41.84
  
48.67
  
0.00
  
97.47

İslam Fedaileri-4. Bölüm

İslam Fedaileri-4. Bölüm

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Ortaokulun ilk yılı kavgalarla geçti desem yeridir. Okula adapte olmanın yanı sıra, sürekli İslam’la alay edenlerle giriştiğimiz münakaşalar bizi daha çok kavgacı yapıyordu. Her seferinde okul idaresi tarafından çağrılıp ikaz edilmeye alışmıştık.

Ortaokul hayatımız, değişim yaşadığımız en önemli merhaleydi. Çocukluktan çıkıp ergen olmakla birlikte yaşadığımız fiziksel ve ruhsal değişim kendisini göstermeye başlıyordu. Yeni şeylere olan merakım artmış, daha çok şeyi merak eder olmuştum. Bilmediğim her şeyi sorma gereği hissediyordum. Her gün İslam ve hayat hakkında yeni şeyler öğreniyordum. Kişiliğimin şekillendiği yılların ortaokul yılları olduğunu söylesem abartmış olmam her halde.

Okullar tatile girdikten sonra mahallemizdeki camide ve diğer camilerde Yaz Kur’an Kursu dersleri tekrar başlamıştı. Cami Hocasının yanı sıra bir grup gencin de camide Kur’an dersi vermeye başladığını söyleyen babamı merakla dinliyordum. Kendilerine “Muhamedi” diyen bu gençler, çok kısa bir zaman içinde mahallenin sohbet konusu olmuştu. Babam evde onlardan söz edince, bizim duymamamız için elinden geleni yapıyordu. Duyduğumuz zaman da bize onlardan uzak durmamız konusunda uyarılarda bulunuyordu. Bu “Muhammedileri” merak etsem de babamın tavsiyesi üzerine onlarla karşılaşmamaya çalışıyordum. Namaz için her camiye gittiğimde o gençlerle karşılaşmamak için kaçıyordum. Babam bizi uyardığına göre mutlaka bir bildiği var diye düşünüyordum. Babam güngörmüş birisiydi. İyiyi ve kötüyü benim gibi genç birinden daha iyi bilirdi. Babamın sözlerine kulak verip o gençlerle karşılaşmamak için elimden geleni yapıyordum.

Okulların tekrar açılmasının üzerinden fazla zaman geçmemişti ki bu sefer de Muhammedi gençlerin camide Kur’an dersi vermeye devam ettiklerini duyar oldum. Oysa okullar açıldığı için camideki Kur’an dersleri sona ererdi. Fakat bu gençler, Kur’an dersi için tatil veya okulların açık olmasına aldırış etmeden Kur’an dersi vermeye devam ediyorlardı. Bu tavırları çok hoşuma gitmişti. Hiçbir zaman anlayamadığım “Yaz tatili dışında Kur’an dersi alınmaz” uygulamasını zaten eskiden beri beğenmemiştim.

Okul çıkışında ve vakit bulduğum zamanlarda camiye gitmeye devam ediyordum. Özellikle akşam namazlarımı camide kılmaya gayret ediyordum. En çok merak ettiğim şey ise Muhammedi gençlerdi. Onlar akşam ve yatsı arası camide Kur’an dersi ve Peygamber efendimizin hayatını anlatınca onlara katılmamak için kendimi zor tutuyordum. Babam onlardan uzak durmamı söylemişti. Babamın sözünü dinlememezlik yapamazdım. Bu durum o kadar çok canımı sıkmaya başlamıştı ki akşam namazı için başka camilere gitmeye başlamıştım. Gittiğim birçok camide Muhammedi gençlerin ders verdiklerine şahit oluyordum. Farkında olmasam da onlara karşı içimde bir sevgi ve kıskançlık oluşmuştu. Onlar gibi olamadığım için kendimle mücadele ediyor, babamın neden onlardan uzak durmamız gerektiği konusunda tatmin edici bir sebep bulamıyordum.

Birçok evde olduğu gibi bizim evde de Muhammediler konuşuluyordu. Yaptıkları hizmetler herkes tarafından takdir edilmesine rağmen yine de onlardan, uzak durulması gereken kişiler olarak söz ediliyor olmasına ise hiçbir anlam veremiyordum.

Bazen canımın sıkkın olduğu zamanlarda akşam ablamın odasına gider kendisiyle dertleşirdim. Ablamla aynı odayı paylaşan kardeşim Ayşe, bir müddet bizim sohbetimize eşlik eder ardından yatardı. Ben ve ablam sabah namazına kadar sohbet etmeye devam ediyorduk. Bu sefer ki sohbetimizin konusu Muhammediler olmuştu. Onların kimler olduğunu henüz bilmiyorduk. Camide Kur’an dersi veren İslam’a gönül verenler olduklarını bilsek de neden babamın onlardan uzak durmamızı istediği hakkında ablamla mantıklı bir şey bulmaya çalışmamız sonuçsuz kalmıştı.

O gün ablamla sabah namazına kadar çok güzel sohbet ettik. Ablamla her zaman birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye ederdik. “Sen öğüt verip-hatırlat; çünkü gerçekten öğütle-hatırlatma, müminlere yarar sağlar.” Ayetini öğrendiğimiz günden beri birbirimize hatırlatmalarda bulunuyorduk.

Okulda olmadığım zamanlar vakit namazlarımı elimden geldiğince camide kılmayı seviyordum. Camideki Muhammedi gençlerin kılınan namazın ardından cami Cemaatinin namazlarını tebrik edip, onlara güzel koku ikram edişlerini merakla izledim. Camiden çıkarken on sekiz yaşlarında orta boylu, hafif şişman, esmer tenli birisinin, elindeki kokuyu bana ikram ederken, “Allah kabul etsin kardeşim” deyişi içime işlemişti. O ana kadar onlara karşı ne hissettiğimi tam olarak itiraf etmesem de, onları sevmediğimi söylüyordum. Ancak bana “Kardeşim” diye hitap edilmesinin ardından Muhammedilere karşı içimde nedenini bilmediğim çok güzel ve olumlu duygular hissetmeye başlamıştım. Bana “Kardeşim” diyen şahsın sözleri çok samimiydi.

Her ne kadar Muhammedilere karşı içimde bir sevgi oluşsa da, babamın sözleri ve bizi tembihlemesini hatırladıkça onlardan uzak durmaya gayret ettim. Bunu istemeyerek yapıyordum. Onlara yakın olmamak için camiye gidişlerimi azalttım. Artık eskisi gibi camiye gitmez oldum. Akşam ve yatsı namazlarımı evde kılmaya başladım. Camide kıldığım namazlar gibi bana haz vermeseler de onlarla karşılaşmamak için yapacak başka bir yol aklıma gelmiyordu.

Okul hayatına alışmış, derslerimizde başarılı olmuştuk. Okulda biz dört arkadaş başarıda kendi aramızda yarışır olmuştuk. Okulun çalışkan gençlerinden birisiydim ama yine de mutlu değildim. Arkadaşlarım bu durumdan memnun görünseler de ben onlara ayak uyduramıyordum. Hafta sonları birlikte vakit geçirdiğimiz zamanlar, bendeki bu değişikliği fark edip soran arkadaşlarıma “Bir sıkıntı yok” deyip geçiştiriyordum. Gerçekten de bir sıkıntım yoktu. İçimdeki sıkıntının nedenini tam olarak ben de bilmiyordum. İçimde koskoca bir boşluk varmış gibi hissetmem dışında. Bunun neden kaynaklandığını da bilmiyordum. Ablamla sohbetlerimizin birinde yaşadığım bu boşluğun ergenlikten kaynaklanıyor olabileceğini söyleyince bu bana mantıklı gelmişti.

Yaşadığım boşluktan ve içimdeki sıkıntılardan bir türlü kurtulamıyordum. Yaşam sevincimi kaybetmiş gibiydim. Arkadaşlarımla bir araya geldiğimiz zamanlarda bile, sıkıntım yüzümden okunabiliyordu.

Yine bir ikindi vakti okul çıkışı namaz için gittiğim camide Muhammedi gençlerin, gelen öğrencilere Kur’an dersi verdiklerini görünce arkadaşlarımla birlikte Kur’an dersi aldığımız günler geldi aklımla. Onları bir müddet seyrettikten sonra namazımı kıldım. Camiden çıkmak üzereyken arkamdan birinin seslendiğini işitmemle arkama dönüp baktım. Kısa bir süre önce bana “Kardeşim deyip koku ikram eden” abiyi gördüm. Ondan bir an önce kaçmak istedim. Babamın sözleri beynimde şimşekler gibi çakıyordu. O abiyi görmezden gelip arkamı dönüp camiden çıktım.

O anda hissettiğim şey suçluluk duygusundan başka bir şey değildi. Neden ve niçin kaçtığımı tam olarak bilmiyordu. Arkamdaki insanla neden karşılaşmak istemediğimi bilmiyordum. Bildiğim tek şey babamın bunu istiyor olmasıydı. Babamın isteğini yerine getirdiğim için sıkıldığımı hiç düşünmemiştim. Yanlışın nerde olduğunu ne olduğunu bilmiyordum.

Birkaç gün sonra Peygamber efendimizin hayatını başka kaynaklardan da öğrenmek için Cami Hocasından aldığım siyer kitabının birinci cildini teslim edip ikinci cildini kendisinden rica ettim. Akşam yatmadan önce her zaman bir miktar kitap okumaya başladım. Okuduğum kısım ilgimi çekmişti. Çok güzel bir tevafuka işaret ediyordu. Sanki durumuma bir işaretmiş gibi hissettiğim bu olay hayatımın değişmesine vesile oldu. Şöyle yazıyordu kitapta.  

“İnsanlar Mekke-i Mükerreme'ye gelerek Muhammed aleyhissalatu vesselamı dinlediler. Bunlar arasında kimileri imana meyletmişti. Fakat Kureyşliler bu gelen kimseleri takip ediyor ve onların Allah yo­luna girmelerini engellemeye çalışıyorlardı. Olanca güçleriyle insanları hakikatten uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Bazı kabi­leler arasında, Muhammed aleyhissalatu vesselamın şahsı ve davetiyle ilgili bir­takım bilgiler yayılmıştı. İşte bu şekilde İslam davetini duyan birisinin İslam'a girmek için gösterdiği çabanın hikâyesini bu­rada anlatmak istiyoruz. Kureyşliler daha önce böyle bir kimse­yi ne görmüşler ne de duymuşlardı. İşte böyle insanları gözet­liyor ve Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselamla görüştürmemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Fakat bütün bu çabalara rağmen o insan da Peygamberimizden uzaklaşmıyor, aksine onunla görüşme arzuları daha da güçleniyordu. Hikâyesini anlatacağımız adam, Tufeyl bin Amr ed-Devsi idi. Mensup olduğu Devs kabilesi için­de sözüne güvenilen şerefli bir kimseydi. Mekke-i Mükerreme'ye gelmişti. Müşriklerin İleri gelenleri onun başına toplanmış ve Peygamber efendimizle buluşmaktan sakındırmışlardı. Onunla görüşmemesini ve onu dinlememesini sıkı sıkıya tembih etmiş­lerdi. Onu, Peygamber efendimizi dinlememek gerektiği husu­sunda o kadar sıkıştırmışlardı ki, sonunda kulağını pamukla tı­kamak zorunda kalmıştı. Ama ertesi gün Kâbe-i Muazzamanın yanına vardığında, ansızın Resulullah aleyhissalatu vesselamla karşılaşmış, onu dinlememek için kendini zorlamıştı. Fakat Cenab-ı Allah'ın ba­ğışladığı güzel yüzlülük ve temizlik bakımından saf kalpler, Hz. Muhammed'e karşı eğilim duymaktan ve onun cazibesine kapılmaktan kendini alamıyordu. Kendini tutamayıp, O’nun okuduğu şeyleri dinlemeye başladı. Şimdi bu adamın kendi nef­si hakkında söylediklerine kulak verelim. Tabii ki, kendisi hak­kında en iyi konuşan, yine kendisidir. O diyor ki:

Muhammed'i görünce: ‘Ben aklı başında bir adamım, sözün iyisini kötüsünden ayırmak benim için zor değildir. Eğer bu adamdan dinleyeceğim sözü güzel bulursam onu kabul ederim, değilse bırakırım’ diye düşünerek, namazını kılıp evine dönünceye kadar orada bekledim. Evine girinceye kadar da peşine düştüm. Sonra ben de onunla birlikte eve girdim. ‘Ya Muhammed, kavmin, senin hakkında bana şöyle şöyle dediler. Beni o kadar korkuttular ki, ben de senin sözlerini dinlemeyeyim diye kulaklarıma pamuk tıkadım. Hâlbuki Allah bana senin oku­duklarını işittirdi Onları pek beğendim. Haydi, bana ne söyle­mek istiyorsan söyle’ dedim. Resulullah bana İslamiyet'i anlat­tı ve Kur'an-ı Kerim okudu. Hayatımda Kur'an'dan daha güzel bir söz ve İslam’dan daha mükemmel bir şey görmedim ve işit­medim. Hemen Müslüman oldum ve şehadet getirdim.”[1]

Okuduğum bu kısımda kendimi görebiliyordum. Gece geç olmasına rağmen ablamın odasının kapısını çaldım. Birgül ablam kapı önüne gelince de okuduğum kısmı kendisine gösterip “Burayı oku ve ne düşündüğünü bana yarın sabah söyle” dedim. Ablam şaşırmıştı. Gecenin geç vaktinde okuması gereken yerin neden bu kadar önemli olduğunu sordu. Ona kısaca “Camide Kur’an dersi veren Muhammedilerden kaçmak yerine onlarla konuşmak ve onlar gibi camide Kur’an dersi vermek istiyorum” deyince ablam duyduklarına şaşırmış olsa da elimdeki kitabı alıp odasının kapısını kapattı.

Sabah ilk işim ablamdan kitabı okuyup okumadığını sormak oldu. Ablam kitabı okuduğunu ve Muhammedilerle görüşmemde bir sakınca olmadığını söyledi. “Eğer onlar İslam’a hizmet için çabalıyorlarsa, bizim de onlara destek ve yardımcı olmamız gerek” diye de eklemeyi ihmal etmedi.

Okul çıkışı hiç vakit kaybetmeden ikindi namazı için camiye gittim. Dün gördüğüm manzaranın aynısına şahit oldum. Caminin sağ köşesindeki pencerenin altında, duvar dibine oturmuş olanlardan bazıları Kur’an dersi veren hocalardı, bazıları da öğrencilerdi. Namazımı kıldıktan sonra hiç acele etmedim. Bu sefer kaçmak gibi bir düşüncem yoktu. Tesbihatımı yaparken yanıma gelip “Allah kabul etsin” diyen kişiye dönüp baktığımda, “Kardeşim” diyen abiyi gördüm. Yanıma oturup kendisini “İsa” olarak tanıtıp, benimle tanışma isteğini söyleyince bu teklifini geri çevirmedim. İsa’yla sohbet ettikçe gönlümde ona karşı sevgi tohumlarının serpildiğini hissedebiliyordum. Aramızda geçen karşılıklı konuşmalar güzel bir muhabbete dönüşmüştü. Vaktin nasıl geçtiğini bile anlamamıştım. İslam’dan ve Kur’an eksenli konuşmalarımızın sonunda, Kur’an okumayı bilip bilmediğimi sorması üzerine, cami Hocasından Kur’an dersi aldığımı söyleyince, sevincini gözlerinden okuyabiliyordum. İçimde geçenleri okuyormuşçasına “Sen de gelip bizimle birlikte buradaki çocuklara Kur’an dersi vermeye ne dersin?” diye sorması üzerine hiç tereddüt etmeden teklifini kabul ettim.

Babamın neden Muhammedilere karşı bu kadar ön yargılı olduğunun anlayabilmiş değildim. Onları ya tanımıyordu ya da onlar hakkında yanlış bir bilgi edinmiş olabileceği kanaatine vardım. Babama rağmen görüştüğüm Muhammediler, benim için hayatımın en güzel dönüm noktası oldular.

Camideki Muhammedi gençlerden biri olan İsa’yla aramızda geçen konuşmaları ablama anlatıp, bundan böyle ben de boş vakitlerimde camide Kur’an dersi vereceğimi söylediğimde ablam ilkin biraz tereddüt etse de bendeki heyecanı görmüş olduğundan, hayır duasında bulunup “Şimdilik babama bir şey söyleme istersen” dedi. Ben de ablam gibi düşünüyordum. Onları tanımadan, babama onlarla ilgili hiçbir şey söylememeye karar verdim.

Ertesi gün okul çıkışı ikindi vakti tekrar camiye gittim. İsa abi beni gördüğü için çok sevinmişti. “Muhammed! Gel” diye davet etmesi üzerine yanına gittim. Ders verdiği on yaşlarındaki Hamza’ya “Bundan böyle senin Kur’an derslerini Muhammed abin verecek” demesi üzerine öğrenci hiç itiraz etmeden yanıma geldi.

İlk öğrencim olmasa da ilk kez Kur’an dersi veriyormuşum gibi heyecanlandığımı fark ettim. Öğrencimin Kur’an dersini verdikten sonra, öğrencilere Efendimiz aleyhissalatu vesselamın hayatından bir bölüm anlatan İsa, ardından kısa bir sure okuyarak dersin bittiğini söyleyince öğrenciler dağıldı. İsa’yla birlikte camiden çıkarken cami Hocası beni İsa’yla birlikte gürünce “Muhammed” diye çağırması üzerine Hocamın yanını gittim. Hocam İsa’yla birlikte nereye gittiğimi sorması üzerine “Dışarda biraz dolaşıp sohbet edeceğiz” dedim. Hocam İsa’yla birlikte olup onunla arkadaşlık yapmamdan pek hoşlanmamışa benziyordu. Bu durumu pek umursadığımı söyleyemem.

İsa’yla birlikte camiden çıktıktan sonra İslam hakkında sohbet ettik. İsa, daha çok beni tanımaya çalışıyordu. Beni tanımak için sorduğu sorulara cevap veriyordum. Ben ise daha çok İslam’la ilgili sorular sorup, onların amaçlarını öğrenmek istiyordum. Akşam vaktine kadar cadde ve sokaklarda dolaşarak yaptığımız sohbet her ikimizin de hoşuna gitmişti.

Akşam ezanının okunmasıyla birlikte İsa beni bir başka camiye davet etti. Orada kendisi gibi arkadaşlarının Kur’an dersi verdiğini söyleyince biraz da meraktan olsa gerek bu teklifini kabul ettim. Koşuyolu caddesinin üzerinde bulunan Medine camisine gittik. Cadde üzerinde bulunan bir sokağın biraz içerisinde yeni bittiği her halinden belli olan bu camiye girdiğimizde, şadırvanında abdest alan benim yaşlarımda gençleri görünce içim rahatlamıştı. O an o gençler, benim yalnız olmadığımı bana hatırlatan birer işaret gibi gelmişlerdi. Abdestli olduğumuzdan namaz için camiye girdik. Namazın ardından bizim de yaptığımız gibi caminin müsait bir köşesinde halka olanlar Kur’an–ı Kerim’lerini alıp derslerini almaya başladılar. İsa, tanıdığı birisiyle caminin bir başka köşesinde sohbet ediyordu. Arkadaşı onu dikkatli dinleyip her dediğini tasdik edercesine kafasını sallıyordu. İsa’nın arkadaşına neler söylediğini merak etmeye başlamıştım.  Kur’an dersinin ardından İsa’nın sohbet ettiği arkadaşı bize Fıkıhtan “Namazın Sünnetlerini” anlattı. Yatsı namazına kadar devam eden bu dersin ardından, İsa’yla namazımızı kıldıktan sonra eve kadar yine kendisiyle sohbet ederek geldim.

Gün içinde yaşadıklarımı ablamla paylaştım. İçimde hissettiklerimi aktardığım ablam her zaman ki gibi bana destek oluyordu. Akşam yatağıma girdiğim zaman aklımı kurcalayan tek şey, babamın Muhammedilerle dost olduğumu öğrenmesi durumunda vereceği tepkiydi. Bu tepkiden çekindiğim için şimdilik babam dâhil olmak üzere bunu ablamdan başka kimsenin bilmesini istemiyordum.

Okul çıkışlarında camiye gitmeye devam ettim. Fırsat buldukça da akşam vakitlerinde camide yapılan derslere de katılıyordum. Artık kendimi Muhammedi olarak görmeye başlamıştım. Muhammedi arkadaşlarım arasında kabul görmüş olacağım ki beni bir kardeşleri olarak görüp içlerine kabul etmişlerdi. Hafta sonraları İsa, benim de bulunduğum beş arkadaşla birlikte özel ders yapmak istediğini söylediğinde bunu severek kabul etmiştim. Arkadaşlarımızdan birinin evinde yaptığımız ilk dersimde öğrendiğim ilk şey, gizlilik olmuştu. Muhammedilerin neden yeterince tanınmadıklarını şimdi daha iyi anlıyordum. Gizliliğe verdikleri önem onların en büyük özellikleriydi. Hafta sonu yaptığımız derslerde daha çok camide her kesin yanında konuşulmayacak olan, İslam’ın diğer meselelerini konuşup değişik kitaplardan dersler yapıyorduk. Bu arada ben de Muhammedi yapıyı daha yakından tanımak için kafamdaki soruları sorup cevaplarımı alıyordum.

Her şeyimle Muhammedilere teslim olup, kendimi “Fena fi-l Muhammed” olarak gördüğüm andan itibaren, babamın ve ya dedemin bunu öğrenmesinden çekinmez olmuştum. Artık kendi yolumu çizmiştim. İnandığım değerler uğruna hiç kimseden çekinecek değildim. Yanlış yaptığım bir şey yoktu. Tam aksine doğru yaptığımı gösteren İslam tarihi vardı karşımda. Ablamla paylaşımlarımın ardından onun da Muhammedilerin saflarına katılması gerektiğini söylediğimde buna hiç itiraz etmeden “Üzerime düşen ne varsa yapmaya hazırım” demesi beni çok sevindirmişti. Onun sayesinde yalnız olmadığımı bilmek bana öz güven kazandırıyordu.

En kısa zamanda İsa’yla bir araya gelip, ablamın camide verdiği Kur’an derslerinden söz ettiğimde İsa; “Biliyorum, birkaç bayanın, kız çocuklarına Kur’an dersi verdiğinden haberimiz var. Onlar farkında olmasalar da bizler onları da koruyup kollamaya çalışıyoruz. Hatta onlara derslerinde yardımcı olmaları için gönderdiğimiz birkaç bayan kardeşimiz dahi var. Onlar da derslerde ablana yardımcı oluyorlar” dediğinde şaşırmıştım. Oysa benim asıl söylemek istediğimi şey ablamın da bunda böyle Muhammedilerle birlikte hareket etme istediğiydi. Bunu İsa’ya söylediğimde sevindiğini belli etmek için “Allahu Ekber” diyerek tekbir çekti.  Sevinci yüzünde belli oluyordu. Birisiyle aynı yolda yürümek ve aynı yükü taşımak için saf saf olup kenetlenmenin nasıl bir şey olduğunu tam olarak o an için anlamamış olsam da İsa hiç bozuntuya vermeden “Bu durumu arkadaşlarıma iletirim. Artık onlar nasıl uygun görürlerse öyle yaparlar” dediğinde neden söz ettiğini anlamamıştım.

Yaz tatilinde camide Hocamıza yardım amacıyla çocuklara Kur’an dersi verdiğimiz bir vakitte öğrencilerimizden biri “Hocam benim altı yaşında bir kız kardeşim var. Annem ona da Kur’an dersi vermenizi istiyor” demişti. Hocam, öğrencinin söylediği bu sözü duydu. Hiçbir şey demeden benim ne cevap vereceğimi bekledi. O anda ne diyeceğimi bilemedim.  Camide hiç kız çocuğu yoktu. Biz ve bizim gibi Kur’an öğrenmeye gelenlerin hepsi erkektiler. Ne diyeceğimi bilemediğimden Hocama dönüp, bu soruyu kendisinin cevaplamasını istedim. Hocam “Annene söyle, kız kardeşini mahallede Kur’an dersi veren bayanlar var onların yanı göndersin” deyince. Bunun iyi bir cevap olduğunu düşünmüştüm.

Camilerde erkek çocuklarına Kur’an dersi verildiği halde kız çocukları bundan mahrum kalıyordu. O zaman bunun neden kaynaklandığı bilmiyordum. Bildiğim tek şey, biz erkekler kadar kız çocuklarının da Kur’an dersi almaya hakları olduğuydu.

O zamanlar kız çocuklarına, mahallede Kur’an okumasını bilen bayanlardan birileri fedakârlık yapıp kendi evinde Kur’an dersi vermeye çalışıyordu. Bunun dışında pek başka alternatifleri yoktu.

Soruyu soran öğrenci “Ayşe teyze hasta olduğu için kimseye ders vermiyor” deyince, Faruk’un annesi Ayşe teyzenin hasta olduğu için artık kız çocuklarına Kur’an dersi vermediğini birden hatırlayıverdim. Cami Hocasına dönüp “Hocam, kız çocuklarına siz Kur’an dersi verebilir misiniz?” diye sordum. Hocamın yüzü asıldı. Sinirli bir ses tonuyla “Ben erkeklere bile zor yetişiyorum oğlum. Siz olmasaydınız birçoğunun Kur’an dersi yarım kalırdı” diyerek bunu kabul etmediğini anlamış oldum.

Ama bu işin peşini bırakmaya hiç niyetim yoktu. Kur’an dersimizin ardından arkadaşlarımla top oynamaya gitmedim. Bu konu hakkında bir çözüm bulmak için eve gelip Birgül ablamla konuşmayı tercih ettim.

Birgül ablam, Kur’an dersini mahalledeki diğer kızlar gibi Faruk’un annesinden almıştı. Ama Faruk’un annesi son yıllarda çok rahatsız olduğu için Kur’an dersi vermeyi bırakmak zorunda kalmıştı. Mahallede kızlara Kur’an dersi verecek başka biri olmadığı için de kızlar Kur’an öğrenemiyorlardı. Birgül ablamdan kızlara Kur’an dersi vermesini istediğimde bana “Ben Kur’an okumayı biliyorum. Ama şimdiye kadar hiç kimseye ders vermediğim için bu işi yapabileceğimi zannetmiyorum” dedi. Birgül ablam haklıydı. Mahalledeki diğer kızlar gibi sadece Kur’an okumasını öğrenmişti. Kur’an’ı okuduktan sonra da artık bu iş bitti deyip ders almayı bırakmıştı. Birgül ablamdan mahallede Kur’an dersi verebilecek kadınları sorduğumda “Mahallede en iyi Kur’an dersini Faruk’un annesi Ayşe teyze verebilir. Ama Ayşe teyzenin hastalığı nedeniyle doktor tarafından gürültü ve stresten uzak durması tavsiye edilmiş. Beyninde oluşan bir tümör nedeniyle en küçük bir gürültüden bile rahatsız oluyor. Hastalığı ciddi olduğu için de artık Kur’an dersi vermeyi bırakmak zorunda kalmış. Ama Ayşe teyzenin kızları en az anneleri kadar güzel ders verebilirler” deyince bir anda umutlandım.

Ayşe teyzenin kızlarını, mahallede hepimiz tanırdık. Onlar bizim mahallenin iftiharıydılar. İslami bilgileri, edepleri ve hayâyla büründükleri örtüleriyle, mahalledeki herkesin dilinde birer örnek teşkil ediyorlardı. Ayşe teyzenin hastalığı gürültüyü kaldıramadığı için olsa gerek, kızları da anneleri rahatsız olmasın diye evlerinde Kur’an dersi vermeyi düşünmemişler. Durum böyle olunca mahalledeki kız çocuklarına Kur’an dersini verecek kimse kalmamıştı. 

Kız çocuklarının Kur’an öğrenmesini isteyen aileler de bu konuda çaresiz kalmıştı. Camiye gelen öğrencimizin kız kardeşine de Kur’an dersi vermemizi isteyen annesinin çaresizliği, aslında mahalledeki diğer kadınların da sorunuydu. Bu soruna bir çözüm bulmak amacıyla Birgül ablama “Faruk’un ablalarıyla konuş ve annelerinin yerine kız çocuklarına Kur’an dersi vermeleri için onları ikna et” dedim. Birgül ablamın beni çok sevdiğini bildiğimden bu ricamı kırmayacağını biliyordum. Ablam “Tamam” deyince bu işin olacağına olan inancım artmıştı. Bir hayra vesile olmanın hazzına varıyordum. Bu duygu için nasıl bir tarif yapılır bilmem, ama o zamanlar ben bile yaptığım girişimden dolayı kendimle gurur duyar olmuştum.

Birgül ablam Faruk’un ablalarıyla konuştuktan sonra “Ayşe teyzenin kızları Kur’an dersi veremeyeceklerini, annelerinin rahatsızlığı ve de bakımı için onunla ilgilenmeleri gerektiğini söylediler” dediğinde, içimde yeşeren tüm ümitlerim, sonbahar rüzgârı esmiş gibi birden sararıp soldu. Moralimin çok bozulduğunu hatırlıyorum. Henüz on dört on beş yaşın verdiği toyluktan olsa gerek biraz da öfkelenmiştim.  Neden ders vermediklerini tam olarak anlamakta zorlanıyordum. Kur’an dersi gibi hayırlı bir işten geri kalmak için nasıl bir bahaneleri olur, o zamanlar bunu anlamakta zorlanıyordum. Gençtim, bildiğim ve anladığımı tek şey İslami hizmet için hiçbir engelin sorun teşkil etmemesi gerektiğiydi. Hiçbir mazeretin Kur’an dersine bahane olarak öne sürülemeyeceğini düşünüyordum. İslam hakkında okuduğum birkaç eser ve Hocamdan dinlediğim sohbetler dışında hiçbir bilgim yoktu. Oysa Ayşe teyze, yıllarca hiç çekinmeden kız çocuklarının Kur’an dersi almaları için elinden geleni yapmış, hastalığı ortaya çıkana kadar da bu hizmetten hiçbir şekilde geri kalmamıştı. Oysa ben bunları anlamayacak kadar olaylara yüzeysel bakıyordum. 

Birgül ablama “Kız çocuklarının Kur’an dersi almaları için sen ne önerirsin” diye sordum. Ablam “Ayşe teyzenin kızlarının Kur’an dersi vermemelerinin nedeni, annelerinin rahatsızlığıdır. Eğer onlar için uygun bir yer bulunursa en azından kızlardan biri annesine bakarken diğeri Kur’an dersi verebilir” dedi. Ablamın söyledikleri aklıma yatmıştı. Kur’an dersi verilecek bir yer bulmak için mahalledeki evlerin durumlarını ablamla tek tek ele alıp üzerinde düşündük. Hiçbir ev Kur’an dersi vermek için uygun görülmüyordu. Buna bizim ev de dâhildi.

Ablamla, kızlar için Kur’an dersi verilecek yer bulma konusunda acze düşmüştük. Ablamdan, bizim evde Kur’an dersi vermesini istediğimde ise “Babam ve annemin yanı sıra evde bulunan Ninem ve Dedem de buna izin vermezler” dedi. Ablam “Siz erkekler gibi kızların da camide Kur’an dersi alması mümkün değil mi?” diye sorması üzerine, bunun önündeki engelleri istişare ettik. Görebildiğimiz kadar hiçbir engel yoktu. Tek sorun Hocamın izni gerekiyordu. Bu konuyu Hocamla konuşmak için ablamdan müsaade isteyip camiye gittim. İkindi namazının ardından caminin içinde imamlar için yapılan odaya gidip, Hocamdan kız çocukları için camide Kur’an dersi verilmesini rica ettiğimde Hocam, “Kız çocuklarına Kur’an dersi için bayan hocanın olması daha iyidir. Ne yazık ki bizim bayan hocamız yok” dedi. Bunun üzerine Hocama, Birgül ablamdan ve Faruk’un ablalarından söz ettim. Hocam, Faruk’un ailesini tanıdığı için bu fikre sıcak baktı. Ablamla birlikte Faruk’un ablalarının sabah uygun bir vakitte caminin üst katında kız çocuklarına Kur’an dersi verebileceklerini söyleyince, o an tüm dünyalar benim olmuş gibi sevindim. Hiç vakit kaybetmeden eve gidip ablama müjdeli haberi verdim. Artık Faruk’un ablasını ikna etme işi ablama kalmıştı. Ablamın bu işi başaracağından emin gibiydim. Hayırlı bir işte Faruk’un ablalarının geri kalmayacaklarını düşünüyordum. Bu konuda yanılmadığımı birkaç gün sonra ablam, Faruk’un ablasıyla birlikte camide Kur’an dersi vermeye hazır olduklarını söylediğinde büyük bir sevinçle öğrenecektim.

Camide Kur’an dersi alan kızların ilgileri her geçen gün artıyordu. Kız çocuklarının Kur’an dersine, genç bayanlar ve kadınlar da katılıyordu. Kadınların camide bir araya gelmeleri herkese bir güven veriyordu.

Çok kısa bir süre sonra bazı bayanlar ablamı ziyaret edip görüştükten sonra ona “Muhammedi” yapıyı anlatmaları üzerine, ablam bundan böyle onlarla birlikte hareket edeceğini söyleyip üzerine düşen her ne olursa yapmaya hazır olduğunu belirtmiş. İlk iş olarak da Faruk’un ablasıyla konuşup, onu da Muhammedi yapıyla birlikte hareket etmeye, İslam’a bu çatı altında hizmete davet etmiş. Faruk’un ablasıyla birlikte Muhammedi yapıda tanıştığı bayanlarla görüştürüp bundan böyle birlikte hareket etme kararı almışlar.

Her ne kadar Muhammedi yapıya mensup olduğumu ilan etmesem de, okulda ve camide hep onlarla birlikte hareket etmeye başlamamın ardından tanınan biri olmuştum. Artık daha fazla yükümlülük altındaydım. İlk iş olarak arkadaşlarım Faruk, Ziya ve Tarık’ı da bu yapıya katılmaları için ikna etmeye çalışmak oldu. Arkadaşlarım beni sevip güvendikleri için, onlara anlattığım İslami hizmet yapılanmasına katılma teklifimi itiraz etmeden kabul etmeleri, Allah’ın bana olan bir lütfuydu. Arkadaşlarımla birlikte ikindi vakti camiye gidip Kur’an dersi vermenin yanı sıra, akşam derslerine de katılmaya başladık. Hafta sonları bir araya gelip onlarla ders yapmam istenildiğinde buna itiraz etmeden yerine getirdim. İsa’dan öğrendiklerimi kardeşlerimle paylaşıyor, onlarla birlikte İslam’a en iyi nasıl hizmet edebileceğimizi konuşup istişare ediyorduk.

Okulda sayımız belli bir rakama ulaşmış olduğundan, okuldaki arkadaşlarımla birlikte hareket edebilmek adına onların sorumluluğu bana verilmişti. Onlarla daha yakından ilgilenip okulda olabilecek her türlü sorunla ilgilenmek zorunda kalışım aslında benim için vebali ağır bir yüktü. Bu sorumluluk yükünü kaldıramamaktan korkuyordum. Yanlış kararlar vermekten ve yanlış adımlar atmaktan çekiniyordum. Okuldaki kardeşlerimin de bundan böyle bana itaat edeceklerini söylediklerinde ise Allah’a tevekkül ettim.

Özellikle okulda artık hiçbir kimsenin kutsallarımıza en küçük bir hakaretini bile kabul etmez olmuştuk. Kutsalımıza hakaret eden her kim olursa olsun bir şekilde cezalandıracaktık. Okulda diğer sol görüşlü gruplara karşı varlığımızı kabullendirmiştik. Kardeşlerimle birlik içinde hareket etmenin faydasını da görmeye başlamıştık. Bizim birlikteliğimizden etkilenen bazı öğrenciler, Muhammedi saflarında yerlerini alıp İslam’a hizmet edebilmek için bizimle birlikte hareket etme kararı almışlardı. Bizi seven ve bizimle birlikte hareket etmek isteyenlerden istediğimiz tek şart, namaz kılmaları olduğunu söyleyip, onlara namazla ve İslam’la ilgili bildiklerimizi anlatıyorduk.

Kısa sürede birlikte hareket etmemeni verdiği bereketle okuldaki arkadaş çevremiz genişlemişti. Her birimizin ilgilendiği en az üç–beş kişi vardı. Bununla birlikte kendisini bizden sayan ama saflarımızda bulunmayan arkadaşlarımız da vardı. Onlarla sık sık camiye gidip birlikte namaz kılıp bir müddet sohbet ediyorduk. Yapılan sohbetlerin faydasını görüyorduk. Amacımız daha fazla kişiye ulaşmak ve onlara İslam’ı anlatmaktı. Bunu ne kadar başarabildiğimizi bilmesek de elimizden geleni yapıyorduk.

Bizler okuldaki arkadaşlarımızla ilgilenirken, mahalledeki kadınlar arasında da ablam ve Faruk’un ablasının yürüttüğü hummalı bir İslami tebliğ çalışması devam ediyordu. Kadınlar arasındaki çalışmalarda Birgül ablam ile Faruk’un ablası ellerinden geleni yapıyorlardı. Ablamla aramızda istişareye dayalı bir çalışma vardı. Ben edindiğim tecrübelerimi onunla paylaşıp, hizmette daha verimli olmaya gayret ediyorken ablam da bana edindikleri tecrübelerini aktarıyordu. Birbirimize yaptığımız tavsiyeleri dikkate alıyor olmamız, aramızdaki güveni perçinliyordu.

Kadınların henüz bozulmamış temiz fıtratları, onları dinlerine karşı daha bir iştiyaklı kılıyordu. Mahallemizdeki genç kızların büyük bir çoğunluğu geleneksel bir başörtüsü takıyorlardı. Ama bu yeterli değildi. İslam’ın belirlediği bir örtü şekli vardı. Bunu öğrendikçe, başörtülü genç kızların sayısı her geçen gün artıyordu.

Bayanların Kur’an derslerini camide yapıyor olmaları büyük bir avantajdı. Cami her zaman Müslümanlar için bir irşat mektebi olmuştu. Şimdi yine bu görevini ifa ediyordu. Bayanların çalışmaları neredeyse mahalledeki tüm evleri kapsar hale gelmişti. Bu bizim içinde bir avantaj sayılırdı. Aile ortamında birilerinin İslam’dan haberdar olmaları demek, diğer aile fertlerinin de İslam’dan haberdar olmaları anlamına geliyordu. Aile ortamında anlatılan İslam’ın, aile fertleri üzerinde farklı bir tesir yaptığı kesindi.

Kardeşlerimle bir araya geldiğimiz bir hafta sonu, Tarık’ın verdiği bir öneri ile ilgilendiğimiz arkadaşlarımızdan camiye gelemeyenlerle bundan böyle hafta sonları müsait bir yerde ders yapmayı uygun görmüştük.

Ders yapacağımız arkadaşları iyi belirlememiz gerektiği noktasında anlaştık. Çalışmalarımızı ulu orta dillendirmeyen,  güvenilir, sır saklamasını bilen kardeşlerimizden seçilmesi hususu, Hz. Peygamberin sünneti ve İslami tebliğde önemli prensiplerdendi. Ders yapacağımız kardeşlerimizi bu duruma uygun olanlardan seçmek için onları daha yakından tanımamız gerekiyordu. Onları tanımadan ve kişilikleri hakkında bilgi sahibi olmadan hiçbir kardeşimizle özel dersler yapmayı uygun görmüyorduk. Bu konuda mensubu bulunduğumuz yapının da hassasiyetini çok iyi biliyorduk. Bu prensiplere uyulması gerekiyordu. Her birimiz içinde bulunduğumuz yapının prensiplerine sıkı sıkıya uyuyorduk.

Ders yapacağımız kardeşimizi çok iyi tanıdıktan sonra, onlarla özel dersler yapmak için Muhammedi yapıyı oluşturan büyüklerimize öneride bulunduktan sonra ders yapmaya başlıyorduk. Muhammedi yapının kararlarına uyduktan sonra bu konuda bir sıkıntımız olmuyordu. Asıl sorun ise derslerin nerede yapılacağıydı. İlk olarak herkesin kendi evinde ders vermesini düşündük. Ama ailelerimiz bir iki dersten sonra buna müsaade etmezlerdi. Bunun için daha uygun yerler bulunmalıydı. İçimizde bu konuda en rahat olan, Faruk’tu. Ailesi, onun İslami çalışmalarına her zaman destek veriyordu. Bu yüzden evlerinde kendi arkadaşlarıyla ders yapmasına ses çıkarmazlardı. Geri kalanlarımız ise ders yapacak yer konusunda sıkıntı yaşıyorduk. Ziya “Derslerimizi öğle veya ikindi namazından sonra caminin üst katında yapabiliriz” deyince Faruk “Bunun için cami Hocalarından izin almamız gerekiyor” dedi.

“Faruk’un dediği doğrudur. Ama Hocalardan izin istersek, buna izin vermezler. Bu yüzden izin istemeden bunu yapmalıyız. Hem arkadaşlarla derslerimizi sadece bizim mahalledeki camide yapmak zorunda değiliz. Okulun yanındaki camide de derslerimizi yapabiliriz. Bu derslere bir şey söyleyecek olanlara vereceğimizi cevap ‘Biz burada Allah için sohbet ediyoruz’ olacak. Cami Cemaatinin buna itiraz edeceğini tahmin etmiyorum” dediğimde arkadaşlarımın bakışlarının bana odaklandığını fark ettim

Tarık “Bunu denemeden bilemeyiz. Bence de bu dersler için bizim caminin Hocasından izin almamıza gerek yok. Zaten Hoca bizim, arkadaşlarımıza İslam’ı anlattığımızı biliyor. Bu yüzden bize bir şey diyeceğini zannetmiyorum” dedi.

Derslerimizi cami Hocalarından izin almadan yapmaya karar verdik. Bundan böyle her birimiz arkadaşlarımızla değişik camilerde ders yapacaktık. Arkadaşlarımızla yapacağımız dersin konusu hakkında konuştuk. Hangi kitaptan derslerin yapılacağının yanı sıra, bu derslerdeki asıl gayeyi de çok iyi idrak ettiğimizden dolayı derslerle ilgili beklentimiz doğrultusunda neler yapabileceğimizi konuştuk.

Okuldaki arkadaşlarımıza, bildiğimiz kadarıyla İslam’ı anlatmaya çalışırken, ihmal ettiğimiz bir şeyi fark eden Ziya “Peygamber aleyhissalatu vesselam efendimiz ilk tebliğ çalışmasına başlarken en yakın akrabalarından başlamıştı. Biz de buna dikkat etmeliyiz, diye düşünüyorum” dedi, Ziya haklıydı. Her birimiz bu konuyu siyer kitaplarında defalarca okumuştuk. Peygamber Efendimiz ilk olarak akrabalarını uyarmak için yemek tertipleyip akrabalarını çağırmıştı. Ve onlara İslam’ı tebliğ etmişti.

Biz dört arkadaş, henüz yaşımızın küçük olmasından dolayı yemek tertip edecek durumda değildik. Bunun için başka bir yol bulmaya çalıştık. Ziya’nın dediği gibi “Eğer tebliğ yapmaya başlayacaksak ilk olarak en yakınlarımızdan başlamalıyız. Allah azze ve cellenin, Peygamberine buyurduğu gibi “(Öncelikle) En yakın hısımlarını (aşiretini) uyar” ayetinde buyurduğu gibi bizler de arkadaşlarımızdan daha ziyade, en yakınlarımızdan başlamalıyız.”

 Faruk dışındaki üçümüzün aileleri,  geleneksel İslami anlayışa sahiplerdi. Ziya’nın babası ise tamamen İslami yaşantıya karşıydı. Geri kalan tüm tanıdıklarımız, kendilerini Müslüman olarak görürlerdi. Ama söz konusu İslam’ı yaşamak olunca, bunun eksikliğini en yakınlarımızda bile görebiliyorduk.

Mesela abim Adem, kendisine sorulduğunda Müslüman olduğunu gururla söylerdi. Ama namaz kılmazdı. İslam’a karşı saygısı ve sevgisinden hiç şüphem yoktu. Ama söz konusu ibadetler olunca, İslam’ın birçok emri yapılmıyordu/yerine getirilmiyordu. Abim gibileri, yaptıkları güzel şeyleri de aileden aldıkları terbiye ve ahlak gereği yapıyorlardı. İslami şuur ve bilinçten yoksunlardı. Adem abim gibi nice kişiler vardı. İşte bizim de hedefimiz bu durumda olanlara, Rablerinin kendilerinden istediği ibadetler başta olmak üzere, dinin emrettiği şeyleri anlatıp onların bu ibadetleri bilerek ve isteyerek yapmalarını sağlamaktı. Hidayet, Allah’tandı hiç şüphesiz. Bunda zerre kadar şüphemiz yoktu. Ama bizim üzerimize düşen şeyler vardı. Bildiklerimizi ve öğrendiklerimizi en yakınlarımızdan başlayarak anlatmak ve onların İslam’ı yaşamalarını sağlamaktı. Bu konuda arkadaşlarımıza gösterdiğimiz ilgiden belki de daha fazlasını kendi yakınlarımıza göstermemiz gerekiyordu. Ziya’nın hatırlatmasıyla bundan böyle en yakın akrabalarımıza nasıl ulaşabiliriz diye konuşmaya başladık.

Akrabalara ulaşmadaki en büyük sorunumuz, yaşımızdı. Henüz genç sayılacak kadar küçüktük. Adet ve geleneklerimizde küçüklerin büyüklerine bir şeyler anlatması pek kabul gören bir durum değildi. Anlatsak bile bu pek de dikkate alınmazdı. Bu sorunu çözmemizin tek yolu, onlara İslam’ı anlatmak yerine kendi yaşantımızla ve ahlakımızla İslam’ın üstünlüğünü göstermekti. Tarık’ın “Eğer yapabilirsek haftada bir gün akrabalarımızı ziyaret edip, onlarla diyaloğumuzu geliştirip kuzenlerimizle ilgilenebiliriz”  fikrini hepimiz beğendik. Bundan böyle yeni bir görev ve sorumluluğumuz daha oluyordu; akraba ziyaretleri. Buna gereken önemi vermemiz için birbirimize hatırlatmalarda bulunacaktık. Peygamber Efendimizin, akrabalarına tebliğ görevini yerine getirmek için verdiği yemek davetiyesi gibi bir şey yapamasak da, en azından onları ziyaret ederek aramızdaki akraba bağlarını kuvvetlendirebilirdik. İslam’a hizmet için bile olsa yanlış bir şey yapmamak adına, aldığımız bu kararı büyüklerimize danışıp onlarında görüş ve tavsiyesini almadan harekete geçmiyorduk.  Bunu yapmamızın nedenlerinden biri de mensubu bulunduğumuzu yapıya aidiyet duygusu ve onların tecrübelerinden istifade etmekti. Onların kılavuzluğu her zaman yolumuzu aydınlattığı gibi aldığımız kararların hayırlı olmasında onların oluru ve tavsiyesi bizim için bağlayıcı olmanın yanı sıra, bir dua hükmündeydi adeta.  

İlk iş olarak her birimiz, okulda edindiğimiz arkadaşlardan güvendiğimiz dört kişiyle ders yapmaya başladık. Her birimiz kendi ders halkamızı oluşturmuştuk. Derslerde işlenen konu, Allah’a kulluk, namaz, Peygamber efendimizin hayatı ve tebliğ metotlarıydı. Bu konu üzerinde duruyorduk. Bize katılan arkadaşlarla birlikte, İslam’ı tebliğ etmek için elimizden geldiğince bu yolda çabalama gayretindeydik. İnsanlara İslam’ı anlatmak için başta kendimiz olmak üzere, İslam’ı daha iyi öğrenmek ve yaşamak zorundaydık. Bilmediğimiz ve tanımadığımız bir dini ne yaşayabilirdik ne de anlatabilirdik.

Derslerimizi, kararlaştırdığımız gibi camilerde yapmaya başlamıştık. Arkadaşlarımla gittiğim caminin üst katında ders yaptığım bir vakitte Hocam bizi gördü. Yanımıza gelip elimdeki siyer kitabını (Salih Suruç’un ‘Peygamberimizin Hayatı’ kitabı) görünce “Ne yapıyorsunuz burada?” diye sordu. Kendisine gayet rahat bir şekilde “Arkadaşlara Efendimizin hayatını anlatıyorum” dedikten sonra “İyi, güzel. Fazla ses çıkarmayın, aşağıda namaz kılanlar var” dedikten sonra çekip gitti.

Arkadaşlarım da buna benzer durumu diğer camilerde de yaşamışlardı. Allah’a hamd olsun hiçbir sorun çıkmadan derslerimize devam edebilme imkânı bulmuş olduk.

Derslerden beklenildiği gibi, bize katılan arkadaşlarla birlikte kendimizi daha iyi yetiştirip, çalışmalarımıza devam ediyorduk. Ağabeylerimizin bizim için belirledikleri ders programlarını, bizler de ders yaptığımız arkadaşlara da anlatıp onların da bundan böyle belirlenen programlara uymalarını istediğimizde bunu kabul etmeleri bizi sevindirdi. Sayımızın azlığına veya çokluğuna aldırış etmeden İslami hizmetimize devam ediyorduk. İslami hizmette yolumuzu aydınlatan en büyük manevi destekçimiz Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi “Evet, üç elif ittihat etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz onbir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksad ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi… hakikî sırr-ı ihlâs ile on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuât-ı tarihiye şehadet ediyor.”[2] Sözü hizmetteki azmimizi bileyen ve azlığımızdan dolayı hayıflanmamıza engel olan bir mürşit gibiydi.

Arkadaşlarımızla yaptığımız derslerin düzene girmesinin ardından, akraba ziyaretlerine başlamak için de kendi aramızda bir program yaptık. Akraba ziyaretleri ve kuzenlerimizle yakınlaşmanın önemini hepimiz kavramıştık. Bunu, ders yaptığımız arkadaşlarımızla da paylaşmış, onların da bizim de Ağabeylerimizin belirlediği şekilde hareket etmelerini istedik. Sonuçta aldığımız tüm karalardan mensubu bulunduğumuz yapının haberi ve izni olduğu için kardeşlerim bu konuda üzerlerine düşeni yerine getirmede ellerinden geleni yapıyorlardı.

 

 

 

[1] M. Zehra: Son Peygamber: 2. Cilt. İslam Davetinin Harekete Geçmesi

[2] Lemalar: Yirmi Birinci Lema

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar