41.84
  
48.67
  
0.00
  
97.47

İslam Fedaileri-1. Bölüm

İslam Fedaileri-1. Bölüm

BİRİNCİ BÖLÜM

Çocukluk yıllarım aklıma geldikçe yüzümde gayri ihtiyari bir tebessüm oluşur.  Yaşadığım güzel günleri anımsar, arkadaşlarımla birlikte yaptığımız yaramazlıkları ve oynadığımız oyunlar ile geçen günleri her zaman özlerim. Sanki çocuksu bir masumiyetle yapılan hataların bile bir güzelliği ve eğitici bir yönü vardı. Her ne kadar çocukluk yıllarım çok rahat geçmiş olmasa da, Rabbimin bana verdiği her şey için O’na her daim minnet duyarım.

Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinde Kaynartepe mahallesindeki iki odalı ve geniş avlusu bulunan, müstakil sade bir evde geçti çocukluğum. Yaz aylarında kimi zaman damda kimi zaman da evin avlusunda yatardık. O zamanlar mahallemizde klima henüz hiçbir eve girmemişti. İnsanlar yaz aylarında serinlemenin çaresini evlerinin damlarında veya avlusunda yatmakta bulmuşlardı. Neredeyse tüm mahalleli aynı anda sözleşmişçesine yaz aylarında yataklarını damlara taşırdı. Kimi komşular da damlarda kurdukları çardaklarla yaz ayının bunaltıcı sıcaklığından kendilerini koruyacak yerler yapmışlardı. Yaz akşamlarında çardaklardaki muhabbet bir başkaydı.

Sıcak yaz akşamlarının melodisi olan cırcır böceklerinin sesi kulağa o kadar hoş geliyordu ki, ninni yerine cırcır böceklerinin sesleriyle uykuya dalardık. Her ne kadar kimilerine göre rahatsız edici bir ses olsa da aynı zamanda huzur da veriyordu.  

Gecenin karanlığında gökyüzü bir başka güzelliğe bürünürdü.  Sayısız, göz alıcı parlak yıldızları sayarak uykuya dalardık. Semayı dolduran yıldızlar geceyi ve gökyüzünü daha muhteşem yapıyorlardı. Her gece yatağıma uzandığımda uçsuz bucaksız gökyüzündeki yıldızları seyreder, onların Allah’ın bize verdiği bir hediyesi olduğunu düşünürdüm. Onları orda tutan güç ve kuvvet sahibini ilk o zamanlar tefekkür etmeye başladım.

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte her taraf serçe sesleriyle yankılanıyordu. Yeni günün telaşı içinde ötüşüp etrafımızda uçuşan kuşların bu hareketliliği seyre değer bir manzaraydı. Başımızın üzerinde uçuşan serçe kuşları bize adeta “Kalkın!” der gibiydiler. Bir müddet yataklarımızda öylece onları seyrettikten sonra yataktan çıkardık. Dünün yorgunluğundan hiçbir eser kalmamış olarak yeni bir güne, yepyeni bir enerjiyle merhaba derdik.

Her sabah günün ilk ışıklarıyla birlikte annem ve ablam hiç üşenmeden kalkar, bize kahvaltı hazırlarlardı. Kahvaltının ardından babam ve abim işe giderken ben de kendimi sokağa atardım.

Abim, ablam, ben ve kız kardeşim olmak üzere dört kardeştik.

Babam, kendi halinde ailesini geçindirmek için helal olmak şartıyla her türlü işte çalışarak ailesinin ihtiyaçları için elinden geleni yapmaya çalışan garibanın biriydi. Annem ise ev hanımıydı. Bir de bizimle birlikte yaşayan babaannem ve dedem vardı.

Henüz altılı yaşlardayken mahalledeki çocuklarla birlikte yaptığımız yaramazlıklardan dolayı mahalle sakinlerine çok çektirdik. Bu nedenle mahalle sakinleri bizden sürekli şikâyetçi olurlardı. Bu şikâyetler yüzünden neredeyse her gün büyüklerimizden azar işittiğimiz halde yine de değişen bir şey olmazdı. Bu durum adeta günlük bir rutin halini almıştı. Sabah evden çıkarken annem “Bugün rahat durun” diye beni tembihlese de bu pek işe yaramıyordu.

Aslında yaptığımız kötü bir şey yoktu. Sadece oyun alanlarımız olmadığı için mahallenin ortasında futbol oynarken, topumuz komşuların kapı veya camına değdiği zaman kıyamet kopar “Gidin başka yerde oynayın yoksa topunuzu yırtarım” diyen teyzeler ve ablalara “Oynayacak bir yer varsa gösterin gidelim orada oynayalım” diye cevap verirdik. Ardından futbol oynamaya devam ederdik. Zaman zaman mahalledeki bazı evlerin camını da kırdığımız oluyordu tabi. 

Tüm bunlara rağmen mahalledeki tüm teyzeler ve ablalar bizi yine de severlerdi. Çünkü ne zaman işleri olsa bizi çağırır, onların bizden istediklerini hiç itiraz etmeden yapardık. Bazen bakkaldan alınması gereken bir şey bazen de pazara gitmek gibi zahmetli işlerini hiç üşenmeden yapardık.

Mahalledeki en büyük zevkimiz, yaz aylarında mahallede bulunan dut ağaçlarına çıkmak ve ağaçlardaki dutları yemekti. Her gün bir komşunun ağacına dadanırdık. Ağaca çıkmak için olmasa da dutlarını yemek için onlardan mutlaka izin isterdim. Arkadaşlarımın arasında bunu sadece ben yapardım. Onlar da özellikle kızgın oldukları zaman izin vermezlerdi. O zaman da arkadaşlarımla ağaca çıkar ama hiçbir zaman o ağacın meyvesinden yemezdim. Sadece arkadaşlarımla birlikte vakit geçirmek ve onlarla oyun oynamak için ağaçlara tırmanırdım. Ağaçlar üzerindeki oyunumuz ise kimin daha yükseğe tırmanacağı üzerine yaptığımız yarışlar ve cesaret gösterisi olurdu. En yükseğe çıkanı en cesaretlimiz olarak gördüğümüz için sürekli bir yarış içindeydik. Bu yarışı çoğu zaman ben kazanırdım. Ama annem beni ağaçların en tepesinde gördüğü zaman da bana kızardı. Yüreği ağzına gelirdi anneciğimin. Öfkesinden kızdığını bilirdim. Ne zaman beni bir ağaca tırmanmış görse öfkelenip “Bir gün oradan düşüp öleceksin” diyerek beni azarlayıp beddua ederdi. Ancak bu azarlamalar, beni aynı işi yapmaktan vazgeçirmezdi.

Çocukluk yıllarında arkadaşlarım ve ben korku nedir bilmezdik. Henüz nasıl bir şey olduğu hakkında bir bilgimiz yoktu. Bunu ispatlayabilmek için de sürekli cesaretimizi ispatlayacak tehlikeli işlere kalkışırdık. Bazen üç beş arkadaş gece vakti izbe ve virane olan yerlere girer orada birbirimizi korkuturduk. Gündüz vakitleri bile büyüklerin korkarak girdikleri bu yerlere biz gece giriyorduk. Bunun hiç de akıl karı olmadığını şimdi daha iyi anlıyorum. Ama bunları o zamanlar akıl edecek durumda değildik. Çocuktuk ve canımızın istediği her şeyi yapmak istiyorduk. Mahalledeki tüm çocuklar da benim gibiydiler.

O zamanlar sık sık mahalle kavgaları yapardık. O kavgalarda bizim mahalle her zaman galip gelirdi. Mahallemizdeki arkadaşlarla kendi aramızda oluşturduğumuz kan kardeşliğimizin bu galibiyette etkisi büyüktü. Mahalle kavgalarında kan kardeşlerimle hiç ayrılmazdık. Benim kan kardeşlerim Tarık ve Faruk’tu. Her gün sabah evden çıkar çıkmaz bir araya gelir, akşam eve gidinceye kadar birlikte olurduk. Tüm kavgalarımızda üçümüz birlikte hareket ettiğimizden, mahalledeki diğer çocuklar bizden korkardı. Çünkü üçümüz de gözü kara ve çok cesurduk. Hiçbir zaman kavgadan kaçmadığımız gibi asla birbirimizi yalnız başına bırakıp arkamızı dönmezdik. Dayak yeme pahasına olsa da hep birbirimizi kollardık. Bu bizim kardeşliğimizi pekiştirdiği gibi, aramızda güzel bir dostluğun oluşmasına da vesile olmuştu.

Yaşadığımız bu mahalle, hayatımda mutluluğu doya doya yaşadığım tek yerdi diyebilirim. Sahip olduğumuz İslami değerlerin ve fıtratın bozulmadığı, saf ve temiz insanlarla birlikte yaşamak kadar daha güzel ne olabilirdi. Mahalle sakinlerinin neredeyse genelinin maddi durumu pekiyi olmamasına rağmen, aralarında bir dayanışma ve yardımlaşma vardı. Bir komşunun derdi tüm mahallelinin derdiydi. “Allah Teâlâ’ya göre arkadaşların hayırlısı, arkadaşına faydalı olandır. Yine Allah Teâlâ’ya göre komşuların hayırlısı, komşusuna faydalı olandır.” diye Peygamber efendimizden rivayet edilen hadisi tam anlamıyla bizim mahallede yaşanıyordu desem her halde abartmış olmam. Mahalledeki herkes, evinde pişen yemeği mutlaka bir iki komşusuyla paylaşırdı.

Sadece yemeklerde değil, hayatın tüm alanlarında mahallemiz büyük bir aile gibiydi. Biri hastalandığında ona ev işlerinde yardımcı olmak için ablam ve mahalledeki diğer ablalar yardıma gider, evin temizliğini yapar ve yemeklerini pişirirlerdi. Hastalara daha bir ihtimam gösterilirdi. Tüm mahalle elbirliği ile her konuda onlara yardımcı olmaya çalışır, kimi zaman kendi aralarında iş bölümü bile yaparlardı. Ta ki hasta iyileşinceye kadar bu durum devam ederdi.

Bir de o zamanlar mahallemizde asla hırsızlık olduğunu duymadım. Evlerin kapıları hiç kapanmazdı. Buna rağmen yine de herkes nasıl davranacağını çok iyi bilirdi. Bir başkasının evine izinsiz girilmezdi. Mutlaka müsaade istenir, izin verildiği takdirde eve girilirdi. Şayet evde bir erkek olsa,  yapancı bir kadın asla o eve girmezdi. Kadınlar kadar mahallenin erkekleri de hayâlıydı. Mahalledeki kadınlara ve kızlara asla kötü gözle bakmazlardı. Onlarla karşılaştıkları vakit başlarını önlerine eğerek yürürlerdi.

“Mahalledeki bu huzurun kaynağı, İslami değerlerden kaynaklanıyor” derdi babaannem. Her aile olmasa da büyük bir çoğunluğu, çocuğunu İslam ahlakı ile eğitme gayreti içindeydi.

Aile içinde ilk konuşmaya başladığımız andan itibaren bize yalanın büyük bir günah olduğu öğretilirdi. Yaptığımız iyi şeyler için de Allah’ın bizi seveceği söylendiği zaman, Allah’ın sevgisini kazanmak için yalandan uzak durmaya çalışırdık. Biz, gücümüz nispetince büyüklerimize karşı saygılı olmaya gayret ederken büyüklerimizde bize karşı merhametli olmaya çalışırdı.

Mahalledeki kimi arkadaşlarımın babaları çalışmak için gurbette gittikleri zaman, o çocuklara babalarını aratmayacak kadar şefkat gösterilir, onlarla daha yakından ilgilenilirdi. Kendi çocuklarının ihtiyaçlarını karşıladıkları gibi bu çocukların da ihtiyaçlarını kendi ceplerinden karşılar, onlara babalarının yokluğunu aratmamak mahallemizin bir başka meziyetiydi.

Bizler de o zamanlar büyüklerimizi gerçekten sayardık. Büyüklerimizin konuştuğu yerde susmamız, onların yanında ayaklarımızı uzatmayarak oturmaz, onların sözlerine müdahale etmemiz bize öğretilen diğer şeylerdi. Bu tür davranışlar edepsizliğe yorumlanırdı. Her aile kendi çocuğunun edepli yetişmesi için elinden geleni yapıyordu. En edeplimiz ise tüm mahallenin gözdesi olan en yakın arkadaşım Tarık’tı.

Tarık benim en yakın arkadaşım, her konuda uyuştuğum kan kardeşimdi. Evleri bizim evin biraz arkasında kalıyordu. Tarık benim yaşlarımda ama benden biraz daha zayıftı. Zeytin gibi gözleri sayesinde mahallenin en sevimli ve yakışıklı çocuğuydu. Buna rağmen en utangacımız da yine Tarık’tı.

Tarık evin en küçüğüydü. Kendisinden büyük dört ablası ve iki abisi vardı. Mahalledeki bir abla kendisiyle konuştuğu zaman yanakları al al olurdu. Utancından konuşamaz, nutku tutulurdu. Tarık’ın ailesi mahalledeki en dindar ailelerden biriydi. Annesi ve ablaları örtüsüz asla dışarıya çıkmazlardı. Sokak ortasında annesinin veya ablalarının yabancı birisiyle konuştukları asla görülmemişti. Babası ise mahallelinin saygı duyduğu ve sözlerine itibar edilen kişilerin önde gelinlerinden biriydi. Babam bazen anlamakta zorlandığı bir konuyu daha iyi anlamak için Tarık’ın babasının yanına gider, kafasına takılan şeyleri kendisine sorardı. Babamın dediğine göre Tarık’ın babası çok bilgili birisiymiş. Öyle ki bir imamdan daha çok İslami bilgiye sahipmiş.

Mahalledeki kadınlar eşlerini işlerine yolladıktan sonra uygun bir evde bir araya gelirlerdi. Gündüz vakti tüm erkekler ya işte ya da okulda olduklarından, her ev kadınlar için müsait sayılırdı.

Dedem bile sabah kahvaltısından sonra evde durmayıp, ya camiye ya da kendi yaşıtlarının oturduğu çay ocağına gider, akşama kadar oralarda takılırdı.

Mahalledeki erkeklerin buluşup takıldıkları tek yer nerede ise çay ocağıydı. Genellikle yatsı namazından sonra çay ocağında bir araya gelen mahallenin erkekleri kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Sohbetlerinin konusu genellikle memleket meseleleri olurdu. Bazen de İslami konular hakkında Tarık’ın babası onlara sohbet ederdi. Babam ne zaman Tarık’ın babasından İslam’la ilgili bir sohbet dinlese, eve geldiği zaman dinlediği şeyleri anneme anlatır onunla da paylaşırdı. Bu arada bizim de konuşulanları duymamızı isterdi.

Mahalleli erkeklerin bir diğer özelliği de mahallede ki ihtiyaç sahiplerini kendi aralarında konuşmamalarıydı. Bu işi kadınlara bırakmışlardı. Mahallede birisine yardım edilmesi gerekiyorsa bunu kendileri yapmazlardı. Arkadaşlarını rencide etmemek için böyle bir yola başvurmuşlardı. Herkes yapacağı yardımı hanımı veya annesi aracılığıyla yapardı. Kadınlar bu işi o kadar iyi yapıyorlardı ki, ihtiyaç sahibi ailenin ihtiyacı karşılanırken çoğu zaman kimsenin haberi bile olmazdı.

Mahallemizde namaz kılmayan kimse hemen hemen yok gibiydi. Namaz kılmamak ayıplanacak bir durum sayıldığından mı yoksa başka bir nedenden dolayı mı orasını tam olarak bilemiyorum. Namaz kılmak zorunlu bir ibadetti sanki. Biz küçüklere bile bazen namaz kılmamız için telkinlerde bulunurlardı. Namaz kılmayana iyi gözle bakılmazdı. Namaz kılmayan, arkadaşları ve komşuları tarafından ayıplanırdı. Mahallemizde namaz kılmayanlardan biri de en yakın arkadaşlarımdan biri olan Ziya’nın babasıydı. Babası namaz kılmadığı gibi, Cuma günleri bile Cuma namazı için camiye gitmezdi. O zamanlar namaz kılmayan en inatçı kişi bile ya Cuma günleri ya da Ramazan ayında mutlaka camiye giderdi. Ama Ziya’nın babası hiçbir zaman camiye gitmezdi. Onun için Cuma ve Ramazan ayı hiç fark etmezdi.

Sadece bazı akşamlar mahallenin erkeklerinin oturduğu çay ocağına uğrar, onlarla biraz konuşur canı sıkıldığı zaman da kalkardı. Mahallede sevilmeyen biri varsa o da Ziya’nın babasıydı. Babam, Ziya’nın babası için “O dinsizdir” derdi. O zaman dinsizliğin ne olduğunu tam olarak bilmediğimden Ziya’nın babasını “Gavur” diye tarif ettiğimiz gayr-ı Müslimlerden zannederdim.

Ziya’nın babası sol düşünceye sahip olduğu için İslam’a bakış açısı çok farklıydı. İslam’ın emrettiklerini yapmamakla birlikte “İslam dininin insanları uyuşturduğunu” iddia edip, mahallelinin tepkisini çektikten sonra mahalledeki erkeklerin ona karşı mesafeli davranmasına neden olmuştu.

Ziya’nın annesi, babasının tam aksine dindar bir kadındı. Kocasının fikirlerinden dolayı Allah’ın onu cezalandıracağını söylediği vakitler, Ziya’nın babası dalga geçip eşini alaya alıyordu.

Ziya, en sevdiğim yakın arkadaşlarımdan biriydi. Aynı yaştaydık ve aynı şeylerden hoşlanıyorduk. Tarık’la yapamadığım şeyleri Ziya’yla birlikte rahat yapabiliyordum. Akşam vakitleri Tarık ailesinden izin alamazken, Ziya onu çağırdığım her akşam dışarı çıkabiliyordu. Tarık ne kadar utangaç ise, Ziya tam aksine o kadar rahattı. Ziya’nın iki ablası vardı. Belki evin tek erkek çocuğu olduğu için çok şımartılmıştı. Her istediğini elde etmesini çok iyi biliyordu. Babam ne kadar Tarık’ın babasına hayransa, annem de o kadar Ziya’nın annesine hayrandı.

Ziya’nın annesi, eşinin tüm karşı çıkışlarına rağmen mahalledeki kadınlarla sık sık bir araya gelip zikir halkası oluştururlardı. Küçük olduğumuz için bazen bu halkalara katılmamıza müsaade ediliyordu. Zikir halkasında çekilen tevhid kelimesi “La İlahe İllallah” ile bazı kadınlar cezbeye gelirlerdi. O cezbe halinden çok korkardım. Bazen o kadınların delirdiğini bile düşünürdüm. Ama annem bana “Onlar, Allah aşkı ile kendinden geçiyorlar” dedikten sonra o kadınların mahalledeki en dindar kadınlar olduğunu fark ettim. O kadınların yaşantıları mahalledeki diğer kadınların yaşantılarından çok daha farklıydı. Onlar ibadetlerini Allah aşkı ile yerine getirirken, diğer kadınlar ibadetlerini sadece bir sorumluluk olarak görüyorlardı.

Zikir halkası oluştuğu günlerde, ortada daha önce hiçbir yerde görmediğim ağaçtan oyma çok büyük taneleri olan bir tespihi görünce çok şaşırmıştım. O kadar büyüktü ki, on kadar kişinin oluşturduğu halkada herkes rahatlıkla tespihi çekebiliyordu.

Zikir halkalarının en önemli özelliklerinden biri de halkaya sadece evli kadınların katılıyor olmasıydı. En azından ben öyle düşünüyordum. Zikir halkasında bulunanların hepsi annelerimizdi. Ablalarımızdan hiçbiri yoktu. Ne benim ablam ne de Ziya’nın ablalarını o zikir halkalarında göremedim. Kim bilir belki de ablaların zikir halkaları bizim götürülmediğimiz diğer günlerde yapılıyordu.

Sabahın erken saatlerinde sokaklar şenlenmeye başlardı. Günün ilk ışıkları ile sabahın sessizliğini bozan tatlıcılar, kısa aralıklarla bağırarak sokağımızdan geçiyorlardı. Diyarbakır’ın kendisine has olan bu geleneğinin nerden geldiğini bilmiyordum ama bazen babamın keyfi yerinde olduğunda veya dedem, iyi bir haber aldığında bize sabah tatlı aldıkları vakit çok mutlu oluyordum. Ninem, tatlı sevdiğimi bildiğinden olsa gerek tatlısını yemez bana verirdi. Yediğim tatlılardan sonra o gün kahvaltı yapma ihtiyacı bile hissetmezdim.

Sokağa ilk çıkan kişi gidip diğerlerini de çağırır ve birlikte oyun oynamaya başlardık. Ne oynayacağımıza ise o anda karar verirdik. Yazın oynanan oyunlarımız çoktu. Her vaktin kendine has oyunları vardı. Sabahtan öğle vaktine kadar genelde futbol veya misket oynardık. Öğleden sonra ikindi vaktine kadar diğer mahallelere gider, onlarla birlikte vakit geçirirdik. Bulunduğumuz mahallede bir meyve ağacına çıkar, bir yandan güneşin sıcaklığından korunurken bir yandan da ağacın meyvelerinden yerdik.

Mahallemizde olduğu gibi diğer mahallelerdeki birçok evde en az bir dut ağacı vardı. Buna rağmen her dut ağacının tadı ve cinsi değişikti. Bazı evlerin avlusunda incir ağaçları bile vardı. İncir ağaçları olanlar meyvelerinden yemememiz için ellerinden geleni yapıyorlardı. Buna rağmen bazı arkadaşlarımızın canı çok incir çekip, görünmeden ağaçtan incir koparıp yemesine karşı, yediklerinin haram olduğunu söyleyip onları azarlar, bize ikram ettiği zamanda asla yemezdik. Çocuk olmamıza rağmen buna riayet den sadece dört kişiydik. Benimle birlikte Tarık, Ziya ve de Faruk’tu.

Akşamları ise karanlıktan istifade eder, saklambaç oynardık. En gizli yerler, en karanlık ücra köşeler olduğu için saklanmak için ideal yerlerdi. Çocuk aklıyla en karanlık yerler harabe haline gelen yapılardı. İçinde yuva yapmış olan akrep ve çıyanların olmasından endişe etmezdik. Bizin o harabelere girdiğimizi gören aileler birden daha çok endişe ediyorlardı.  Bir de bizi harabelerden uzak tutmak için uydurulan üç harflilerle ilgili anlatılan hikâyeler vardı. Onlar bile bizi korkutmaya yetmiyordu.

Gündüz vakitleri girdiğimiz bu harabe yerlerde kaç tane akrep ve çıyan öldürdüğümüzü biz bile hatırlamıyorduk. Bu yüzden akşam karanlığında bir akrep ve çıyan tarafından ısırılmak istemediğimizden gizlendiğimiz yerde fazla kalmamaya çalışırdık.

Yaz ayların oyunu ile kış ayların oyunları farklıydı. Kışın yağan karda yapılan kar savaşları ve buz tutan bazı yerlerde kaymak en büyük eğlencemizdi.

İçimizde bizimle yaşıt olmasına rağmen düzenli namaz kılan tek kişi Faruk’tu. Annesi ve ablaları ise mahalledeki diğer kadınlardan daha farklıydılar. Bizim annelerimiz ve ablalarımız dışarıya çıktıklarında manto giyerken Faruk’un annesi ve ablaları ise Siyah çarşaf giyerlerdi. Gözleri dışında hiçbir uzuvları belli olmayan geniş çarşafları içinde tanınmasalar da mahallede çarşaf giyen tek aile olduğundan onların kim olduğunu biliyorduk. Sadece o çarşaflı kişinin Faruk’un annesi mi yoksa ablalarından biri mi olduğunu anlayamıyorduk.

Faruk’un babasının manifatura dükkânı vardı. Kimi zaman Faruk da babasına yardım etmek için dükkânda çalışırdı. Bizimle oyun oynadığı zamanlar çok az olmasına rağmen yine de bizim en iyi arkadaşımızdı. Faruk, babasının dükkânına gitmediği zamanlarda babasının öğle yemeğini beraber götürürdük.

Faruk’un babası kendisine öğle yemeği götürdüğümüz için bize harçlık verirdi. O kadar iyi bir adamdı ki ne zaman sokakta kendisiyle karşılaşsak başımızı okşar “Nasılsınız?” diye hal ve hatırımızı sorardı.

Faruk, evin tek erkek çocuğuydu. Üç ablası vardı. Annesi ve ablaları mahallemizin Kur’an hocalarıydı. Kur’an öğrenmek isteyen kızlar ve kadınların Kur’an öğrendikleri tek yer sadece Farukların eviydi.

Mahalledeki erkek çocukları ise okula başladıktan sonra, yaz aylarında mahalledeki camide açılan Kur’an kurslarına giderek Kur’an okumasını öğrenirlerdi. Bizler henüz okula başlamadığımız için camiye gitmiyorduk. Camiye gideceğimiz günü sabırsızlıkla bekliyorduk. Bir an önce büyüyüp abilerimiz gibi okula ve camiye gitmek için can atıyorduk. O zamanlar nedendir bilinmez ama okula başlamadan cami hocası bize Kur’an dersi vermezdi. Bu yüzden bir an önce büyümek istiyorduk. Oysa şimdi o saf ve temiz çocukluk yıllarıma geri dönmek için neler vermezdim.  İçimizde Kur’an okumasını bilen bir tek Faruk’tu. Henüz dört yaşlarındayken annesi ve ablaları sayesinde Kur’an okumayı öğrenmiş ve namaza başlamıştı. Faruk, mahalledeki en gözde çocuktu. Kur’an okuduğu zaman herkes onu hayranlıkla dinler, anne ve babalarımız bizim de Faruk gibi olmamızı isterlerdi. Faruk’un çok güzel bir sesi vardı. Mahallede ne zaman bir mevlit okutulsa mutlaka Faruk’u çağırırlardı.

Faruk’un mevlidi ezbere bilmesine şaşırıyorduk. Yaşına rağmen içimizde birçok fazileti bulunan tek kişi neredeyse Faruk’tu.

Kaç defa dedem babama “Bu çocuğu Kur’an kursuna gönder. Orada Kur’an ve mevlit okumasını öğrensin” diye söylediyse de babam “Henüz küçüktür, hele bir okula başlasın ondan sonra bakarız” diyordu. Bizim mahallenin dışındaki bazı mahallelerdeki camilerde henüz okula başlamamış çocuklara Kur’an dersi verildiğini duymuştuk. Dedem, okula başlamadan bu camilerden birine gitmemi istiyordu.

Normalde babam dedemin sözünü dinler, ona gereken saygıyı gösterirdi. Evde her ne kadar babam otoriter olarak görülse de aslında evin reisi dedemdi. Dedem kolay kolay babamın işine karışmazdı. Çok önemli bir mesele olmadıkça olaylara müdahale etmez, babamın kendi ailesini idare etmesini isterdi. Bu yüzden de babamın aldığı kararları pek sorgulamazdı.

Evimizde Kur’an okumasını bilmeyen sadece ben, abim ve kız kardeşimdi. Evde bizden başka herkes Kur’an okumasını bilmesine rağmen, Kur’an dersi vermesini bilmiyorlardı. Ninem her Perşembe günü mutlaka bir “Yasin” okurdu. Dedem ise gününün büyük bir kısmını camide geçirdiği için namaz vakitleri dışında camide kalıp Kur’an okurdu. Babamın Kur’an okuduğunu bildiğim halde, onu hiç Kur’an okurken görmedim. Annem ve ablam ise neredeyse her gün Kur’an okurdu.

Evde bu kadar Kur’an okumasını bilen olduğu halde bizim Kur’an okumasını bilmememiz biraz tuhaftı. Ama bu durum neredeyse mahalledeki tüm aileler için de geçerliydi. Anne ve babamın çocukluk zamanında ebeveynlerin ilk işi çocuklarını Kur’an kursuna göndermek iken, bizim zamanımızda ise bu durum değişmişti. Kur’an kursundan önce okula başlamamız öncelikli olmuştu.  Bu değişimde zamanın hükümetlerinin payı da çoktu. Devletin izlediği politikaların etkili olduğunu daha sonraları öğrenecektik. Devlete karşı gelmek suçlamasıyla devlet tarafından çok zülüm ve baskı gören büyüklerimiz, Devletten korktuklarından olsa gerek Devleti kızdıracak hiçbir iş yapmamaya gayret ediyorlardı. Dedem ne zaman eski meseleleri anlatsa “Devlet çok zalimdir” der ve yaşadıklarını tam olarak anlatamadan gözyaşlarına boğulurdu. Konuşacağı kelimeler boğazında tıkanıp kalırdı.  Çocukluk yıllarımızda camiye gidip ders alabilmemiz için bile istenilen ilk şart okullu olmaktı. Okul okuduktan sonra yaz tatillerinde ancak Kur’an dersi alınabiliyordu. Kur’an dersini de caminin İmamı veya Müezzinin vermesi gerekiyordu. Bunun dışında ders vermeye çalışan gönüllü kişiler güvenlik güçleri tarafından takibata uğruyorlardı. Buna müsaade ettikleri takdirde birçok İmam işini kaybetmekten korktuğu için yaz tatilleri dışında Kur’an dersi vermedikleri gibi bir başkasının da Kur’an dersi vermesine müsaade etmiyorlardı. Bu durumda aileler kendi imkânlarıyla çocuklarına Kur’an dersi ve İslami bir eğitim vermenin yollarını arıyorlardı. Bunun için ya kendi evlerinde ya da mahalledeki dindar insanların evlerinden faydalanıyorlardı. Faruk’un ailesi de bu işi kendi evlerinde yapmış ve çocuklarına Kur’an dersi ve İslami eğitimi aile ortamında vermişti.

Dedem çok nadir de olsa bazı cumalar beni namaza götürürdü. Caminin şadırvanında bana ilk kez abdest almayı dedem öğretmişti. O gün aldığım abdest ve kıldığım namazla Faruk dışında diğer arkadaşlarıma hava atıp onlara karşı böbürlenmiştim. Camide namaz kılanları taklit etmekle yetinmiştim. Bu bile bende apayrı bir duygunun oluşmasına sebep olmuştu. Her zaman camiye gitmeyi istememe rağmen çocuk olduğum için Cuma namazı dışında camiye gidememiştim.

İlk kez Cuma namazına gittiğimi duyan babam o gün bana bir takke hediye etmişti. Ninem, takkenin bana yakıştığını söyleyip güzel dualarda bulunmuştu. Ardından annem dua etmişti. Sadece abim bana takılmıştı. Ne zaman ailede biri beni övse abim mutlaka olumsuz bir şeyler söyler, moralimi bozmak için elinden geleni yapardı. Bunu bildiğim için abimin sözlerine pek aldırış etmemeye çalışırdım. Sadece moral bozucuydu.

Evde en büyük avantajım, Ninem ve dedemin her zaman beni desteklemeleriydi. Annem dışında bana bir anne kadar yakın olan Ninem, güzel ahlak sahibi olmam için her fırsatta beni yaşlı ve yorgun dizlerine oturtup, bana helal ve haramları anlatırdı. Ninem o kadar bilgece konuşurdu ki hiçbir kitap okumadığı halde nasıl olur da bu kadar şey bilebilir diye hep merak ederdim. Annem,  Ninemin bu bilgilerinin hayat tecrübesi olduğunu söylerdi.

Ninemin en sevdiğim sohbeti, Peygamber Efendimizin hayatını anlattığı anlardı. O kadar güzel anlatıyordu ki onu tüm dikkatimle dinlerdim. Her fırsatta Peygamber Efendimizin hayatını tekrar dinlemek için can atıyordum.

Ninem bazen de bir zamanlar yaşadığı köyünden söz ederdi. Her zaman dinlediğim ama bir türlü gitmediğimiz/gidemediğimiz köyümüzü hep merak ederdim. Defalarca dedeme “Biz niçin hiç köye gitmiyoruz?” diye sorduğumda, dedem kızarak “Bizim bir köyümüz yok” derdi. Ardından Nineme kızıp bir daha bana köyle ilgili bir şeyler anlatmaması için onu azarlardı. Çocuk aklımla neler olduğunu anlamazdım. Ta ki yaşım ilerleyip bazı şeyleri anlamaya başladığım çağıma geldiğim zamanlar, Ninemin neden köyden ayrıldıklarını ve neden bir daha köye dönemediklerini anlattıktan sonra bir daha dedeme köyle ilgili hiçbir şey sormadım. Köye gitmek için dedemden ricacı olmadım. Onlardan habersiz de köyümüzü ziyaret edip, orayı görebileceğimi biliyordum. Ve bunu en kısa zamanda gerçekleştirmek istiyordum. Uygun zaman geldiğinde mutlaka köyümüzü ziyaret edecektim.

 

 

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar