İslam Fedaileri-10. Bölüm
ONUNCU BÖLÜM
Ablamın evliliğinden sonra, kardeşlerimizle bir araya geleceğimiz yeni bir evimiz olduğu için biz de seviniyorduk. Yahya, yaşça bizden büyük olsa da İslami dersler için evini kullanmamıza müsaade etmekle beraber, bir dediğimizi de iki etmiyordu. Gösterdiği samimiyete hayrandık. Ablamla birlikte Muhammedi yapı çatısı altında İslam’a hizmet alanında daha aktif olarak çalışmaları gözümüzden kaçmıyordu.
Yahya ve ablamın evi, bizim için “Darul Erkam’ın”[1] evi gibiydi adeta. Tüm buluşmalarımızı ve derslerimizi burada yapmaya başlamıştık. Kardeşlerimizle burada bir araya gelip, hizmet konusunda istişarelerimizi de burada yapıyorduk.
Hayat, tüm hızıyla devam ediyordu. Geçen süre içinde bizler lise eğitimimizi bitirip üniversite hayatına başlamak için hazırlık yapıyorduk. Üniversite için bölüm tercihimizi, Üniversitenin son bölümlerini okuyan Muhammedi yapı çatısı altında İslam’a hizmet eden genç abilerimizin belirleyeceği şekilde yapacaktık. Bu konuda Muhammedi yapının oluşturduğu bir grup ağabeyimiz bizimle konuşup, uygun bir bölümü birlikte belirlemeye çalışıyorduk. Genelde istediğimiz bölümü tercih etmemize yardımcı olan abilerimiz, daha çok hangi Üniversiteye gitmemiz gerektiğiyle ilgileniyorlardı. Abilerimizle yaptığımız görüşmelerimiz sonucunda Faruk, Tarık ve benim, kazandığımız puanlara göre Diyarbakır Dicle Üniversitesinde bazı bölümlere kayıt yaptırmamız uygun görülmüştü. Ziya’nın ise, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesine kayıt yaptırmasına karar verilmişti.
Ziya’nın bizden ayrılmasını istemesek de, İslami hizmetlerimizi yaymamız için dağılmamız gerektiğini çok iyi biliyorduk. Her birimizin asıl derdi, İslam’a hizmetti. Hizmet çalışmaları için de her şeyimizden vazgeçebiliyorduk. Her işimizde olduğu gibi Üniversiteyi de okumamızdaki asıl gayemiz, Allah’ın rızasına nail olabilmekti. Bunun için sadece ailelerimizden değil, birbirimizi çok sevdiğimiz kardeşlerimizden de ayrılmak zorunda kalıyorduk. Belki de en zoru, kardeşlerimizden ayrılmaktı. Ziya’nın bundan böyle bizimle birlikte olmayacağını düşünmek bile içimi acıtıyordu.
Ziya’nın bizden ayrılacak olmasına üzülüyorduk. İşleri daha fazla zorlaştırmamak için elimizden geldiğince bunu Ziya’ya belli ettirmemeye çalışıyorduk. Küçüklüğümüzden beri birlikte büyüdüğümüz bir kardeşten ayrılıyor olmak hepimize zor geliyordu. Ancak bu durumdan en çok etkilenen de büyük ihtimalle Ziya olacaktı. Biz yine birkaç arkadaş birlikte olacaktık. Ama ya Ziya? Ziya’nın işi bizden daha zordu. Yalnız başına gitmek zorunda olduğu yabancı bir memlekette ne yapar, nasıl eder diye düşünmeden de edemiyorduk.
Ziya’nın yalnız gideceğini duyduğumdan beri içim daha fazla yanmaya başlamıştı. Bu durumu Ağabeylerimize bildirip, gerekirse Ziya’yla birlikte gidebileceğimi belirttim. Ama bu isteğim kabul edilmedi. Elbette bunda da bir hikmet vardır deyip bu durumu kabullenmeye çalıştım.
Üniversiteye kayıt yaptırmadan önce, okuldaki duruma adapte olmak için abilerimiz bizimle daha sık görüşüp, bize okul ve çalışmaları hakkında bilgi vermeye başlamışlardı. Okulda nasıl davranacağımızı bize öğreten abilerimizin eğitimi, çok işimize yaradı. Okula başlamadan, okul hakkında çok şey öğrenmiş olduk.
Üniversite kayıtlarımızı birlikte yaptığımız abilerimiz kayıt işlemlerimizi çok kısa bir sürede bitirmişlerdi. Üniversite kampüsü, bize anlatılandan daha da büyüktü.
Abilerimizin bizi eğitmek için üniversiteye hayatıyla ilgili anlattıkları şeyleri bilmemize rağmen okula başladığımız ilk gün, gördüklerimiz karşısında neye uğradığımızı şaşırmıştık. Böyle bir yeri görmeseydik, kesinlikle buranın yaşadığımız şehrin bir mekânı olduğunu kabul etmezdik.
Üniversite, şehir içinde adeta bir başka şehirdi. Türkiye’nin her yerinden çok değişik insanların bir araya geldiği bir merkezdi. Herkes kendi fikrine göre birilerini bulmak için çabalıyordu. Üst sınıfta bulunanlar yeni gelen öğrencilere yardımcı olmak bahanesiyle onlara kendi ideolojilerini anlatıp, onları kendi saflarına katmaya çalışıyorlardı. Yeni gelen öğrencilerin, yabancı bir yere gelmenin verdiği acemilik ve yalnızlıklarını kullanarak, kendilerine yakınlık gösterenlere ilgi gösterip onlara yanaşmalarını garipsemiyorduk elbette. Gözlerim bu durumda bile bizim dışımızda diğer İslami camialardaki gençleri arıyordu. İslami camiaların da yeni gelenlerle ilgilenmelerini arzu ettiğimden olsa gerek, hâlâ gözlerim etrafta birilerini arıyordu. Gözlerimin bana boş dönmesi beni hayal kırıklığına uğratsa da umudumu yitirmemeye çalışıyordum. Daha şimdiden, üniversitedeki çalışmalarımızın nasıl olması gerektiğiyle ilgili olarak aklımda bir şeyler oluşuyordu.
Bu yıl üniversiteye dördü bayan olmak üzere yaklaşık yirmi arkadaş kayıt yaptırmıştık. Her birimiz değişik bölümlerde okusak da, okulda birliğimizi sağlamak adına sürekli birlikte hareket edebileceğimiz bir düzenleme yapılmıştı. abilerimiz sayesinde okuldaki düzene çok çabuk adapte olmuştuk. Hiç vakit kaybetmeden hizmet çalışmalarına başlamıştık. Bizden önce okuyan kardeşlerimiz sayesinde üniversiteye fazla yabancılık çekmeden adapte olmayı başarmıştık. Bizden önce üniversitede ikisi bayan toplam altı kardeşimiz değişik bölümlerde okuyorlardı.
Üniversite hayatı ve dersler, yükümüzü ağırlaştırmıştı. Daha çok çalışmak zorunda kalmış olmamız nedeniyle gün boyu yorgunluktan perişan oluyorduk. Tüm bunlara rağmen yine de cami derslerimizin aksamaması için çaba sarf ediyorduk. Cami çalışmaları, okul hayatımızdan daha önemli gibi geliyordu. Camiye gitmek ve ders vermek, bizim için Rabbimizle olan en güçlü bağımızdı. Cami, günün yorgunluğunu üzerimizden attığımız belki de tek yerdi.
Diyarbakır’da neredeyse her camide ders halkaları oluşturmayı başarmış olan Muhammedi yapının en büyük eksikliği, yetişmiş kalifiyeli elaman azlığıydı. Bunun için her fert, yeri geldiği zaman birkaç görev ve sorumluluğu üstlenmek zorunda kalabiliyordu. Her bir arkadaşımız, camideki derslerle birlikte kendilerine verilen sorumlulukları en güzel şekilde yerine getirmek için daha çok çalışıyordu. Kardeşlerimizin ihlası sayesinde, Allah’ın yardımını ve rahmetini her daim üzerimizde hisseder olmuştuk.
Cami çalışmaları vesilesiyle, camilerin etrafındaki esnaftan da teveccüh görmeye başlamıştık. Gördüğümüz bu teveccüh nedeniyle, Ağabeylerimiz tarafından esnaflara yönelik yeni çalışma alanları açılıyordu. Esnaflarla da ilgilenmek, onlara İslam’ı anlatarak bu konuda kendilerini, ailelerini haramdan ve cehennemden nasıl koruyabileceklerini öğretmek gibi yeni bir vazife daha yüklenmiştik.
Bazen düşünüyorum da; çok az bir bilgi birikimiyle insanlara İslam’ı anlattığımız halde bizi can kulağıyla dinlemelerine hayret ediyordum. Ta ki Rabbimizin “O halde beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin de nankörlük etmeyin” ayetini, Elmalı Hamdi’nin şu yorumuyla okuyunca bazı hakikatleri yeni yeni anlamaya başladığımı fark ettim:
“Birincisi: Beni zikrediniz, layıkıyla anınız ki, ben de sizi bana layık bir anışla anayım, imdat ve yardımımı devam ettireyim.
İkincisi: Bana şükrediniz, nimetlerime karşı kalple veya dille yahut bedenle, ya da hepsiyle birden bana saygı gösterin, benim emirlerime itaat edip, nimetlerimi yerinde harcamak suretiyle onlardan yararlanın. İnkâr ve isyanla bana küfür ve nimetlerime karşı nankörlük etmeyiniz, hâsılı unutkan ve nankör olmayınız.
Zikir de şükür gibi ya dille, ya kalple veya bedenle olur.
Dil ile zikir, Allah Teâlâ'yı en güzel isimleriyle anmak, hamd etmek, tesbih ve tenzih etmek, kitabını okumak ve dua etmektir”[2] diye çok hoşuma giden bu açıklaması sayesinde ufkum bir daha genişlemiş oldu. Allah’a ve O’nun dinine hizmet edebilmek için gerekli olan şeyleri özekleri gibi Elmalı Hamdi.
Yalnız esnaflar değil, aynı zamanda okullarda da çalışmalarımız tüm hızıyla devam ediyordu. Camiye gelen arkadaşlarımızın birçoğu liselilerden oluşuyordu. Bununla birlikte ortaokula giden öğrencilerimiz de vardı. Çok az olsa da ilkokula giden öğrencilerimiz dahi vardı. Bunların her biriyle yakından ilgileniyorduk. Muhammedi yapının nazarında her birinin değer ve konumu ayrıydı. İnsanlar arasında ayrım yapmazdık.
Camiye gelen öğrenciler, camide öğrendiklerini okulda arkadaş çevresine anlatarak arkadaşlarının camiye gelmelerini sağlayarak hizmette üzerlerine düşeni yapıyorlardı. Arkadaşlarını cehennem ateşinden korumak için gösterdikleri çabayı takdir etmemek mümkün değildi.
Bu zamana kadar Muhammedi yapının üniversitedeki çalışmaları hep sönük geçmişti. Ama bu yıl yeni gelen yaklaşık yirmi öğrenci sayesinde, artık üniversitede Muhammedi yapının varlığımızdan söz edilir bir konuma gelmiştik. Üniversitede daha aktif olmaya başlayan Muhammedi yapının çalışmaları, bazı kesimleri rahatsız etse de bunu umursamıyorduk. Üniversiteyi gördükten sonra, İslam düşmanlarıyla asıl mücadelenin daha yeni yeni başladığını anlamak pek de zor değildi.
Üniversite, siyasi fikirlerin temellerinin atıldığı yerdi. Okulda her türlü fikir akımına mensup birilerini görmek mümkündü. Buna rağmen Türkiye genelindeki üniversiteler, sol görüşe sahip kişilerin kontrolündeydi. Solcuların bir kısmı da İslam’a olan düşmanlıklarıyla ön plana çıkıyordu. Üniversitede İslami bir faaliyete kesinlikle izin vermeyen bir zihniyete sahip olan bu sol kesimle sorunumuz olacağı çok açıktı.
Üniversiteye alışmamızın ardından, tek gayemiz olan İslam’ı anlatmak ve insanların hidayetine vesile olma sorumluluğumuzu yerine getirmek adına daha çok çalışmaya başlamıştık. Bu uğurda üzerimize düşen her türlü fedakârlığa hazırdık.
Ağabeylerimizin sürekli olarak bize tavsiyeleri, İslami hizmette tebliğ vazifemizi yerine getirme noktasında oluyordu. Okuldaki tüm kardeşlerimizin tek derdi, insanlara İslam’ı anlatmak ve onların hidayetine vesile olup Allah’a kul olabilmeleri için çalışmaktı. Bu hiç de kolay değildi.
Okul okumak ve gelecek için planlar yapmak, hayatımızda ikinci sırada yer alıyordu. Her ne kadar İslami bilgimiz, istenildiği gibi olmasa da kendimizi yetiştirmek için okuldaki abilerimizin sorumluluğu altında dersler yapıyorduk. Okul kitaplarından daha çok, İslami eserleri okuyup kendimizi yetiştirmenin gayreti içindeydik. Buna rağmen yine de her birimiz bir başka kardeşimiz için otokontrol görevi görerek, daha iyi gelişebilmemiz için sürekli olarak okuduğumuz kitaplar hakkında sohbet ediyorduk. Bu şekilde hem biz, hem de bizi dinleyen kardeşimiz gelişiyordu. abilerimiz bu konu üzerinde özenle duruyorlardı. Bu şekilde, okuduğumuz kitaplar hakkında münazara yapma alışkanlığı kazanmanın yanı sıra, sürekli olarak İslami bilgilerimizi de tazeliyorduk.
Okuduğumuz İslami eserler sayesinde, sosyal yaşantımızda güncel olan konulara İslami bir bakış açısıyla bakma yeteneği kazanmıştık. Her konuda olduğu gibi sosyal hayat alanında da kendimizi yetiştirmemizin elzem olduğuna inanıyorduk. “En büyük sosyologlar peygamberlerdir.” diye söylenen söz boşuna değildir. Her bir Peygamber, kendi toplumunu Allah’a kulluğa davet ettiği gibi, onların daha rahat bir hayat yaşayabilmeleri için de, o günün koşulları içinde onlara yol göstermişlerdir.
Okuduğumuz İslami eserleri, sırf okumak için okumuyorduk. Bilgi sahibi olmak, etrafta konuşmak için de okumuyorduk. Okuduklarımızla amel etme gayretiyle birlikte, insanların hidayetleri için bir umut olmayı umuyorduk. Bu hal, bizi hırslı ve zinde tutuyordu.
İslami konularda en büyük eksikliğimiz ise, İslami eserlerin ana kaynaklarının Arapça olarak yazılmış olmasıydı. Arapça bilmediğimiz için de çok sıkıntı çekiyorduk. Bir konuyu asıl kaynağından okuyamamanın eksikliğini, elimizdeki Türkçe kaynakları kullanarak gidermeye çalışıyorduk.
Tüm eksikliğimize rağmen, özellikle de bizden büyüklere İslam’ı anlatınca onlar üzerinde etkili olduğumuzu görmemiz, kendimize olan güvenimizi artırıyordu. Bunun da ilahi bir yardım olduğundan zerre kadar şüphe etmiyorduk. Yine de söz konusu İslami tebliğ olunca, kendileriyle konuştuğumuz birçok kişinin, sohbetlerimizin arasında ayet ve hadislerin Arapça metinlerini okumadığımız zaman daha az etkilendiğine şahitlik ediyorduk. Bu konuyu Ağabeylerimize bildirdik. Okuldaki abilerimizle de bu konu üzerinde durduk.
Muhammedi yapı, tüm fertlerine yönelik olarak gönderdiği tavsiyesi, bu sorunumuzu çözmeye yönelikti. Bundan böyle başta camilerde ders verenler olmak üzere her bir arkadaşımız, bildiği ayet ve hadislerin Arapça metinlerini de ezberleyecekti. Mademki İslam adına konuşuyorduk, o zaman İslam’ın temeli olan ayet ve hadisleri asıl metninden de okumalıydık. Özellikle de ayetlerin Arapça metinlerinin, kendine has bir üslup ve etkisi vardı. Bu konuda ecnebi filozoflardan Doktor Johnson okuduğum şu sözü beni etkilemişti. Şöyle diyordu “Kur’an öyle bir sestir ki onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar. Bu sesin tebliğ ettiği din, imar edici bir kuvvet şeklinde tecelli etmiştir.”[3]
Her birimiz kendi imkânlarımızla İslam’ı öğrenmiş kişilerdik. Ne bir medrese eğitiminden ne de bir dini eğitimden geçmiştik. Bunun eksikliğini her zaman hissediyorduk. Bu konuda yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Tek tesellimiz, elimizden geldiğince İslam’ı yaşayıp yaşatmaya çalışmamızdı. Bizler şuna kesin olarak inanıyorduk ki; biz, Rabbimizin dininde samimi olursak, O da hidayetini dilediği kullarının kalbini bize yönlendirirdi. Sonuçta hidayet Rabbimize aitti. Bizler sadece İslam’ın bir tebliğcisinden başka bir şey değildik. Rabbimizin de buyurduğu gibi “Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.”[4]
Muhammedi yapının İslami hizmet alanında birçok eksikliğine rağmen, Allah-u Teâlâ bizim eksikliğimiz yüzünden yapımızı mahcup etmiyordu. İslam’a hizmete kendisinin adayan Muhammedi yapı, neye ne zaman ihtiyacı olduğunu en iyi bilen Rabbimiz, zamanı ve yeri geldiğince eksikliğimizi kendi lütfuyla tamamlıyordu. Buna da defalarca şahit olduktan sonra anladık ki bu İslami hizmetin sahibi, Allah azze ve celle dir. İçimizdeki samimi ve ihlaslı kardeşlerimizin çalışmaları hürmetine ilahi rahmete nail olduğumuza, gördüklerimiz şahitlik ediyordu.
Üniversiteye başlamamızla birlikte bizde meydana gelen olumlu gelişmeler, çevremizdeki insanların bize olan bakış açılarını da müspet yönde değiştirmişti. Artık insanların sorun ve sıkıntılarıyla daha yakından ilgilenmeye, onların sorunlarına ortak olmaya başlamıştık. Bizdeki bu duyarlılığı görenler de bize teveccüh edip, sözlerimizi dinlemeye ve bize karşı saygılı olmuşlardı. Biz de kendimizi daha olgun ve daha ağırbaşlı hissetmeye başlamıştık. Bu durumun sebeplerinden biri belki de kazandığımız üniversite bölümlerinden kaynaklanıyordu. Ben ve Faruk tıpta okurken, Tarık İlahiyat bölümünde okuyordu. Diğer arkadaşlarımız da diğer değişik bölümlerde okuyorlardı. Çevremizdeki insanların “Geleceğin gençleri” olarak saygı duymaları bizi rahatsız etmiyordu. Tam aksine onların bu saygınlıklarını kendi lehimize kullanıp onlarla daha sıcak bir sohbet havası yarattığı için bu durumu bir avantaj olarak kullanıyorduk.
Bizimle yaşıt olan ve aynı mahallede yetiştiğimiz birçok arkadaşımızla aramızdaki farkı görmek için özel bir çaba gerekmiyordu. Sahip olduğumuz İslami ahlak ve terbiye ile gittiğimiz yerde saygı duyulanlardan olmakla birlikte, konuşmalarımızdaki İslami bilgiler insanların dikkatini çekiyordu. İmam Rabbaninin de dediği gibi, “Muhammed aleyhisselâmı medh edemiyorum, Onunla, yazılarımı kıymetlendiriyorum”[5] dediği gibi bizler de konuşmalarımızdaki etkiyi, hadis ve ayetlerde görüyorduk. Sohbetlerimizde sürekli kullandığımız ayet ve hadisler sayesinde, bizim sözlerimiz de kıymet buluyordu. Aksi takdirde ağzımızdan çıkan bize ait sözlerin ne kıymeti ne de ehemmiyeti vardı.
Başta mahalleli olmak üzere tüm çevremiz, bizi yeni yeni adam yerine koymaya başlamıştı. Oysa bizler daha ilk liseye başladığımızdan itibaren adam olmuştuk. Ama bunu gösteremiyorduk. Çünkü bize bakan gözler bizi hâlâ genç görüyordu. Ama üniversiteye başlamamızla, bu bakışlar kendiliğinden değişmişti. Artık mahallenin, çevremizdeki insanların örnek gösterdiği gençler olmuştuk. Bizi örnek verenler de, bu kişiliğimizin temelinde İslam’ın olduğunu muhataplarına söylüyorlardı. Bu şekilde gündeme gelmek ve çevremize örnek olma yolunda bir adam olarak görülmemizi hayra yoruyorduk.
Aile içinde kendi çocuklarına bizi örnek göstermeleri vesilesiyle birçok kişinin bize teveccüh gösterip saflarımıza katılmasına seviniyorduk. Bu vesileyle fazla bir şey yapmadan da insanları kazanabiliyorduk. Az bir çaba ile çevremizdeki arkadaşlarımızın sayısının gün geçtikçe fazlalaşması karşısında Rabbimize hamd ve şükrederek memnuniyetimizi ifa ediyorduk.
Bazen çok az bir çaba ile kazandığımız hayırlar, ahiret kurutuluşumuza vesile olabilir. Oysa hayatta kazanmak için çok çalışmak gerekiyor. Hayatta kazanmak için sarf edilen çaba ve gayretin onda birini ahiret için harcanılsa, kim bilir Rabbim kullarına daha neler nasip ederdi. Rabbimizin rızasına nail olabilmek için çalışmak ve bu uğurda gayret etmek, bizi dünya işlerimizden asla alıkoymuyordu. Rabbimizi andığımız sürrece bizim için hayatın bir anlamı oluyordu. Hayatı anlamlandıran tek şey vardı, o da Rabbimizin varlığıydı. Allah’ın azze ve celle rızasını kazanmak için de buyurduğu gibi “Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır.”[6] Sözüne binaen bizler de tüm kardeşlerimiz arasında hizmet alanında ilahi rıza için yarışıyorduk. Başımıza gelenler için de sabrediyorduk.
Bizler bu aciz ve zayıf halimizle İslam dini için elimizden geleni yaparken, âlemlerin Rabbi olan Allah’tan tek dileğimiz bizi kendi yolunda yalnız ve yardımsız bırakmamasıydı. Okuduğumuz Kur’an ayetleri bize yol gösterdiği gibi nasıl olmamız gerektiği noktasında da en önemli referansımızdı. “Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi 'yapayalnız ve yardımsız' bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse müminler, yalnızca Allah'a tevekkül etsinler”[7] diye buyuran Rabbimizin bu sözünü kulaklarımıza küpe edip her daim hatırladığımız bir hakikatti. Bizler de her durumda Rabbimize tevekkül ediyorduk. Kazandığımız bir başarı için O’na şükrediyorduk.
Üniversite hayatında yeni tanıdığımız arkadaşların yanı sıra, diğer İslami camialardan da birçok kişiyle tanışma fırsatımız oldu. Değişik İslami gruplarla tanışmak ve onlarla dostluk kurmak, bizim için yeni bir şeydi. Her şeyden önemlisi İslam ümmetinin arasındaki bu ayrılığın neden kaynaklandığını hiçbir zaman anlamadığım gibi buna bir anlam da veremiyordum.
Okuldaki diğer İslami grupları görünce, onlarla birlikte zaman zaman bir araya gelip sohbet ettiğimizde bunu bizzat tecrübe ederek öğrendim. Anladık ki İslam ümmetinin bir araya gelmesinde en büyük engel enaniyettir.
Diğer İslami Cemaatlerle ilişkilerimizin ardından; bazılarının, saflarımızdaki kardeşlerimizi kendi saflarına çekmeye çalışması karşısında şaşkınlığa uğradım. Okula kayıt için gelen yeni öğrencilerle ilgilenmeyen, onlara yönelik hiçbir çalışma yapma gereği duymayanların bu haline şaşırıyordum. Oysa okulda ilgilenilmesi gereken, İslam’dan bihaber o kadar çok insan vardı ki, onlarla uğraşmak yerine, sırf kendi saflarındaki insan sayısını artırmaya çalışmak adına, şuurlu gençleri kendi saflarına çekmenin gayesini anlamakta zorlanıyordum.
Ağabeylerimiz tarafından bu türden kardeşlerimize karşı her zaman dikkatli olmakla birlikte, onlara her türlü yardımı yapmamız tavsiye ediliyordu. Onlar hakkında kötü konuşmamamız ve onları kardeşlerimiz olarak görmemiz isteniyordu.
Oysa okuldaki diğer İslami Cemaatlere mensup kardeşlerimiz, bizim hakkımızda olumsuz sözler sarf etmeye ve bizim hizmetimizi akim bırakmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Tüm olumsuzluklara rağmen bizler, İslam’a hizmet adına her türlü zorluk ve meşakkate katlandığımız gibi, bu kardeşlerimizin eziyetlerine de katlanacak, onlara dua edecektik.
Asıl sorun ise; mensubu bulundukları İslami camiaya ve isimlerinin önünde, “İslam veya Müslüman” diye sıfatlanan kişilerin, okulda sergiledikleri tavır ve davranışları kendileriyle sınırlı kalmayıp, tüm İslami yapılara mal edilmesiydi. Yaptıkları tüm olumsuzluklar, bir şekilde bizim karşımıza çıkıyordu. Yaptıkları yanlışlıkları düzeltmek bize kalıyordu. İslami bir düşünceye sahip olduklarını iddia ettikleri halde okul bahçesinde bayanlarla tokalaşmaktan ve onlarla şakalaşmaktan geri kalmayanların davranışları bizi derinden üzüyordu. Onlara yaptığımız tavsiyelerin fayda vermediğini görünce de, bu işi Allah’a havale edip hizmetimize devam etmenin daha hayırlı olacağını karar verdik.
Üniversitede okuyan tüm kardeşler olarak her zaman ve her yerde İslami bir ahlak ve terbiyenin ölçüsü çerçevesinde hareket etme noktasında sürekli birbirimizi uyarıyor, derslerimizde bu konu üzerinde duruyorduk. Hassasiyetimizin farkına varanların bizi takdir veya tenkitlerini umursamıyorduk. Bizler, yaşadığımız bu hayatta her şeyden önce Allah’a karşı sorumluyduk. Yaptıklarımızın veya yapmadıklarımızın hesabını vereceğimiz günün şiddetinden korkuyorduk. Birlik içinde hareket ettiğimizi görenler, hasetlerinden olsa gerek bizimle daha fazla ilgilenmeye, birliğimizi parçalamaya çalıştılar. Bunun bir nedeni de, artık diğer İslami Cemaatler için de rakip görülmeye başlanmış olmamızdan kaynaklanıyordu galiba.
Bizleri kendi saflarına katmak için bir yarışa girmiş gibi çabalayanlara kulak asmayışımız, Allah’ın üzerimizdeki rahmeti sayesindeydi. Tüm olumsuzluklarına rağmen onlara ne tavır aldık, ne de onları dışladık. Onları daha yakından tanımak ve yaptıkları bu bozgunculuğun nedenini öğrenmek istiyordum. Üniversite hayatındaki tecrübesizliğimizi gidermek ve daha iyi hizmet etmek için, başta bizim gibi hassasiyetleri olan İslami camiaları tanımak ve onların neden böyle davrandıklarını öğrenmenin daha faydalı olacağına inanıyordum. Bu fikrimi, okulda bizden sorumlu olan Ramazan abiyle paylaştım.
Ramazan abi, Edebiyat son sınıfta okuyordu. Bir seksen boylarında, esmer tenli, hafif şişman sayılabilecek bir fiziğe sahipti. Okuldaki tüm kardeşlerden kendisi sorumluydu. Muhammedi yapının fertleri tarafından saygı duyulan birisiydi. Derslerindeki başarısı, İslami hizmet işlerindeki başarısıyla paralellik arz ediyordu. Pratik, fikir üretmede mahir olduğu kadar, kendi sözlerini kardeşlere benimsetmesini de iyi biliyordu.
Ramazan abiyle fikrimi paylaşmamın ardından bana “Onlardan uzak dursan iyi olur. Ama illaki onları yakından tanımak istiyorum dersen o zaman onlarla biraz vakit geçirmen gerekecek. Bunda hala kararlıysan onlarla sohbet edip söyledikleriyle yaşantıların karşılaştır, anlattıkları İslami konuları irdele. O zaman göreceksin ki onlar suya sabuna dokunmayan “Kalbi temiz olanlar cennete girer” diye bir düşünceye sahip olduklarını görebilirsin. Sakın ola sohbetlerde onlarla tartışmaya girme. Bu hiç de iyi olmaz. Onların en büyük özelliklerinden biri de tartışmayı ve konuşmayı çok seviyor olmalarıdır. Vaktini onlara harcaman yerine, İslami hizmetlerini yerine getirip, bir insanın hidayetine vesile olman daha hayırlıdır” diye düşüncelerini benimle açıkça paylaştığı için ona minnettarım.
Ramazan abinin söylediklerinin doğruluğunu kabul edip, onları tanımakla harcayacağım zamanı düşününce boş bir uğraş olduğunu kabul ettim. Üniversite hayatı, tam bir mücadele ortamıydı. Bu ortama ayak uydurmak ve hizmetlerde bulunmak için boş vaktimiz yoktu.
Üniversitedeki diğer Cemaat mensuplarını zamanla tanıdıkça, nasıl itidalli bir anlayış içinde olduklarını daha iyi görebiliyorduk. Buna karşılık bazılarının, sırf kendi saflarına katılabilmemiz için diğer İslami grupları kötülemelerine bir türlü anlam veremiyorduk. Bunun şaşkınlığını her daim yaşıyorduk. Bunu öyle rahat bir şekilde yapıyorlardı ki, bilmeyen de diğer İslami grupların İslam düşmanı olduklarını zannederdi.
Oysa İslam’a düşmanlık edenlerin, ülkenin her yerinde olduğu gibi üniversitede de cirit attığını kendi gözleriyle gördükleri halde onları bırakıp, aynı gaye uğruna çalışan kardeşleriyle uğraşanların nasıl bir yanılgı içinde olduklarını bizzat gözlerimle görebiliyordum. Bu durum hepimizin yüreğini yakıyordu. İslam ümmetinin en büyük sorunlarından biri de buydu. En azından okulumuzda bu sorunun önüne geçebilmek için neler yapabileceğimizi arkadaşlarımızla konuşuyorduk. Maalesef bu konu hakkında elimizden hiçbir şeyin gelmediğini görmek çok acıydı.
Allah azze ve celle buyurduğu gibi “Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah'tan başka yardımcıları da yoktur”[8] diye haykıran ayeti her birimiz defalarca okumuşuzdur. Değişmek için ilkin bunu istemek gerektiğini bilmeyeniz yok gibiydi. Değişmek istemeyeni değiştirmek imkânsız gibi bir şeydi.
Bununla birlikte Ağabeylerimizin aldığı karar gereği, bu hataya düşmemek için her ne olursa olsun, hakkımızda her ne kadar olumsuz sözler sarf ederlerse etsinler, asla bir İslami bir camiaya mensup kardeşimizi kötülemeyecek ve arkalarından kötü söz söylemeyecektik. Diğer kardeşlerimizin düştüğü bu hataya düşmeyecektik. Enerjimizi, kardeşlerimizle uğraşmakla tüketmeyecektik. İşimiz, İslam’a düşmanlık edenlerleydi. İnsanların hidayet bulmaları için çalışacaktık. Hidayete tabi olanları kötülemekten imtina etmemiz özellikle isteniliyordu.
Kardeşlerimizle bir araya geldiğimiz her fırsatta, Risale-i Nur’dan dersler yapmaya devam ediyorduk. Özellikle de Üstad Bediüzzaman’ın İhlas Risalesine daha ağırlık vermeye başlamıştık. Neredeyse tüm derslerimizi Risalelerden yapıyorduk. Çağımızın sapık fikirlerine karşı verdiği cevaplar, onları susturmaya, iltizam etmeye yetiyordu. Son Risale dersimizde, okulda yaşadığımız ayrılıklara ışık tutan çok güzel bir konuyu işlemiştik. Ramazan abinin bu konuyu işlemesinin nedeni, üniversite hayatında İslami gruplar arasında gördüğümüz ayrılığa en güzel reçeteyi sunuyor oluşundan kaynaklanıyordu.
Şöyle başlıyordu Ustad Bediuzzaman:
“BİRİNCİ DÜSTURUNUZ
Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.
Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.
İKİNCİ DÜSTURUNUZ
Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir.
Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.
Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa'ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler.
Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.
İşte, ey Risale-i nur şakirtleri ve Kur'ân'ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hAdemeleriz. Elbette, dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz.
Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor.
Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.
ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ
Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz.
Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.
Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur. Çünkü yirmi yıldan fazla kendi memleketimde ve İstanbul'da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi sekiz yılda yüz derece fazla edildi. Hâlbuki kendi memleketimde ve İstanbul'da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi sekiz yıl sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine kat'iyen şüphem kalmadı.
Hem itiraf ediyorum ki, samimî ihlâsınızla, şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyâdan beni bir derece kurtardınız. İnşaallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız.
Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mucizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem'adaki şefkat tokatlarını tahattur ediniz.
Böyle mânevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz,
1 sırrıyla ihlâs-ı tâmmı kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ, en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü'mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer "Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim" arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir”[9] diye okuduğumuz İhlas Risalesini bundan öncede birkaç kez okuma fırsatı bulmuştum. Ama nedense üniversite hayatından sonra gördüklerimin ardından İhlas risalesindeki hakikatleri daha yeni anlamaya başlıyordum.
Üniversitedeki İslami gruplar birbirleriyle uğraşırken, İslam düşmanları kendi aralarındaki tüm ihtilafları bir kenara bırakıp birlikte hareket ediyorlardı. Bu durumu tersine çevirmemiz gerekiyordu. Bunun için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdık.
En büyük hedefimiz ise; İslam düşmanlarının, aralarındaki tüm ihtilafları bir kenara bıraktıklarını görmekten aciz olan İslami grup ve cemaat mensubu olan kardeşlerimizi bu gaflet uykusundan uyandırmaktı. Birlik ve beraberlik, İslami yapıların hakkı iken, ihtilaf içinde oluşumuzun muhasebesini yapmamız gerekiyordu. Ümmetin her taraftaki ihtilafları, üniversite hayatında da kendisini çok açık bir şekilde gösteriyordu. İslam ümmetinin üzerinde oynanan oyun, dünyanın her yanında aynıydı. Az çok herkes bu oyunun farkında olduğu halde, bunu bozmak ve İslam düşmanlarının hile ve oyunlarını akim bırakmak için hiçbir şey yapamıyorduk. Bir avuç kardeşimizle bu oyunu bozma noktasında çok zayıf kalıyorduk. Tek başımıza bu oyunu bozmaya gücümüzün yetmediğini bilsek de, bu uğurda çalışmaktan da geri durmayacaktık.
Diğer İslami grup ve cemaat mensubu kardeşlerimizle her fırsatta bir araya gelmek için okulda çeşitli etkinlikler düzenlemenin daha iyi olacağına karar verilmişti. Bunun için neler yapabileceğimizi istişare edip, üniversitede ne tür etkinlikler düzenlenebileceği hakkında fikirlerimizi beyan ediyorduk.
Üniversitenin konferans salonundan ve başka imkânlarından faydalanabilmek için, Ağabeylerimiz tarafından okulda dernek kurmamız istenilmişti. Yaptığımız istişare sonucu, kurmayı düşündüğümüz Kulübümüzün faaliyet alanını ve ismini belirledik. Ardından, “İslami Gençliğin Uyanışı Hareketi” adıyla kurduğumuz Kulübü Dekanlığa sunduk. Kulübümüzün amacını “Gençliği, bilgi ve eğitimle geleceğe hazırlamak, topluma faydalı nesiller yetiştirmek” olarak belirlenmişti. Dekanlık, Kulübümüzü içine sindiremese de buna onay vermek zorunda kaldı.
Kulüp kurmak sorun değildi. Asıl sorun, bu Kulübü işler hale getirmekti. Kuru bir isimden ibaret Kulübün ne bize ne de diğer kardeşlerimize bir faydası olurdu. Bu yüzden kurduğumuz Kulübü etkili kılmak için en kısa zamanda okulda bulunun İslami yapılarla bir araya gelmemizi sağlayacak olan bir konferans düzenlemeye karar verilmişti.
Aldığımız bu kararı, okuldaki diğer İslami yapılara mensup kardeşlerimize söylediğimizde, gördüğümüz tepki bizi şaşırtmakla kalmadı aynı zamanda üzdü de. Kardeşlerimiz, hakkımızda su-i zanda bulunarak yapacağımız konferansın İslam’a ve okuldaki İslami faaliyetlere hiçbir fayda getirmeyeceği gibi, zarar vereceğini söyleyip bu işten vazgeçmemizi istediler.
İslam Ümmetinin nasıl bir araya gelebileceği sorusuna verdikleri cevap ise daha hayret vericiydi. Şöyle diyorlardı “Bir araya gelmemize ne gerek var. Onların (diğer İslami grup ve cemaatlerin) itikatları bozuktur. Onlarla bir araya gelmekten ve onlarla birlikte hareket etmekten Allah’a sığınırız” kendi mensubu bulundukları yapı dışında neredeyse tüm yapıları ret ediyorlardı.
Koskoca üniversitede bizim dışımızdaki diğer Cemaatlere mensup kardeşlerimizden bazıları, İslam Ümmetinin birliğini istemiyormuş gibi bir tavır içine girmişlerdi. Oysa daha önce aramızda konuşurken, üzerinde önemle durulması gereken konunun “Vahdet ve birlik” olduğunu söylüyorlardı. Ancak bunun sadece lafta kaldığını, pratikte böyle bir endişelerinin olmadığını üzülerek görüyorduk.
Üniversitedeki hocaların birçoğu da fikir sahibiydi. Her hoca, kendi fikrine yakın bulduğu öğrencilere yardımcı olmak için ellerinden geleni yapıyordu. Bunu gizlemek gibi bir endişeleri de yoktu. Bu yüzden okuldaki bazı öğrenci hareketleri, özellikle de sol gruplara ait dernekler çok aktiflerdi. Okulun imkânlarını sonuna kadar kullanıyorlardı.
İslami yapıya mensup öğrenciler ise çok pasif kalmışlardı. Bizden önce kurulmuş olan, farklı İslami yapılara ait birkaç dernek olsa da bunların göstermelik olmaktan öteye bir fonksiyonları yok gibiydi. Sadece kendi mensuplarıyla bir araya geldikleri bir mekân olmaktan öteye geçmiyordu. Okul idaresi de, İslami grupların bu pasif durumundan memnun görünüyordu.
Artık bunu değiştirmenin zamanının geldiğine inanıyorduk. Muhammedi yapı olarak, Üniversitede daha etkili olmak için, okulda söz sahibi olmamız gerektiğini biliyorduk. Söz sahibi olmadığınız bir üniversitede, hiçbir etkinliğinize izin verilmediği gibi, öğrenciler üzerinde de hiçbir etkiniz olmazdı. Gurbetten gelen öğrencilerin birçoğunun aradıkları en önemli şeyin, kendilerini güvende hissedecekleri bir ortamda eğitimlerini tamamlamak olduğunu düşününce, okulda nasıl etkili olabiliriz diye düşünmeye başlamıştık. Üniversitedeki öğrencilerin bir şekilde varlığımızdan haberdar olmaları gerekiyordu. Bunu başarmanın tek yolu da, okulda yapılacak etkinliklerden geçtiği kesindi.
Okulda, İslami hassasiyete sahip hocalarımız da vardı. Özellikle de ilahiyat hocalarımız, kendi derslerinde İslam ümmetinin içinde bulunduğu durumu analiz edip, vahdetin ve birliğin nasıl sağlanacağı konusunda öğrencilerine anlattıkları, umut vericiydi. Bu hocalarımız, kampüste öğrencileriyle konuştukları zaman, İslam düşmanlığı güden öğrencilerin kafa karıştırıcı sorularla hocaların etrafındaki öğrencileri etkilemeye çalışmalarının da bir oyundan ibaret olduğunu anlamak hiç de zor değildi.
Hocalar, kendilerine sorulan sorulara verdikleri cevaplara karşı, ortalığı karıştırmak amacından başka bir gayesi olmayanlar, daha başka sorular sorup işi daha karmaşık bir hale sokmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. İslam Ümmetinin kendi içinde sürekli problem yaşadığı, İslami yapıların hep tefrika içinde olduğu, İslam’ın ana kaynağı olan Kur’an’ın hükümlerinin çok eskiye dayandığı gibi konular üzerinde durup, hocanın cevap vermesine fırsat vermeden başka sorulara geçmeleri, bunun bir oyun olduğunun en bariz deliliydi. Bu türden oyunlara sürekli maruz kalan hocalarımız, bu konuda çok aciz kalıyorlardı. Öğrencilerin sordukları her türlü sorulara cevap vermek zorunda olduklarını zannediyorlardı.
Gördüklerimiz bizim için çok güzel bir tecrübe olmanın yanı sıra, İslam düşmanlarının ne tür hile ve oyunlar çevirdiklerini görüp, onları tanıma fırsatımız oluyordu. Bu konuda kardeşlerimizle birlikte dersler çıkarıyorduk. Edindiğimizi bu tecrübeleri arkadaşlarımızla paylaşıp, İslam düşmanlarını ve onların oyunlarını çok iyi tanımalarını sağlıyorduk.
Okuldaki bazı öğrenciler, tüm gayretlerini İslami yapıya mensup kardeşlerimizi rencide etmeye sarf ettikleri halde, İslam düşmanlarına karşı ise süt dökmüş kediye dönüyorlardı. Okul bahçesinde, herkesin içinde hiçbir sebep yokken, sırf İslami bir yapıya mensup olduğu için kendisiyle dalga geçilen bir kardeşimizin, bu provokatörlere hiçbir cevap vermeden başını önüne eğip gittiğini gördüğümde, sinirden titremeye başlamıştım. Zillet İslam düşmanlarının hakkı iken, bugün İslami yapıya mensup olanlar zillette görünüyorlardı. Bu duruma o an müdahale etmek istesem de, Tarık kolumdan tutup beni oradan uzaklaştırdı. Neden böyle bir şey yaptığını sorduğumda ise “Zaten onların istedikleri de tam anlamıyla budur. Laf atan şahsın çevresinde, kendisini koruyan birçok arkadaşı var. Laf attıkları kardeşimizin cevap vermesi halinde onun üzerine çullanıp onu haşat etmek için ellerine bir bahane geçmiş olacak. Bu yüzden kendisine laf atılan kardeşlerimiz, onların hakaretlerine sessiz kalmayı tercih ediyor” ediyor diye hatırlatmada bulundu.
Sayımızın aslığından ve gücümüzün yetersizliğinden onlara hadlerini bildirmekten men edilmiştik. Gördüklerimiz karşısından elimizden geldiğince sabırlı olmamızı istiyorlardı. Bu çok zor olsa da bundan başka çaremiz yok gibi görünüyordu.
Henüz bizim saflarımızda yer alan kardeşlerimize yönelik böyle bir hakaret yapılmamıştı. Ama zamanla bizim kardeşlerimize çatacakları kesindi. Bizden öncedeki abilerimize de sataşmaktan kaçınan İslam düşmanlarının yaptıkları karşısında sessiz kalmayı kabullenemedim. Bu durumu Ağabeylerimize bildirip, zillet altında yaşamayı kabule etmediğimi bildirdim. Kısa bir süre sonra, Ramazan abiyi çağıran Ağabeylerimize okuldaki sor durum hakkında ondan bilgi alıp bundan sonra nasıl davranması gerektiği yönünden ona bazı talimatlar vermişlerdi.
Ramazan abi konu hakkında benimle konuşmak istediğini söyleyince çok utanmıştım. Okuldaki sorumlumuz olduğu için, fikrimi kendisiyle paylaşmadan direk Ağabeylerimize bildirmemin yanlış olduğunun farkına vardım. Ramazan abi, beni mahcup etmeden “Ağabeylerimize bildirdiğin konu hakkında neler yapabileceğimizi soruyorlar? Sence bu konuda nasıl davranmalıyız? İslam düşmanlarına karşı nasıl bir tavır sergilemeliyiz?” diye sorması üzerine, düşüncemi “Ey iman edenler! Sizden kim dininden irtidat ederse/dönerse, (bilsin ki) Allah, öyle bir kavim getirir ki, (Allah) onları sever, onlar da O'nu severler, Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise izzetli/şiddetlidirler. Allah yolunda cihat ederler ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah'ın bir lütfudur ki, onu dilediğine verir. Allah, (lütfu) geniş olandır, hakkıyla bilendir”[10] ayetini örnek göstererek düşüncemi onunla paylaştım. Bu ayette de bildirildiği gibi hareket etmekte fayda var. Hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeden, İslam düşmanlarının, İslami yapıya mensup kardeşlerimize yaptıkları onur kırıcı hareketlerine izin vermemeliyiz. Onlar her ne kadar bizi beğenmeseler de bizler kardeşiz. Hepimiz İslam çatısı altında bir bütünüz, kardeşleriz. İslam’ın izzet ve onurunu temsil ediyoruz. İslam düşmanlarının okulda güçlü olduğunu biliyorum. Ama asıl güç kuvvet, Allah’a aittir. O dilerse eğer “Hâlbuki asıl üstünlük, ancak Allah'ın, Peygamberinin ve müminlerindir”[11] ayetindeki gibi, inananları da üstün kılmaya Kadir’dir” diye ne düşündüğümü açıkça ifade ettim.
Ramazan abi, bu durumu okuldaki tüm kardeşlerimizle de konuştuktan sonra bir karara varacağını söyledi. İslami bir yapıya mensup olarak, onurumuz ve izzetimiz için ölmeye hazırdık. Birkaç gün sonra Ramazan abi okulda sadece birkaç arkadaşın olduğu bir ders yapmak için bizi davet etti. Bu derste Faruk, Tarık, Halil ve ben bulunuyorduk. Ramazan abi, okuldaki İslam düşmanlarının İslami yapıya mensup kardeşlerimize yaptıklarını kısaca hatırlattıktan sonra, bu konuda neler yapabileceğimizi konuşmak için toplandığımızı söyledi. Sonra da bizden düşüncelerimizi sordu.
Faruk “Bize veya diğer kardeşlerimize yapılan her türlü hakaret ve saldırılara misliyle cevap verelim” diye öneride bulundu.
“Bence Faruk’un dediği, yerinde bir tespittir. Ama bu yeterli olmaz. Bana kalırsa bu konuda acele etmeyelim. Bir işe başlarsak bunun arkasını getirmek zorundayız. Aksi halde faydasından ziyade zararını görürüz. Şu ana kadar okulda bize yönelik hiçbir saldırıları olmadı. Tabi bu, olmayacağı anlamına gelmiyor. Bizim önceliğimiz, kardeşlerimizin muhafazası olsun. Diğer İslami yapılara mensup kardeşlerimize sataşanlara karşı da, kardeşlerimizin yanında olduğumuzu gösterelim. Onlara ilişmek isteyenler, onlarla birlikte olduğumuzu bilseler belki onlara da sataşmaktan vazgeçerler. Şayet olur da vazgeçmezlerse o zaman kardeşlerimizi koruduğumuz gibi, diğer İslami yapılara mensup olan kardeşlerimizi de korumamız gerekecek. Bunun için de her şeye hazırlıklı olmamız gerekir. Başta, İslam düşmanlarına karşı koyabilecek gücümüzün olup olmadığını bilmemiz lazım. Bir yola koyulduktan sonra geri dönüşümüz olmaz. Bu arada boş kalmayıp, okuldaki diğer İslam düşmanlarının oyun ve hilelerine karşı neler yapabileceğimiz konusunda hazırlık yapmamız gerekiyor. Onlar hakkında her türlü istihbari bilgiyi edinmeliyiz. Yaşadıkları yerleri, öğrenci evlerini ve örgüt evlerini tespit edebildiklerimizi tespit edelim” diye ben de kendi önerimi sundum.
Ramazan abi, konuştuklarımızı Ağabeylerimize bildirip, onların kararından sonra tekrar bir araya gelip daha detaylı konuşacağımızı söyledikten sonra ayrıldık. Ramazan abi ayrılmadan, son olarak yapılacak her türlü hazırlık için organize olmamızı istedi. Okulda bir güç olarak ortaya çıkacağımız zaman, bize karşı olanların çok olacağını bildiğimizden, buna hazırlıklı olmak için okuldaki tüm kardeşlerimizle, İslam düşmanlarının tüm hareketlerini daha yakından incelemeye başladık. Yaptıkları çalışmaları ve zayıf yönlerini belirleme fırsatımız oldu. Şayet olur da bize karşı saldırı yaparlarsa, bu saldırılara karşı yapılacak karşı saldırılar içinde hazırlıklı olmak için tedbirler alıyorduk. Tüm bu işler için Ramazan abi beni görevlendirmişti. Hazırlığımızı tamamlamak adına derslerimi kısa bir süreliğine askıya alıp, bu işi bir an önce tamamlamak istiyordum. Ağabeylerimizden bir cevap gelmeden önce her şey hazır olmalıydı.
Okuldaki İslam düşmanlarının bu zamana kadar bize ilişmemelerinin tek sebebi, bizim bu şehrin çocukları olduğumuzdandı. Saldırıp sataştıkları öğrenciler, daha çok güçsüz olduklarını bildikleri dindar kimselerdi. Yine de kim olursa olsun hiç kimseyle sorun yaşamak istemiyorduk. İstediğimiz en son şey, şiddetti. Şiddetten kaçınmak için elimizden geleni yapıyorduk. Bizim tek derdimiz İslami yapıya mensup kardeşlerimizin izzet ve onuruydu. Onları korumamız için ne yapmamız gerekiyorsa yapmak için de her şeyi göze alıyorduk. Mecbur kalmadığımız sürece şiddete başvurmamaya kararlıydık.
Okuldaki diğer kardeşlerimizle birlikte hareket edebilseydik, her şey daha farklı olurdu. Bunun farkındaydık. Ama diğer kardeşlerimizin bakış acıları çok farklıydı. Onların tek dertleri, bir an önce sorunsuz bir şekilde okullarını bitirmekti. Okullarını okumak ve bitirmek için her türlü hakarete bile razı oluyorlardı. Mensubu oldukları İslam’ın bile hakaretlere mahsur kalması, onlar için bir anlam ifade etmiyordu. Bu durumda tüm sorumluluk bize kalıyordu. Bir fert olarak belki de bu kardeşlerimiz buna değmezdi ama mensubu oldukları İslam’ın hakaretlere mahsur kalmasına seyirci kalamazdık. Bu bize yakışmazdı.
Ağabeylerimizin emriyle, okuldaki İslami yapıya mensup kardeşlerimizle tekrar bir araya gelip en azından hakarete uğrayan kardeşlerimizi savunmak için birlikte hareket etmek adına bir araya gelmeyi teklif etmemize rağmen, hiçbir kardeşimiz buna yanaşmadı. Her defasında olduğu gibi yine birbirlerini suçlayıp, suçu birbirlerinin üzerine atarak bu işten sıyrılmaya çalıştılar. Onlara Üstad Bediüzzaman’ın şu misalini getirdim; “Medar-i ibret bir hikâye: Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi.
İşte, ey mü'minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kalen, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl.”[12] Üstat’tan getirdiğim bu misal, bazı kardeşlerimizin aklına yattı. Haklı olduğumuzu bilen kardeşlerimiz bize teveccüh etmeye çalıştılarsa da, yanlarında bulunan “Abi” dedikleri şahıslar onlara engel oluyorlardı.
Kardeşlerimizle ne zaman bir araya gelsek hep aynı sorunla karşılaşıyorduk. Birbirlerini tenkit ve tekfirden geri kalmayan kardeşlerimize sürekli olarak, “Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, ‘Mesleğim haktır veya daha güzeldir’ demeye hakkın var. Fakat ‘Yalnız hak benim mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur”[13] sözünü onlara hatırlatmama rağmen onlarda değişen bir şey olmadı. Sanki bu sözü bir başkasına söylemişim gibi beni dinledikten sonra birbirlerini suçlamaya devam ettiler.
Ağabeylerimizin verdiği karara göre, bundan böyle okulda İslam’ın izzeti için artık “Güç olma” konusunda bize izin verilmişti. Ve Muhammedi yapı olarak arkamızda duracaklarını bildirmişlerdi.
Ramazan abi okuldaki kardeşlerimizi bir araya toplayıp “Artık yeni bir sürecin içine giriyoruz. Bundan böyle okulda İslam düşmanlarının hangi İslami grup veya cemaate mensup olursa olsun onların onurlarıyla oynamasına müsaade etmeyeceğiz. Hangi yapı veya cemaatin mensubu olursa olsun tüm İslami gruplardaki kardeşlerimizi, mensubu olduğumuz Muhammedi yapıya mensup kardeşlerimizi koruduğumuz gibi onları da koruyacağız. Bunun için ne yapılması gerekiyorsa yapılacak. Gerekirse güç kullanmaktan da çekinmeyeceğiz. Bundan böyle bu işlerle de Muhammed ilgilenecek. Bir sorun olduğu zaman kendisine danışın. Ondan izinsiz ve habersiz bir şey yapmamaya gayret edin” diye sözlerini sonlandırdığında beni işaret etmesi üzerine gözler üzerime çevrilmişti. Okulda yeni olmama rağmen üzerime ağır bir yük yüklenmişti. Bunun geleceğe yönelik bir adım olduğunu daha sonra Ramazan bana açıklayacaktı.
Okulda yapılacak olan bir konferans, üniversitedeki tüm herkese “Bundan böyle bu okulda Muhammediler olarak bizler de varız” demek olacaktı. Konferans için Dekanlıktan izin almamız gerektiğinden, bir dilekçeyle başvuruda bulunduk. Rektörlük her ne kadar okulun konferans salonunda bize izin vermek istemese de sonuçta yaptığımız şey yasal olduğundan bize izin vermek zorundaydı. Ancak istenilen izni bize vermek istemeyen rektörlük, talebimizi değerlendirdikten sonra cevap vereceklerini söylemeleri üzerine konferans umudumuz solmaya başladı. Hepimizde rektörlüğün okulun konferans salonunu kullanmamıza izin vermeyeceği kanaati oluşmuştu. Buna rağmen, aldığımız kararı uygulamamız gerektiğini düşünüyorduk. Bu yapacağımız ilk konferanstan vazgeçersek, bundan böyle okulda hiçbir etkinliğimiz için izin alamazdık. Bu nedenle ne yapıp edip bu konferansı yapmalıydık.
Kardeşlerimizle her ihtimali değerlendirmeye başladık. Konferans için izin verilmediği takdirde neler yapabileceğimizi konuştuk. Ortak fikrimiz, bu konferansın yapılmasıydı. Dolayısıyla Rektörlük izin vermediği takdirde, gerekirse izinsiz de olsa bu konferansı yapacaktık. Bunun için, konferans salonunu kullandırmadıkları takdirde, okuldaki diğer tüm İslam düşmanlarına meydan okurcasına bu konferansı okul bahçesinde gerçekleştirme yönünde görüş bildirdim. Her şey için hazırlıklı olmaya çalışıyorduk. Son durumu değerlendirmek için Ramazan abi, üniversitedeki birçok arkadaşa Yahya’nın evinde bir araya gelmek için randevu vermişti. Yahya’nın evinde sekiz kişi bir araya geldikten sonra Ramazan abi neden toplandığımızı bize açıklamak için;
“Okulda yapmayı düşündüğümüz konferans için büyük bir ihtimalle Rektörlük bize izin vermeyeceğe benziyor. Bu durumda aldığımız kararı uygulayabilmek için okul bahçesinde miting havasında konferansımızı yapabiliriz. Bunun birçok sıkıntısı olacak. Bu sıkıntıları aşabilmek için şimdiden hazırlıklı olmalıyız. Yasadışı hiçbir şey yaşanmaması için, kardeşlerin yanlış bir şey yapmalarına engel olun. Bu durumda bundan böyle konferans için okul bahçesinde yapılacakmış gibi hazırlık yapmamız da gerekiyor. Bu işle Muhammed kardeşimiz görevlidir. Onun size vereceği görevleri yerine getirmede gevşeklik yapmayın. Bu konferans bizim için çok önemlidir. Okulda yeni bir döneme giriyoruz. Bu dönemden sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Konferansı yapmayı başarabildiğimiz takdirde, bu durumdan hoşlanmayan çok kişi olacağı kesindir. O yüzden kardeşlerin her konuda hazırlıklı olmalarını istiyoruz.
Muhammed, bu konuda bir çalışma yapacaktın ne oldu?” diye sordu.
“Okuldaki İslam düşmanlarını uzun bir süreden beri takip ediyoruz. Onların aralarındaki bağı ve İslami yapılar arasına sokmaya çalıştıkları hile ve tuzaklarını öğrendik. Zayıf yönlerini tespit edip, çalışma metotları hakkında bilgi sahibi olduk. Olur da bize karşı bir saldırı olursa, biz de buna karşılık verebilecek şekilde hazır durumdayız. Okuldaki öğrencileri idare edenlerin yaşadıkları yerleri ve öğrenci evlerini tespit etmeyi başardık. Bazı kardeşlerimizi, okuldaki İslam düşmanlarını takip etmeleri için görevlendirdim. Okulda bir kavga veya sataşma olduğu takdirde bu kardeşler müdahale edecekler,” diye yaptığım hazırlıkları anlattım.
“Çok güzel, Allah razı olsun. Bu konuda bizden de yardım isteyebilirsin” diyen Ramazan abi aslında her bir kardeşin üzerine ağır sorumluluk alması gerektiğini ifade etmiş oldu.
Okuldaki tüm arkadaşlarımızın sayısı şimdilik yirmi altı kişiydi. Bunlardan sadece altısı bayandı. Bayanların çalışmalarında bir sorun yoktu. Onlara karşı hiçbir olumsuz durum söz konusu değildi. Bazı arkadaşlarımı gruplar halinde organize etmiştim. Herkese belirli görevler verilmişti. Bunu yapmayı, Ramazan abiden öğrenmiştim. Onunla birlikte bir araya geldiğimiz zamanlarda, kardeşlerimizden kimin hangi görev ve sorumluğu yapabileceğini konuşup, görev taksimi yapıyorduk. Ramazan abinin beni eğittiğinin farkındaydım. Her ne kadar bunu açıkça söylemese de bu, onunla sık sık bir araya gelip teşkilatlanmayla ilgili bana bir şeyler öğretmesinden belli oluyordu. Bu durumdan şikâyetçi olmadığım gibi, İslam için bir şeyler yapma adına hoşuma gittiğini bile söyleye bilirim.
Ramazan abi konuşmasına kaldığı yerden devam edebilmek adına;
“Aldığımız konferans kararımız, başta üniversite yönetimi olmak üzere, karşıt görüşlü öğrencileri ve hatta diğer İslami gruptaki kardeşlerimizi de rahatsız etmektedir. Her birinin kendine göre bir amacı ve bahanesi vardır. İslami gruptaki kardeşlerimiz, yapacağımız bu konferansa destek vermemekle birlikte, bu konferansın İslam’a zarar vereceğini söylüyorlar. Bu konferansla, İslam düşmanlarının hepimizi hedef tahtasına oturtacaklarından korktuklarını söylüyorlar. Ama asıl korkuları, bunun ucunun kendilerine de dokunma ihtimalidir.
Üniversite yönetimi ise yapılacak konferansla, kampüste Muhammedi yapının sesi bundan böyle daha gür çıkmasından korkuyor. Okullarında yapılacak İslami bir konferans nedeniyle haklarında irtica faaliyetine izin verdikleri gerekçesiyle soruşturma açılmasından çekindiklerini söylüyorlar.
Diğer gruplar ise; okulda İslami çalışlamaların varlığına bile tahammül edemezken, şimdi de bu konferansla okulda güçlü duruma gelmemizden korktukları için bu konferansa izin vermeyeceklerini söyleyip tehditler savuruyorlar.
Bizim tek gayretimiz, Rabbimizin Rızasıdır. İslam’ın yayılmasından ve insanların hidayetinden başka bir amacımızın olmadığını en iyi bilen Allah’tır. Allah’ı razı etme noktasında hiç kimsenin itirazını ve kınamasını dikkate almaya niyetimiz yoktur. Bu yüzden ne olursa olsun bu konferansın yapılmasını önemsiyoruz. En son Faruk’la birlikte rektörle konuştuğumuzda edindiğimiz izlenim şudur: Üniversite yönetimi, konferans salonunu kullanmamıza izin vermeyeceğe benziyor. Gerekçe olarak da, yapılan konferansın İrticai faaliyet olduğunu öne sürüyorlar. Biz de bu ihtimale karşı, bu konferansı gerekirse kampüsün bahçesinde gerçekleştirmeyi düşündüğümüzü kendilerine ilettik. Bu durumda, önümüze bir dizi başka sorunlar çıkıyor.
Her şeyden önce izinsiz bir konferans olduğu için, izinsiz gösteri kapsamına giriyor. Bu durumda da polisin müdahale etmesi kaçınılmaz görünüyor. Bu konuda sizlerin de fikrini almak için buradayız. Herkes kendi düşüncesini paylaşsın istiyorum” diyerek sözü bize bıraktı.
Edebiyat bölümünde okuyan Cemil “Okul idaresi bize izin vermiyorsa, biz de bu durumu YÖK’e (Yüksek Öğretim Kurumu) bildirelim. Okulda yaşanan bu durumu ve adaletsizliği dile getirelim” diye ilk öneri verdi.
Tarih bölümünde okuyan Şahin söz almak için müsaade istedi. Şahin’le lise yıllarında tanışmıştık. O günden sonra Tarık’ın bulunduğu camiye gitmeye devam edip, Muhammedi yapının saflarında yerini almıştı. Şahin’in en büyük özelliği, cesaretiydi. Okuldaki en cesaretli kişilerdendi. İslami hizmetlerde yerini almasının ardından cesareti daha da artmıştı.
“Her üniversite kendi içinde bir özerkliğe sahiptir. Yapacağımız konferansa izin verip vermeme rektöre aittir. Şayet bu işi YÖK’e bildirmeye kalkarsak ve YÖK bize izin vermezse o zaman daha da zor bir duruma düşeriz. YÖK’ün de konferansımıza izin vermeyeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Yapacağımız bu hareket, okul idaresinin elini güçlendirmekten başka bir işe yaramaz. Konferansı yapmak istiyorsak ya okul idaresinden izin alır, okulun konferans salonunda yaparız ya da okul bahçesinde izinsiz yaparız” diyerek Cemil verdiği önerinin tehlikeli olduğun açıkladı.
Hukuk’ta okuyan Kemal’in ne diyeceğini hepimiz merak ediyorduk. Kemal, Faruk’la birlikte camide Kur’an dersi veriyordu. Aralarında gelişen dostlukları, onları birlikte aynı okulda hizmet saflarında mücadele vermede bir araya getirmişti. Gösterdiği başarılar sayesinde birçok kardeşimizin İslami hizmette yerlerini almalarına vesile olmuştu. Kemal’in hitabeti ve meselelere mantıklı yaklaşımı, onun öne çıkan özelliklerindendi.
“Konferansı okul bahçesinde yaparsak, polis baskını neredeyse kaçınılmaz olur. Okul idaresi polisten müdahale etmesini isterse, polis buna mecbur kalır. Bu durumda ne yapacağımızı da konuşmamız gerek” diyerek işin bir başka boyutunu bizlere hatırlattı.
“Böyle bir durumda sen bize ne önerirsin” diye sordu Ramazan abi.
“Her şeyden önce, yapacağımız konferans gayri resmi olduğu için bunu izinsiz bir gösteri veya miting olarak gösterecekler. Polislerin miting ve gösterilere nasıl müdahale ettiğini hepimiz biliyoruz. Okul bahçesini savaş alanına çevirirler. Bizim, diğer gruplardan farkımız olmalı. Yapacağımız faaliyet ne olursa olsun, İslami adap ve kuralları gözetmede hassasiyet göstermeliyiz. Yıkıcı ve tahrip edici hareketlerden kaçınmalıyız. Polis müdahale etmeden önce, amirleri elinde megafonla bizim dağılmamız için anons edecektir. Bu durumda polis Müdürüyle konuşup, amacımızı ona anlatacak bir sözcümüzün olması gerek. Bu sözcü dışında hiçbir arkadaşımız kendi kafasına göre hareket etmemeli. Yapılacak en küçük bir yanlış hareket, polis için müdahale demek olabilir” diyerek yaptığım görevlendirmelerde eksik yanımı göstermiş oldu. Polisle konuşacak bir sözcü aklıma gelmemişti. Kemal’in hatırlatmasıyla aklıma bu işi en güzel bir şekilde yapabilecek tek kişi olarak yine Kemal geliyordu. Merak ettiğim bir şeyi sormadan edemedim.
“Polisin bizi dinleyip izin vereceğini düşünüyor musun? diye sordum.
“Olur da polis bize izin vermezse ki büyük ihtimalle de vermeyecek o zaman yapılacak tek şey, basın açıklaması yapıp dağılmak olacaktır. Bu basın açıklaması için de okunacak metin ve okuyacak kardeşimiz önceden hazırlanmalı ki böyle bir şeyle karşılaşırsak hazırlıklı olmamızda fayda var” diyerek bu işin üzerinde kafa yorduğu belli oluyordu.
Kemal’in söylediklerine hepimiz katılıyorduk. Ramazan abi bu işi için birini görevlendirmemi söyleyince hiç tereddüt etmeden Kemal’i gösterdim. Söyledikleri işleri üstlenmesini ve bizim sözcümüz olmasını rica ettiğimde başta Ramazan abi ve diğer arkadaşlar bunda isabetli olduğumu ifade eden bakışlarıyla Kemal’den bu görevi kabul etmesini istediler. Kemal bu görevi kabul edince, konuşmamıza devam ettik.
Ramazan abi son olarak “Kemal dışında hiçbir arkadaşımız polislerle konuşmasın. Kemal’in belirlediği arkadaşlar dışında kimse kendi kafasına göre davranmasın. Provokasyon yapmak isteyenlere malzeme vermeyelim. Herkes bu konuda birbirine yardımcı olsun” diyerek hatırlatmada bulundu. Onun da bu konu da kararlı olması üzerimizde olumlu bir etki bıraktığı kesindi.
Tıp’ta okuyan Mehmet konuşmak için söz aldı. Mehmet, ortaokul ve liseyi birlikte okuduğumuz bir arkadaşımızdı. Camiye başladığında ortaokul son sınıf öğrencisiydi. Kur’an dersini Faruk’tan almıştı. Kur’an’ı bitirdikten sonra da Muhammedi safta kendi yerini almıştı. Ortaokulu ve liseyi birincilikle bitirmişti. Derslerinin yanı sıra hizmetten de geri kalmamaya çalışıyordu.
“Anlaşılan konferansı okul bahçesinde yapacağımız şekilde program yapıyoruz. Okul bahçesinde yapılacak bir konferansın daha etkili olabilmesi için kalabalık olmak gerek. Bizim okuldaki sayımız belli. En fazla bir o kadar daha bize katılımın olduğunu düşünsek bile bu sayı yeterli olmayacaktır. Kimse böyle bir mitinge rağbet etmez. Bunun için okul dışından da insanların katılmasını sağlamalıyız. Gerekirse billboardlara afişler asmak suretiyle insanların katılımını sağlayabiliriz. El ilanları ve tanıdıkları davet etmek de bir başka alternatiftir. Sayımızın kalabalık olması için ne gerekiyorsa yapmalıyız. Bu bir konferanstan daha ziyade bir boy gösterisidir. Okuldaki İslami yapıların ve özellikle Muhammedi yapının heybetine yakışır bir konferans olmayacaksa bu konferansı yapmak boşuna olur” dediğinde ona hak vermemek olmazdı. İstişarenin neden önemli olduğunu bir kez daha görüp yaşıyordum. Sıradan bir konferans kararı almıştık. Şimdi ise bu iş başka mecralara kaymıştı. Niyetimiz okulda varlığımızı hissettirmek adına İslami gruplarla bir araya gelmekti. Oysa şimdi yapılan konuşmalarda ortaya çıkan şey bambaşka şeylerdi. Ölüm kalım meselesi kadar ciddi bir organizasyon yapıyorduk.
Hukuk’ta okuyan bir diğer arkadaşımız Deniz hala sessizliğini koruyordu. Ramazan abi ona ne düşündüğünü sormasaydı belki de hiç konuşmayacaktı. Deniz’le lise birinci sınıftayken, Kur’an dersi için camiye geldiği zaman tanışmıştık. Bizimle yaşıttı, yalnız bizim okulda değil de Ziya Gökalp Lisesinde okuyordu. Kur’an dersinden sonrada camiye gelmeye devam etti. Çok güzel bir Kur’an tilaveti vardı. Bu nedenle başka bir camide ders vermesini İsteyen Ağabeylerimizin bu isteğini severek kabul etmişti. İslam’a gönülden bağlı oluşunun yanı sıra her türlü fedakârlığı yapan takva sahibi bir kardeşimizdi.
“Konferans için bir konuşmacıya ihtiyacımız olacak. Bu konuşmacının, toplum tarafından tanınan biri olması katılımcı sayısının artırır. Hatta mümkünse bu konuşmacı, İlahiyat hocalarından biri olursa daha da iyi olur” dedi.
İlahiyat bölümünde okuyan Nizam Ramazan abinin okuldaki yardımcısıydı. Okuldaki birçok kimseyi hatta hocaları dahi yakından tanırdı. Onlar hakkında bildiği şeylerin çok azını biz biliyorduk. O kadar bilgiyi nasıl elde ettiği ise kendisine has yöntemlerle olduğunu bilmeyen yoktu. En az Ramazan abi kadar ona da saygıda kusur etmiyorduk. “İlahiyat hocalarından hiçbiri bizim konferansımıza katılmaz” diyerek Deniz’in verdiği öneriyi gerçekleştirmenin zorluğundan dem vurdu.
“İlahiyat hocalarından birinin katılması şart değil. Okulumuzdaki ilahiyat hocalarına gitmeden başka bir hocaya gidersek hocalarımız ‘Keşke konuşmacı olarak bize gelseydiniz’ diye sitem edebilirler. Her ne kadar ilahiyat hocalarımızın katılacağını tahmin etmesek de, yine de onlara konuşmacı olmaları için teklif götürmeliyiz. Onlar kabul etmedikten sonra dışardan bir hocayı bulmamız daha isabetli olur diye düşünüyorum” dedi.
Ramazan abi “Güzle bir fikir, bu işi Muhammed hal eder” diyerek bana döndü. İyi de nasıl hal edeceğimi de keşke söyleseydi diye içimden geçiriyorum.
Fizik bölümünden Yıldırım “Konferansta konuşulacak bir konu belirlememiz gerek. Eğer uygun görürseniz bu zamanda İslam Ümmetinin en çok ihtiyaç hissettiği “İslam Ümmetinin Vahdeti” konusu işlense iyi olur” diye düşünüyorum.
Yıldırım’ın fikrine herkes olur diye mırıldanınca, Ramazan abinin “Olur” demesiyle konferansın konusu da belirlenmiş oldu. Eksik bıraktığımız bir şey olup olmadığını soran Ramazan abiye, şimdilik her şeyin tamam olduğunu söylediğimde Ramazan abi istişarede alın kararları not aldığı kâğıda bakarak ortaya çıkan yeni görevleri ve onlardan sorumlu olanları bir daha hatırlatmak adına,
*Konferansın konusu, “İslam Ümmetinin Vahdetidir.”
*Konuşmacı olarak toplumda tanının birini bulma görevi Muhammed’de olacak.
*Şayet olur da bu konferansı okul bahçesinde yapmak zorunda kalırsak, polis müdahalesine karşı gerekli önlemler yine Muhammed tarafından belirlenen arkadaşlar tarafından yerine getirilecektir.
*Kemal kardeşimiz, bizim sözcümüz ve aynı zamanda konferansın yapılmasına izin verilmemesi halinde basın bildirisini hazırlayıp okuyacak kardeşimizdir.
*Konferans için ilanlara ihtiyaç olursa bunu da Muhammed’in belirlediği arkadaşlar yapacak.
Gerekirse katılımı artırmak için billboardlara veya uygun olan diğer metotlara da başvurabilirsiniz. Ben de bu durumu Ağabeylerimize bildirip, arkadaşlarımızdan uygun olanların bu konferansa katılmasını rica edeceğim.
Konferansın en geç on beş gün içinde yapılacağı şeklinde program yapmıştık. Tüm hazırlığımızı bu tarihe göre yapamaya devam ediyoruz” diyerek sözü noktaladı.
Okul idaresinde konferans salonunu kullanmamıza izin çıkmamıştı. Tüm ısrarlarımıza rağmen bir türlü izin almayı başaramadık. Bunu daha önce hesap ettiğimizden, hiç vakit kaybetmeden okul bahçesinde konferansı yapmak için harekete geçtik.
Ertesi gün hiç vakit kaybetmeden Nizam’la birlikte konferansta konuşmacı olmaları için İlahiyat hocalarını ziyaret etmeye karar verdik. Bu hocalardan birinin konferansımıza konuşmacı olarak katılmasını umuyorduk. İlk olarak ziyaret edeceğimiz hoca, Dinler Tarihi bölüm hocası Dr. Şevket Yıldız’dı. Şevket Yıldız hoca ellili yaşlarda, saçlarına aklar düşmüş, kısa boylu ve hafif şişman babacan birisiydi. Bizim teklifimize olumlu bakacağını umuyorduk. Dinler tarihi dersinde en fazla üzerinde durduğu nokta, İslam dininin diğer dinlere olan üstünlüğüydü. Bu üstünlüğün tam olarak anlatılmadığını söyleyip duruyordu. Böyle bir konferansın ilgisini çekeceğini düşünüyorduk. Hocayı, sabah erken dersler başlamadan odasında ziyaret ettik. Odasının kapısını çaldığımızda “Girin” deyince odaya girdik. Nizam’la birlikte içeri girdiğimi gören Hoca yerinden kalkıp bizi karşılamak için yanımıza geldi. Bize oturacağımız yeri gösterdikten sonra hal hatırımızı sordu. Geliş nedenimizi sorması üzerine söze ben girdim;
“Hocam bir konu hakkında sizin yardımınıza ihtiyacımız var. Okuldaki Kulübümüz olan “İslami Gençliğin Uyanışı Hareketi” olarak bir konferans düzenlemeye karar verdik. “İslam Ümmetinin Vahdeti” adlı bir konuşma yapmanız için konferansa konuşmacı olarak katılmanızı rica ediyoruz” dediğimde gözlerinde gördüğüm şey şaşkınlıkla birlikte sevinç vardı. Bir an bu teklifimizi kabul edecek zannettim.
“Aferin size. Gerçekten de güzel bir şey düşünmüşsünüz. Peki, bu konferansı nerede yapmayı düşünüyorsunuz?”
“Rektörlükten okulun konferans salonunu kullanmak için izin istedik. Ama rektörlük bize izin vermeye yanaşmadı. Bizler de bu durumda konferansı okul bahçesinde yapmayı düşünüyoruz” değimde yüzendeki sevinç kayboldu.
“Bakın gençler! Düşündüğünüz şey gerçekten de çok güzel. Ama rektörlük, konferans salonu için size izin vermedi diye okul bahçesinde konferans düzenlemeniz yasal değil bunu biliyorsunuz değil mi” diye sorduğunda konuşmacı olacağı bir konferansı kaçırdığı için üzülen bir ifadeyle söylemişti sözlerini.
“Hocam, bunu biliyoruz. Fakat rektörlük bize bilerek sorun çıkarıyor. Eğer bu konuda siz bize yardımcı olursanız, rektörlük konferans salonunu kullanmamız için bize izin verebilir” diye öneride bulundu Nizam.
“Rektörlük ne diye konferans salonu için size izin vermiyor?”
“Yapacağımız konferansın ‘İrticai faaliyet’ olduğunu düşünüyor. Bu yüzden haklarında soruşturma açılmasından korkuyorlarmış” dediğimde hocanın da korktuğunu anladım.
“Tabi ki size yardımcı olmak isterim. Ama biliyorsunuz ben de sadece bir öğretim görevlisiyim. Eğer konferans salonu için size izin verilmemişse, konferansınıza katıldığım takdirde benim de hakkımda soruşturma açarlar. Kusura bakmayın, bu durumda size yardımcı olamam. Bence siz de aldığınız bu kararı bir kez daha gözden geçirin” diyerek teklifimizi ret etti.
Her ne kadar böyle bir sonucu beklesek de, Hocadan aldığımız cevap umutlarımızı kırmıştı. Nizam’la birlikte kantine indiğimizde tek başına oturmuş, önündeki kitaplara göz atan, İslam Hukuku Profesörü Dr. Abdülcelil Kaya hocayı gördük. Hocanın yanına gidip gitmemekte tereddüt ettik. Birazdan dersler başlayacağı için konuşmak için pek uygun bir vakit görünmüyordu. Nizam’ın ısrarıyla Hoca’nın yanına gidip kendisine selam verdik. Müsait olup olmadığını sorduktan sonra, bize oturmamızı söyleyen Hocamızın masasına oturduk. Bize çay ısmarlamak istediyse de buna vaktimizin olmadığını, bir konu hakkında kendisiyle konuşmak istediğimizi söyleyince “Buyurun sizi dinliyorum” dedi.
“Hocam, okuldaki Kulübümüzün düzenleyeceği konferansa konuşmacı olarak katılmanızı rica etmeye geldik” dediğimde yüzündeki sevinç ifadelerine bu sefer kanmadım. Bunun da birazdan solacak bir şey olduğunu tahmin etmem zor olmadı.
“Konferansın konusu nedir?” diye sordu Hocamız.
“İslam Ümmetinin Vahdeti”
“Güzel, peki konferans nerede ve ne zaman olacak?”
“Aslına bakarsanız asıl sorunumuz da buradan itibaren başlıyor. Konferansı, okulun konferans salonunda yapmayı düşünüyorduk. Yalnız rektörlük bizim bu talebimize olumlu bir cevap vermedi. Bu yüzden okul bahçesinde yapmayı düşünüyoruz” dediğimde az önce yaşadığımız bir şeyi tekrar yaşıyormuşuz gibi hissettim.
“Okul idaresi neden size izin vermedi?”
“Yapacağımız konferansın ‘İrticai faaliyet’ olduğunu söylüyorlar. Her ne kadar bunun böyle olmadığını söylesek de Rektörlüğü ikna edemedik. Okulda İslami Konferans dışında, yapılan her türlü konferansa hiç itiraz etmeden izin veren rektörlük, bize izin vermekten korktuğunu söylüyor” diye açıklamada bulundum. Nedense “İrtica” kelimesini duyan Hocalarımızda bir ürperti başlıyordu. Bu ürperti korkudan mı yoksa başka bir şey yüzünden mi tam olarak anlayamadım.
“Rektörlüğün size izin vermemesi aynı zamanda yapacağınız konferansın yasal olmayacağı anlamına da geliyor biliyorsunuz değil mi?” dediğinde ise arkasının nasıl geleceğini bilmek hiç zor değildi.
“Bunu da düşündük Hocam. Buna göre hazırlıklarımızı yapıyoruz. Amacımız izinsiz gösteri yapmak değil. Buna mecbur bırakıldık. Her ne olursa olsun bu konferansı yapacağız” diyerek kararlı olduğumuzu göstermek istedim. Belki onun da bizim kadar kararlı olmasını umarak.
“Aferin size. Vazgeçmeyin. Siz ne kadar kararlı olursanız, o kadar çok başarılı olursunuz. Konferans ne zaman?” diye sorduğunda duyduklarıma inanamamıştım. Bir an için içimde yeşeren umutlar yüzümde güller açmasına vesile olmuştu.
“Tam olarak günü belli olmasa da on beş gün sonra düşünüyoruz” diye Nizam araya girdi.
“Sizinle birlikte olmak isterdim ama ne yazık ki bu haftadan sonra izin alıp memlekete gitmek zorundayım. Babam çok rahatsız olmasaydı inanın sizinle birlikte bu konferansa katılmak isterdim” dediğinde bunu kaçmak için mi yoksa gerçekten de babası rahatsız olduğu için memlekete gitmek zorunda kaldığını hiç anlayamadık.
“Allah-u Teâlâ babanıza acil şifalar versin. Sizin bizimle birlikte olduğunuzu bilmek bile bize yeter. Allah razı olsun. Bu gerçekten de bizim için büyük bir moral oldu” diyerek yanında bir önceki Hocamıza nazaran biraz olsun umutla ayrıldık.
Hocadan müsaade isteyip kalktık. Her ne kadar istediğimiz gibi bir sonuç almasak da, hocanın yanımızda oluşunu bilmenin memnuniyetiyle yanından ayrılıyorduk. Sözlerini öyle ifade ettiği için öyle davranmak zorundaydık.
Dersler başladığı için derse girmekten vazgeçip, Nizam’la birlikte okul bahçesinde biraz dolaşıp, bu bahçeyi nasıl kullanacağımızı konuştuk.
Ertesi gün diğer ilahiyat hocalarına da teklifi götürdük. Her gittiğimiz hoca aşağı yukarı aynı şeyleri söylüyordu. Hocalar, rektörlüğün izin vermediği bir konferansa katılmak istemediklerini belirttiler. Sonuç olarak okuldaki hocaların konuşmacı olarak bize destek vermeyeceklerini anlayınca, konuşmacı olarak dışardan bir hoca ayarlamaya karar verdik.
Bunun için düşündüğüm kişi, Kur’an dersi aldığım hocamdı. Bu teklifi Hocama götürmeyi uygun gördüm. Hocamın bize olan sevgi ve ilgisinin yanı sıra, sürekli olarak insanların imanlarını kurtarma ve korumaya yönelik verdiği hutbeler sayesinde cami Cemaati ve toplum tarafından seviliyordu. Bu da bizim istediğimiz konuşmacının özelliklerine uyuyordu. Bu düşüncemi Ramazan abiye açtığımda bunun güzel bir fikir olduğunu söyleyince sevindim.
Nizam’la birlikte Hocamı ziyaret için camiye gittik. İkindi namazının ardından Hocamdan kendisiyle konuşmak istediğimizi söylediğimde bizi, imamlar için hazırlanmış olan cami içindeki odasına aldı. Hocamın, bir sorun olduğunu anlaması uzun sürmedi. Ne zaman içinden çıkamadığım bir sorunum olsa kendisine gittiğimden, bendeki bu hali iyi biliyordu. Yine bir sorunla karşılaşınca aynı şekilde kendisine gelmiştik. Yanımdaki Nizam’ı onunla tanıştırdım. Nizam’ın İlahiyatta okuduğunu öğrendikten sonra, kendisine daha bir yakınlık gösterdi.
Geliş sebebimizi soran Hocama, geliş sebebimizle birlikte, okuldaki hocaların konferansa konuşmacı olarak katılmaktan neden çekindiklerini de söyledim. Bunun için bize yardım edip edemeyeceğini sordum. Hocam “Ben daha önce hiçbir konferansta konuşmamışım. Ama Allah’ın izniyle bunun da üstesinden geliriz. Siz bana ne zaman ve nerde olacağını söyleyin” dediğinde o an hissettiğim şey mutluluk ve sevincin ta kendisiydi.
Hocama, Konferans için seçtiğimiz konuyu da söyleyince buna daha çok sevindi. Asıl sorunu henüz kendisine söylemediğimi fark ettim.
“Hocam bir sorunumuz daha var. Okul idaresinden okuldaki konferans salonunu kullanmak için izin istedik ama bize izin vermedi. Rektör, bizim bu konferansımızın ‘İrticai faaliyet’ olduğunu söyleyip izin vermekten korktu.
Bizde bu durumda konferansı okulun bahçesinde yapmaya karar verdik. Bu durumda da izinsiz olacağı için polis müdahalesi olma ihtimali var. Belki de sizin konuşmanıza fırsat vermeyebilirler” dediğimde Hocamın yüzündeki heyecan kaybolmamıştı. Bu güzeldi. Korkmuyor ve çekinmiyordu.
Hocama, olabilecek tüm sorunları anlattım. Bizim için bu konferansın neden önemli olduğundan, okuldaki İslam düşmanlarının yaptıklarına kadar okulda yaşananları kısaca özetledim.
“Siz merak etmeyin, Allah’ın izniyle sizlerdeki bu ihlas var olduğu sürece Allah azze ve celle sizi yalnız bırakmaz. Hem bu sefer konuşma imkânı bulamazsam bile bir dahaki sefere konuşuruz” diye söylemesi ona olan hayranlığımı artırdı.
Hocamın sözleri içimize su serpmişti. Bize olan güveni ve desteği sayesinde büyük bir sorunu hal etmiştik. Artık her şey için hazırdık. Konferans gününü belirleyebilirdik. Konuşmacı olarak da Hocamın adının ilanlarda geçtiği yerin belli olacak şekilde yazılmasına karar verdik.
Billboardlara afişlerin asılması ve el ilanlarının hazırlanıp dağıtma işini, Fizik bölümündeki Cengiz’e verdim. Kendisine yardımcı olması için, istediği arkadaştan yardım alabileceğini ve bu konuda da herkesin birbirlerine yardımcı olmalarını rica ettim.
[1] Darul Erkam: Peygamber efendimizin Mekke’deyken ashabıyla gizli buluştukları ev.
[2] Elmalı Hamdi: Hak Dini Kur’an Dili
[3] Risale–i Nur Külliyatı: Nur Çeşmesi: Zeyl
[4] Kasas Suresi: 56
[5] Mektubat–ı Rabbani: 44. Mektup
[6] Al–i İmran Suresi: 114
[7] Al–i İmran Suresi: 160
[8] Ra’d Suresi: 11
[9] Risale–i Nur Lemalar: 21. Lema
[10] Maide Suresi: 54
[11] Münafık Suresi: 8
[12] Risale–i Nur: 22. Mektup Beşinci Vecih
[13] Risale–i Nur 22. Mektup Birinci Vecih