41.84
  
48.67
  
0.00
  
97.47

İslam Fedaileri-6. Bölüm

İslam Fedaileri-6. Bölüm

ALTINCI BÖLÜM

Liseye başladığımız ilk günlerde okulda farklı bir havanın estiğini fark etmiştik. Okullar, fikir sahibi olanların mücadele alanının tam ortasında yer alıyordu. Bunu biliyorduk. Bu nedenle biz de okula gerekli önemi vermeye çalışıyorduk. Okuldaki arkadaşlarımızın hidayetlerine vesile olmak için, okulda koordineli bir çalışmamız vardı.  Tabi okuldaki tek fikir sahibi biz değildik. İslam karşıtlığı ile tanınan sol görüşten birçok grup vardı.  Bu sol görüşlü öğrencilerin en belirgin ortak noktaları ise sürekli olarak taşkınlık çıkarıp dersleri boykot ediyor olmalarıydı. Bizim, boykotlarına katılmamamıza ses çıkarmayanlar, güçsüz ve kimsesiz olan öğrenciler üzerinde ağırlıklarını konuşturarak derslere girmemeleri için onları tehdit ediyorlardı. Okulda tek gücün kendilerinin olduğunu iddia etseler de, bizler böylesi boş sözlere aldırmadan kendi hizmetimize bakmaya devam ediyorduk.

Lisedeki öğrencilerin hepsini tanımasam da birçoğunun yüzleri bana tanıdık geliyordu. Ya aynı mahallenin çocuklarıydık ya da komşu mahallelerde oturanlar oldukları için onlarla bir şekilde karşılaşmıştık. Okulda tanımadığımız çok az kişiyi vardı. Onlarda babaları memur olarak diğer şehirlerden buraya gelmek zorunda kalan öğrencilerden ibaretti.

Oysa arkadaşlarımla ortaokul yıllarında sürekli olarak lise yıllarımız için çok değişik planlar yapmıştık. Yeni arkadaşlıklar, yeni maceralar yaşayacak yeni deneyimler edinip okulumuzu birincilikle kazanmak için çalışacaktık. Gelecek için lise yıllarının önemli olduğunu bildiğimizden, okulumuzu sorunsuz bir şekilde okumayı planlamıştık. Oysa yaşadıklarımız yüzenden planlarımızdan hiçbiri bizim hayal ettiğimiz gibi olmamıştı. Ortaokulu bitirdiğimiz yıl, Muhammedi yapının üyesi olmanın yanı sıra İslami hassasiyetimizle ön plana çıkmıştık. Artık gelecekle ilgili en önemli endişemiz kendi şahsi hayatımız değil, davamızdı. İslam’ın istikbali, bizim tek hayalimiz olmuştu. Bu hayali gerçekleştirmek için de kardeşlerimle elimizden geleni yapıyorduk. Hadi olan Allah’ın bize hidayet nasip etmesinden dolayı buna layık olmak için kardeşlerimle birlikte çalışıp, nefsi istek ve arzularımızdan Allah’a sığınıp, içten gelen bir duayla Rabbimizden, okuduğumuz okulu bize hayırlı kılmasını dileyip duruyorduk.

Okulun açıldığı ilk günden itibaren her gün okulda değişik bahanelerle gerginlikler yaşanıyordu. Ama bu gerginliklerin ana sebebi, kendilerini halkçı(!) olarak lanse edenlerin yaptıkları taşkınlıklardan kaynaklanıyordu. Herkesin, kendileri gibi düşünmelerini istiyorlardı. Kendileri gibi düşünmeyenleri aşağılayıp kınıyorlardı. Neredeyse okulda bulunan her gurupla tartışıyorlardı.

Arkadaşlarımızın okuduğu diğer liselerde de durumun bundan farklı olmadığını öğrendiğimizde, bunun gelişigüzel bir durum olmadığını anladık. Ağabeylerimizin bize yol göstermesinin yanı sıra, okulda bu hastalıklı görüşe sahip olanlarla daha iyi bir mücadele verebilmek adına onları daha yakından tanımak istedim. Bu durumda bana yardımcı olabileceğini düşündüğüm Ziya’nın babasını ziyaret etmek için Ağabeylerimden izin istediğimde bana bilmek istediğim her şeye anlatabilecek bilgili ve âlim hocalarımızı tavsiye ettiler. Oysa ben bu işi öğrenmek için onları gibi düşünen birisinin görüşünü almak istiyordum. Israrım üzerine istediğim izni aldım.

Ziya’nın babası siyasi yapılar konusunda çok tecrübeli birisiydi. Bu işin aslını öğrenmek için kendisini ziyaret edip, okulda yaşananları kendisine anlattığımda yüzündeki ifadeden bu durumdan haberdar olduğunu anlamıştım. Bizim gibi toy gençlerin bu dünyadan habersiz olmasına şaşırmıyordu. Çünkü evlerimizde bile hala ana dilimiz Kürtçeyi rahat konuşamıyorduk. Ailelerimizin yaşadıkları ve gördükleri baskı ve zülüm yüzünden, üzerlerinden atamayacakları bir korku oluşmuştu. Ailelerimizin yaşadıklarını Ziya’nın babası anlatınca, bir zamanlar Kürtçe konuşanlara insanın kanını donduracak işkenceler yapıldığını ilk kez duyuyor gibiydim. Oysa daha önce de kendi ailemden ve çevremdeki insanlardan bu konu hakkında çok şey duymuştum.  Sırf Kürtçe konuştu diye Diyarbakır cezaevinde yatanların yaşadıkları insanlık dışı muameleler, insanı insanlığından utandıracak cinstendi.

Cezaevinde bulunan mahkûmların sırf Kürtçe konuştukları için ağızlarına dışkı doldurulduğunu ilk kez duyuyordum. Ziya’nın babası, cezaevlerinde Kürtlere yapılan zulümleri anlatınca tüylerim diken diken olduğunu hissettim. O anda bende Kürt damarının kabardığını hissetmemle Allah’a sığındım. Halkımın çektikleri sıkıntıları duyduğumda gözyaşlarım akmaya başladı. Öfke ve kinin beni esir almasına izin vermesem de kızgındım. Yapılanlara içimden isyan etmek geliyordu.

 Kendilerine köpek muamelesi yapılan, üzerine binilip eşek gibi anırtılan insanların gördükleri bu türden zulümlerden daha önce hiç haberdar olmamıştım. Mahkûmlara cezaevinin ana maltasında yüksek sesle İstiklal marşı okutulması ve kendilerinin sırf Kürt olduğu için bu türden işkencelere maruz bırakıldıklarını duyduğumda ise kulaklarıma inanamıyordum. Bu insanların gördükleri bu zulüm ve baskıdan dolayı cezaevinden çıktıktan sonra, dağlara nasıl çıktıklarının yanı sıra Türk Milliyetçiliğine karşı Kürt Milliyetçiliğinin nasıl ortaya çıktığını anlatan Ziya’nın babasını dinledikten sonra bazı şeyleri daha iyi anlamaya başlamıştım. O an içimde Milliyetçilik duygularımın kabarması beni şaşırtmadı. Oysa ben her şeyden önce Müslümandım. Kürt oluşum veya herhangi bir milliyete mensup olmam benim için pek fazla önemli değildi. “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.”[1]  Diye buyuran Allah’ın birer ayeti olan Millet ve kavmiyet ayrımcılık değildi. Hiçbir ırkın bir diğerine üstünlüğü yoktu. Kaldı ki gücü eline geçirenlerin bir diğer ırka yaptıkları ise zulmün en alasıydı. Bunu bilmeme rağmen benim için ve aynı davaya inanmış kardeşlerim için kavmimiz, milletimiz, halkımız dinimizden sonra geliyordu.

Ziya’nın babasından çok şey öğrenmiştim. Duyduklarımın bir kısmı, daha önceden kulaktan dolma bilgilerdi. İşin aslını öğrenmiş olmamdan dolayı bundan böyle okulda ve okul dışında, İslam düşmanlarıyla nasıl mücadele edeceğimiz noktasında bana çok yardımcı olmuştu. Ziya’nın babası, sözlerini “Sakın okuldaki Kürt Milliyetçilerine bulaşmayın. Siz okulunuzu okumaya bakın. Onlardan uzak durun” şeklinde bir uyarıyla bitirmişti sözlerini.

Biz onlardan uzak dursak bile,  acaba onlar bizden uzak durabilecekler mi? İşte bunu bize zaman gösterecekti. Ziya’nın babasının anlattıklarına bakılırsa, okulda kendisini “Halkçı” diye tanıtan bu kişilerin örgütsel bir sistem içeresinden hareket ediyor olmaları, onları okullarda söz sahibi kılıyordu. Sahip oldukları bu güçlerini baskı aracı olarak kullanıp, kendilerinden olmayanlara hiçbir şekilde yaşam hakkı tanımıyorlardı. Birlikte hareket ederek bir nevi güç gösterisi yapıyorlardı. Kendilerinin her yerde güçlü olduklarını dile getirip bu şekilde taraftar toplamaya çalışmaları dikkatimizden kaçmamıştı.

Bizi asıl ilgilendiren şey buna karşı bizim ne yapacağımızdı. Bunu arkadaşlarımızla uzun uzun konuştuktan sonra aldığımız karar “Her ne olursa olsun biz kendi işimize bakıp İslam’ı anlatamaya devam edeceğiz. Bu konuda asla taviz vermeyeceğiz. Her ne olursa olsun yolumuzdan sapmadan İslami tebliğimizi yapmaya devam edip elimizden geldiğince onlara sataşmadan, kavga etmeden tebliğimizi yapacağız” yönündeydi.

Zamanla okul hayatına alıştığımız gibi, okuldaki sorunlara da alışmıştık. Okulda kim kimdir artık çok daha iyi biliyorduk. Aynı şekilde diğer öğrenciler de bizi tanımışlardı. Bizi daha çok “Sofi, Hoca” gibi sıfatlarla adlandırıp, zavallı olduğumuzla ilgili arkamızdan konuşup duruyorlardı. Bizler, söylenen sözlere aldırmadan kendi hizmetimize bakıyorduk.

Akşam ve yatsı arası her birimiz gitmeye devam ettiğimiz camilerde Kur'an dersi vermeye devam ediyorduk. Bu durum başta cami Hocası olmak üzere cami Cemaati tarafından da garip karşılanıyordu. Buna rağmen okunan Kur'an’la ve yapılan siyer dersi sohbetleriyle camideki derslere büyük bir ilgi oluşmuştu. Hiç beklemediğimiz bir teveccühle karşılaşmıştık. İlkokul öğrencileri bile Kur'an dersine geliyorlardı. Bu bizim için de şaşırtıcı olmuştu. Yaz tatillerinden daha fazla öğrencimiz olmuştu.

Okulda ilgilendiğimiz arkadaşlarla okula yakın olan bir camiye gidip orada sohbet etmeye çalışırdık. Bizim bu çalışmalarımız okuldaki diğer gurupların gözünden kaçmamıştı. Özellikle Kürt milliyetçiliği adı altında sosyalizmi ve Komünizmi savunan gurup, bizim yaptığımız bu çalışmaya karşıydı. Bu konuda henüz bizimle konuşmamış olmalarının sebebini “Sizi araştırıyorlar. Herhangi bir örgütle bağınızın olup olmadığını öğrenmenin peşindedirler. Bunu öğrendikten sonra size karşı nasıl bir tavır alacaklarını belirleyeceklerdir” şeklinde açıklamıştı Ziya’nın babası. Biz de aynı kanaatteydik. Çünkü onlarla aramızda yaşanan sürtüşmeler sonucu bu grup, bizi kendilerine rakip olarak görmeye başlamıştı. Sesimizi kesmek ve okulda tek güç olmak için bize de baskı yapmaya kalkışanlar, bizden gördükleri şiddetli tepki nedeniyle geri adım atmak zorunda kalmışlardı.

Ziya’nın babasını daha sık ziyaret etmeye başlamıştım. Bazen arkadaşlarımla birlikte giderdik. Onlar gelmedikleri zamanlarda ise ben, özellikle Ziya’yla birlikte bazı akşamlar cami çıkışında evlerine gider babasıyla sohbet ederdim. Her ne kadar söyledikleri şeyleri benimsemesem de onu dinlemek hoşuma gidiyordu. Yeni şeyleri, tarihe tanıklık eden birisinden öğrenmenin verdiği bir güzellik vardı. Yaşadığım şehirde bile insanların ne tür siyasi düşüncelere sahip olduğunu şimdi yeni yeni fark ediyordum. Solculuk, Kominizim, Faşizm, Marksizm, vb. Bununla birlikte İslam adına mücadele eden gurupların olduğunu öğrenmem, beni daha çok sevindirmişti. İslami Cihat ve İslami Hareket bunlardan sadece bazılarıydı.

Ziya’nın babası her türlü grubu da yakından tanıyordu. Onlar hakkında çok şey biliyordu. Ama kendisinin hangi guruba mensup olduğunu veya hangi gurubun fikrini benimsediğini asla söylemezdi. Bize söylediği tek şey, bizim de bu konularda ketum olmamız yönündeki tavsiyeleriydi. Ziya’nın babasını dinleyince anlattığı olaylar ve yaşananlar yüzünden, gizliliğin ne denli önemli olduğunu daha iyi anlıyordum. Muhammedi yapının gizliliğe neden bu kadar çok önem verdiğini de her geçen gün daha iyi anlıyordum.

Okulumuzdaki öğrencilerle aramızda yaşanan sözlü tartışmaların konusu birkaç mesele etrafında cereyan ediyordu. Ne zaman tartışmalarda onları sustursak hemen ortaya kafa karıştıran bir soru atıp tartışmayı sulandırmaya çalışıyorlardı. Sordukları sorulardan bazıları “Allah diye biri varsa neden onu göremiyoruz. Kâinatın oluşumunun doğadan kaynaklandığını, öldükten sonra dirilme diye bir şeyin olmadığı vb.” gibi konularda hem bizim hem de diğer öğrencilerin kafasını karıştırıyorlardı.

Bu konulardaki bilgimiz çok azdı. Bu yüzden de onlara verdiğimiz cevaplar tatmin edici değildi. Benzer soruları, diğer okullardaki arkadaşlarımıza da sorup duruyorlardı. Bu konudaki acemiliğimiz ve bilgi eksikliğimiz yüzünden çok çaresiz kalıyorduk. Okuduğumuz birçok kitaba rağmen hâlâ yeterli bir seviyeye gelebilmiş değildik. Bu ve benzeri konular hakkında çok yetersizdik. Özellikle de kafa karıştırıcı sorulara, daha basit bir şekilde cevap verecek durumda değildik. Okuduğumuz kitaplar, bu türden sorulara felsefi cevaplar veriyorlardı. Bazen biz bile okuduğumuz felsefi kitapların neden söz ettiğini anlamakta zorlanıyorduk.

Arkadaşlarımızla hafta sonu bir araya geldiğimiz zamanlar, okulda bize ve diğer arkadaşlarımıza yöneltilen sorular hakkında konuşuyorduk. Bu sorulara kendi aramızda cevaplar vermemize rağmen henüz İslami bir bilgiye sahip olmayanlar için anlaşılması güç meseleler olarak karşımıza çıkıyordu. Kafamızı karıştıran soruları Ağabeylerimize sorup onların bize anlattıklarını bizlerde okulda tartıştığımız kişilere anlatarak birçoklarını susturmaya başarsak da bunu anlamamakta ısrar edenler de yok değildi. Ağabeylerimiz bu türden sorularla en güzel bir şekilde mücadele edebilmemiz için bizden “Risale–i Nur” okumamızı tavsiye ettiler. Risale–i Nur’da aradığımız tüm soruların cevabını bulacağımızı söyledikten sonra Risale–i Nur kitaplarını bulup okumak için sabırsızlandığımı daha dün gibi hatırlarım.

Müslüman olduğumuzu iddia ettiğimiz halde namaz kılmayanların sayısı hiç da azımsanmayacak kadar çoktu. Sadece bizim okulda üç yüze yakın öğrenci arasında namaz kılanların sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı. Bunun nedeni üzerinde çok düşünmüyorduk. Düşündüğümüz şey; bu insanları, asıl vazifeleri olan Allah’a kulluğa nasıl döndürebiliriz? sorusuna cevap bulmaktı.

Hidayet hiç şüphesiz ki Allah’a aitti. Biz sadece kendi üzerimize düşeni yapmaya çalışıyorduk. Kaldı ki şimdi karşılaştığımız sorun; insanların kafasını karıştıran, onları dinsizleştiren bir fikirle mücadele etme zorunluluğuydu. Henüz halk tarafından tam olarak fikirleri tanınmayan bu yapıyla girişilen mücadele kolay değildi. Bu konunun daha iyi araştırılması ve dile getirilen yanlış ve sapkın fikirlerini herkesin anlayabileceği bir şekilde cevaplayabileceğimiz İslami eserleri daha çok okumakla çözeceğimize inansak da okumak ve araştırmak için zamana ihtiyaç vardı.

Ziya’nın babası bize fikri olarak çok yardımcı olsa da İslam’ın bu konularda yetersiz olduğunu savunduğu için onun bu görüşüne katılmadığımızı söylemekle yetinmek zorunda kalıyordum. Buna rağmen bana anlattığı şeyleri dinliyor, kafa karışıklığına sebep olan sözlerin kaynağını bulmaya çalışıyordum.

Bir akşam Ziya’nın babasını dinlerken onunla olan sohbetimiz uzamıştı. Gece vaktine yakın eve geldiğimde babam “Bu saate kadar neredeydin?” diye sordu. Babama “Ziya’nın babasıyla sohbet ediyorduk” dememle babamın öfkesi birden bire artı. “Ne işin var o adamla” diye kızıp bağırmaya başladı. Babamın durduk yere neden bu kadar kızdığını anlamamıştım. Ziya’nın babasını tanırdı oysa. Fikirlerini beğenmese de iyi biri olduğunu söylerdi. Şimdi onunla olduğumu duyunca buna çok fazla tepki verip kızıyordu. Babamın kızmasıyla dedem ve Ninem uykularından uyanıp yanımıza gelmişlerdi. Dedem babama “Gecenin bu saatinde ne diye bu kadar bağırıyorsun?” diyerek kızdı. Babam kendini savunmak için “Bu saate kadar mahalledeki dinsiz adamın evinde onunla sohbet ettiğini söylüyor baba” dedi.

Dedem tecrübeli güngörmüş adamdı. Nerde nasıl davranacağını çok iyi bilen birisi olduğuna bir kez daha tanık oldum. “Tamam şimdi gidin yatın. Millet yatıyor bu konuyu sabaha konuşuruz” deyince yataklarımıza gittik. Yatağımda babamın neden bu kadar sinirlendiğini düşünüp durdum. Bir türlü makul bir cevap bulamadım. Şayet sorun geç vakitte eve gelmem olsaydı babam bu kadar kızmazdı. En fazla biraz fırça atar bir daha olmasın derdi. Oysa şimdi sinirden küplere binmiş, büyük bir öfkeyle üzerime gelmişti.

Babam, İslami hizmetlerde bulunduğumu bildiği için, eve geç gelmem konusunu fazla dert etmezdi. Daha önce de birkaç kez geç vakitte eve geldiğim olmuştu. O zamanlar babam “Bu saate kadar kalmamaya çalış” deyip beni sadece uyarmıştı. Ama şimdi öfkesinden gözleri dönmüş olan babamı tanıyamaz olmuştum. Sabaha kadar bunları düşünüp durmama rağmen hâlâ makul bir cevap bulabilmiş değildim. Bu duruma bir anlam veremediğimden benim de sinirlerim bozulmuştu. Hayatımda belki de ilk kez babama bu kadar kızmıştım. Oysa babamın sebepsiz yere bağıran çağıran biri olmadığını biliyordum. Özellikle de bana karşı her zaman çok şefkatli ve merhametliyken.  

Sabah kahvaltıya oturduğumuzda babam, dün gece yaşananlarla ilgili hiçbir şey söylemedi. Dün öfkeyle bana bağırışını unutmuşçasına, her zaman ki gibi kahvaltısını yapıyordu. Birazdan abimle birlikte işe gitmek için evden çıkacağını biliyordum. Bu yüzden ne söyleyecekse bir an önce söylesin diye bekliyordum. Ama babamın dün geceki halinden eser yoktu. Dedeme baktım, o da sanki dün gece hiç yaşanmamış gibi davranıyordu. Bu duruma bir anlam veremedim. Bir an babamın yaptığı şeyden pişman olduğunu düşündüm. Yaptığı şeyin yanlış olduğunu anladığından bu konuyu açmak istemediğini düşünmüştüm. Kahvaltımı yapıp okula gittim.

Okuldaki günüm her zamanki gibi geçmişti. Okul çıkışı bazı arkadaşlarımla birlikte camiye gidip öğle namazını kıldık. Ardından caminin üst katına çıkıp kendi aramızda sohbet ettik. Sohbetimiz güzel geçmişti. Arkadaşlarım İslam hakkında yeni şeyler öğrendikleri için sevinmişlerdi. Özellikle namazlara karşı daha hassas olmalarıyla ilgili konuşmamdan etkilenmişe benziyorlardı. Çoğumuzun yaptığı gibi namazlara gereken önem verilmiyordu. Çevremizdeki birçok kişi ya namaz kılmıyordu ya da namazı bir alışkanlık olduğu için kılıyorlardı. Oysa namazın İslam’daki yeri ve insan ruhunda nasıl bir etkisinin olduğunu arkadaşlarıma Allah’ın ayetleriyle anlatmaya çalışmıştım. Kur’an-ı Kerim’de “Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Şüphesiz o (sabır ve namaz), Allah'a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir.” Ayetini okuyunca arkadaşlarımın ürperdiklerine yemin edebilirim. Söz konusu İslami sohbet olunca Peygamber efendimizden de namazla ilgili bir hadis paylaşmadan olmazdı. Aklıma gelen Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde her gün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiç kir kalır mı, ne dersiniz?”

“Bu hal, dediler, onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz! İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hataları siler” diye buyuran hadisi de okuyunca o gün gönül kapılarımız namazı için sonuna kadar açılmıştı.

Arkadaşlarımla, namazla ilgili yaptığım bu konuşma onların da hoşlarına gitmiş ve onları etkilemişti. Bundan böyle namazlarına gereken önemi vereceklerini söylemeleri beni sevindirmişti.

İkindi namazını da camide kıldıktan sonra akşam namazında tekrar buluşmak üzere ayrıldık. Eve geldiğim zaman dedemin ikindi namazını evde kıldığını görünce şaşırmıştım. Dedem, çok hasta olduğu zamanlar dışında tüm vakit namazlarını mutlaka camide kılardı. Onu evde namaz kılarken gördüğümde anormal bir durum olduğunu anladım. Dedemin çok hasta olduğunu düşündüm. Oysa daha bu sabah sağlığı yerinde görünüyordu. Dedem namazı bitirip selam verdikten sonra yanına gidip “Hayırdır dedeciğim rahatsız mısın?” diye sordum. Dedem “Allah’a şükür bir rahatsızlığım yok” dedi.

“Bu vakitte evde namaz kıldığını görünce rahatsız olduğun için camiye gitmediğini düşündüm” dedim. Dedem bana tebessüm edip “Seni bekliyordum. Öğleden beri geleceksin diye evden çıkmadım” deyince şaşırdım. “Hayırdır dedeciğim, beni niye bekledin ki” diye sordum. “Gel yanıma otur, seninle biraz konuşalım” dediğinde yüzünde her zamanki tebessüm halinden eser yoktu, bunun altında bir şeyin çıkacağını anlamıştım. Ne zaman ailede huzursuzluğa neden olacak bir davranışta bulunsam, dedem uygun bir vakitte “Gel seninle biraz konuşalım” der ve bana nasihat ederdi.

Bu sefer nerede pot kırdığım hakkında ise hiçbir fikrim yoktu. Farkında olmadan bir şey yapmışım ve henüz bunun farkında değilim diye düşündüm. Oysa bundan önceki durumlarda dedemle yaptığımız konuşmalarımızda az çok konu hakkında bir fikrim olurdu ve hangi meseleden dolayı dedemin benimle konuşmak istediğini tahmin edebiliyordum. Ama bu sefer gerçekten de ne yaptığımı bilmiyordum. Nerede hata yaptığımı düşündümse de bir türlü bulamadım.

Dedem, oturduğu somyadan beni yanına çağırdığında bile hâlâ şaşkındım. Ninem hiçbir şey yokmuş gibi elinde örgüsüyle kendi işiyle uğraşıp, orada yokmuş gibi davranıyordu.

Dedem “Dün gece arkadaşın Ziya’nın babasıyla ne konuştunuz” diye sorunca, konunun yine dün gece eve geç gelmem olduğunu zannettim. “Ziya’nın babası bana kendi gençlik yıllarında yaşadıklarını ve savunduğu fikirleri anlatıyordu” dedim. Dedemin yüzü birden soldu. Gözlerinin feri söndü adeta. O güzel nur yüzü bir anda buz kesilmiş gibi oldu. Gözlerindeki ışıltılar ve merhamet parıltıları bu sefer bana öfkeyle bakmaya başlamışlardı. Sinirlendiğini fark etmeme rağmen kendisini kontrol etmeye çalıştığını görebiliyordum. Dedem “Bak oğlum! Ziya’nın babası iyi biri olabilir. Ama buna rağmen Allah’ı inkâr eden dinsizin tekidir” dedi. Dedem henüz konuşmasını bitirmemişti ki “Bunu biliyorum” dedim. Dedem daha bir hınçla “Madem bunu biliyorsun da ne halt yemeye o adamla gece yarılarına kadar sohbet ediyorsun” dedi. Dedem bunu sinirli bir halde söylemişti. Bana vurmamak için kendisini zor tuttuğu belliydi. Elleri titriyordu. Sinirlendiğinde öfkesini bir şeyden çıkarmadığı zaman hep böyle olurdu. Ama işin tuhaf yanı ben hâlâ konunun ne olduğunu anlayabilmiş değildim.

Mahallemizde Ziya’nın babasının fikrini bilmeyen yoktu. Buna rağmen her zaman çok iyi bir komşu olmuştu. Mahalleli hiçbir zaman ondan rahatsız olmamıştı. Tek kusuru savunduğu fikirleriydi. Bu yönü de bilindiği için babam gibileri ona dinsiz derlerdi. Ama bunun ötesine geçmezlerdi. Ne zaman mahallede karşılaşsalar birbirlerinin hal ve hatırını sormayı da ihmal etmezlerdi.

Dedemle aramız her zaman iyi olmuştu. Onunla, babamla konuştuğumdan daha rahat bir şekilde konuşurdum. Bu durum evde sadece bana tanınmış bir haktı. Babam bile kimi zaman dedemle konuşmalarımıza şahit olduğunda beni uyarma gereği duyuyordu. Ama dedem onu durdurunca bana daha bir güven geliyordu. Şimdi bu şirin ve çok sevdiğim dedem, henüz ne olduğunu bile anlamadığım bir konuda bana kızıyordu. Bu yaşıma kadar her zaman beni kollayıp koruyan dedem, ilk kez evet ilk kez bana bu şekilde kızıyordu.

Babamın kızmasını anlardım. Ama babamın bana kızdığı zamanlarda bile beni hep koruyup kollayan yine dedemdi. Dün babamı, bugün de dedemin bana bu kadar kızmalarına bir anlam veremediğim için dedeme “Allah aşkına ne oluyor. Dün gece babam şimdi sen ortada hiçbir şey yokken durduk yere bana kızıyorsunuz. En azından ne halt ettiğimi söyleyin de neden bana kızdığınızı bileyim” dedim.

Dedem, her zamanki gibi güzel kara gözleriyle beni bir güzel süzdükten sonra “Gerçekten de sana neden kızdığımızı bilmiyorsun değil mi?” dedi. “Hayır, gerçekten de ne senin ne de babamın bana niçin kızdığınızı bilmiyorum. Dün gece babam durduk yere neden bana kızdı diye düşünüp durdum. Yatağımda sabaha kadar bir sağa bir sola döndüm. Düşünmekten gözlerime uyku girmedi. Ama gerçekten de ne yapmış olduğumu bir türlü bulamadım” dedim.

Bu arada yaşadığım haksızlıktan olsa gerek gözlerim dolmuştu. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Ağlamak gibi bir âdetim olmamasına rağmen, içimde biriktirmiş olduğum öfkeyi gözyaşlarımla dışarı atmak için kendimi bırakmak istiyordum. Ama “Erkekler ağlamaz” demişler. Ben de ağlayamazdım. İçim yansa da ağlayamazdım. Gözyaşlarımı birkaç kez gece namazlarımda, Rabbimin huzurunda seccademe akıtmıştım sadece.

Dedem, çaresizliğimi gözlerimden okuyormuşçasına bana baktıktan sonra “Muhammedim! Biz sana eve geç geldiğin için kızmıyoruz. Sen bugüne kadar ibadetlerine ve dinine düşkün biriydin. Senin bu özelliğinle her zaman gurur duyduk. Allah’ı seven senin gibi bir evladı bize verdiği için ben, ninen ve tüm aile Allah’a her zaman şükrettik. Senin sayende ablan ve kardeşin camide Kur'an dersi vermeye başladıklarında seninle daha fazla gurur duyduk. Kimi zaman evde bize bile anlattığın İslami bilgiler sayesinde senden bir şeyler öğrendik. Biz senin daha iyi bir Müslüman olmanı beklerken sen kalkmış gece yarılarına kadar o dinsiz solcuyla sohbet ediyorsun” dediğinde sesine o eski tanıdır şefkat ve merhamet tonu hâkimdi.

Dedemin son sözleriyle, olup bitenler hakkında neden bana bu kadar kızdıklarına dair aklımda birden şimşekler çaktı. Her şeyi şimdi daha iyi anlıyordum. Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Dedemin karşımda tüm ciddiyetini takınmış, bana nasihat ettiğini bilmeseydim benimle şakalaştığını düşünürdüm.

Dedem tüm ciddiyetiyle konuşmasına devam etti “Bak oğlum! Ben bu yaşıma kadar nice insanlar tanıdım. Hayat, bana tecrübelerle şunu öğretti. Bu hayatta bildiğim bir şey varsa o da en büyük zehrin, ‘fikri zehir’ olduğunu öğrendim. Yanlış ve sapık fikirlerle nice insanların hayatları karardı. Normalde zehir insanı öldürür. Ama yanlış ve sapık fikirler, insanın hem dünyasını hem de ahiretini öldürür. Nesilleri helake sürükler. Tanıdığım birçok arkadaşım bu sapık fikirlere kapılıp hayatlarını ve geleceklerini yok ettiler. Allah’a kulluk için yaratılanlar, Allah’a isyan eden kişilere dönüştüler.

Ziya’nın babası çok iyi bir insandır. Ama fikirleri de bir o kadar tehlikelidir. İnsana Allah’ı inkâra kadar götüren düşünceleri var. O fikirleriyle seni de zehirlemesinden korkuyoruz. Bu yüzden bir daha onunla konuşmanı, hatta evlerine bile gitmeni istemiyoruz. Eğer çok istersen arkadaşın Ziya bize gelsin, istediği saate kadar kalsın. Ama sen bir daha onlara gitme ve özellikle de babasıyla bir daha konuşma” dedi.

Babamın dün geceki davranışı ve dedemin bu konuşmasının sebebini öğrendikten sonra içim rahatlamıştı. Babamın ve dedemin, bir halt ettiğimden değil de bir halt edeceğimden korktukları için beni uyarmaya çalıştıklarını anladığımda içim rahatlamıştı.

Ziya’nın babasıyla özellikle benim konuşmak istediğimi, onun fikirlerini öğrenmek için gece yarılarına kadar adamcağızı meşgul ettiğimi bilmiyorlardı. Dedem, konuşmasını bitirince benden nasıl bir cevap beklediğini de bilmiyordum.

Yüzümdeki endişe ve ağlamaklı hal, yerini muzip bir tebessüme bırakmıştı. Ben, durumumu dedeme nasıl izah edeceğim diye düşünürken, dedem yüzümdeki muzip ifadeleri gördükçe daha bir sinir oldu.

“Dedeciğim! Ben sizin neden bu kadar endişelendiğinizi şimdi anlıyorum. Ama siz beni yanlış anlamışsınız. Ziya’nın babasının nasıl bir düşünceye sahip olduğunu çok iyi biliyorum. Zaten bu yüzden kendisiyle sohbet ediyorum.”

Dedem daha çok şaşırmıştı. O an ne diyeceğini bilememe sırası kendisine gelmişti. Benim, Ziya’nın babasının fikirlerine ilgi göstermem onların en çok korktukları şeydi. Şimdi Dedem, bunu benim ağzımdan duyuyor olması karşısından nasıl bir tepki vereceğini bilmiyordu. Çaresizliği yüzünden okunuyordu. Beni sevdiğini bilmeseydim o an için kalkıp beni bir güzel ayakları altına alacağından emindim.

Ninem, dedemdeki bu değişikliği fark etmiş olmalı ki “Henüz gençtir. Ne yaptığını bilmiyor. Fazla üzerine gitme” gibi sözlerle dedemi teselli etmeye çalıştıkça, dedem daha bir sinir oluyordu. Bana olan kızgınlığını Ninemden çıkarmak istercesine ona kızmaya, bağırmaya başlamıştı. Bu durum benim hiç hoşuma gitmemişti. Dedem kolay kolay bizim yanımızda ona kızmazdı. Ama şimdi kendini kaybetmiş gibi ona hakaretler edip benim yaptıklarımdan onu sorumlu tutmaya başlamıştı.

“Senin yüzünden bu çocuk bu hale geldi” deyip ona bağırdıkça, ben daha bir sinir oluyordum. Oysa Ninemden daha çok Dedem bana destek oluyordu. Sürekli arkamda duran kendisi olmasına rağmen, bir yanlış görünce de bu yanlışın Ninemden kaynaklandığını söylemesi sinirlerime dokunmuştu. Her şeyin bir yanlış anlaşılmadan kaynaklandığını bildiğim halde dedeme durumu nasıl açıklayacağımı düşünüp durdum. Nineme kızmasına daha fazla dayanamayarak “Dedeciğim! Biraz sakin olup beni dinle” dedim. Dedem bana baktığında gözlerindeki alevli öfkeyi gördüm. O an, gözlerindeki alev beni yakmak için tutuşuyordu sanki. Ama bana karışamayacağını tahmin ediyordum. Kim bilir belki de henüz bana karışmamasının sebebi, benim bu işi inada dökmemden korkuyor olmasındandı.

“Dedeciğim! Ziya’nın babasının İslam karşıtı düşünceleri var, bunu çok iyi biliyorum. Ama ben Müslümanım. Eğer ‘Ziya’nın babasıyla görüşme dersen’ görüşmem. ‘Bir daha onlara gitme’ dersen gitmem. Yeter ki sen iste. Bir daha onların evlerine adım bile atmam” dedim.

Dedem, benden duyduğu bu sözlere çok sevinmişti. Sözlerim, gözlerindeki alevleri söndürmeye yetmişti. Bu sözlerim Dedemin yanan gönlüne hayat suyu olmuştu. Dedemin sakinleştiğini fark ettiğimde daha rahat olmuştum. Biraz daha sakinleşmesini bekledim. Gönlündeki ateşin tam soğuması için ona biraz zaman verdim. Nineme bakıp tebessüm ediyordu. Sanki yaptığı konuşmalar etkisini göstermiş gibi kendisiyle gurur duyuyordu. Beni yanlıştan döndürdüğü için kendisince haklı bir gurur ve sevinç yaşıyordu.

“Dedeciğim! Ziya’nın babasının fikirleri beni ilgilendirmiyor. Benim ilgilendiğim tek şey kendi dinimdir. Ben kendi dinimi öğrenmek istiyorum. Elimden geldiğince herkese İslam’ı anlatmak ve onların da Allah’a kulluk etmelerini istiyorum. Ama bu konuda benim bilgim çok az. Okuldaki bazı öğrenciler insanların kafalarını karıştırmak için Allah’ı inkâr eden sorular soruyorlar. Ahiretin olmadığını söyleyip bu dünyadan başka bir dünyanın olmadığını söyleyip öğrencilerin kafalarını karıştırıyorlar. Onlar arkadaşlarımızı dinsizleştirmek için çalışıyorlar. Bu konulardaki bilgim ve tecrübem çok az olduğu için de bu türden sorulara nasıl cevap vereceğimi bilmiyorum. Bunu yapanların amaçlarının ne olduğunu bilmek için Ziya’nın babasından bana onları anlatmasını istedim ki nasıl bir fikirle karşı karşıya olduğumuzu bileyim. Mücadele ettiğimiz şeyi daha yakından tanımak için Ziya’nın babasından bana kendi fikirlerini anlatmasını istedim. Allah korusun, Ziya’nın babasının fikirlerini benimsediğim için onunla sohbet etmiyorum. İnşallah hiçbir zaman Allah’ın ve Peygamber aleyhissalatu vesselam efendimizin kabul etmediği fikirleri benimsemem. Bu fikirlere karşı nasıl mücadele edilir onu öğrenmeye çalışıyorum” dedim.

Dedem söylediklerimi duyduktan sonra, her şeyin bir yanlış anlaşılmadan ibaret olduğunu öğrendiği için seviniyordu. “Oğlum! Madem böyle bir sıkıntın vardı ne diye gelip bana sormuyorsun?” dedi.

“Dedem! Gelip sana neyi sorayım? Solculuğun savunduğu fikirlerin ne olduğunu mu? Yoksa bu dine karşı olanların neden böyle din düşmanı olduklarını mı?” dedim. Dedem gayet sakin bir şekilde “Oğlum! Sen beni cahil mi belledin yoksa. Henüz sen yokken bile bu tür fikirler vardı. Allah’ın yardımı ile ben hiçbir zaman o türden bir fikre kapılmadığım gibi baban da kapılmadı. Allah bizi korudu. Ama bu demek değil ki ben o fikirlerin nasıl olduğunu bilmiyorum. Eğer ev ortamında bu türden fikirleri konuşmuyorsak, sadece sizin etkilenmemeniz için gösterdiğimiz hassasiyettendir. Şimdi de bana, senin merak ettiğin konu nedir?” dedi.

Dedemden hiç böyle bir çıkış beklemiyordum. Özellikle de solculuk fikri hakkında bilgi sahibi olması beni şaşırtmıştı. Daha önce hiç dedemden veya babamdan solculukla ilgili bir şey duymamıştım. Bunun nedenini, merak edip etkilenmemizden korkmaları olarak ifade eden dedemin bu mazereti bana mantıklı geliyordu. İnsanın başına ne geliyorsa merakından geliyor demişler. Henüz İslam’ın ne olduğunu bilmeden, kalkıp sol düşünceleri araştırmak gerçekten de çok tehlikeli olabilirdi. Bunu, okul arkadaşlarımda görebiliyordum.

Dedem “Solcuların kafa karıştırıcı sorularıyla baş edebilmenin en iyi ve etkili yolu, Risale-i Nur kitaplarını okumandır. Risalenin Müellifi Bediüzzaman, kendi zamanındaki inkârcı ve tabiatperestlerle çok mücadele etmiş ve Allah’ın izniyle yazdıklarıyla da memleketimizi bu sapkın fikirlerden korumuştur. Onun zamanında da insanları dinden uzaklaştırmak için kafa karıştırıcı sorular sormuşlar. Örneğin, ‘Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz” diye başlayan bir yazısının hatırlıyorum. Gençken bu sözü çok hoşuma gitmiş Risale-i Nur kitabını bulup okumuştu. Yanılmıyorsam şöyle devam ediyordu:

“Birincisi: Evcedethu'l-esbab, yani, ‘Esbab bu şeyi icad ediyor.’

İkincisi: Teşekkele binefsihî, yani, ‘Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.’

Üçüncüsü: İktezathu't-tabiat, yani, ‘Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor.’ diye o zamanın kafa karıştırıcı sorularına açıklık getirmişti.

Buna benzer sorularla insanları dinden uzaklaştırmaya çalıştıkları bir zamanda Üstad Bediüzzaman, bu türden sorulara herkesin anlayabileceği basit ve akla uygun cevaplar vererek bu fikirleri çürütmüştür. Eğer sen de bu tür sorularla karşılaşıyorsan bunun en iyi çaresi, Risale okumandır. Derdinin dermanı Risale-i Nur’dur” dedi.

Ağabeylerimizin neden Risale-i Nur’u okumamızı istediğini şimdi daha iyi anlıyordum. Dedemden de Risalelerle ilgili sözler duyunca, aradığım şeyin Risale-i Nur olduğuna kanaat getirdim. Asıl problem ise, bizde Risale-i Nur kitaplarının olmamasıydı. Dedemden bana biraz daha Risaleyi anlatmasını istedim.

Dedem bir anda geçmişe gitmiş gibi efkârlandıktan sonra “Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman’ın, yaptığı İslami çalışmaları yüzünden yıllarca cezaevi yatmış olduğunu biliyor musun?” diye sorunca o an da Bediüzzaman’a karşı içimde bir sevgi ve sempati oluştuğunu hissettim. İslam için bedel ödeyen bir âlimden çok şey öğrenebileceğimi tahmin ediyordum.

İşin tuhaf tarafı şimdiye kadar dedemden onun hakkında hiçbir şey duymamış olmamdı. Ya da duymuş olduğum halde hiç dikkat etmemiştim. Aradığım soruların cevabını bulmuş olmaktan dolayı seviniyordum. Dedem biraz düşündükten sonra Risale-i Nur’dan  “Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i kübrâ-yı Kur'âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. İnşaallah, Risale-i Nur yoluyla Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın daire-i kudsiyesine girenler, daima nura, ihlâsa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmeyeceklerdir” diye aklına gelen sözleri aktardı. Dedemin anlattıklarının bir kısmını anlamıyordum. “Dedem! Ben bunların bir kısmını anlamıyorum. Kullandığı dil bana çok ağır geliyor” dedim. “Dili Osmanlıcadır” diyen Dedemin yeniden tebessüm edişine sevinmişti. “Ama eğer biraz gayret edersen bunu öğrenebilirsin” dedi tüm sevecenliği ve sevimli haliyle. Dedemden bana biraz daha risaleden bir şeyler anlatmasını rica ettim. Dedem, okuldaki dinsizlik adına çalışanlar hakkından risaleden aklında olan bir şeyler anlatmasını rica ettiğimde ise şöyle söyledi:

“Acaba bu ehl-i bid’a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? Eğer idare ve asayişi düşünüyorlarsa; Allah’ı bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi ve şerlerini defetmesi, bin ehl-i diyanetin idaresinden daha müşküldür. Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa; öyle dinsizler idare-i hükûmete muzır oldukları gibi, terakkiye dahi manidirler. Terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve asayişi kırıyorlar. Doğrusu onlar, meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin. Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki: ‘Biz, Allah Allah diye diye geri kaldık. Avrupa, top tüfek diye diye ileri gitti.

        Cevab-ül ahmak-is sükût’ kaidesince, böylelere karşı cevap sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht gafiller bulunduğundan deriz ki:

        ‘Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuzbin şahid, cenazeleriyle ‘El-mevtü hak’ hükmünü imza ediyorlar ve o davaya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahidleri tekzib edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; mevt, Allah Allah dedirtir. Sekeratta Allah Allah yerine; hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı ebedîyi o sekerattakinin önünde ışıklandırır, ye’s-i mutlakını ümid-i mutlaka çevirebilir? Madem ölüm var, kabre girilecek; bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse; bin defa Allah Allah demek lâzım gelir. Hem Allah yolunda olsa; tüfek de Allah der, top da Allahü Ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder, imsak eder” diye beni şaşırtıp hayrette bırakın inci gibi parlak altın sözler dilinden ve gönlünden kopup yüreğime aktı.

 

 

 

[1] Hucurat Suresi:13

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar