istek için fertlerden yapılması istenilen tek şey itaatti.  Bilal bunları birbirinden ayırabilecek kadar dava şuur ve bilinciyle yetişmiş itaatkâr bir fertti. Fikir vermesi gereken bir konu olsaydı fikrini beyan ederdi. Bu evde daha fazla kalmak istemese de kendisinden istedikleriyle ilgili aklında bir liste oluşturmaya başlamıştı bile. O kendisinin burada kalacağını düşündüğü için basit birkaç şeyin yeterli olacağını düşünmüştü.

Şehid konuşmasına şöyle devam etti;

–Bundan böyle İslami hizmetlerdeki alanın değişti. Artık yeni bir alanda seninle birlikte çalışacağız…

Şehid’in bu sözleri Bilal’in gönlüne su serpmişti. Az önceki moral bozukluğundan eser kalmamıştı. Bir cümlenin nelere yol açtığını görüp şaşırdı. Oturduğu sürenin sona ermesine sevindi. Ama tam olarak Şehid’in ne demek istediğini anlayamamıştı. Az önce kendisinden bu evi düzenlemek için liste istemişti. Şimdi ise ona yeni bir hizmet alanından söz ediyordu.

Şehid;

–Yarın birkaç arkadaş daha buraya gelecek. Onlarla birlikte artık burada kalacaksın. Onlardan sen sorumlu olacaksın. Evi normal bir ev haline getirin. Öğrenci evi olduğu belli olmasın. Giriş ve çıkışlarınıza dikkat edin. Eve girerken ve çıkarken çok dikkatli olmanız gerek. Binadaki komşularınızla iyi geçinmeye bakın. Hiçbir komşunuzla sürtüşme yaşamamaya dikkat edin. Onların sizden şüphelenecekleri her türlü hareketten kaçının. Bunu yarın gelecek olan kardeşlere de söylersin.

Bilal, Şehid’in söylediklerini sessiz sedasız dinledi. Yeniden hizmete başlamak için sabırsız olduğu kadar yeni hizmet alanını da merak etmeden edemiyordu. Merak ettiği şeyi sormaktan hayâ etti. Cengiz’le olan hizmeti ne olacaktı? Cengiz’le bir daha çalışmayacak mıydı? Yeni hizmet alanı bir önceki kadar şehadete yakın mıydı? Bundan böyle İslam’a nasıl hizmet edecekti? O bir an önce bunları öğrenmek istiyordu. Şehid’in bunları anlatmak için hiç acelesi yoktu. Bilal’in yüzendeki meraklı bakışlarını gören Şehid onu daha fazla merakta bırakmamak için kaldığı yerden konuşmasına şöyle devam etti;

–Bundan böyle Cengiz’le hiçbir işin kalmadı. Allah kısmet ederse seninle birlikte İslami hizmetlerde birlikte çalışacağız. Sağlık Meslek Lisesini bitirmiştin değil mi? Diye sordu.

–Evet abi.

–Sağlık bilgin nasıl?

–Okul okurken aynı zamanda tanıdık bir sağlık kabininde çalıştığım için fena sayılmaz.

Şehid, Bilal hakkında bilmesi gereken tüm bilgileri bildiği halde yine de bunları sorma gereği duymuştu. Bilal’in omuzlarına yüklenecek olan yükün altından kalkıp kalkamayacağını öğrenmek istiyordu. Bilal ise henüz pek bir şey anlamış değildi. Şehid’in neden bu tür sorular sorduğunu kavrayamamıştı. Şehid konuşmasına şöyle devam etti;

–Bundan böyle buraya gelecek olan arkadaşlarla birlikte yaralanan Cemaat mensublarının sağlık sorunlarıyla ilgileneceksiniz. Bu arada sen de sağlık bilgilerini geliştir. Gelecek olan arkadaşlara da sağlık konusunda ders verip onları yetiştireceksin. Nerede yaralı bir Müslüman olsa ona yardım etmek sizin göreviniz olacak. Gerekirse hastaneye bile götüreceksiniz, dedi.

Bilal şaşırmış bir halde kendisinden tam olarak ne istenildiğinden emin olabilmek için;

–Abi ben durumu tam olarak anlayamadım. Yani şimdi ben eve gelecek olan arkadaşlarla birlikte yaralanan, saldırıya uğrayan Cemaat mensubu arkadaşların sağlık sorunlarıyla mı ilgileneceğiz? Bu nasıl olur? Diyerek şaşkınlığını ifade etti. Şehid;

–Tam olarak öyle değil. Bize karşı yapılan saldırılarda yaralanan arkadaşları duymuşsundur. Bu kardeşlerimizi hastaneye götürdüğümüz zaman polisin sorgusuyla karşılaşıyorlar. Bu durum bize sıkıntı veriyor. Bu yüzden hafif yaralanan kardeşlerimizi uygun olan bir yerde tedavi ediyoruz. Bundan böyle bu işle sen ilgileneceksin. Şayet kardeşin durumu ağırsa ve hastaneye gitmesi gerekiyorsa buna sen karar vereceksin. O kardeşin sağlık durumundan sen mesul olacaksın. Gelecek olan arkadaşlar da sana yardımcı olacaklar.

Bilal yükleneceği sorumluluğun farkına yavaş yavaş varıyordu;

–Abi bunun için malzeme lazım olacak, dedi gayri ihtiyari.

–Sana ne lazımsa listesini yap biz sana temin ederiz. Yalnız bu işte çok dikkatli olmanız gerekiyor. Bu konuda hiç kimseye bir şey söylemeyin. İhtiyaç dışında da pek evden çıkmayın. Sizi aradığımız zaman bulabilelim.

Şehid’le bundan sonra yapacağı hizmet alanı ile ilgili detaylar hakkında konuştu. Ev ve sağlık için gerekli olan malzemelerin listesini aldıktan sonra Şehid evden ayrıldı.

Bilal yeni yeni kendine gelmeye başlıyordu. Üstlendiği sorumluluğun ne kadar ağır olduğunu düşündükçe yavaş yavaş fehmetmeye başlıyordu. Her şeye rağmen tekrar aktif hizmet alanına döndüğü için yüzü gülmeye başlamıştı. Bir aydan uzun bir süredir çektiği yalnızlık bir anda son bulmuştu. Kanı tekrar eskisi gibi kaynamaya başlamıştı. Heyecanlıydı. Heyecanını bastırmak için abdest alıp Rabbi için şükür namazı kıldı ve yüklendiği bu yeni sorumluluğunda kendisini muvaffak etmesi için dua etti.

Canı artık sigara istemiyordu. O artık gerçek bir sağlıkçı oluyordu. İslami Cemaate katıldıktan sonra sağlıkla ilgili hiçbir şey yapmamıştı. Kimi zaman Sağlık Meslek Lisesini bile boşuna okuduğunu düşünmüştü. Ona göre İslam’a hizmet edebilmek için İslami ilimleri okumuş olmak yeterliydi. Oysa yeni yeni anladığı şey herkesin kendi beceri ve kabiliyetine göre İslam’a hizmet edebileceği gerçeğiydi.

O gün uyumak için kanepesine uzandığı halde gözlerine uyku girmemişti. Aklını kurcalayan ve ona vesvese veren şeytanla mücadele ederken uykuya daldı. Gözlerinin önüne gelen yaralı kardeşlerini görünce onlara yardımcı olmak için çırpınıp durdu. Her seferinde vücutları parçalanmış yaralı kardeşleriyle uğraşmak zorunda kalıyordu. Kanlar içinde kalmış ellerinde ruhlarını Rablerine teslim eden kardeşlerinin acısıyla kıvranıyordu. Gece boyunca buna benzer kâbuslar gördü. Sabah uyandığı zaman morali çok bozuktu. Bu işin üstesinden gelemeyeceğini düşündü. Oysa Allah’ın azze ve celle kendisini yalnız ve yardımsız bırakmayacağını çok iyi biliyordu. Bu düşünce ona moral verdi. Saatine baktı 10.00’na geliyordu.

Dışarda güzel bir sonbahar havası vardı. Ekim güneşinin ışıkları pencereden süzülüp odayı aydınlattığı gibi Bilal’in gönlünü de aydınlattı. Odanın pencerelerini açıp evi bir güzel havalandırdıktan sonra gelecek olan misafirleri için çay demledi. Kahvaltı yapmak aklına gelmemişti. Heyecanından ne yapacağını bilmiyordu. Bir yandan gelecek olan kişileri merak edip onlara ne öğreteceğini düşünürken öte yandan bu konuda yeteri kadar bilgi sahibi olmadığına inanıyor ve bundan dolayı endişeleniyordu.

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar