41.84
  
48.67
  
0.00
  
97.47

İslam Fedaileri-18. Bölüm

İslam Fedaileri-18. Bölüm

ON SEKİZİNCİ BÖLÜM

Bu yıl üniversiteyi bitirip, artık hayatın içindeki yerimizi alacağımız için hepimiz heyecanlıydık. Kardeşlerimizle birlikte, okulu bitirip bir işe girmenin hesaplarını yapıyorduk. Ne zaman iş konuşmaya başlasak, canım sıkılırdı. Kardeşlerimle birlikte kurduğumuz bazı hayalleri gerçekleştirmenin vakti gelmiş olsa da, artık iş rüyalarının yerine başka rüyalar görüyordum.

Son günlerde rüyalarda kendimi şehitlerle birlikte görüyordum. Çok muhteşem bir sofraya beni davet edip duruyorlardı. Onlar beni yemeğe davet ettikçe ben “Henüz işim bitmedi, işim biterse İnşallah gelirim” deyip sofraya oturmuyordum.

Gördüğüm bu rüyaları henüz kimseyle paylaşmıyordum. Bu rüyaların ne anlama geldiğini az çok tahmin edebiliyordum. Her ne kadar rüya tabirini bilmesem de, gördüğüm rüyaların yorumu çok açıktı. Bu yüzden olsa gerek, gördüğüm bu türden rüyaları kendime saklıyordum. Buna benzer rüyalarım sıklaştıkça, gördüklerimden dolayı tedirgin olmaya başladım. Henüz yapmayı düşündüğüm birkaç şey daha kalmıştı. Onları yapmadan, Rabbimden canımı almamasını istiyordum.

Neredeyse her gün gördüğüm rüyalar, birbirine benzerdi. Her gördüğüm rüyada, kendimi bu dünyadan göçmüş görüyordum. İçime doğan bir hisle, bu dünyadaki günlerimin sayılı olduğunu anladım. Bu sayılı günleri daha iyi değerlendirmek için kendime bir program yaptım. Her şeyden önemlisi her günümü, son günümmüş gibi yaşamaya başladım. İşin garip tarafı, bu fani dünyadan nasıl ayrılacağımı hiç düşünmüyor oluşumdu. Bunu bugüne kadar hiç düşünmemiştim. Sanki bir kurşuna kurban gideceğim kesinmiş gibi…

Son günlerimi yaşadığıma olan inancım her geçen daha artıyordu. Her şeye rağmen, son günlerimi İslam’a hizmet etmekle geçirmek istiyordum. Hizmetten geri kalmak istemiyordum. Hayatımda hiçbir şeyi değiştirmeden yaşantıma devam ediyordum. Her şey yolundaymış gibi belirli günlerde kardeşlerimle bir araya gelip neler yapabileceğimizi konuşmaya devam ediyorduk.

Bu arada, Muhammedi yapıya yönelik polis baskınları her geçen daha da artarak devam ediyordu. Kardeşlerimiz bir bahaneyle gözaltına alınıp sorgulanıyorlardı. Sorguda hiçbir şey elde edemeyen polis, kardeşlerimizi tehdit edip “Muhammedi yapıdan” uzak durmaları konusunda onları uyarıyordu. Aksi takdirde kendileri için hiç de iyi olmayacağını söyleyip gözdağı vererek serbest bırakıyorlardı.

Polis tehditlerine aldırmadan hizmetlerine kaldıkları yerden devam eden kardeşler, yaşadıkları gözaltı nedeniyle davalarına daha sıkı bir şekilde bağlanmaya başlamaları, İlahi bir rahmetti. Polis, kardeşlerimizi bu şekilde yıldıramayacağını anlayınca, gözaltına aldığı kardeşlerimize işkence yapıp onları İslami hizmetten uzak tutmaya çalışıyordu. Kardeşlerimizin gördüğü işkenceleri öğrenince, aklımıza Mekke dönemindeki İslam düşmanları gelirdi. Zamanımızın Ebu Cehilleri, işkenceleriyle Mekke dönemindeki zalimleri aratır olmuşlardı.  Kardeşlerimiz üzerinde uygulanan işkenceler, insanı insanlığından çıkaracak cinsten zalimceydi. Özellikle kardeşlerimize yönelik, onların İslami kişiliklerini ve onurlarını kırmaya ve şahsiyetsizleştirmeye yönelik yaptıkları en adi işkenceleri duyduğumuzda, zalimlere lanet okurduk.

İşkencelerin en adisini yapmış olsalar da, kardeşlerimiz davalarından asla taviz vermeyince zalimler ellerindeki imkânları kullanarak hazırladıkları uydurma iddianamelerle onları cezaevine göndermeye başlamışlardı.

Cezaevinde kaldıktan bir süre sonra çıkan kardeşlerimizi gördüğümüzde, gayr-ı ihtiyari olarak onlara karşı bir teveccüh oluşuyordu. Cezaevinde bir müddet kalan kardeşlerimizin davaya bakış açılarında mükemmel bir değişim vardı. Cezaevine giren o gençler çok olgun bir dava adamı olup çıkmışlardı.

Polis baskınlarının başlamasıyla birlikte saflarımıza katılımlarda gözle görülür bir artış yaşanıyordu. Bu artış öyle bir artıştı ki, Rabbimizin “Allah'ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit Rabbine hamdederek O'nu tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir”[1]  diye buyurduğu gibi bir rahmeti üzerimizde hissediyorduk.

Bizler, İlahi yardımı çok açık bir şekilde görüyorduk. Saflarımızdaki artıştan dolayı yükümüzün her geçen gün daha bir ağırlaştığı kesindi. Bundan şikâyetçi değildik. Allah’a dayanıp, O’na tevekkül ediyorduk. Bize taşıyamayacağımız yükü yüklemeyeceğinden emindik.

Muhammedi yapının mensupları çoğalıp artıkça, İslami hizmet alanları da genişliyordu. Artık gün geçmiyordu ki bir semtte ya da bir mahallede bir etkinlik olmasın. Kardeşlerimiz, her türlü fırsatı bir tebliğe çevirmeyi başarıyorlardı. Öyle bir coşku ki, bu coşkuda hiçbir dünyevi menfaat yoktu. Hizmetlerin bereketi de bunda saklıydı.

Yapılan tüm etkinliklerle birlikte İslami tebliğ artık her eve girmiş “Muhammedi yapı” halk tarafından takdir görmeye başlamıştı. Muhammedi yapının ferdi olan kardeşlerimize karşı büyük bir saygı, sevgi ve teveccüh oluşmuştu. Kardeşlerimize işkence edip, onların İslami kişiliklerine zarar vermek isteyenlerin oyununu boşa çıkaran Allah’a bize bu şekilde ihsanda bulunuyordu.

Çalışmalarımızın en verimli olduğu bir dönemde polislerin baskıları da hız kesmeden devam ediyordu. Artık her gördükleri kardeşlerimizi ya gözaltına alıyorlardı ya da onlara meydan dayağı çekip, hizmetlerden uzak durmaları için gözdağı veriyorlardı.

Baskılar öyle bir hale geldi ki yasal olan derneklerde gönüllü olan kardeşlerimiz dahi gözaltına alınmaya başlanmıştı. Yasal bir kurum olan dernek gönüllüleri bir bahaneyle gözaltına alınıp haklarında asılsız iddianameler hazırlanıp tutuklanmaları sağlanıyordu.  Fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine, yetimlere yapılan yardımlar, Filistin için yapılan gösteriler, İslam’ın kutsallarına sahip çıkma adına yapılan mitingler örgütsel olarak gösterilip, kardeşlerimizin yaptıkları hizmetlerinden dolayı cezalandırılmaları isteniliyordu.

Bu isteklerinde çok azda olsa başarı sağlıyorlardı. Kardeşlerimizden bazılarının “Muhammedi yapıya üye” oldukları gerekçesiyle mahkemelerde on iki buçuk yıl gibi bir cezaya çarptırılmalarına şaşırmıyorduk. İslam için mücadele verenlerin başına bu türden musibetlerin gelebileceğini biliyorduk. Bu süreci hayırlı bir şekilde atlatmaya çalışıyorduk.

Tek düşüncemiz ise, gençliğinde cezaevine giren kardeşlerin gelecekleri için duyduğumuz endişeydi. Allah’a şükür ki kardeşlerimiz başlarına gelen bu musibeti olgunlukla karşılayıp, her türlü bela ve musibete karşı sabır gösteriyorlardı. Bizim için tek teselli belki de buydu.

Zalimler, genç kardeşlerimize verdikleri cezalarla onları İslam davasından uzaklaştırmayı düşünürken, kardeşlerimiz aldıkları cezalara aldırış etmeden, İslami hizmetlerine kaldıkları yerden devam ederek bu zalimlere gereken cevabı veriyorlardı. Kardeşlerimizin gösterdikleri azim ve sabır, zalimleri ve onların kuklalarını kudurtuyordu. Oysa “Size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: Kininizden (kahrolup) ölün! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir”[2] diye buyuran Rabbimizin fermanı bize onların nasıl bir kin taşıdıklarını göstermeye yetiyordu.

Kudurdukça kardeşlerimizden kim gördülerse gözaltına alıp onlara ağır işkenceler yaparak davalarından uzaklaştırmak için her türlü yolu denemeye başlamışlardı. Tüm etik kuralları hiçe sayan bir anlayışla yapılan işkenceler, kardeşlerimizin imanını artırıyordu.  Kardeşlerimize yapılan işkenceleri duyduğumuzda çaresizlikten yüreğimiz dağlanıyordu. Onlar için özel dualar edip, Rabbimizden, bu aciz kullarını yardımsız bırakmamasını diliyorduk. Sırf İslami hizmetlerde bulunduklarından dolayı kardeşlerimize her türlü işkence ve eziyeti reva görenleri Zuntikam olan Allah azze ve celleye havale ediyorduk.

Zalimler, kardeşlerimize yaptıkları işkencelerle onları sakat bırakıp, hizmet saflarında atıl kalmalarını umuyorlardı. Oysa İslam’a hizmet etmek istenildikten sonra fiziksel özür buna engel değildi. Yeter ki kalpler hasta olmasın. Kalplerin şifası olan İslam ve iman zarar görmesin, gerisinin pek bir önemi olmuyordu.

Zalimlerin oyununu boşa çıkaran Allah azze ve celle, sakat kalan birkaç kardeşlerimize öyle bir azim vermişti ki, hizmet saflarında birçok sağlam kardeşten daha verimli hizmetlerde bulunuyorlardı. Yaptıkları bu hilenin de fayda vermediğini gören zalimler küçük dillerini yuttular.

Her türlü yolu kendilerine mubah görenler, Muhammedi yapı mensuplarına yaptıkları işkence ve eziyetlerde sınır tanımıyorlardı. Yeni bir yol deneyen zalimler, medyayı kullanarak “Muhammedi yapıyı” karalamak için ellerinden geleni yapmaya başladılar. Karalamalar ve iftiralara karşı kendimizi savunacak durumda değildik. Gün geçmiyordu ki hakkımızda olumsuz bir haber çıkmasın. Kardeşlerimizin geçmişlerini haber yapanlar, onların geçmişlerinden kurtulup hidayet bulduklarını söylemek yerine, geçmiş cahili hayatlarını mevcut halleriyle karıştırarak kardeşlerimiz hakkında alçakça haberler yapıyorlardı.

Bu karalamalara karşı onlara yaşantımızla en iyi cevabı vereceğimizi düşünen Ağabeylerimiz “Bundan böyle her bir kardeşimizin kendi yaşantısında en küçük bir hataya dahi dikkat etmesini istiyoruz” demeleri üzerine her birimiz yaşantımıza çeki düzen verdik. Davamıza zarar vereceğini düşündüğümüz olumsuz alışkanlıklarımızı dahi terk ettik. Böylelikle bu durum bizim için rahmete dönüştü.

Medyada bize atılan iftiralara aldırmadan hizmetimize devam ediyorduk. Bizi tanıyanlar da medyadaki iftiralara aldırmadan bizimle birlikte olmaya devam ediyorlardı. Yaşadığımız şeylerin benzerini bizden önceki seleflerimizin de başına geldiğini haber veren Rabbimizin “(Ey iman edenler!) Hoşunuza gitmese de size savaş farz kılındı. Hoşlanmadığınız bir şey sizin için daha hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de sizin için şer olabilir. (Hakkınızdaki hayır ve şerri) Allah bilir, siz bilmezsiniz[3] sözü davamızda haklı olduğumuzu gösterir gibi bize güç ve kuvvet veriyordu.

Üzerimize atılan iftiralar bizim için hayırlı olmuştu. İsmimizi duymayanlar, bizi merak edip araştırmaya başlamışlardı. Tanıdıkları Muhammedi yapının fertlerinde, medya tarafından söylenen sözlerin hiçbirinin doğru olmadığını gördüklerinde de kardeşlerimize daha bir yakınlık göstermeye başlıyorlardı.

Her şey çok güzel gidiyordu. Her ne kadar başımızdan musibetler eksik olmasa da, yapılan hizmetler de semeresini veriyordu. Kardeşlerimiz, gördükleri her türlü zorluğa rağmen hizmetlerine ara vermeden devam ediyorlardı. Onların ihlaslı çalışmaları sayesinde her geçen gün saflarımıza yeni kardeşler katılıp, hizmetteki yerlerini alıyorlardı. Cezaevine giren bir kardeşimize bedel; Rabbim, hizmet saflarına yüzlerce kardeş gönderiyordu. Bunların hepsinin ihlastan kaynaklandığından asla şüphemiz yoktu.

Son günlerde gördüğüm rüyalar beni daha çok meşgul eder olmuştu. En son gördüm rüya nedeniyle artık bu dünyadan çok kısa bir süre sonra ayrılacağıma kesin olarak inanmaya başlamıştım. Rüyamda Peygamber aleyhissalatu vesselam efendimizi gördüm. Bana “Oğlum! seni bekliyoruz” dedikten sonra uyandım. Bunun bir davet olduğuna kesin olarak kanaat getirdim. Efendimizin davetine icabet etmek, bana dünyadan ve içindekilerden daha sevimliydi.

Her günün son günüm olabileceği düşüncesiyle, yapacaklarımın bir listesini yapıp hiç vakit kaybetmeden bunları gerçekleştirmek için elimi çabuk tutmaya çalışıyordum. Listemin başında, şehit ailelerini ziyaret vardı. Şehit Ferdi’nin ailesini ziyaret edip, anne ve babasının hayır dualarını aldım. Ferdi’nin bir arkadaşı olarak beni tanıdıklarından beri, beni de oğulları Ferdi gibi gördüklerini söyleyip hayır dualarında bulunmalarının ardından haklarını helal etmelerini istedim. Haklarını helal ettikten sonra şehidin babasının elini öpüp oradan ayrıldım.

Ardından Zehra’nın anne ve babasını telefonla aradım. Kendimi tanıtıp, kendilerinden helallik ve hayır dualarını aldım.

Ardından hiç vakit kaybetmeden şehit Yavuz’un Denizli’deki ailesini arayıp, Yavuz’un okuldan bir arkadaşı olduğumu söyleyip, kendileri için yapabileceğim bir şey olup olmadığını veya bir şeye ihtiyaçlarının olup olmadığını sordum. Telefonun diğer ucundaki şehidin annesi ağlamaya başlayınca “Anneciğim! Yavuz’u siz büyüttünüz. Onun ne kadar iyi biri olduğunu da en iyi siz bilirsiniz. Rabbini seven ve ibadetlerine düşkün olan Yavuz’u size veren Allah azze ve celle, emanetini sizden razı olduğu bir şekilde geri aldı. Sizler, onu tam da Allah’ın istediği gibi yetiştirdiniz. Onun, Allah’ın Salih bir kulu olduğuna biz kardeşleri şahidiz. İçinizi ferah tutun. Üzülmeyin, inşallah Yavuz şimdi Rabbimizin katında, O’nun ikramlarına mazhar bir hayatı yaşıyordur” diyerek onu teselli etmek zorunda kaldım.

Annesi ağlamasını kestikten sonra kendisinden helallik alıp hayır dualarını istediğimde, bana dua edip “Seni ve Yavuz’un diğer arkadaşlarını Rabbim koruyup muhafaza etsin oğlum” dedikten sonra telefonu kapattım.

Listemdeki en uzun sıralamayı, cezaevindeki kardeşlerimin ailelerini ziyaret teşkil ediyordu. Cezaevinde bulunan altmışa yakın kardeşlerimin ailelerini tek tek ziyaret etmeye karar verdim. Her uğradığım ailenin bir ihtiyacı olup olmadığını sorup, cezaevindeki kardeşimizin durumunu bir de ailelerinden dinledikten sonra, haklarını helal edip hayır dualarını istedikten sonra ayrılıyordum. Bu ziyaret benim tam on günümü aldı. Cezaevindeki kardeşlerimizin ve ailelerinin sıkıntılarını ve yaşadıkları zorlukları not edip bunları Ağabeylerimize iletip onları bilgilendirdim.

Son olarak da, cezaevindeki kardeşlerime mektup yazmaya karar verdim. Cezaevindeki kardeşlerimin gösterdikleri fedakârlık sayesinde bugün davamızın her yerde rahat bir şekilde hizmet ettiğini belirtip, yaptıkları hizmetten dolayı başlarına gelen bu imtihandan dolayı sabır ve sebat göstermeleri karşılığında, Rabbimizin, müminler için vadettiği cennet ve rızasına nail olacaklarını kendilerine hatırlattım. Davalarında asla bir gevşeklik göstermemeleri gerektiğini yazdığım mektupta, kendilerine teşekkür ettim. Sonunda kendilerinden haklarını helal etmelerini isteyip, Rabbimizin “Mahşer gününde kendilerine nimet verdiği kullarıyla birlikte buluşmak ümidiyle…” deyip onlarla da vedalaştım.

Okuldaki Kardeşlerimle Tarık’ın evinde bir araya gelip onlarla vedalaşmak istediğimi söylediğimde, her birimizin gözleri dolmuştu. Ölüm için yola çıkan bir yolcu gibi kardeşlerimle vedalaşıp onların her birisine sımsıkı sarıldım.

Tarık’a sıra gelene kadar çoktan gözyaşlarına boğulmuştum. Tam da kendisine sarılacağım zaman odanın kapısı çalınınca, Tarık’la sarılıp vedalaşmamız yarıda kalmış oldu. Tarık, çalınan oda kapısının ardından odadan çıkıp hanımının ne istediğini sordu. Meğer hanımı, içerdeki ağlaşma seslerini duyup merak ettiği için Tarık’ı çağırmış.  Henüz bunu ailemden hiç kimsenin bilmesini istemiyordum. Özellikle ablam ve kardeşimin bana düşkün olduklarını göz önünde bulundurunca, onların ne kadar çok üzüleceklerini düşündüğümden şimdilik onlarla vedalaşmak istemiyordum. Bu yüzden Tarık’tan da eşine bu işi geçiştirecek cevaplar vermesini istemiştim.

Kardeşlerimle vedalaştığım halde tuhaf bir şey hissettim. Hissettiğim şey ne korkuydu ne de şeytanın verdiği vesveseydi. İçimde hissettiğim şey, kardeşlerime karşı duyduğumu sevgiden başka bir şey değildi. Onlardan ayrılacak olmamın burukluğunu yaşıyordum. Son kez kardeşlerime bakıp “Sizi Allah için çok seviyorum” dedim.

Kardeşlerimle vedalaştıktan sonra gece geç vakitte eve geldim. Eve geldiğimde ailemin hepsi yatmıştı. İçimdeki sese kulak verip, dedemin ve ninemin bulundukları odanın kapısını çaldım. Oda kapısını açan dedem beni karşısında görünce çok şaşırmıştı. Gecenin bu vaktinde kendisini sebepsiz yere rahatsız etmeyeceğimi bilirdi. Ardından ninem de uyandı. Kapıya gelip ne olduğunu sorduğunda, kendileriyle konuşmak istediğimizi söyleyince beni içeri aldılar.  Dedem ve ninemin telaşlandığını görebiliyordum. Odada bulunan tek sandalyeye geçip oturduktan sonra, telaşlı gözlerle bana bakan dedem ve ninem, neler olduğunu anlatmam için meraklı gözlerle konuşmamı beklediler.

“Gecenin bu vaktinde sizi rahatsız ettiğim için hakkınızı helal edin. Sadece içimde bir his, sizinle konuşup helalleşmem gerektiğini söylediği için sizi rahatsız ettim. Üzerimde her ikinizin de emeği var. Sizin hakkınızı ödeyemem. Bu yüzden bana hakkınızı helal edin” dediğimde ikisi de şaşkın gözlerle bana bakıyorlardı.

Dedem ne olduğunu anlar gibiydi ama ninem ne olduğunu anlayamamıştı. Dedem “Hayırdır oğlum, bir yere mi gidiyorsun?” diye sorunca, kendisine tebessüm ettim. Her ikisinin ellerinden öpüp helallik aldıktan sonra, bana dua etmelerini istediğimden dedem ve ninem bana dua ettikten sonra odalarından ayrıldım.

Son vazife olarak, anne ve babamı da bu gece ziyaret edip onlardan da helallik almak istiyordum. Odalarının kapısına kadar geldikten sonra, onları rahatsız etmekten çekindiğim için tam geri dönmeye karar verdiğim bir anda annem kapıyı açtı “Hayırdır oğlum? Gecenin bu saatinde dedenin odasına niye gittin? Bir sorun yoktur inşallah?” diye ardı ardına sorularını sıralamıştı.

Annemin benimle konuşmasıyla babam da uyanmıştı. Bu saatten sonra artık geri dönmek istemedim. Anneme “Sizinle konuşmak istiyorum. İçeri girebilir miyim?” diye sorunca, annem kapının yanından kenara çekildi. Ben de içeri girip oturdum. Babam telaşlanmıştı. Yatağından çıkıp yanıma oturdu. Annem de yanımıza gelip oturduktan sonra, onları biraz seyredip, bu insanların benim ardımdan ne kadar çok üzüleceklerini düşününce çok üzüldüm. Her ikisini de çok seviyordum. Bu belki de onlarla son konuşmam olacaktı. Bu fırsatı değerlendirmek istedim.

Anneme ve babama ne diyeceğimi hiç düşünmemiştim. Sadece yanlarına gidip onlardan haklarını helal etmelerini isteyecektim. Bu işin o kadar da basit olmadığını şimdi daha iyi anlıyordum.

“Hani olur da bu geceden sonra belki de sizinle bir araya gelmezsek diye sizden helallik almak istedim. Sizi çok seviyorum. Sizin hakkınızı hiçbir zaman ödeyemem. Siz, bu dünyada sahip olduğum en değerli varlıklarsınız. Ne zaman başıma bir şey gelse, sizler koşarak yanıma gelip bana destek oldunuz. Sizi üzdüğüm halde yine de beni sevmeye devam ettiniz. (Ağlayarak ellerine sarılıp öptükten sonra) Bana hakkınızı helal edin, belki sizin istediğiniz gibi bir evlat olamadım” dedim.

Annem ve babam, ne demek istediğimi anlamışlardı sanki. Onlar da ağlayamaya başlamışlardı. Annem beni bağrına basıp başımdan doyasıya öpüp “Anan kurban olsun sana, öyle deme” deyip ağlıyordu. Babam “Ne olduğunu bize anlatacak mısın?” diye sorma gereği hissetmişti. Onlara “Henüz ne olduğunu bende bilmiyorum. Sadece içimdeki hisleri sizinle paylaşmak istedim. Allah’ın bizim için takdir ettiği kaderin ne olduğunu nereden bilebiliriz ki...”

Aslında annem ve babam, onlardan ayrılacağımı sezmişlerdi. Ama nasıl olacağını onlar da ben de bilmiyorduk. Annem ağlamaya devam ederken son kez ellerinden öpüp, onlara sarıldıktan sonra müsaade isteyip odama gittim.

Yatağıma girdiğim zaman gece çok ilerlemişti. Bu gecemin son gecem olduğu hissine kapıldım. Uykum yoktu. Ne olacağını bilmesem de yatağımdan çıkıp abdest aldıktan sonra, yaptığım hatalarım ve günahlarım için namazda secdeye kapanıp gözyaşları içinde Rabbimden beni affetmesini isteyip durdum. Sabah namazının ezanıyla birlikte, babam ve dedemden rica edip bu sabah namazını birlikte camiye gidip kılmak istediğimi söyleyince, beni kırmadılar. Mahallemizdeki camiye gidip sabah namazını kıldıktan sonra, babam ve dedemden müsaade isteyip Hocamla konuşmak için bana biraz müsaade etmelerini rica ettim. Hocamdan, kendisiyle biraz konuşmak için müsaade istediğimde beni caminin içindeki odasına davet etti.

“Hocam, sizin benim üzerimdeki hakkınızı hiçbir zaman ödeyemem. Olur da bu vakitten sonra sizinle bir daha görüşme imkânımız olmazsa eğer, sizden hakkınızı helal etmenizi istiyorum. Bana gösterdiğiniz ilgi ve alakayı kardeşlerime de göstermenizi rica ediyorum. Siz de artık “Muhammedi yapı” saflarında kendi yerinizi almalısınız. İslami hizmette size ihtiyaç var” dedim.

Hocam da bir ayrılığın yaşanacağını anlamıştı. Bana sarılıp “Hakkım varsa helal olsun. Bundan böyle sizinle birlikte hareket edeceğim. Gözün arkada kalmasın. Sen bu genç yaşında bize çok şey öğrettin. Asıl sen hakkını helal et. Bizim sana yol göstermemiz gerekirken, sen bize hayırlı hizmet yolunu gösterdin. Sen bizden daha büyüksün. Senin arkandan gelmek boynumuzun borcudur” diyerek beni mahcup etti.

Hocamla helalleştikten sonra, dışarda bekleyen babam ve dedeme yetişip, birlikte eve geldik. Gece hiç uyumadığım halde uykum yoktu. Yine de yatağıma uzandım. Gözlerimi kapadığımda, Rabbime kavuşacağım anı hayal ettim. Güzel hayaller içindeyken dışardan gelen araba sesleriyle kendime geldim. Daha ne olduğunu anlamadan kapımız çalınmıştı. Babam ve dedem telaşlı bir şekilde, bu saatte kapımıza gelenlerin kimler olduğunu öğrenmek için kapıyı açtıkları anda, eve dalan polislerin baskısına maruz kaldık. Evdekilerin salonda toplanmalarını istediklerinden, hepimiz salona gelmiştik. Arama yapan polislerin bir kısmı, evde başka kimsenin olup olmadığını sorup bizi sorgularken, odalarda arama yapanlar da ortalığı savaş alanına çevirmişlerdi. Kısa bir süre sonra aramalarını bitiren polisler “Ev temiz” dedikten sonra, bizi sorgulayan polisin bana, “Muhammed ADAL sen misin?” diye sorması üzerine, “Evet” dediğim gibi koluma giren iki polis, evdekilerin “Ne oluyor? Neden onu tutukluyorsunuz?” itirazlarına aldırış etmeden beni polis otosuna bindirdiler.

Bindirildiğim polis otosu mahalleden çıktıktan sonra gözlerimi siyah bir bezle bağladılar. Hiçbir şey demeden sadece sessizliğimi koruyup, bunların ne anlama geldiğini merak ediyordum. Beklediğim bu olmasa da bunun da bir ayrılık olduğu kesindi.

Emniyete gittiğimizi tahmin edebiliyordum. Polis otosu bir müddet sonra emniyet binası olduğunu tahmin ettiğim bir yerde durdu. Tekrar iki polis kollarıma girip, beni merdivenlerden kaçırırcasına sürüklemeye başladılar. Sadece kendilerine ayak uydurup, onlar gibi hızlı hareket etmeye çalışıyordum. Ardından üst aramam yapıldıktan sonra üzerimdeki eşyalar, pantolon, kemerim ve ayakkabı bağım alındı. Gözbağımı açıp beni bir hücreye koydular.

Girdiğim hücrede ilk aklıma gelen şey, buralardan geçen kardeşlerimin yaşadıkları olmuştu. Her ne kadar anlatmış olsalar da, gördüklerim duyduklarımın çok daha ötesindeydi. Girdiğim hücrede yere bırakılmış sünger bir yatak ve de kirden renk değiştirmiş battaniyeden başka bir şey yoktu. Duvarlarda girenlerden toz yardımıyla yazılan ilginç yazılar vardı. Adım atacak yeri olmayan bu hücrede, olacakları beklemeye başladım.

Kısa bir süre sonra hücremin kapısı açılıp, tekrar gözlerimi bağlayan polis beni dışarı çıkardı. Beni bir başka odaya alıp sandalye oturttular. Sorgulamamın başladığını anladım. Kim olduğum hakkında sordukları sorulardan, hakkımda yeterli bilgiye sahip olduklarını anlamıştım. Onlara hiçbir cevap vermedim. Tüm sorularına karşı sadece sessiz kaldım. Bu sessizliğimden olsa gerek, nereden geldiğini bilmediğim bir darbe yediğim halde hiç tepki vermemiştim. Art arda gelen darbeler beni sandalyeden düşürse de, hiç sesimi çıkarmadan kaldım. Üzerime üşüşenlerin ayakları altında kalmama rağmen, yine de sükûtumu bozmuyordum. Ben, o an başka bir âlemde gibiydim. Aldığım darbeleri düşünmüyordum. Kendimi düşünmekten vazgeçmiştim. Yaşadıklarım, umurumda bile değildi. Gözlerimi açtığım zaman, kendimi hücremde yerde uzanmış gördüm. Hareket edecek durumda değildim. Sanki her bir kemiğimin kırıldığını hissediyordum. Yerde öylece uzanmış, hareket edemiyordum.  

Gün boyunca uzandığım yerde öylece kala kaldım. Namazlarımı, yerde uzanmış vaziyette göz hareketleriyle kıldım. Akşam vaktinde sorgulamam tekrar başladı. Bu sefer gördüğüm işkencelerde, benden Muhammedi yapı hakkında bilgi istemeye başladılar. Canımdan öte olan Cemaatim hakkında konuşmak yerine suskun kalmayı tercih ettim. Rabbimin yardımıyla, gördüğüm işkencelerin üstesinden gelebildim. En son, Filistin askısı dedikleri askıya alındığımı hatırlıyorm. Ardından gözlerimi tekrar hücremde açtım.

Bu işkence ve sorgulamaların ne kadar sürdüğünü, çıkarıldığım savcılıkta öğrendim. Tam on gün boyunca her gün, bayılıncaya kadar işkence görmüştüm. Buna rağmen tek kelime ağzımdan çıkmamıştı. Adeta susma orucu tutmuş gibiydim. Rabbim bu konuda bana güç vermiş, beni ve Cemaatimi muhafaza etmişti.

Savcılık, tutuklanma isteğiyle hâkimliği sevk etti. Hâkimlik, tutuklama müzakeresi hazırlayıp beni “Anayasal düzeni yıkmak ve yerine Şer-i kurullara dayanan bir rejim kurmaktan” yargılamaya karar vermişti.

Tutuklama kararı verilmesi üzerine, polisler eşliğinde cezaevine götürüldüm. Cezaevindeki işlemlerim yapıldığı sırada beni getiren polisler, cezaevi müdürünü sorup onu ziyarete gittiler.

Cezaevine giriş yaptığım zaman vakit akşamdı. Bir an önce işlemlerimin yapılması için onlara sorun çıkarmadan işlemlerini bitmesini istiyordum. İşlemlerim yapıldıktan sonra beni bir gardiyan eşliğinde müşahede odalarından birine götürdüler. Bana eşlik eden gardiyana “Burada bulunan arkadaşlarımın kaldığı odaya gitmek istiyorum” dedim. Gardiyan “Yeni tutuklananlar en az üç gün müşahede odasında kalmak zorundalar. Bu üç günün sonunda, uygun görülmesi halinde seni arkadaşlarının kaldığı odaya verirler” dedi.

Gardiyanın bu söylediklerini, daha önce tutuklanan kardeşlerimizden de duymuştum. Bu yüzden bu konuda fazla ısrarcı olmadım. Üç gün daha sabretmenin zor olmayacağını düşündüm.

Girdiğim müşahede odasında bir ranza ve üzerinde süngerden bir yatak vardı. Ranzanın tam arkasında yarım boy uzunluğundaki bir duvar, arkasında ise tuvalet vardı. Oda, tuvalet kokuyordu. Her taraf pislik içindeydi.

On gündür gözaltında verdikleri ekmek dışında bir şey yememiştim. Tuvalete çıkardıkları zaman su içme fırsatı bulabiliyordum. Yine de açlık hissetmiyordum. Buna rağmen hücremin kapısında içeri giren gardiyanın elinde bir tabldot vardı. “Hoca açsındır. Sana biraz çorba getirdim. Bugün bununla idare et. Yarın sabah sana istihkakını verirler” deyip, yemeği bırakıp odadan çıktı.

Çorbayı soğutmamak için içmeye başladım. Henüz birkaç kaşık içmiştim ki midemde müthiş bir acı hissettim. Bu acıyı, günlerdir gördüğüm işkencelere veya midemin boş olmasına bağladım. Çorbayı içmeyi bıraktığım halde midem yanmaya devam ediyordu. Sanki içerde organlarım parçalanıyor gibi acı çekiyordum.

Acılarım artmış, artık dayanacak gücüm kalmamıştı. Kaldığım hücrenin kapısını çalıp, gardiyanın gelmesini istedimse de gardiyan gelmedi. Acılarım dayanılmaz olmuştu. Yerde acılar içinde kıvranıyordum. Bu acıların, yediğim yemekten kaynaklandığı aklıma gelse de buna pek bir ihtimal vermedim.

Yavaş yavaş gözlerim kapanmaya başlamıştı. Beklediğim ayrılık vaktinin geldiğini anladım. Rabbime istiğfar ederken, dışardan gelen tekbir sesleriyle bana bir güç geldi. Tekbir seslerinin ardından, cevşenden okunan bir bölümle acılarımın gittikçe azaldığını hissettim. Okunan cevşene eşlik ettikçe rahatlamaya başladım. Dışardan gelen ses, kardeşlerimin perşembe akşamları hep birlikte söyledikleri ilahiler ve cevşen okuma faaliyetlerinden biriydi.

Acılarım dinmişti. Kendimi daha iyi hissediyordum. Kalkıp çorbayı tuvalete döktüm. Gece uyuduğum bir vakitte bana çorbayı getiren gardiyan hücremin kapısını açıp öylece içeri girince uyandım. Hareket ettiğimi gören gardiyanın korkudan bağırıp hücremden çıkışına bir anlam verememiştim. Sabah tekrar hücreme gelen gardiyan, getirdiği tabldotun boş olduğu görünce “Çorbanı bitirmişsin afiyet olsun” deyip, boş tabldotu alıp hücremden çıktı.

Sabah vakitlerinde tekrar bir gardiyan gelip hücremde beni saydı. Bu sayma işi, cezaevlerinde rutin bir uygulamaydı. Sabah ve akşam olmak üzere günde iki defa sayım yapılıyordu. Sayıma gelen gardiyana su sıkıntısından söz ettim. “Birazdan bırakırlar” deyip, çekip gitti.

Kaldığım hücrede sular akmıyordu. Daha önce orada kalanlar tarafından bırakılan bir pet şişe içinde kalan suyla idare etmiştim. Şimdi o su da bitmişti. Öğle vaktine yakın, suyu bırakmışlardı.

Hücremde bulunan küçük bir pencere bile ızgara tellerle kapatılmıştı. Dışarısını görmek mümkün değildi. Üç günlük süremin bitmesi için sabırsızlanıyordum. Kardeşlerimle birlikte olmanın hayali bile beni sevindiriyordu. Onları görüp sarılacak olmam bana gerekli sabrı veriyordu.

Gün boyunca bir daha su gelmeyince, hücremin kapısını çalıp gardiyanı çağırdım. Gardiyan geldiğinde “Suyum kalmamış, biraz su bulabilir misiniz?” diye sordum. Gardiyan hiçbir şey demeden çekip gitti. O gün bir daha su akmadı. Sadece akşam vardiyasından sonra bana çorba getiren gardiyan hücreme gelmiş, bir ihtiyacımın olup olmadığını sorduğunda da ona suya ihtiyacım olduğun söylediğimde “Sabah cezaevi kantininde birkaç tane su al. Onların boşalan petlerini atmazsın, su aktığında da onları doldurursun” diye tavsiye verdi. Söylediği bana mantıklı gelmişti.

Sabah ilk iş olarak, cezaevi kantininden su almak istediğimi söyleyip, gardiyana bir miktar para verdim. Çok kısa bir süre sonra bana çorba getiren gardiyan, elinde üç tane bir buçukluk su petini hücreme bıraktıktan sonra hücremden çıktı.

Gelen sudan birkaç yudum içmiştim ki midemde tekrar bir yanma başladı. Bunun tesadüf olduğuna inanmadım. İçim yanmaya başlamıştı. Öyle ki bu yanma, vücudumun her tarafını kaplamıştı. Ciğerlerimin parçalandığını hissediyordum. Acıdan feryat ediyordum. Hemen kapıya gidip, var gücümle kapıyı çalmaya başladım. Gelen kimse yoktu. Tekrar kapıyı çaldım. Yine kimse gelmedi. Yere yığıldım kıvranıyordum. Artık nefes bile alamıyordum. Nefes almak için öksürdüğümde elime gelen et parçacıkları zehirlendiğimin işaretiydi. İlk gece yaşadığım acının daha şiddetli halini yaşıyordum. Yerde acılar içendeyken cevşenden Esma–ül Hüsna’yı okumaya başladım. O anda hücremi dolduran bir nur, bütün acılarıma son vermişti. Artık acı diye hiçbir şey hissetmiyordum. Son bir teşebbüsle kirli olan yerdeki tozlardan parmağımla, “Zehirlendim. Bu zehir sonucu Rabbime kavuşuyorum. Siz kardeşlerimden ve ailemden hakkınızı helal etmenizi istiyorum” diye yazmaya çalıştım.

 

 

اِنَّا لِلَّهِ وَاِنَّآ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

 

 

Hasan Gündüz

 

[1] Nasr Suresi: 1–3

[2] Al–i İmran Suresi: 119

[3] Bakara Suresi: 216

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar