41.84
  
48.67
  
0.00
  
97.47

Farklı Hayatlar-1.Bölüm

Farklı Hayatlar-1.Bölüm

  1. BÖLÜM

Evden ayrılmak üzereyken kapının eşiğinde durmuş eşi Zümra ile ayaküstü sohbet ediyordu. Bu sohbetin verdiği tat ve haz bir başkaydı. Kısa olsa da zevkli ve eğlenceli geliyordu. Ayaküstü sohbetleri bir rutin halinde her gün gerçekleşiyordu. Muhabbetin bir başka çeşidi gibi bıkmadan uzanmadan kapının eşiğinden durup son birkaç söz söylemek adına birbirlerini oyalayıp duruyorlardı. Sanki evin içinde muhabbet etmiyorlarmış gibi davransalar da öyle değildi. Muhabbeti güzelleştiren şeylerden biri mekandı. Kapı eşiği sohbeti de o eşsiz mekanlardan biriydi.

Kapı eşiğindeki sohbetlerinin asıl faili hiç şüphesiz Zümra’nın kendisiydi. Eşi Sefa’yı işe yolcu ederken mutlaka konuşacak bir konu bulur, birkaç dakikalık konuşma on on beş dakikayı bulurdu. Sefa bu durumdan şikayetçi değildi. Hatta hoşuna gittiği bile söylenebilirdi. Sefa’nın hoşuna giden en güzel sohbet konusu ise eşinin hayır dualarıydı. Zümra eşini yolcu ederken “Rabbim her daim yar ve yardımcın olsun. Seni Allah’a emanet ediyorum...” diye uzayıp giden duasının sonu gelmiyordu.

Sefa müşfik ve sevgi dolu eşinin dualarına genellikle “Rabbim senin gibi hayırlı bir eşi bana nasip ettiği için ona binlerce defa şükürler olsun” diyerek karşılık veriyordu.

Bu iki aşığın sevgilerini kıskanmamak mümkün değildi. Sevgi sözcüklerinin dudaktan kalbe yol bulduğu bu anlarda birbirlerinin gözlerinin içine bakarlardı. Kelimelerin kifayetsiz geldiği yerlerde bir çift gözün ifade ettiği anlamları anlamak için ya aşık olmak gerekiyordu ya da ermiş olmaktan geçiyordu. Bunlar her ne kadar Leyla ile Mecnun olmasalar da birbirlerinin kalplerine dokunmasını bilen sevdalılardılar. Zümra eşinin gözlerinde gördüğü o sevgi dolu bakışa odaklanıp içinde kaybolurken, Sefa “Seni yaratan Allah’a hamd olsun. Seni yaratana kurban olayım, kalbime senin sevgini yerleştiren Allah’a binlerce kez şükürler olsun...” gibi sözcüklerle eşinin gözlerinde kaybolmasına izin verirdi.

Havva’sını bulmuş Adem gibi eşinin Allah’ın kendisine bir lütfu olduğunu düşünüyordu. Aynı balçıktan yaratılmış ruh eşi olduklarını düşündüren şey birbirlerine karşı duydukları karşılıklı sevgi ve muhabbetleriydi. Ayaküstü sohbetlerinin can alıcı kısmı hiç şüphesiz her ikisinin de sustuğu, kelimeleri terk ettikleri o eşsiz andı. Kalbin aynası olan siyah ve kahverengi gözlerin anlattıklarını anlamak için kelimelere ihtiyaçları yoktu. Zümra’nın zeytin siyahı gözleri kalbinin derinliklerinde olanı açığa vursa da o an bundan çekinmiyordu. Zeytin siyahı gözleriyle içinde söyleyemediği ne varsa söylemek istiyordu. Kahverengi gözler de aynı hisleri saklı tuttuğundan olsa gerek zeytin bakışlarının ne anlatmak istediğini iyi biliyordu.

Siyah ve kahverengi gözlerin kısa bir anda ifade ettikleri mana her ikisi içinde yeterliydi. Dil yalan söyleyebilirdi, kelimeler gönlü celp etmek için yaldızlanabilirdi, ama gözler yalan, dolan, hile, hurda bilmeyen parlak aynalar gibiydiler. Kalbi yansıtan aynalardır gözler... Bakışların söylemek istediklerini anlayan gönüldü. Saf sevgi ışıltısı ile kalbe etki eden bir çift göz, gerçek sevginin kaynağı gibiydi.

Kapı eşiğinde yaptıkları ayaküstü sohbetlerini bir başkası görseydi onların uzun süre ayrı kalacaklarını düşünüp hasret giderdiğini zannederdi. Oysa bir anlık ayrılığın verdiği acıyı hiç tatmamış olanlar kapı eşiğindeki muhabbetin ne kadar kıymetli olduğunu anlayamazdı. Yarinden ayrı kalmanın ıstırabını çekmemiş olanlar ne Leyla’yı anlayabilir ne de Mecnun’u... Bir elmanın iki yarısı misali olan ruhlarının ayrılırken ne kadar acı çekeceğini bilmek için bu acıyı daha önceden tatmış ya da hissetmiş olmak gerekirdi. Aşıkların halinden ancak aşıklar anlardı. Kapı eşiği sohbetleri aşkı bilmeyenlerin, tatmamış alanların anlayabilecekleri bir şey değildi.

Ruh eşinin gidip kendisini yarım bırakacağını, bir parçası yokken hayattın anlamsızlığını, manasızlığını, tatsızlığını bilmek için aşık olmak gerekiyor. Zümra, Sefa’ya aşıktı. Aşkı tek taraflı değildi elbette. Sefa’da Zümra’sı için Mecnun’du. Onların belli ki bir hikayeleri yoktu. Çünkü onlar birbirlerine kavuşmuşlardı. Kavuşmasalardı işte o zaman onların da aşkları destansı olurdu.

Ayrılık muhabbet kuşlarına zor gelse de hayatın bir gerçeği vardı, bu dünyanın da kendine göre kuralları vardı. Yaşamak için çalışmanın mecburi olduğu bir alemde bulunduklarının bilincindeydiler. Yaşadıkları topraklar, doğup büyüdükleri coğrafya bunu onlara fazlasıyla öğretmişti. Bildikleri bir başka şey daha vardı. O da her ayrılığın bir vuslatla son bulduğuydu. Eğer vuslat olmasaydı ayrılmamak için parmaklarına yüzük yerine bileklerine kelepçe takarlardı. Her ayrılıktan sonra kavuşmanın verdiği his, duygu bambaşka bir hissi de beraberinde yaşatıyordu.  Vuslat hissi o kadar güzel bir histi ki eşini her gün bıkmadan güler yüzle yolcu ettikten sonra başlayan heyecanlı bekleyişin mükafatı gibi zevkli bir duyguydu.

Sevdiğini özlemek duygusu, onu görebilmek heyecanı, yaşamın bir başka cazibesiydi. Sefa istemsizce eşinden ayrılıp ayağını kapı eşiğinin öte tarafına atınca artık ayrılmak zorunda olduğunu biliyordu. Birkaç adım attıktan sonra arkasında bıraktığı kapının kapanıp kapanmadığını merak etmeye başlardı. Sanki içinden bir his siyah gözlerin etkisi altında olduğunu fısıldar gibiydi. Bu hissine daha fazla karşı koyamadığından olsa gerek o gözleri tekrar görebilmek için dönüp arkasına baktı. Evinin kapıları kapalıydı, tesiri altında olduğu zeytin siyahı gözleri görememişti. Hislerinde yanılmıştı. Bunu umursamadan, duygularının kendisini yanılttığına aldırış etmeden bulunduğu sokaktan yokuş aşağı yoluna devam etti. Kızmamış, öfkelenmemişti. Bunu kafasına takmadı. Yürürken mutluydu, yüzünde her zaman ki tebessümü vardı.

Son iki aydır işsizdi. İşsizlik pek de ona göre bir şey değildi. Çok çalışkan ve de becerikli olmasına rağmen iş bulma ve çalışma hevesi kalmamıştı. İstese hemen iş bulabilecek yetenek ve kabiliyete sahipti. İstemiyordu. Oysa iki aydır her gün aksatmadan iş arama bahanesiyle evden çıkıyordu. Akşam iş bulamamış bir halde eve dönse de Zümra buna aldırmıyordu. “Allah Kerim’dir” diyerek eşine destek oluşu Sefa’nın gözünden kaçmamıştı. Bir kadının şikayetinden ve dırdırından daha kötü ve sinir bozucu bir şey varsa o da iki kadının şikayeti ve dırdırıydı. Zümra bir eş ve hayat arkadaşı olarak Sefa’nın ne hissettiğini anlamaya çalışıyordu. İç alemindeki çatışmaların ne olduğunu bilmese de eşinin sıkıntılı olduğunun farkındaydı. “Zamanı gelince kendisi anlatır” diye bekliyordu. Ve o zamanın bir an önce gelmesi için Allah’a dua ediyordu.

Sefa’nın zihnini meşgul eden birkaç problemi olsa da son zamanlarda kendisini sıkan ve zihnini esir almaya çalışan düşüncelere daha çok dalmış durumdaydı.  Son günlerde içine düştüğü düşünce girdabından bir türlü kurtulamıyordu. Zihnine saldıran, içinden çıkılmaz bir hale gelen düşünce girdabından çıkmak için ne kadar boğuşup kulaç atsa da nafileydi. Daldığı girdap onu daha çok içine çekiyordu. Kurtulmaya çalıştıkça daha çok battığının farkına varmıştı.

Zihnini esir alan düşünceleri dünyalık veya işsizlikten kaynaklı değildi. İstediği zaman iş bulabileceğini o da biliyordu. Esiri olduğu düşünceleri ne işsizliktendi ne de maddiydi.

Gerçi maddi anlamda kayda değer bir mal varlığına sahip değildi. Zengin sayılmazdı. En büyük becerisi ekmeğini taştan çıkaracak kadar mahir ve girişken olmasıydı. Dünyalık sorunlarının üstesinden gelmenin yollarını bulabilecek kadar hayat tecrübesi edinmişti.

Zihnini meşgul eden en büyük sorunu “Yaratılış gayemi biliyorum, peki ya varoluş amacım nedir?” diye içine daldığı düşünceler girdabında bu sorunun cevabını arayışıydı. Arayıp da bulamadığı bu sorunun cevabının peşinden istemsizce koşuyordu. İş güçten el etek çekmesine neden olan şey bu soruydu. Zihnini allak bullak ettiği gibi hayatını da allak bullak etmeyi başarmıştı.  İçinden çıkamadığı, çözmekte zorlandığı bu sorunun cevabını bulmaya inat etmişti. Gerçi bu sorunun bir cevabının olup olmadığını da bilmiyordu, ama ısrarla bu sorunun cevabını bulmanın peşine düşmüştü.

Öyle ya yaratıcımız bizi bir gaye ve amaç için yaratmıştı insan denen mahlukatı. Gaye belli “Kulluk etmek... O’nu bir ve tek ilah olarak bilip huzurunda boyun eğmek” bu kulluğun gayesiydi peki ya amacı? Yaratılış amacını ise henüz keşfede bilmiş değildi. Yaratılış gayesini anlamıştı anlamasına ama kulluğun amacını neden anlayamadığını o da bilmiyordu. Ama bulmak için çırpınıyordu. Bununda cevabını bulacaktı, ama ne zaman? Henüz yaratılış amacının cevabını bilmese de bunu arayarak bulacağından emindi.

Bu sorunun cevabını bulabilmek için çok derin düşüncelere daldığını, hatta boğulduğunu zannettiği anları bile yaşamış olmasına rağmen yine de bu sorunun peşine takılmış onun cevabını avlamak için elinden geleni yapıyordu. Bu öyle bir soruydu ki cevabını bulabilmek için her şeyini bu uğurda feda etmeye hazırdı. Aslında pek de meraklı biri değildi. Hele bu tür şeylere takılıp kalan biri hiç değildi. Bu güne kadar ne yaratılış gayesini düşünmüştü ne de yaratılış amacını... Ne olduysa yaratılış amacında takılıp kaldı. Ne bir adım öne ne de bir adım arkaya atabiliyordu. Olduğu yere çakılıp kalmıştı. Kendisini bir bilmece labirentinin tam ortasında görüyordu. Hangi yöne gittiyse dönüp dolaşıp tekrar olduğu yere geri dönüyordu.  Aklına gelen bir kaç şey vardı. Ama nedense onlar aradığı cevaba benzemiyorlardı. “Bir anne ve babanın evladı olarak mı amacını gerçekleştirmişti, yoksa bir kadına eş olarak mı?” Bunların olması ve başka amaçlarında olması mümkündü, ama her yaratılmış canlı gibi kendisinin de özel bir amacı olduğunu düşünüyordu. Peşine düştüğü, bulmaya çalıştığı asıl cevap özel yaratılış amacıydı.

Düşünce girdabından boğulmaktan kurtulabilmek için Allah’a için için dua edip yardım diliyordu. Rabbinden hangi amaç için yaratıldığını kendisine göstermesini istiyordu. Bulmaktan aciz kaldığı sorunun cevabını bulmak için Rabbinden yardım diliyordu.

Sefa iki ay boyunca arayıp da bulamadığı cevap yüzünden bunalıma girmiş gibiydi. Sanki bu sorunun cevabını bulmasa hayatının geri kalanını bu sorunun cevabını bulmak için harcayacakmış gibi bir inatlaşmaya girmişti. Hayatının amacını bilse ne olurdu bilmese ne olurdu?

Her şeyde bir hayır olduğu gibi Sefa’nın bu sorusunda da bir hayır vardı. Hiç olmadığı kadar Rabbine daha çok dua edip O’nun adını anmaya başlamıştı. Belki farkında değildi, ama Rabbine yakınlaşmıştı. Her ne sebeple olursa olsun Rabbine içini açıp O’ndan yardım diliyordu. Kendisini aciz Rabbini ise her şeye Kadir olduğunu idrak etmeye başlamıştı. Bazen aradığı cevap için duaya başlarken araya başka şeyleri de katıp Rabbinden kendisine yardımcı olmasını istiyordu. Rabbiyle yakınlaşmış gibi hissediyordu. İçini açabileceği, hissettiklerini paylaşabileceği kadar yakın...

İş arama bahanesiyle evden çıktıktan bir müddet sonra kendisini yine Rabbine yalvarır bir halde Antep kalesinin üstünde düşüncelere dalmış bir halde buluyordu. Belki tek taraflı bir sohbet gibi gelebilirdi, ama öyle değildi. Rabbinin kendisini dinlediğini biliyordu. Rabbi dinliyordu o anlatıyordu. Bazen öylesine şeyler anlatıyordu ki sanki karşısında biri varmışçasına heyecanla kelimelerini seçip coşkuya kapılıyordu. Antep kalesine çıkmadığı zamanlarda gittiği yer Şirvani Camisi olurdu. Camide iki rekat namaz kıldıktan sonra bir müddet oturup tefekkür ederdi, ardından tekrar Antep kalesine çıkıp burcun üzerinde bağdaş kurarak şehri kuşbakışı seyre dalardı. Bedeni yerde olsa da düşünceleri kuşlar gibi özgürce uçuyordu. Hayal kuşunu gözünün görebildiği her yere yönlendiriyordu. Uçmak için kanatlara ihtiyacı yoktu. Uzun süre gezip dolaştığı hayal dünyasından onu geri döndüren şey Şirvani Camisinin minaresinden yükselen ezan sesi olurdu. Camide öğle namazını kıldıktan sonra çarşıda kendisine uygun bir iş bulmak üzere dolaşmaya çıkardı. Ardından ikindi namazı için tekrar Şirvani Camisine geri dönerdi. Eli boş ve bir iş bulamamanın yorgunluğuyla namazını kılar kılmaz soluğu tekrar Antep Kalesinde alırdı.

Özgür olabilmek adına hayal kuşunu tekrar salardı. O an gördüklerini anlamaya çalışır, yaşadıklarını yorumlamaya gayret ederdi. Güneş ufkun arkasına çekilmek üzereyken Sefa kaleden inip evine doğru yola düşerdi. Onu güler yüzle karşılayan hayat arkadaşının gül yüzü içine ferahlık verse de kendisinin yüzünden düşen bin parçaydı. O gün de iş bulamamış aradığı amacına ulaşamamış olmanın kızgınlığı içinde olsa da bunu hayat arkadaşına belli ettirmemeye gayret ediyordu. Her ne kadar yanaklarına gülücükler yerleştirmeye çalışsa da bu çabasının nafile olduğunun farkında değildi. Zümra’nın bir şey hissetmemesini istese de Zümra, kahverengi gözlerin dalıp gittiğini görebiliyordu. Sefa’nın bir arayış içinde bocalayıp durduğunun farkındaydı. Bu konuda o da Sefa kadar aciz ve çaresizdi.

Sefasını çok iyi tanıyan Zümra eşinin moralinin yerinde olmadığını fark edince yanına gidip içten ve güven veren bir tonda “İş için üzülüyorsan üzülme, Allah mutlaka sana yardım edecektir” diyerek onu teselli etmeye çalıştı. İşsiz bir adamın en çok korktuğu şey iş yüzünden hanımının söylenmeye başlamasıydı. Neyse ki Zümra o tür kadınlardan değildi. Eşinin başının etini yiyeceğine ona güzel sözler söyleyerek destek olmaya çalışıyordu.

Hayat arkadaşının dilinden dökülen güzel sözler kadar kişinin içini ısıtan başka bir şey yoktur herhalde. Kelimelerin tılsımı yoksa söyleyenin samimiyeti miydi bu kadar etkili olan? Zümra’nın kelimeleri işe yarıyordu. Eşinden aldığı destekle Sefa hemen neşelenip o an düşünce girdabından karaya çıkıp kurtuluyordu. Sefa bir evinde birde Şirvani Camisinde huzurluydu. Antep kalesi vardı birde... Derin düşüncelere daldığı huzur dolu yerdi onun için. Her ne kadar Şirvani Camisin ve Antep kalesini seviyorsa da evinde bulduğu huzuru başka bir şeye değiştirmezdi. Sahip olduğu mutluluktan dolayı Allah’a şükredip, mutluluğunun daimi olmasını arzuluyordu.

                                                                                                         

Sefa ve Zümra lisenin ilk yıllarında tanışmışlardı. Lise son sınıfa geldiklerinde evlenmek istediklerini ailelerine söyleyince kıyamet kopmuştu. Aileleri “Henüz çok gençsiniz, önünüzde okulunuz var” gibi daha nice bahaneler illeri sürüp gençleri bu isteklerinden vazgeçirmeye çalıştılarsa da bunda başarılı olamadılar. Her ikisinin de ailesi “Hayat; evcilik oyunu değildir. Evlilik denen birliktelikte deneme yanılma yolu ile öğrenilecek bir oyun değildir” diyerek onları evlilik fikrinden vazgeçirmeye çalıştılarsa da bunda başarılı olamadılar. Evlilik gibi ciddi bir kararın gençlere bırakılması büyükler ve hayat tecrübesi olanlar tarafından hoş görülmüyordu. Aile büyükleri gençlerin birbirlerini sevmelerini anlasalar da bunu evlilik için yeterli görmüyorlardı. Evlilik; gelecek inşa etmek için atılan ilk adımın adıydı. Evlendikten sonra “Ben yapamadım haydi ayrılalım” denmeyecek kadar ciddi bir şeydi. Bunun sağlam temeller üzerine oturmasını sağlamak aile büyüklerinin işiydi. Henüz toy olan gençler duygularıyla hareket ederken aile büyükleri akılla hareket ederlerdi.

Yapılan evliliğin kalıcı ve sağlam olabilmesi için çiftin gerekli bilgi ve donanıma sahip olmalarının şartı arınıyordu. Henüz hayatlarının baharında olan bu iki gençte ise henüz olgunluk belirtisi yok gibiydi. Ailelerde bunu bildiklerinden onları evlenmeme konusunda ikna etmeye çalışıyorlardı. Gerçekler ve hayallerin çakışması yaşanıyordu. Gençler hayal aleminde akılların bir karış havada, ayakları yere basmazken aile büyükleri onların bu durumda evlenmelerine izin vermek istemiyorlardı.

Çatışan aile büyükleri ve gençler değildi. Gerçekler ve hayaller çatışıyordu. Her şeyi gözlerinde tozpembe bir şekle getiren gençlerin hayal kuşlarının kanatlarını kırmak mümkün olmuyordu. Uçtukça uçuyorlardı. Gökyüzünü de yeryüzü gibi görmeye başlamışlardı. Olabildiğince mavi gökyüzünün huzur verici sessiz ve sakinliğine kapılmış özgüre geleceğe kanat çırpmak için aile zincirini kırmaya çalışıyorlardı. Oysa yeryüzü kargaşa, kavga ve hayatta kalma mücadelesinin verildiği arenaydı. Hayat tecrübesi olan aile büyükleri çok iyi bildikleri dünya tecrübelerini gençlere anlatmaya çalıştılarsa da bu nafile bir uğraş oldu. Akılları bir karış havada olan gençlerin düşünemedikleri ortadaydı. Düşüne bilselerdi büyüklerinin sözlerini biraz olsun kulak verirlerdi. “Aşkın gözü kördü” Sefa ve Zümra çoktan kör olmuşlardı. Ne söylenen nasihatleri dinliyorlardı ne de hayatın sillesini yiyenlere bakıp ders alıyorlardı.

Gerçekle hayal kavgasında nedense kazanan hep hayal oluyordu. Hayal daha kolay ve basit olduğu için mi yoksa gerçeklerden daha iyi olduğu için mi üstün geliyordu?

Aile büyüklerinin gençlere yaptıkları tüm telkinlerine rağmen onları kararlarından vazgeçiremediler. Gençlerin inatları ve dik kafalı oluşları yüzünden her ne söyleyip nasihat ettilerse de gençlerin kafası aşkla bir hoş olduğu için yapılan nasihatler kar etmedi. “Evleneceğiz” diye tutturan gençleri vazgeçirmek için aile büyükleri ellerinde kalan ve umut bağladıkları son kozlarını ileri sürüp “Üniversite hayat okulunda bir dönüm noktasıdır. Orada geleceğiniz ve mutlu bir birliktelik için size yardımcı olacak tecrübeyi edinirsiniz. Üniversiteden sonra isterseniz evlenebilirsiniz” diye yumuşadıklarını göstermeye çalışarak evliliklerini ertelemeye çalıştılarsa da bu da işe yaramadı. Gençler ailelerinin söylediklerinin doğru olduğunu kabul ediyorlardı. Ne var ki evlenebilmek için üniversiteye gitmeyi düşünmüyorlardı. Bir an önce evlenip yuva kurmak için gelecek hayallerinden dahi vazgeçmişlerdi. Üniversiteyi askıya alma pahasına evlenmekte kararlıydılar.

“Sevda kuşu baştayken akıl yok olur” derdi büyüklerimiz. Akıl olmayan kafaya da ne anlatsan nafileydi. Söylenen tüm nasihatleri alıp gökyüzüne savuran hayal kuşu istediğini elde etmişti. Aileler pes edip gençlerin evliliklerinin önünde daha fazla engel olmaktan vazgeçmişlerdi. 

Sade bir düğünün ardından Şahin Bey’in Düztepe semtinde iki odalı derme çatma betondan bir evde dünya evine girdiler. Yerleştikleri ev hiç de hayal ettikleri gibi değildi. Ne pembe panjurları vardı ne de boyası... Daha çok hayata tutunamayanların kaldıkları tipten virane bir yere benziyordu. Oysa onlar hayata daha yeni adım atmışlardı. Dünya evine yeni girmiş, sıcacık hayal ettikleri yuvalarını kurmak için bundan daha iyi bir yerin hayalini kurmuşlardı. Daha iyi bir yere taşınmak ve hayal ettiklerini gerçekleştirmek için çok paraya ihtiyaçları vardı. Oysa onların ne parası vardı ne de sermayeleri.

Sefa ve Zümra alışkın olmadıkları bir yaşam ve manzara ile karşı karşıya olduklarının bilincine erken vardılar. Kendi ısrarlarının sonucuna katlandıklarını anladıklarında iş işten geçmişti. Bu virane evde, inek bağlasan durmaz cinsinden olan beton yığınları içinde tek tesellileri birbirilerinin varlığıydı.

Artık hayaller son bulmuş gerçeklerle yüzleşmişlerdi. Evlilik onların hayal ettikleri gibi olmasa da yine de mutlu olmasını bildiler. Zümra her şeye rağmen “Bu hayatta beni mutlu eden tek şey senin varlığındır. Sen varsın ya gerisinin hiçbir önemi yok” diyerek Sefa’nın moralini iyi tutmaya çalışıyordu. Sefa’nın evlenmeden önce bol keseden sıraladığı hiçbir şey gerçekleşmemesine rağmen Zümra “Ben seni istiyordum Rabbim nasip etti. Senin bana vaat ettiklerini de bir gün gerçekleştireceğinden eminim” diyerek Sefa’nın gönlünü hoş tutmada şimdiden mahir olmuştu. Hayaller yalan olmuştu, ama aşkları gerçekti. Onlar birlikteyken her türlü zorluğun üstesinden rahatlıkla gelebileceklerine kendilerini inandırmışlardı. Bu hayal değildi bu gerçekti. Artık hayal kurmuyorlardı. Gerçek dünyada olduklarını anlamışlardı. Gerçeklerle yüzleşmeye başlamışlardı.

Yaşamak zorunda kaldıkları ev virane olsa da sıcak bir yuvaydı. Yuva, huzur dolu yerin diğer adıydı. Zümra da bunu kabullenince her şey daha güzel olmuştu. Evlerinin yıkık ve harabe olmasından dolayı şikayet etmiyordu. İçinde oturdukları yere ev demeye bin şahit istese de orası Sefa ve Zümra’nın eviydi. Samanlığı seyrana çeviren aşk azığını kullanıyorlardı. Sefa henüz liseyi yeni bitirmiş bıyıkları seyrek bir gençti. Üniversiteye gitmek yerine aile reisliğine soyunmuştu. Okul okumak, talebe olmak yerine amele olmayı, işçi olmayı tercih etmişti. Bunları Zümra için yapmıştı. Zümra için nelerden vazgeçtiğinin farkındaydı.

Okul okuyup baba parası yemek yerine çalışıp ailesinin nafakasını kazanmayı tercih etmişti. Akıllıca bir tercih miydi?

Evlendikten sonra yuvasını ayakta tutmak ve bunu sorunsuz bir şekilde devam ettirmek düşündüğü gibi kolay değildi. Gerçi Sefa’ya sorsanız işin en zor kısmını geride bıraktığını söylerdi. Ona göre bu işin en zor kısmı Zümra’yı ailesinden almakmış. Her şeye rağmen Zümra’sıyla evlenmeyi başarmıştı. Gerisini pek de dert etmiyordu. Bundan sonrasının çorap söküğü gibi geleceğine inanıyordu. Ailesi için kitap kalem yerine küreklere sarılıp inşaatlarda çalıştı. Ellerinin su toplamasıyla hayatın ne kadar zor olduğunu anladı. İnşaat işçiliğinden sonra marangozluk işine girdi. Sahip olduğu kabiliyet ve yetenek sayesinde marangozluğu çok çabuk kavradı. Kısa sürede usta oldu. Eline geçen parayı Zümra’sına daha iyi bir hayat sunabilmek için yastık altı yaptı. Zümra söylemese de en kısa zamanda daha iyi bir eve çıkmak istediğini biliyordu. Zümra dile getirmemiş olsa da o bunun farkındaydı. Hem ona çok güzel bir hayat sunacağı konusunda lise yıllarında söz vermemiş miydi? Bir eş olarak tek istediği şey Zümra’sının yüzünü güldürmekti. Birlikte kurdukları hayali gerçekleştirmek için sıkı çalışmaya başlamıştı. Hafta sonları kendi işini yaparak hayallerine daha erken bir vakitte kavuşmayı istiyordu. Oysa Zümra bunu istemiyordu. Gençliğin en güzel yıllarında olduğunun farkındaydı. Bu günlerin geçip gittikten sonra bir daha asla geri gelmeyeceğini biliyordu. Bu yüzden Sefa ile daha çok vakit geçirmek istiyordu. İleride hoş bir anı ve hatıra olarak kalacak bu ilk yılların arefesinde Sefa’nın her gün işe gidişine içerlemeye başlamıştı. Hayatlarının baharında çalışmakla didinmekle zamanlarının boşa akıp gitmesini istemiyordu. İçinde bulundukları zamanın birlikte geçirilecek güzel günler olması gerektiğini düşünüyordu. Yaş doksana dayanınca mı birlikte bir şeyler yapacaklardı? Bunu Sefa’yla konuşmak istedi. Her şeyin bir zamanı olduğu gibi konuşmanın da bir zamanı vardı. Sefa’nın morali bozukken bu meseleyi açmak istemiyordu. Bunu annesinden öğrenmişti. Annesinin önemli bir mevzu söz konusu olduğunda babasıyla nasıl ve ne zaman konuştuğunu anımsamaya çalıştı. Gerçi telefon edip de ondan yardım isteyebilirdi. Bunu yapmak istemedi. Bekar olduğu zamanlarda, baba evindeyken annesinden görüp öğrendikleriyle yetinecekti. Bu konu için önceden bir hazırlığı olmadığından bugünlük bir şey yapmamaya karar verdi. Yarın Sefa’nın sevdiği güzel bir yemek yapıp onun rahatlamasını sağladıktan sonra konuyu açmayı planladı. Kadınların aklına ve hilelerine şaşırmamak mümkün değil. Eşlerine istediklerini yaptırmanın binbir türlü yolunu bilirler. Sonunda hep onların istediği olur. İstediklerini elde etmeden vazgeçme gibi bir huyları olmadığı için de eninde sonunda başarı onlardan yana olurdu.

Yeni bir gün ve yeni bir hayat, güneşin doğuşu ile tekrar canlanan yaşam umut vermeye devam ediyordu. Karanlık gecelerin ardından gelen nurlu sabah gibi günün sonunda sönüp giden ışıkla durgunlaşan yaşamda yeni bir gün için enerji depoluyordu. Zümra Sefa’yı yolcu ettikten sonra onun çok sevdiği birkaç yemekle uğraşıp ardından ev yapımı baklavanın şerbetini üzerine döktükten sonra rahat bir nefes aldı. Sefa gelmeden her şeyi tamamladı. Tam da istediği gibi olmuştu. “Eğer bir kadın eşi için zahmete katlanıp onun sevdiği yemekleri ve tatlıları severek ve özenle yapıyorsa bu eşine karşı duyduğu sevginin doruk noktasına vardığını gösteriyor” derdi annesi. Annesinin bu sözüne şimdi hak verdi. Her ne sebeple olursa olsun Sefa’nın gönlünü hoş tutmaya gayret ediyordu. Yaptığı tüm şeyler Sefa içindi. Tabi sevmek kadar sevilmek de önemliydi. Zümra’nın böyle bir sıkıntısı yoktu. Sevildiğini biliyordu, bu konuda endişesi de yoktu. İstediği tek şey Sefa’yla birlikte daha fazla vakit geçirmekti. Bunu istiyordu, onun yanında olmasını, güne birlikte başlayıp birlikte bitirmek adına çabalıyordu. Hafta sonlarını bile çalışmakla geçiren Sefa’ya bir şeyleri göstermek istiyordu.

Son günlerde olduğu gibi Sefa eve geldiğinde suratında değişmeyen aynı yorgun ifadeler vardı. Son günlerde düşünmekten bitap düşmüş, günün ağırlığı altında iki büklüm olmuş bir halde eve gelmeye başlamıştı. Zümra da her zaman olduğu gibi onu tebessümle karşılamaya gayret ederdi.

Sefa’yı özenle hazırladığı yemek masasına oturması için buyur ettiğinde her zamankinden daha güzel donatılıp hazırlanmış olan masa Sefa’nın gözünden kaçmadı. Bir şeylerin olduğunu fark ettiyse de ne olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Unutmuş olabileceği herhangi bir özel günü düşündü. Onlardan birini unutmuş olabilir miydi? Hatırladığı kadarıyla bugünün özel bir anlamı yoktu. Yine de hazırlıklara bakınca unutmuş olabileceği bir şey olduğuna inandı. Sofranın güzelliği ve özenle hazırlanmış olmasının bir anlamı olmalıydı. Eşinin bu sürprizine hazırlıksız yakalanmıştı. Zihnini tekrar yokladı. Bugünün tarihiyle ilgili bir bilgiye rastlayamadı. Zaten oldu olası tarihlerle arası iyi değildi. Okulda da sevmediği tek ders tarihti. Hafızasının derinliklerine daldıysa da bir şey bulamadı. Artık pes etmişti “Kesin bir şeyi unutmuşumdur” diyerek zihnini yormaktan vazgeçti. Zümra sormadan “Bugünle ilgili bir şey mi kaçırdım? diye sorduğunda Zümra ona tebessüm edip mutfağa gitti. Eksik olan birkaç şeyi aldıktan sonra sofraya geçip oturdu. Sefa’nın gördükleri karşısında yaşadığı şaşkınlık hoşuna gitmişti. Onu biraz daha öyle seyretmek için cevap vermekten kaçınıp Sefa’nın önündeki tabağa yemeği doldurdu. Sefa’nın çok sevdiği Antep’in yöresel yemeği olan içli köfte yapmıştı. Emek isteyen bir yemek olmasının yanı sıra ayrıca değerli ve kıymetli misafirler için yapılırdı. Sefa, Zümra için hem kıymetli hem de değerliydi. Yapılan bunca zahmete değerdi diye düşünüyordu. Çünkü Zümra'nın gözünde ve gönlünde Sefa en kıymetli varlık olarak yer alıyordu.

Sefa düşünmekten vazgeçip kendisi için hazırlanan yemeğin tadını çıkarmaya başladı. Annesinin yaptığı içli köfteler gibi olmasa da fena sayılmazdı. Afiyetle tadını çıkardığı yemeğin ardından karşılıklı oturup çaylarını yudumlamak için kanepeye geçip oturdular. Zümra aklından geçenleri gerçekleştirmek adına konuya giriş yapıp “Akşam yemeğini beğendin mi canım?” diye sorduğunda sesindeki tını bir şeyler isteyeceğini ele verse de Sefa buna aldırmayıp “Eline sağlık çok güzel olmuştu, tıpkı anneminki gibi...” deyip eşine iltifat edip yaptıklarını takdir ettiğini açıkça ifade etti. Eşinin bunca zahmetine böyle küçük bir iltifatı çok görmemek lazım.

Annesiyle eşini kıyas etmek çok adaletsiz olsa da bu ona iltifattı. Annesinin tecrübesi ile eşinin tecrübesi arasında çok fark vardı. Zümra eşinin neşelendiğini, yüzünün güldüğünü görünce “Konuyu açmanın tam vakti” deyip yakaladığı olumlu havanın dağılmadan fırsatı değerlendirip konuyu açmaya karar verdi. “Biliyor musun?” diye söze girdi “Bu evin en çok nesini seviyorum?” diye sorunca Sefa bu soruların bağlanacağı yeri merak etmeye başladı. Zümra’nın konuyu nereye getireceğini anlamaya çalıştıysa da henüz aklına bir şey gelmiyordu. Bir pot kırdığını düşündüğü için yeterince kendisini suçlu hissediyordu zaten. Daha fazla mahcup olmamak için Zümra’nın konuşmasına devam edebilmesi için sessiz kaldı. Zümra “Bu evin içinde sen ve ben varız, birlikteyiz. Sen olmadığın zaman duvarlar sanki üzerime geliyor gibi hissediyorum” dediğinde mecaz mı yaptığını yoksa gerçeğimi söylediğini pek anlayamadı. Zümra, Sefa’yı hazır dinler halde bulmuşken konuşmasını sürdürmeye devam etti “Bizim için çok çalıştığını biliyorum. Daha güzel bir ev isteyen benim, ama bunları isterken senin yanımda olmanı daha çok istiyorum. Seninle birlikte daha fazla zaman geçirmek istiyorum. Seninle geçen vaktin kıymeti maddi şeyle kıyas edilemez. Bu yüzden hafta sonları çalışmanı istemiyorum. O gün ikimizin olsun. Birlikte bir şeyler yapalım” diye söylediğinde Sefa’nın yüzü gülüyordu. O da aynı duygu ve hisleri paylaşıyordu. Duygular karşılıklı olunca anlaşmak ve bir noktada buluşmak kolay oluyordu. Sefa, Zümra’nın bu İsteğine “Tamam” diyerek olumlu yanıt verdi. Hafta sonları kazandığı ile hafta içi kazandığı ücretin aynı olduğunu söylemeye çalışacaktı ki Zümra’nın “Bana yaptığın işleri ve kazancını anlatma, işten ne kadar kazandığını söyleme” diye koyduğu kuralı hatırlayınca susmayı tercih etti. Zümra bunu evliliklerinin ilk günlerinde dile getirmişti. O Sefa’nın kazancıyla, işiyle ilgilenmiyordu. Bunların yerine bizzat Sefa’yla ilgili ve alakadar oluyordu. Sefa mesajı almıştı. Ne yapması gerektiğine kendisi karar verecekti. Hayatının en güzel çağını çok çalışmakla heba etmemek için bir plan düşünmeye başlamıştı bile. Hafta içi işe gitmeyebilir hafta sonu da kendi işini yapabilirdi. Bu şekilde evini rahatça geçindirebildiği gibi hayat arkadaşı ile de gerektiği gibi birlikte bolca zaman geçirebilirlerdi. Birlikte bir şeyler yapma fırsatları olacağını düşündü. Zümra’nın istediği gibi birlikte daha fazla vakit geçirme şansları bu şekilde daha fazla olacaktı.  Sefa için başka şeyler de söz konusuydu, o bu ailenin reisiydi. İleride çocukları olduğu zaman onlara daha iyi bir hayat sunmak istiyordu. Şimdiden birikim yapmaya, çalışmazsa ileride bunu yapacak gücü ve kuvveti olmayabileceğinden endişe ediyordu. Ailesine iyi bir hayat sunmak istiyordu. Kendi çektiği sıkıntılarının benzerini çocuklarının da çekmesini istemiyordu. Bu konuda işi zorlaşıyordu. O bir kadının kocasıydı. Mutlu etmesi gereken, rahat ettirmesi gereken ruh eşini de düşünüyordu. Bu dünyada ona rahat bir hayat sunmak için daha çok çalışıyordu.  Hayat arkadaşı şu anda düşündüğü tek şeydi. Onun için daha iyi bir yaşam standardı sağlamak için çabalarken yine onun için bu çabasından vazgeçmek zorunda kalıyordu. Öyle ya Zümra onunla bir hayatı birlikte geçirmek için evlenmişti. Sefa’nın kendisine bakmasına ihtiyacı yoktu. Baba evinde de kaldığı süre zarfında yeme içmesinde bir sıkıntı yoktu. Zümra “Mutluluk ne eşya da ne maddi rahatlıktadır. Asıl mutluluk sevdiğinin bir çift gözünün sana sevgi bakışlarıyla bakmasıdır” diyordu. Buna inanmış biri olarak Sefa’yla birlikte daha fazla vakit geçirmek istiyordu.

Sefa evlendikten sonra dünyanın nasıl bir yer olduğunu daha iyi öğrendiği için sahip olmadığı maddi imkanlara çocuklarının sahip olmasını istiyordu. Henüz ortada çocukla ilgili bir gelişme olmamasına rağmen şimdiden onların geleceğini düşünüyordu. Bunu başarabilmenin tek yolu ise daha çok çalışmaktan geçiyordu. Sefa’nın mantığı belliydi “Ne kadar iş o kadar iyi bir refah düzeyi” demekti onun için. Şimdiden olmayan yükün altına girmek ister istemez onun belini büküyordu. Bunları şimdiden düşününce de ister istemez sosyal hayatından daha çok feragat etmek zorunda kalıyordu.

Henüz gençliğinin baharındayken kendisini işe vermenin de pek akıl karı olmadığını kabul ediyordu. İllerde aklı başına gelince, kendisinin ve hayat arkadaşının yaşlandığını, güzellik ve heyecanlarını kaybettiklerini görünce artık zamanı geri döndürmek için çok geç kaldıklarını fark edeceklerdi. Son pişmanlığın fayda vermediği o an gelip çattığında istediği kadar üzülse de elden bir şey gelmeyecekti. Artık olan olmuş zaman akıp gitmiş olacaktı.

Sefa bu hataya düşmemek için iyi bir denklem kurması gerektiğini biliyordu. İşin tuhaf tarafı mutluluk her zaman para ile elde edilmezken para da çoğu zaman mutluluk sağlaya biliyordu. Bu ikilem içinde aklı karışmış, şaşmış kalmıştı. Hangisini tercih edeceğini bilmiyordu. Bu ikisinden birini tercih etmekten başka seçeneği görünmüyordu. Sefa parasız mutluluğu seçti. Her ne pahasına olursa olsun bir müddet gençlik yıllarını birlikte geçirmek için Zümra’sına daha çok vakit ayırmaya karar verdi. Hafta içi çalışmaktan vazgeçip hafta sonları İnşaat ve tanıdıkların marangoz İşini yapmaya başladı. 5 gün Zümra'ya 2 günü de dünyaya olacak şekilde planladı. Bu fikri hayat arkadaşıyla paylaştığında Zümra buna çok sevindi. İstediğini almıştı, sırada hafta içi birlikte gidebilecekleri yerler ile ilgili program yapmaya gelmişti. Gerçi rahat harcayacak o kadar paraları yoktu. Zevk-u sefa sürecek değillerdi. Fakirin neşesi olan çarşı pazarı dolaşmaktan başka bir seçenekleri gözükmüyordu. Bunun için de öyle aham şaham bir plana gerek yoktu. Doğaçlama yapsalardı bile olurdu.

Birlikte vakit geçirirken illa da alışveriş yapıp para harcamak zorunlu değildiler. Zümra bunu istemiyordu. Sefa’yla birlikte dışarıda olmak, gezmek, yan yana yürümek istiyordu. Hayattan bu şekilde tat almaya çalışıyordu. Hayalini bununla sınırlı tutuyordu. Küçük, ama mana ve kıymet açısından eşsiz bir şey olduğunu hayal ediyordu. “Dışardayken öğle yemeğini ucuz bir yerde baş başa yemek fena olmazdı. Romantik ve lüks olmasına gerek yoktu. “Yemeğin tadı paylaştığın kişinin tadı ile eş değerdedir” diyerek kendisini avutuyordu. “Yemek masasında sevdiğin biri varsa eğer onunla bir tas çorba bile çok farklı anlamlar ifade ederken sevmediğin birisiyle yediğin en güzel yemeğin tadı zehir gibi olabiliyor. Hayat genelde bizim istediğimiz gibi olmazdı, ama bu sefer Zümra’nın isteği olmuş, dileği yerine gelmişti. Aynı şeyleri Sefa için söylemek pek mümkün görünmüyordu. Sefa çalışmadığı için sıkılmaya başlamıştı. Öyle ya erkek olan oydu, çalışması gerekiyordu. Küs küs evde otur nereye kadar...

İki aya yakın bir süre zarfında Zümra’nın istediği gibi yaşadılar. Hayatın kendisi oturmayı kabul etmeyen aktif ve enerjik bir şeydir. Sefa Zümra’nın istediğini yaptıktan sonra her ikisi de işin böyle olmayacağını anladılar. Hayat tecrübesi dedikleri bu olsa gerekti. Yaparak, deneyerek öğrenmek, tecrübe ederek hayatı öğreniyorlardı. Sefa tekrar hafta içi çalışabileceği işlere girişti. İki aylık kaybını en kısa zamanda telafi edecek kadar çok çalıştı. Hafta sonlarında ya da müsait olduğu boş zamanlarında Zümra’sıyla dışarı çıkmaya gayret etti. Galiba böylesi her ikisi açısından daha iyi gibi görünüyordu. Hayattan kopmamışlardı. Yine birlikte vakit geçirmek adına Antep’in eski ve tarihi Çarşısı olan Şirvana gidip orada biraz takılırlardı. Ardından çarşıyı turlar parkın en güzel yerinde oturup oynayan çocukları seyredip hayaller kurarlardı. Çocukların neşesi ve sevinci o kadar güzeldi ki Zümra’nın elinde olsa gidip onlardan birini alıp öpüp koklardı. Henüz evliliklerinin üçüncü ayında oldukları için çocuklarının olmasını çok isteseler de Allah azze ve celle onlara çocuk için bir işaret göndermemişti. Allah azze ve celle vermeyince de olmuyordu. Umut ve sabırla o günün gelmesini bekliyorlardı. Gelecek olan çocuklardan önce onlara isim dahi bulmuşlardı. Çocukları geldiği zaman isim konusunda sıkıntı yaşamayacaklardı.  Erkek olursa babası adını İbrahim Hanifi bırakacaktı. Kız olursa isim hakkı Zümra’nın olacaktı. Buna benzer nice hayaller kurmuşlardı. O hayallerin gerçekleşmesi için de Allah’a dua edip duruyorlardı. Parkta oynayan çocukları seyrederken bunları tekrar tekrar konuşmaktan zevk alıyorlardı. Her konuştuklarında ilk günkü gibi heyecan verici olan bu konu asla bıkkınlık vermiyordu. Çocuklardan, gelecek hayallerinden konuşmaktan bıkkınlık mı olurmuş?

Güzel şeylerden konuşmak asla bıkkınlık vermezdi. Tıpkı sevdiğini bir ömür dile getiren aşık gibi... Hangi maşuk sevgilisinin sevgi sözcüklerinden bıkmış ki?  Kaldı çocuk kadın ve erkeğin karşılıksız sevdiği dünyanın en güzel nimetiydi. Onlardan konuşmak asla bıkkınlık vermezdi. Çocukla ilgili konuşmak her zaman eşler arasında muhabbete açılan kapı gibiydi.

Geleceğini dört gözle bekledikleri bir çocuğun heyecanını en iyi onlar anlardı. Ne tuhaf bir şeydi bu his... Bir kadın henüz doğurmadığı çocuğunu sevebilir mi? Bu soruyu Zümra’ya sorsanız cevabı kesinlikle “Evet” olurdu. Haksız sayılmazdı. Bu şefkatli bir anne adayından duyulabilecek bir cevaptır. Parkta oynayan çocukların gülüşlerine hayran kalmışlardı.  Dünya denen bu parktaki çocuklar o an onlar için cenneti andırıyordu. Parkta oynayan çocuklar da cennetin gülleri gibiydiler. Sefa Zümra’nın heyecanla gösterdiği çocuklara bakıyordu. Zümra her bir çocuğun yaptığı hareketi Sefa’nın da görmesini istediğinden “Salıncaktaki çocuğa bak nasıl sevinçle bağırıyor. Hele şu şirin kıza bak Aman Allah’ım ne kadar tatlı!” Zümra’nın çocuklara karşı olan bu ilgisinden Sefa duygusal olarak etkileniyordu. Çok istemelerine rağmen dünya tatlısı çocukları olmamıştı. İster istemez Sefa psikolojik olarak etkileniyordu. Zümra’nın bu haline daha fazla dayanamadı kalkmak istedi. Bir daha parka gitmek istemeyecek kadar morali bozulmuştu. Birlikte kalkıp bir süre daha parkın içinde dolaşmaya başladılar. Onlar gibi parka gelip hoşça vakit geçiren başkaları da vardı. Parkta duyduğu çocuk cıvıltılarıyla beraber oraya gelip dinlenen insan manzaraları Zümra’da güzel bir etki bırakmıştı. Bundan olsa gerek “Ben olsam bu parka Sevgi Parkı adını verirdim” diye içinden geçenleri özetleyen bir kelimeyle Sefa’ya ne hissettiğini açıklamış oldu. Çünkü parkın içinde gördüğü insanlar mutluydular. Gördüğü manzara karşısında empati yapıp kalbinden geçeni diliyle ifade etmişti. Sanki o park dünyanın bir parçası değilmiş gibi huzurluydu. Sahi neden parklar genelde neşeli insanların uğrak yeridir? Zümra “İnsan bu parkta huzur buluyor. Dünyanın sıkıntısından kurtulmak için ideal bir yer bence. Sen ne dersin?” diye Sefa’ya sordu. Sefa’nın aklı çocuk meselesine takılıp kalmıştı. Sadece Zümra’nın yanında yürüyordu. Onun gördüklerini ve hissettiklerini anlamayacak kadar zihnen ve ruhen farklı bir duygu yaşıyordu. Oysa Zümra çocukları her gördüğünde benzer şeyler söylerdi. Bu sefer söyledikleri Sefa’da ayrı bir etki bırakmıştı. Zümra. Sefa’nın dalgın olduğundan habersiz sormuştu sorusunu. Zaten buna soru bile denilmez. Muhabbet arasında gelişi güzel söylenen bir sözdü. Zümra Sefa’nın dalgın olduğunu görünce “Hayırdır ne düşünüyorsun?” diye sordu. Sefa bir an için “Hiç” diyecek gibi olduysa da bunu söylemekten vazgeçip “Az önce çocukları seyrettiğim de senin onlara nasıl sevgi ve hasretle baktığını gördüm. Allah’tan bize de hayırlı evlatlar vermesi için dua ediyorum” diyerek neden daldığını anlattı. Zümra Sefa’nın söylediklerine gülerek karşılık verdi. “Sen hala orada mısın? Ben çocukları çok severim, ama seni onlardan daha çok seviyorum” diyerek Sefa’yı içinde bulunduğu dalgın halinden çıkarıp güldürmeyi başardı. Sefa’yı güldüren şey Zümra’nın söyledikleri değildi. Bizzat Zümra’nın kendisiydi. Zümra gülüyorsa o da gülüyordu. Zümra ağlıyorsa o da ağlıyordu. Ruh ikizi dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Aynı duygulara sahip iki ayrı beden tek bir ruh...

Sefa'nın keyfi yerine gelince sohbeti de bir başka olurdu. Bir açıldı mı ağzından inciler dökülürdü. “Biliyor musun? Allah azze ve celle Adem aleyhisselam’ı yarattığında ona cennette nice nimetler vermiş. Tüm güzelliklerin içinde eşsiz manzaralar, rengarenk çiçekler. Kuşlar, nehirler, meyveler, içecekler... Akla gelebilecek ne varsa hepsini Adem aleyhisselam’a vermiş. Her türlü nimete isteği zaman kavuşan Adem aleyhisselam tüm bunlara rağmen yine de ruhunda bir eksiklik hissediyormuş. Gördüğü her türlü güzellik bir yerden sonra cazibesini kaybediyormuş. Aldığı her kokuyu her tadı bir süre sonra normal bir şeymiş gibi hissetmeye başlamış. Sevdiği bir hayvanı ikinci kez sevmek istemezmiş. Öten kuşların nağmeleri bile ona artık neşe vermez olmuş. Bunun nedenini kendisi de bilmiyormuş ne istediğini ne aradığını bilmeden cennette öyle dolaşmaya başlamış. Onun bu derdini bilen Allah azze ve celle Adem aleyhisselam'ın neye ihtiyacı olduğunu çok iyi biliyormuş. Onunla ünsiyet sağlayacak kendi cinsinden bir varlığa ihtiyaç duyacak şekilde yarattığını biliyormuş. İşte Havva annemiz de ondan sonra yaratılmış. Onu gören Adem aleyhisselam’ın gözü artık andan başka bir şey görmez olmuş. O andan itibaren varsa yoksa cenneti Havva olmuş. Havva ile birlikte cennetin tadı bir başka olmuş. Onunla birlikteyken renkler, kokular, çiçekler, kuşlar her şey yeniden anlam kazanmaya başlamış. Belki ben Adem değilim ama Adem oğluyum. Sen de Havva daha değilsin, ama Havva kızısın. Seninle birlikte olunca benim için de varlıklar bir başka anlam kazanıyor” diye söylediğinde Zümra ona sarılıp ağlamamak için kendini zor tuttu. Bu duyduğu en güzel aşk hikayesiydi. Kendisinin de böyle güzel bir hikayesi ve kahramanı olduğu için mutluydu. Aslında o an ikisi de hiçbir şeye ihtiyaçlarının olmadığını bir kez daha anlamış oldular. Cennet dahi olsa kendisi ile ünsiyet edebileceğin bir eşin olmadıktan sonra onunla paylaşabileceğin duyguların yoksa hayatta anlamını yitiriyordu.

Sefa’nın yüzüne yaylan neşe Zümra’yı da sevindirdi. Onun da hoşuna gitti. Parkın tadını yeterince çıkardıktan sonra eve dönme vakti gelmişti. Bir günü birlikte geçirmekle kalmamış bugün birbirleri için ne kadar kıymetli olduklarını bir kez daha anlamış oldular. Bunun sevinci ile parktan ayrılırken geldiklerinden başka kişiler olarak dönüyorlardı. Güzel duygular içindeydiler. Birbirlerini sevdiklerini biliyorlardı. Ama bazen bunu duymaya ihtiyaçları vardı. Bugün parkta bu ihtiyaç fazlasıyla yerine getirilmiş oldu. Ara sıra böyle şeyleri tekrarlamak istedikleri halde bunu birbirleriyle paylaşmadılar. Bazı şeyleri zamanın akışına bırakmayı tercih ettiler. Hayatın zaman akışına uyup akıp gittiği şu dünyada plan kurup yaşamayı bir kenara bıraktılar.

Birçok duyguyu beraber yaşarız. Hayat hep bir düzlemde tekdüze bir halde akıp gitmez. Yaşamımız boyunca sevinçler, hüzünler, acılar... vesaire yaşarız. Bunların her biri bizi olgunlaştırır, hayata adapte eder. Zamanla sevinç ve kederlerimiz harmanlanıp yaşamımızın bir parçası haline gelir. Kah güzel bir şeyle sevinir kah üzücü bir şeyle de efkarlanırız. Yine de hayatımıza kaldığımız yerden bir şekilde devam ederiz.

Sefa işlerinin yolunda gittiğini düşündüğü bir anda beklemediği bir olayla sarsıldı. İşinin iyi olduğu, kazancının pek fena sayılmadığı, kısa bir süre içinde maddi sıkıntılarından bile kurtulduğu bir demi yaşıyordu. Uzun süredir hayalini kurduğu bir demdeymiş gibi hissediyordu. Zümra’sıyla bile aralarının hiç olmadığı kadar iyi olduğu, evliliklerinin üzerinden neredeyse 10 gibi kısa ama uzun geçmesine rağmen çocuklarının olmayışına bile takılmayı bir kenara bırakmıştı.

Ne olduysa oldu bir anda zihninin oyununa gelmişti. İçinden çıkamadığı birtakım düşüncelerden dolayı kafası karışmıştı. Konsantresini bozan bu düşüncelerden kendini kurtaramıyordu. Düşüncelerden kurtulmak için işine odaklanmaya çalıştıysa da bu da bir işe yaramadı. Öyle ki bu düşüncelere daldıktan bir müddet sonra marangoz atölyesindeki hızar denen makinada çalıştığı sırada dalgınlığı yüzünden elini hızara kaptırdı. Sol elinin işaret ve orta parmağını bu kazada kaybetti. Bu beklenmedik Kazadan sonra Zümra ilk kez onu kaybetme korkusuyla yüzleşti. Zümra’nın uykuları kaçmaya başladı. Her gece rüyasından Sefa’nın başına kötü bir şey geldiğini görerek korkular içinde uyanmaya başlamıştı.  Tam da her şey yolunda dedikleri bir sırada hayat onlara bu kadar sevinci çok gördü. Sanki yaşanılan bu küçük kaza gelecek olan daha büyük bir kazanın habercisiymiş gibi hisseden Zümra Sefa’nın başına kötü bir şey gelmesin diye her gün dua ediyordu. Sefa’nın son günlerdeki dalgınlığını da dikkate alan Zümra marangozluktan ayrılması için ona baskı yapmaya başladı. Bunun ikisinin geleceği için yapıyordu.

Her zamanki gibi Zümra'nın baskıları netice verdi. Sefa marangozluk işini bırakmak zorunda kaldı. Sefa “Bir daha marangozluk yapmayacağım” dedikten sonra Zümra rahat bir nefes alabildi. “İnsanın başına gelen felaketlerin çoğu kendi hataları yüzündendir.” Bu doğru bir sözdü. Sefa’nın parmaklarını kaybetmesinin tek sebebi dikkatsizliğiydi. Düşünceler deryasında kaybolmuş birisinin başına mutlaka olumsuz manada bir şeyler gelir. Sefa dalgınlığının bedelini iki parmağıyla ödedi. Bundan daha büyük bir bedelde ödeye bilirdi. Giden iki parmağına acısa da daha büyük bir musibetten kurtulduğu için “Allah’a binlerce defa şükürler olsun” diyerek Rabbini andı. “Bir musibet bin nasihatten evladır” dedikleri türden olmasa da yaşadıklarından ders çıkarmaya çalışıyordu.

Bu sayede yaşamın amacını sorgular hale geldi. Bu dünyadaki yaratılış amacını merak etmeye başladı. Öyle ya Allah hiçbir şeyi boş yere, oyun ve eğlence olsun diye yaratmamışken yaratılanların en mükemmeli olan insanın amacı olmaz mı? Bu dünyaya marangozluk yapmak için gelmediğini kabul ediyordu. Mutlaka bir amacının olduğunu düşünüyordu. Bu dünyada hiçbir şeyin gelişigüzel yaratılmamış olduğunu görebiliyordu.

Peki, neydi yaratılış amacı? Zihnini meşgul eden bu soru yüzünden iki aydır huzursuz ve tedirgin bir şekilde yaşıyordu. Yaratılış amacını bulmak için adeta çırpınıp duruyordu. Çabasının sonucunda bir gün aradığı sonuca kavuşacağına inanıyordu. Ne var ki insanoğlu yaşamın bir amacının olduğunu kendisine dert etmeyecek kadar dünya hayatının içinde kaybolup gitmişti.

Eğer bunu bilir ve aramaya niyetlenirse insan hayattaki amacını bulma konusunda bir şekilde İlahi kudret tarafından yönlendirilir. Filozofun dediği gibi “Hakikat aranmakla bulunmaz, ama bulanlar hep arayanlardır” sözü gerçeğin ta kendisiydi.

Sefa iki aydır bıkmadan usanmadan bir arayışın içine girmişti. Her fırsatta düşüncelere ve tefekküre dalıyordu. Öyle ki bu düşünceler onu Antep kalesine yönlendirmişti. Antep Kalesi'nin burcuna çıkar orada oturup ayakları dibinden gözün alabildiği yere kadar şehrin manzarasını seyrederdi. Sol tarafında bir zamanların konakları şimdinin varoş evleri, sağ tarafında ise modern zamana ışık tutan yüksek binalar vardı. İki ay sonra ilk kez fark ettiği bir şey oldu. Sağ tarafında yükselen binalar ve onları inşa edenler dikkatini çekmeye başladı. Onların bu dünyadaki amaçlarını yerine getirmiş olduklarını düşünüyordu. Sol tarafta ki eski yapılar ve varoşlar vardı. Orada yaşayanların da kendi amaçları doğrultusunda hareket ettiklerini düşünüyordu. Her insanın bir gayesinin olduğunu ve onu yapmakla görevli olduğunu iyice anladı. Sağ taraftaki gösterişli yapılara bir kez daha baktı. Onları inşa eden insanların çalışmalarını ve sonucunu düşündü. O binalar aynı zamanda refahın, zenginliğin simgeleri gibiydiler. Gurur ve kibir abidelerine benziyorlardı. Gökyüzüne yetişmek için yarışıyorlarmış gibi yükselmeye çalışıyorlardı. Sol tarafındaki varoşlarda ise kendisi gibi daha mütevazı kişiler ve yapılar vardı. O muhitte nasıl bir yaşamın olduğunu biliyordu. “Tıpkı içinde yaşayan sahipleri gibi çaresiz ve aciz” diye benzetme yaptı. Onlar da kendi amaçlarını icra ediyorlardı.

Sefa bulunduğu yerden gördüklerine bakarak şehri okumaya başladı. Okudukları üzerinde düşünüyor, düşündükçe daha çok derinlere dalıyordu. Bir anda gözlerinin önündeki perde kalkmış gibi hissedip kendisini duygu ve düşüncelerine teslim etti. Zihninin derinliklerinde saklı olanları görünce şaşırdı. Bilmediği şeyleri bilir gibi olmuştu. Bir aydınlanma yaşıyordu. Henüz düşüncelerinin içindeyken bunu fark etmiyor olması normaldi. Yaşadığı şey bugüne kadar aradığı amacıydı. Herkesin bir amacının olduğundan şüphesi yoktu zaten. Düşündükçe aydınlandı, aydınlandıkça da düşünmeye tefekkür etmeye başladı. Alemi ve insanlığı anlamaya çalıştı.

Şirvani camisinden yükselen ezan sesi ile kendisine geldi. Ne yaşadığını henüz bilmiyordu. Kendisini çok yorgun hissediyordu. Akşam namazı için kalkıp camiye gitti. O kadar dalmış ki vaktin bu kadar geç olduğunun farkına bile varmamıştı. Namaza durunca kendine geldi. Namaz ruhunu ve kalbini kirlerden temizlediği gibi zihnini de berraklaştırmıştı. Kendine geldiğinde bu dünyadaki amacının ne olduğunu artık biliyordu. Gayri ihtiyari bir sevinçle “Allah’ım sana binlerce defa şükürler olsun” minneti döküldü.

Allah’ın şu alemde yarattığı en kıymetli varlık olan insanı amaç edinecekti. Bu yolun yordamını şimdilik bilmiyordu. Bundan böyle tek gayesi insana hizmet olacaktı. Hem bununla Allah’ın beğenip razı olacağı bir ameli de işlemiş olacaktı. Şimdiden gönlünde tarif edemediği bir heyecan ve mutluluk hissi duymaya başlamıştı bile.

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar