İslam Fedaileri-14. Bölüm
ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
İslam düşmanlarının topyekûn olarak İslam’a karşı başlattıkları saldırılara Muhammedi bir duruşla karşı çıkıyorduk. Bize yaptıkları saldırılara misliyle karşılık görmeleri için tüm hazırlığımızı yapmış olduğumuzdan Allah'a hamd ediyorduk. Her ne kadar bize yapılan saldıralar sonucunda bazı kardeşlerimizin yaralandığını görsek de, bu mücadeleden asla geri adım atmadan yolumuza devam ediyorduk. Ağabeyimizin “Mücadelenin olduğu bir ortamda kan ve gözyaşı mutlaka olacaktır. Mücadelesiz kan, gözyaşı ve eziyet, acizdir, ama kan, gözyaşı, eziyet… Mücadele ile beraber olursa zafer getirir. Mükâfatını Allah dünyada da verir” söylediği söz yüreklerimize işlemişti. Ondan aldığımız ders ve eğitim sayesinde bizlerde acziyet göstermeden yolumuza devam edebilmeye öğrenmiştik.
Hak olan davamız ve Rabbimizin rızası için başımıza gelenlere sabrediyorduk. Başımıza her ne gelirse gelsin yolumuzdan asla dönmeyecek ve geri adım atmayacaktık. Yolumuz İslam ve yardımcımız da âlemlerin Rabbi olduğu müddetçe bize düşen tek şey, bu yolda sabır ve sebat etmekti. Rabbimizden her daim ayaklarımızı bu yolda sabit kılmasını dileyerek üzerimize düşeni yapmaya çalışıyorduk
İslam düşmanlarının sahip olduğu maddi imkânlara sahip olmayışımızı da pek dert etmiyorduk. Mücadelede, her ne kadar maddi imkânların etkili olduğunu bilsek de bunlardan daha önemli olan bir şeye sahip olduğumuzun da şuurundaydık. O da, Rabbimize olan inancımızdı. Allah’a inanan nice az topluluğun başarısını Kur’an-ı Kerim bize şöyle müjdeliyordu “Allah'ın huzuruna varacaklarına inananlar: Nice az sayıda bir birlik Allah'ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir, dediler.”[1]
Bugün bizler de aynı inançla mücadele veriyorduk. Biliyorduk ki, güç ve kuvvet yalnız Allah azze ve celleye aittir. Mücadele ortamında başarıyı kazandıran şeyin, yine Allah-u Teâlâ’nın ayetlerin belirtiği hususlara riayet olduğundan şüphemiz yoktu. O ayetlerden biri “Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok anın ki başarıya erişesiniz”[2]diye buyuruyordu. Bu ayeti, her kardeşimizin iyice bellemesini istiyorduk. Galibiyet istiyorsak, Rabbimizi her fırsatta anıp başımıza gelenlere karşı sabretmeliydik.
Bunlarla birlikte elimizden geldiğince de maddi imkânlar oluşturmaya çalışıyorduk. Muhammedi yapı, maddi olarak çok yetersiz olsa da, bize yardımcı olmak için elinden geleni yapıyordu. Bizler de boş durmayıp, eksikliğimizi telafi yollarını arıyorduk. Bizler, sahip olduklarımızdan ve gücümüzün yettiğinden sorumluyduk. Şu anda yaptığımız tek şey, imkânlarımız ölçüsünde elimizden geldiğince İlai Kelimetullah için mücadele vermekti.
Mücadele ortamında bizi ayakta tutan ve azmimizi bileyen tek şey, imanımızdı. İmanımızın bize verdiği güç ile cihana meydan okumayı ise Üstad Bediüzzaman’dan öğrenmiştik. O şöyle diyordu “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hadisatın tazyikatından kurtulabilir.”[3]
Kardeşlerimizden sürekli dikkatli olmalarını istesek de, aldığımız tedbirlerin İlahi takdiratın önüne geçemeyeceğini çok iyi biliyorduk. Aldığımız tüm tedbirler ve dikkatli davranmamıza rağmen yine de bazen üzücü olaylar yaşıyorduk. Son yapılan saldırılarda İlahiyat bölümünün birinci sınıfını bu yıl yüksek başarıyla bitirmeye hazırlanan kardeşimiz Ferdi’nin, akşam Kur’an dersi vermek için evinden çıkıp camiye giderken silahlı saldırı sonucu şehit olması bizi çok üzmüştü. Okulumuzun ilk şehidini vermenin yanı sıra, Muhammedi yapı olarak da çok değerli bir kardeşimizin aramızdan ayrılmasından dolayı yaşanan bir hüzün vardı.
İslami dava bundan önce de nice şehitler vermişti. Kırsal alanda ve değişik şehirlerde, İslam düşmanlarının saldırıları sonucu şehit olan kardeşlerimize yenileri katılmıştı. İslam düşmanlarıyla mücadele alanı, şehir ve kırsallardan çıkıp okullara sıçramıştı. Liselerde ve üniversitelerde de İslam düşmanlarını rahatsız etmeye başlamıştık. Onların gücünü kabul etmiyor, İslam’a aykırı yaptıkları her türlü faaliyetlerine engel olmaya başlamıştık. Şeytan ve dostlarına mekânları dar etmiştik. İstedikleri gibi şerlerini yayamadıkları zaman, en basit ve en alçakça metoda başvuruyorlardı. O da, kardeşlerimizi şehit etmekti.
İslami davayı savunamaya ahd etmiş olanlar bu yola çıkmadan önce kefenlerini giymelerinin gerektiğini bilmeyen yoktu. İslam adına mücadele verenler, her asırda olduğu gibi zamanımızda da kefenlerini üzerlerinde taşıyorlardı.
Tarih, tekerrürden ibaretti. İslam adına mücadele verdiğiniz zaman, size engel olmak için şeytan ve dostlarının, kanınızı akıtmaktan asla geri durmayacaklarını siyer ve tarih kitaplarında çok okumuştuk. Şimdi bir başka zamanda, bir başka coğrafyada ortaya çıkan İslami Hareket olan Muhammedi yapı, seleflerinin yaşadığı şeyleri yaşıyordu. Muhammedi yapının tüm fertleri olarak, şehitlerimizin olabileceğini çok iyi biliyorduk. Buna rağmen kardeşlerimizin şehadeti hepimizi üzüyor, ancak onların ardından davamıza hizmet etmeye devam ederek emanetlerini korumak için daha fazla çaba ve gayret edebilme adına onlara söz veriyorduk.
Ferdi’nin şehadetinin ardında Diyarbakır uzun bir süreden itibaren hasret kaldığı şehadet kanına tekrar kavuşmuş oluyordu. Kanın bereketi ile topraklarının tekrar ihya olması umudunu yeşerten şehir şehit kardeşimizi bağrına alırken bununla yetinmeyeceğini tahmin etmek zor değildi. Bu topraklarda İslami bir hayat istiyorsak necis yürekleri temizlemek için pak kanlara ihtiyaç vardı. O kanı sağlamaya hazır binlerce Muhammedi şehadetin kendilerine gelmesi için sıralarını bekliyorlardı.
Ferdi, daha İmam Hatip Lisesi ikinci sınıfı okurken Muhammedi yapının saflarına katılıp, İslami hizmetlerde yerini almıştı. İskender Paşa camisine gidip orada Kur’an dersi alıp, öğrencilere Kur’an dersi vermeye devam ediyordu. Üniversitenin İlahiyat bölümünü kazanmasının ardından, İslam’a daha iyi hizmet etme imkânı bulduğu için Allah’a şükrünü, fakir ve fukaraya sadaka vererek yerine getirmişti.
Bir yetmiş beş boylarında, zayıf, siyah kıvırcığa yakın saçlarıyla uyumlu kara gözleri sayesinde, onu bir kez görenin bir daha unutmayacağı bir fiziğe sahipti. Namaz ve ibadetlerindeki hassasiyeti ile takvada öndeydi. Camiye gelen öğrencilerine Kur’an’ı öğretmekle kalmayıp, onlara Kur’an’ı sevdiriyordu. “Kur’an, Allah’ın her birimize gönderdiği özel mektubudur” derdi. Kur’an okurken gözlerinden gelen yaşları gören arkadaşlarına, “Allah’ın tehdidi karşısında daha başka nasıl davranılır bilmiyorum” diyerek ağlamasına devam ediyordu.
İmam Hatipten yetiştiği için hitabeti kuvvetliydi. Konuşmasındaki akıcılık ve tatlılığı fark etmemek mümkün değildi. Çok okuyan, kendisini her konuda yetiştiren bir kardeşimizdi. Ondaki güzel ahlak, birçoğumuzun gıpta ettiği bir özelliğiydi. İskender Paşa Camisi, onun ders halkası sayesinde şenlenmiş, İslam düşmanlarını rahatsız etmişti.
Sözle elde edemediklerini, silah ve kanla elde etmeye alışkın bir zihniyetin anladığı dil de yine aynı metotla olabilirdi. Şiddetten beslenen, şiddetten anlardı. Oysa Ferdi’nin yetiştirdiği öğrencileri, onun gibi halim ve selimdiler. Ders verdiği öğrencilerden hiçbirinin kalbini kesinlikle kırmamaya çalışır, Kur’an’dan örnekler vererek onların da Kur’an aşkı ile dolup taşmasını arzuluyordu. O zaman ondaki bu Kur’an aşkı nedeniyle, onu “Âşık” olarak isimlendirmiştim. Arkadaşlarımız arasında bir tek benim kendisine “Âşık” dememe izin vermişti.
Okul hayatında olduğu gibi aile hayatında da örnek biriydi. Anne ve babasının kıymetini içimizde en iyi bilen oydu. Bazen bana “Muhammed! Allah azze ve celle Kur’an’da ‘Rabbin, yalnız Kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi buyurmuştur. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı ‘Öf’ bile demeyesin, onları azarlamayasın. İkisine de hep tatlı söz söyleyesin’[4] diye emir buyuruyor. Buna rağmen birçok kardeşimiz, bu ilahi emre uyma noktasında gerekli önemi göstermiyorlar. Bunun önüne şimdi geçemezsek ilerde bizim karşımızı daha büyük bir sorun olarak çıkmasından korkuyorum. Anne ve baba kıymetini bilmeyen, Allah’ın kıymetini nasıl bilsin?” diye söylemişti.
Şehidimizin naaşını, Kur’an dersi verdiği camiye getirmiştik. Cenaze namazını burada kılacaktık. Çok sevdiği camisine cansız bedeniyle de olsa son kez gelmiş olacaktı. Cenaze namazı için gelen kalabalık, mahşerî andırıyordu. Bu kalabalık, şehidin çok sevilen biri olduğuna dair açık bir delildi. Ağabeylerimiz cenaze işleriyle ilgilenmesi için, Faruk ve birkaç arkadaş görevlendirmişlerdi. Faruk, bu işleri ilk kez yapsa da onların yol yordam göstermeleri sayesinde işlerini güzelce yerine getirmeyi başarmışlardı. Faruk defin işleriyle ilgilenirken, ben ve Hakan da cenaze konvoyuna bir saldırı olmasını engellemek için güvenlik tedbirleri alıyorduk. Birçok yere yerleştirilen kardeşlerden gözlerini dört açmalarını istedik. Çünkü bu hainlerin ne zaman nereye saldıracakları belli olmazdı.
Şehidimizin naaşı onu sevenlerin elleri üzerinde Mardin Kapı mezarlığına doğru ilerlerken kalabalıktan yükselen tekbir ve salavatlar arşı inletiyordu. Mezarlığa geldiğimizde kalabalığın öfkesi ve coşkusu daha bir arttı. Defin işlemlerinin ardından şehitliğin ne olduğunu ve kimlerin şehit olarak anıldığını anlatan bir konuşma yapan Muhammedi yapının önde gelen Seydalarından Molla Zeki “Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.”[5] “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilakis (onlar) diridirler, Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar”[6] ayetlerinin ardından şehadet aşkıyla yanan yüreklere seslenmeye devam etti.
“Allah yolunda öldürülenleri asla ölü sanma! Bilâkis onlar Rableri katında diri olup rızıklanmaktadırlar.
Onların ruhları yeşil bir takım kuşların karnındadır. Onların Arş'a asılı kandilleri vardır. Cennette istedikleri yerde dolaşır; sonra bu kandillere inerler. Rableri onlardan öyle bir haberdar olur ki!.. Ve kendilerine, bir şey arzu eder misiniz? diye sorar.
Onlar: Daha ne isteyelim, işte cennette dilediğimiz yerde dolaşıyoruz, derler. Bunu kendilerine üç defa tekrarlar. Sorulmaktan azade bırakılmayacaklarını görünce “Ya Rab! Ruhlarımızı bedenlerimize iade buyurmanı dileriz. Ta ki senin yolunda bir defa daha öldürülelim, derler. Ve bir hacetleri olmadığını görünce bırakılırlar.
Şehid; Allah için canlarını feda edip, kanını İslam davası uğruna akıtan kişidir. Dökmüş oldukları kanlarıyla davalarının haklılıklarına da şahitlik ederler. ‘Çünkü davaya hediye edilecek olan kan, temiz olmalıdır.’
İslam davasının temelini teşkil eden şehadet, Müslümanlar tarafından her zaman arzulanan ve gıpta edilen bir makam olmuştur. Allah, sevdiği kuluna bu yüce makamı nasip eder. Bugün bizler, bu kardeşimizi Rabbimize uğurlarken, kendisinin de Allah’ın salih bir kulu olduğuna şahitlik ederiz. Yaşantısıyla ve amelleriyle İslam için çalışıp bu makama eren bu kardeşimiz gibi, Allah-u Teâlâ’nın bir gün bize de şehadeti nasip etmesini diliyoruz. Bunu hak etmek için, İlai kelimetullahı yüceltmek ve her yere hâkim kılmak zorundayız. Bunu gerçekleştirmek için de gerekirse gecemizi gündüzümüze katarak çalışmamız gerek. Madem ölüm haktır, öyleyse neden ölümlerin en güzeli olan şehadetle Allah’a bu canımızı adamayalım?”
Seydamız konuşmasına devam ederken, masmavi olan gökyüzünde şehidin mezarının olduğu noktaya bir bulutun gölge yapması, mezarlıktakilerin dikkatini çekti.
Aylardan Nisan’dı. Ve bahar havası tüm şehirde hissediliyordu. Güneş tam yakıcı olmasa da onu örten hiçbir bulut yoktu. Bugün gökyüzündeki tek bulut, şehidimizin mezarı üzerinde hüzünle bekleyen bir bulutçuktan başkası yoktu. Bu bulutun kendiliğinden buraya gelmediğini biliyorduk.
Seydamız konuşmasına devam ederken buluttan süzülen yaşlar, içimizi ferahlatmıştı. Yanan yüreklerimizi serinletmişti. Üzerimizde duran bulat ağlarda bizler ağlamaz mıyız? Onda gözyaşı olurda bizde olmaz mı?
Buluttan süzülen yağmur damlalarına şahit olan mezarlık ahalisi de gözyaşlarını daha fazla içlerine akıtmak yerine dışarıya akıtınca, mezarlık tam bir matem havası yaşandı.
Kısa bir süre sonra bulut hüzün gözyaşlarını boşaltıp gökyüzünde kaybolunca, mezardaki ağlayışlar da yerini daha sakin bir ortama bıraktı.
Seydamız konuşmasını bitirdikten sonra, kardeşlerimizden dikkatli olarak dağılmalarını istedik. Kardeşlerimizin öfkelerine yenik düşüp bir yanlışlık yapmasını istemiyorduk. Bu konuda herkes çok dikkatli olmalıydı.
Kardeşlerimizle bir araya gelerek, yaşadığımız bu olayı değerlendirdik. Bundan sonra da şehit verebileceğimizi tahmin ediyorduk. İslami bir mücadelenin şehitsiz olmayacağını biliyorduk. Kan ve gözyaşı, davamızın bir parçasıydı. Ferdi, bizim ilk şehidimiz olmadığı gibi son da olmayacaktı. Bir Ferdi yerine, Rabbimizin binlerce Ferdi’yle bu davayı destekleyeceğini biliyorduk.
Şehitler, İslami Cemaatler için hiçbir zaman kayıp değillerdi. Tam aksine şehitler, kanlarıyla suladıkları davalarının daha da kökleşmesine neşv–u nema bulmasına vesile oluyorlardı.
Ferdi’nin şehadetinin ardından intikamlarını aldıklarını düşünmüş olacaklar ki bir müddet her hangi bir gerginlik olmadan şehirde ve okulda çok rahat bir şekilde tebliğ faaliyetlerini yapmaya başlamıştık. Özellikle de üniversitede yaptığımız çalışmalar meyvelerini vermeye başlamıştı. Üniversitedeki diğer İslami Cemaatler de Ferdi’nin kanı sayesinde rahatça hareket etme imkânına kavuşmuşlardı. Artık eskisi gibi kimse onlara sataşmadıkları için tebliğ faaliyetlerini rahatlıkla yapabiliyorlardı. Bunun için onlardan bir teşekkür beklemiyorduk tabi. Onlardan tek isteğimiz, İslam’ın onurunu ve izzetini zedeleyecek şeylerden kaçınmalarıydı. İslam’a hizmet ettikleri müddetçe bizler her türlü zorluğu göğüslemeye hazırdık. Bu uğurda şehit vermemiz gerekse bile…
Uzun bir süreden beri okulda ve şehirde artık hiçbir kardeşimiz rahatsız edilmiyordu. İslam düşmanları, Muhammedi yapının varlığını kabullenmek zorunda kalmışlardı. Bu durum, tedbiri elden bırakmamızı gerektirmiyordu. Rehavete kapılmamak için her daim tedbirli olmaya çalışıyorduk.
Okuldaki diğer İslami gruplar, oluşan ortam sayesinde rahatlamakla kalmamış, bazen gruplar arasında çıkan problemlerde, hakem olarak bizi tercih etmeye başlamışlardı. Oluşan bu yeni ortam sayesinde zaman zaman onlarla bir araya gelip, İslam Ümmetinin vahdeti için bizim öncelikle bir araya gelmemiz gerektiğini hakkında neler yapabileceklerimizi konuşuyorduk. Yapılan konuşmaların şimdilik sonuca yönelik olmadığını görsek de, gelecek için bir umut ışığı olması açısından önemliydi. Birbirimizi daha yakından tanımamızın tek yolunun, oturup konuşmaktan geçtiğini biliyorduk. Bundan dolayı elimizden geldiğince bir araya gelmeye çalışıyorduk.
Okuldaki “İslami Gençliğin Uyanışı Hareketi” Kulübü, artık sadece bize ait olmaktan çıkmış, okuldaki diğer İslami gruplarında Kulübü olmuştu. Okuldaki tüm İslami faaliyetler bu Kulüp çatısı altında yapılır hale gelmişti. Bu Kulüp, hayalini kurduğumuz Vahdetin küçük bir numunesi gibiydi. Burası; tüm farklılıklarımızı bir kenara bırakıp, İslami hizmette hep birlikte hareket ettiğimiz tek yer olmuştu desem abartmış olmam her halde.
Okuldaki çalışma ve faaliyetlerimizle, İslam’a sempati duyanlar ve saflarımızda yerlerini alanların sayısındaki artış gözle görülür ölçüde artmıştı. Diğer İslami gruplara, daha çok ülkenin batısından gelen öğrencilerin rağbet edip onların saflarına katılmaları bizi sevindiriyordu. Okulda güvende olduklarını bilmek, onları rahatlatıyordu.
Okuldaki faaliyetler ve yapılanlar, öğrenciler aracılığıyla Türkiye’nin dört bir yanında duyulmuştu. İslami grup ve cemaatlerin birlik olduklarında neler yapabileceklerini bir kez daha herkese gösterdiğimizden dolayı seviniyorduk. Özellikle de İslam düşmanlarının yaptıkları saldırılara verdiğimiz cevap ve mücadele, başta İslami mücadele verenler olmak üzere halkın büyük bir çoğunluğu tarafından da takdir ediliyordu.
İslam ve Mücadele, ayrılmaz bir ikiliydi. İslami bir Cemaat olup da mücadele vermeyenlerin yaptıkları çalışmaları, bir noktadan sonra duraklayıp kısır bir döngüye dönüşüyordu. Oysa İslami mücadele, her zaman dinamik olmaya devam ediyordu. Aktif ve hareketlilik, beraberinde bereket ve rahmeti getiriyordu. Bizler de, okuduğumuz okulda verdiğimiz mücadele sayesinde, İslam’ın izzet ve şerefini dost ve düşmana gösterme imkânı bulduğumuz için bu durumdan memnunduk.
Üniversitenin ilk yılını geride bırakmaya bir hafta gibi az bir süre kalmıştı. Kardeşlerimizle okuldan sonra neler yapabileceğimizi konuşmak için Ramazan abi onlardan akşam Yahya eniştemin evinde toplanmalarını istedi. Kardeşlerimin eve gelmelerinin ardından, okulun kapanmasıyla nasıl bir faaliyet yapacağımızı şimdiden konuşmak isteyen Ramazan abi bu yıl mezun oluyordu. Onunla birlikte mezun olan abilerimizin ardından okuldaki düzenin bozulmaması için de görevlendirmeler yapılacaktı.
Okulda bazı kardeşimizin sürdürdüğü cami çalışmaları vardı. Bizim de cami çalışmalarımız devam ettiği için, okulların kapanmasından sonra camilerde oluşacak yoğunluğu da hesaplıyorduk. Ağabeylerimiz tarafından farklı bir görev ve sorumluluk verilmediği sürece bizler cami çalışmalarımızı devam ettirmek taraftarıydık.
Yahya eniştemin evinde toplandığımız da Ramazan abi bizden okuldan sonra neler düşündüğümüzü paylaşmamızı istedi. İlk olarak kendi fikrimi paylaşmak adına “Özellikle liseli öğrenci kardeşlerimizi siyasi ve kültürel olarak eğitmek için, her birimiz en az beşkardeşimizi dört ay boyunca eğitebiliriz. Onlara bildiğimiz konular başta olmak üzere değişik alanlarda bilgi sahibi olabilmeleri adına farklı alanda çalışma yürütmemiz onlara da bize de faydalı olacak kanaatindeyim” dedim.
Kasım “Bana kalırsa siyasi ve kültür bölümleri dışında bir de yabancı dil eğitimleri olmalı. Yaygın olan dillerin bir kısmını bilen kardeşlerimizin olması fena olmaz” dediğinde neden bunu daha önce düşünemedim diye ona gıptayla baktım. O an bana en mantıklı öneri Kasım bu sözleri olmuştu.
Faruk “Ağabeylerimizin uygun göreceği zeki arkadaşları tespit edip, onların eğitimleriyle yakından ilgilene biliriz. Kısa zamanda verim alabileceğimiz bu kardeşlerimiz de bizden sonra diğer kardeşlerimizi eğitirler” diye kendi önerisini söyledi.
İstişare ettiğimiz konuları Ramazan abi daha sonra Ağabeylerimize bildiriyordu. Son karar onlarındı. Onların göstereceği şekilde hareket edecektik. Hangi konuda bize görev verilirse verilsin, her bir kardeşimizin, verilen görevi en güzel şekilde yerine getirmek için elinden geleni yapacağından hiçbirimizin şüphesi yoktu.
Okulların tatil edilmesinin ardından bu kardeşlerimize yeni görevler verilmişti. Verilen öneriler dikkate alınmakla birlikte kim hangi öneriyi vermişse o alanda sorumluluk da ona verilmişti.
Aldığımız görev ve sorumluluklar, bizim gelişmesi açısında da iyi olacağı konusunda hepimiz hem fikirdik. Okulların tatil edilmesine sevinmemin en önemli bir nedeni de, Ziya’nın tatil için geliyor olmasıydı. Onu gerçekten de çok özlemiştim.
[1] Bakara Suresi: 249
[2] Enfal Suresi: 45
[3]Risale–i Nur: 23 Söz Üçüncü Nokta
[4] İsra Suresi: 23
[5] Ahzap Suresi: 23
[6] Al–i İmran Suresi: 169