41.84
  
48.67
  
0.00
  
97.47

İslam Fedaileri-7. Bölüm

İslam Fedaileri-7. Bölüm

YEDİNCİ BÖLÜM

Dedemden, Risale-i Nurun ne denli önemli bir eser olduğunu öğrendikten sonraki ilk işim, bu kitapları tedarik etmek oldu. Bazı kısımlarını anlamaktan zorlansam da içindeki hakikatler beni cezbetmeye yetmişti. Okuduğumda ondan aldığım lezzeti diğer muhtelif kitaplarda alamadığımı görmem bu sefer beni şaşırtmamıştı. Okuduğum Risale-i Nur külliyatının müellifi bu esirini Kur’an’ın bir reşhası olduğunu söylüyordu. Kur’an’da bulunan hakikatleri anlatan bir kitapla diğer sıradan kitapları kıyas etmek abesle iştigal etmekten farksızdı.

Risale-i Nur’u sevdikten ve ondaki hakikatleri gördükten sonra arkadaşlarımın Risale okumaların istedim. Ne tuhaftır ki onlar benim kadar Risaleden hoşlanmadılar. “Dile ağırdır, anlamıyoruz” diyerek okumak istemediklerini söylemeleri kalbimi kırmıştı.

Her ne olursa olsun bu işin de peşini bırakmaya niyetim yoktu. Onlar okumuyorlarsa da en azından onların anlayabileceği bir şekilde okuduklarımı her fırsatta onlarla paylaşarak Risale-i Nur’u sevmelerine ve okumalarını sağlamaya çalışmakta kararlıydım.

Arkadaşlarımızla yaptığımız özel derslerimizde de işlediğimiz Siyer, Tefsir ve Fıkıh gibi konulara ek olarak Risale-i Nurlardan bildiklerimi onlara anlatmakla işe başladım. Risale-i benden dinleyen arkadaşlarımın hoşuna gittiğini gözlerinden görebiliyordum. Okumasını olmasa da dinlemesini sevmişlerdi. Anladıkları dilde hakikatleri söylüyor olmam onların daha çok ilgi ve alakasını çekmişti.

Aslında Muhammedi yapının Ağabeyleri de bize her fırsatta Risale-i Nur’u okumamızı salık veriyorlardı. Ne vardı onların bu sözlerini dinlemekle yetinmişti. Oysa Risalelerde tanıştıktan sonra Ağabeylerimizin birçoğunun sözlerinde Risale-i Nur’dan alıntı olduğunu görmekten memnun olmuştum.

Risale-i Nur’dan öğrendiklerimiz sayesinde okuldaki solcuların kafa karıştıran sorularına çok basit ve kesin cevaplar vermeye başlamıştık. Ölümün ve ahiretin hak olduğunu Risalenin vermiş olduğu dersler sayesinde birçok arkadaşımız sapık fikirlerden kurtulup, İslam’ı öğrenmeye başlamışlardı. Ayrıca Risale-i Nur’da namaz hakkındaki verilen bilgiler ve örnekler, herkesin kolaylıkla anlayabileceği bir basit ifadeler olmasıyla birlikte, namazın ehemmiyetini de çok güzel ve etkileyici örneklerle şöyle izah ediyordu:

“Namaz ne kadar kıymettar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masrafla kazanılır; hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu iki kere iki dört eder derecesinde kat'î anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, gör…” diye başlayan hikâyesini sevmiştim. Hatta sevmekle kalmamış en çok etkilendiğim bir hakikat olduğunu itiraf ediyorum.

Risale-i Nur’dan öğrendiğim namazla ilgili konuyu karşılaştığım arkadaşlarıma, aileme ve okulda ilgilendiğim kişilere ısrarla anlatıp onların da namaza başlamalarını, şayet namaz kılıyorlarsa bile nasıl ibadet ettiklerini anlamalarını istiyordum. Namazın Allah ile aramızdaki en kuvvetli bağ olduğunu öğrendikten sonra bu hakikati her kesin kulaklarını patlatırcasına haykırmak istiyordum.

İlgilendiğim arkadaşlarıma Risalelerden örnek vererek onların hidayetine vesile olmak bana bambaşka bir mutluluk veriyordu. Bu zamanda namaz gibi mühim bir ibadeti ihmal ettiğimiz zaman nasıl bir ziyan içinde olacağımızı anlattığım arkadaşlarımın namaza başlamaları aynı zamanda sevindiriciydi.

Amacımız Müslüman olduğunu söyleyip de namaz kılmayanların en azından namazlarını kılıp Allah’a kulluk yapmaları için elimizden geleni yapmaya çalışıyorduk. Tek bir isteğimiz vardı. Rablerini unutmuş olanlara Allah’ı hatırlatıp fıtratlarının gereğini yaparak cehennem ateşinden ve de Allah’ın azabından kurtulmalarını istiyorduk. Bu gayeyle çalışıyorduk. Kendimiz için bir şey istemiyorduk. İlgilendiğimiz kişilerin Muhammedi yapıya mensup olmaları şart değildi. Rablerini tanımaları, namazlarını kılmalarını gördükten sonra hangi İslami grup veya cemaate mensup olurlarsa olsunlar onları kendimize kardeş biliyorduk. Onlar için hayır dualarında bulunuyorduk. Ağabeylerimiz bizi bu şekilde eğitmişlerdi. “Diğer İslami grup veya cemaat mensupları bizim kardeşlerimizdir. Her bir İslami yapı vücudun azaları hükmünde başka bir görev ve amacı olduğu halde, sonuçta bedeni sağlıklı bir şekilde ayakta tutmak için iş birliği yapan organlar hükmündeyiz. Allah’ın rızasını kazanmak için farklı yollar benimsemiş kardeşler olduğumuzu unutmayın” diye sık sık hatırlatmaları sayesinde bizlerde onlar gibi düşünür, onlar gibi olmaya çalışarak namaz kılanları kardeş belledik.

Kendilerinin Müslüman olduğunu söyleyip de namazlarını adet halinde kılanlar, nasıl bir Allah’a iman ettiklerinin şuur ve bilince olmayanlar için Üstad Bediüzzaman’ın:

“İman, yalnız icmali bir tasdikten ibaret değildir. İmanın çok mertebeleri vardır. Taklidî bir iman, hususan bu zamandaki dalâlet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkiki iman ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkiki imanı elde eden bir kimsenin, iman ve İslamiyet’i dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa, o kasırgalar bu iman kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkiki imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz filozoflar dahi bir vesvese veya şüpheye düşürtemez” sözleri içimden bulunduğum gaflet uykusundan uyandıran rahmet sözcükleri oldu.

Bediüzzaman’ın dediği gibi taklidi olan imanımız bu zamanın sapkın fikirler karşısında çok çabuk sönmüştü. Bu yüzden tahkiki imanı kazanmak için çalışmalıydık. Aynı zamanda namaz kılmalarına vesile olduğumuz arkadaşlarımızın da tahkiki imanı elde edebilmeleri için çabalamalıydık. Sadece namaz kılmakla olmuyordu. Aynı zamanda tahkiki imanın kalpte yer etmesi gerekiyordu. Bu zor bir şeydi. Özellikle imanı taklidi olanların yaptıkları ibadetlerinin adet olmaktan çıkması için gece gündüz kendimizi hesaba çekip muhasebe etmemiz gerekiyordu. Allah’la bağımız güçlendirmek için O’nu tefekkür edip her şart ve durumda tevekküle sarılmasını öğrenmemiz şarttı. Ateşe atılan Hz. İbrahim gibi tam bir teslimiyetle Allah’a teslim olmalıydık. Bunu başaramadığımız takdirde İslami hizmet ve çalışmalarımızın istenilen sonucu vermesini beklemek yersiz olacağına olan inancım Rabbime yakınlaşmama vesile oluyordu.

Kendimizden başlayarak bu inancı ilgilendiğimiz arkadaşlarımızın da hissetmeleri için bire bir ilgilenmelerde daha çok hassasiyet göstermeye başladık. Bunu başarabilmek için her şeyden önce kendi yaşantımızda ve ibadetlerimizde taklitten kaçınmamız gerektiğini biliyorduk. Bu şuur ve bilinçle hareket ediyorduk.

Bazı şeyleri anlatmamın en güzel yolu onu yaşayarak göstermekten geçiyordu. Bizim yaşantımızda olmayan bir şeyi bir başkasından istemenin fayda getirmediği gibi etki etmediğine de defalarca şahit olmuştuk.

Arkadaşlarımızla her buluşmamızda bu konu üzerinde titizlikle durmaya başlamıştık. Her şeyden önce kardeşler olarak yaptığımız hizmetin faydalı olması için kendi yaşantımızı Kur'an ve Sünnete göre ayarlamamız gerektiğini her fırsatta bize hatırlatan Ağabeylerimizin yol göstermeleri sayesinde içimizde oluşan tahkiki imanın kırıntılarını hissettiğimiz zaman “Fena fillah” olduğumuzu gördüm. Allah’a kavuşmak için can atan yalnız ben değildim. Kardeşlerimin birçoğu genç yaşta Rablerini kavuşmayı arzulayıp şehadet şerbetini içmek için sürekli birbirimizden dua talep ediyorduk. İçimizdeki bazı kardeşlerini imanı halk arasında teşbih yapılan “Dağ gibi imanı var” sözünü haklı çıkarak şekilde sarsılmazdı. Bunların içinde öğrencim olanlar da vardı.

Ağabeylerimizin üzerimizdeki emekleri semelerini veriyordu. Onlarla karşılaştığımız her fırsatta bizlere nasihat şeklinde Rabbimizin “Sen öğüt verip-hatırlat; çünkü gerçekten öğütle-hatırlatma, müminlere yarar sağlar” buyurduğu gibi, öğrendiğimiz hakikatleri kendimize saklamak yerine onu kardeşlerimizle paylaşmamızı istemelerini şimdi daha iyi anlamaya başlamıştım.

Okuldaki arkadaşlarımızla yakından ilgilendikçe, bize gösterilen teveccüh bazılarını rahatsız etmeye başlamıştı. Buna aldırmamaya çalışıyorduk. Ama biz aldırmadıkça üzerimize daha fazla geliyorlardı. Bazen o kadar aşırı gidiyorlardı ki aramızda yaşanan sözlü tartışmalar bir anda fiili kavgaya dönüşüyordu. Bunun önüne geçmek için daha dikkatli olmaya çalışıyorduk ama tüm çabalarımıza rağmen karşı taraf arsız olunca sabrımız bir yerden sonra patlıyordu. Onların da anladıkları tek dil “fiziksel güç”  olduğu için, biz de bundan daha fazla kaçamıyorduk.  

Karşımızdakilerin bizi ne kadar iyi tanıdığını henüz bilmiyorduk. Oysa bizler Ağabeylerimizin dikkatli olmamızı istedikleri yapılar ve onların saldırıları hakkında bizi bilgilendirmeleri sayesinde kimlerle karşı karşıya olduğumuzu biliyorduk. Bu bize avantaj sağlıyordu.

Karşı karşıya olduğumuz grup her fırsatta gerek okulda gerekse de toplum içinde İslam dinine olan kin ve öfkeleri gözlerini öylesini kör etmiş ki, birisinin namaz kıldığını gördüklerinde veya namaz kılmaya başladığını öğrendiklerinde kudurmuş köpekler gibi oluyorlardı. Bu durumda saldıracak yer arayıp gözlerine kestirdikleri kişileri sindirmek için tüm güçlerini kullanmaktan çekinmiyorlardı.

Okullarda yaşanan mücadele, azmimizi biliyordu. İslam davasına hizmet etme gayretimizi artırıyordu. Gençliğin verdiği hareketlilikle daha aktif bir şekilde davamıza hizmet edebilmek adına korkuyu dahi alt edebilmiştik. Karşımızda duranların gücü ve imkânı bizi korkutmuyordu. Dayanağımız olan Allah bize her durum ve şartta yeterliydi. O’nun yardımını hissettiğimiz anlar o kadar çoktu ki bunları saymakla bitiremeyiz.

Bizdeki bu cesaret ve gözü peklik sayesinde okuldaki İslami hizmetimiz fayda ve semere vermeye başlamıştı. Arkadaş sayımız her gün artıyor, bizimle beraber olup İslam davasına hizmet etmek isteyen kişiler Muhammedi yapının çatısı altında toplanıyordu. Yeni arkadaşlarımız da dava saflarında yerlerini alıp, İslami mücadele alanında kendi üzerlerine düşeni yapmaya gayrette azimliydiler. Kendilerinden önce bu davaya hizmet edenleri geçtikleri bile oluyordu.

Okulda bizi sevenlerin sayısı, bizimle birlikte hareket edenlerden çok daha fazlaydı. Zaten biz de sayı ve çokluk peşinde değildik. Allah’ın, hidayeti kime layık göreceğini bilmiyorduk. Biz sadece bildiklerimizi arkadaşlarımıza anlatıp onların batıl fikirlerden kurtulmalarını arzu ediyorduk. Allah’ın rahmeti ile saflarımızdaki tüm kardeşlerin tek endişesi insanların hidayetlerine vesile olup, onların her birini Allah’a kulluk eden müminlere dönüşmelerine vesile olmaktı. Ağabeylerimiz “Muhammedi yapının ortaya çıkmasındaki amaç ve gayesi, insanların imanını kurtarmaktır” diye anlatıyorlardı. Bu dert, tüm fertleri de kuşatmıştı. Her bir Muhammedinin tek derdi, insanların imanlarını kurtarıp onların da hakiki imanı elde etmeleri için gece gündüz demeden çalışmaktı. Tıpkı Üstad Bediiuzzaman’ın “Bana ‘Sen şuna buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var; alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi?” dediği gibi, bizlerde kardeşlerimizin imanını kurtarmak için zorlu bir yola çıkıp her türlü zorluğu göze alıp bu yangını söndürmeye çalışmaktan başka bir şey yapmıyorduk.

Bu batıl ve tehlikeli fikri yangını söndürmek hiçte kolay değildi. Onu durdurmadığımız takdir yangının ev ev, mahalle mahalle, şehir şehir yanacağını biliyorduk. Bu bile bile yerimizde oturamazdık. İnsanların dalalet çukurunu düşüşünü görmemezlikten gelemezdik. Bir şeyler yapıp onları kurtarmak adına kendi canımızı bile hiçe sayacak kadar onların hidayetine önem veriyorduk. Bir kişiyi daha kurtarmaya gücümüz varsa bunu yapmamız gerekiyordu. Bu aşk ve şevkle Muhammedi yapının İslami hizmetlerinde canla başla çalışıp hizmet ediyorduk. Allah’ın rızasını kazanmak uğruna O’nun kullarını cehennem ateşine düşmeden kurtarmak sahip olduğumuz her şeyden daha güzel ve kıymetli olduğunu görebiliyorduk.

Lisenin ilk yılını geride bırakmıştık. Okulların tatile girmesiyle birlikte camideki Kur’an derslerine ağırlıklı olarak daha fazla vakit ayırmaya başladık. Okulda tanıştığımız arkadaşların da camideki Kur’an derslerine katılmaları sayesinde camide tam bir canlılık oluşmuştu. Kur’an dersi alanların nağmeleri caminin içinde yankılanıp, Allah’ın azametini yüceltiyordu.

Yaz tatiliyle birlikte sabah saatlerinde cami imamıyla birlikte Kur’an dersi verdikten sonra, ikindi vakti Kur’an dersi almak isteyenlere de ders vermeye gayret ediyorduk. Günün her vaktinde camide Kur’an dersi verilmesini isteyen Ağabeylerimizin emrini yerine getirmek için vaktimizi camide geçiriyorduk. Camiyi kendimize ev edinmiştik. İkindi derslerinden sonra akşam ve yatsı arası da Kur’an dersi, siyer ve fıkıh derslerinin ardından gece geç vakte kadar kardeşlerimizle bazen bir arkadaşımızın evinde toplanır sohbet ve muhabbet ederdik. Günümüzü böyle geçirmekten şikâyet eden olmazdı. Sonuç itibariyle yaptığımız hizmetin farkındaydık. Hizmet söz konusu olunca gerisi teferruat oluyordu.

Yaz tatilini daha iyi değerlendirmek adına, İslam’a hizmette daha neler yapabiliriz diye arkadaşlarımızla istişareler ediyorduk. Özellikle de geleceğin teminatı olan çocukların henüz bozulmamış fıtratlarını muhafaza edebilmeleri için onlarla daha yakından ilgilenip camiyle tanıştırma üzerinde duruyorduk.

Boş zamanımızı daha iyi değerlendirmek için elimizden geldiğince gittiğimiz caminin bulunduğu mahalledeki çocuklarla daha yakından ilgilenip onların da Kur’an dersi almaların için camiye kazandırmaya çalışmak her birimizin görevi olmuştu. Böylelikle her anımızı hizmet alanında bir işle doldurmanın sevincini yaşıyorduk.

Bir gün Ziya “Babam bu hafta sonu kendisine yardımcı olmam için beni çağırdı. Bu nedenle bu hafta sonu Kur’an dersine bile gidemeyebilirim. Babam her zaman beni çağırmaz. Çok sıkışık olmasaydı eminim ki yine çağırmazdı” dedi. Faruk “Baban seni niye çağırıyor ki? Senin Kuran dersi verdiğini bilmiyor mu” diye sordu. Ziya “Babam ihtiyaç duymasaydı beni çağırmazdı. Bu yüzden gitmem lazım” dedi.

Onların konuşmalarını dinlerken “Eğer siz de uygun görürseniz hep birlikte gidip Ziya’nın babasına yardımcı olalım. Hem bundan böyle mahalledeki esnaflara da yardımcı olmak için elimizden geleni yapmış oluruz” diye o an spontane aklıma gelen fikri öylesine ağzımdan çıkmış oldu. “Hiçbir ücret istemeden, elbirliğiyle en azından sadece hafta sonları bir esnafın yardımına gidelim. Böylelikle esnaflar arasında da İslam’ı anlatmak için bir fırsatımız olur”  diye fikrimi söyledim.

Faruk bu fikrime sıcak bakmasa da Ziya ve Tarık bu fikri beğendiler. Özellikle Ziya, babasının esnaf olması hasebiyle; bu öneriyle, esnafların bedava işçi buldukları için çok sevineceklerini söyledi. Faruk’un endişesi, camide verdiğimiz Kur'an dersiydi. Hafta sonu bile olsa camideki Kur’an derslerimizin ihmal edilmemesi gerektiğini söylüyordu. Bu konuda haklıydı. Hiçbirimiz camideki Kur’an derslerimizi bırakalım demiyorduk ki. Sadece sabah dersinden sonra ikindi veya akşama kadar esnaflara yardımcı olmayı önermiştim. Bunu Faruk’a anlatınca o da kabul etti.

İlk işimiz, bu hafta sonu hep birlikte Ziya’nın babasına yardımcı olmak için işyerine gitmek olacaktı. Aldığımız bu kararı uygulamaya sokmadan Ağabeylerimize sormamız gerekiyordu. Onların izni olmadan bir şey yapmıyorduk. Gerçi bazı işlerimizde kendi kararlarımızı uygulama yönünde bizi eğiten Ağabeylerimiz, bizden beklentilerinden biri de kendi başımıza hayırlı işler için izin almadan da yapabilme iradesini göstermemiz olduğunu vurguluyorlardı. Ağabeylerimizin bu tavsiyesi aklıma gelince onlara sormaktan vazgeçip aldığımız kararı uygulamaya soktuk.

Zaman zaman arkadaşlarımızla birlikte yaptığımız derslerde de bu konu üzerinde de duruyorduk. Kendi irademizi nasıl kullanacağımızı öğrenmeye çalışıyorduk. Bilmediğimiz veya tereddüt ettiğimiz konularda Ağabeylerimize danıştığımızda bize mutlaka bir çözüm önerisi verilirdi. Bunun dışında, yapılacak bir hayırlı hizmet önerisi için de sadece sessiz kalınırdı. Artık bunu çok iyi bildiğimizden esnaflara yardımcı olma fikrimizi icra etmeye karar verdik.

Ziya’nın babasının manifaturacı dükkânı mahallemizden biraz uzak olan, birçok esnafın bulunduğu ana cadde üzerindeki terzi, tuhafiyeci ve kırtasiyeciler gibi değişik esnafların bulunduğu işlek caddedeydi.

Ziya, o gün camideki öğrencilerinin derslerini ihmal etmemek için kendi yerine öğrencilerinden Mehmet’i öğrencilere ders vermekle görevlendirmişti. Mehmet, Ziya’nın camideki yardımcısıydı. Ziya olmadığı zamanlar, Mehmet o günün derslerini yapardı. Muhammedi saflara Faruk’un vesilesiyle katılmasına rağmen, Ağabeylerin isteği üzerine Ziya’ya camide yardımcı olmakla görevlendirilmişti. Bu işi en az Ziya kadar iyi yaptığı söylenebilirdi.

Mehmet; bizim yaşlarımızda, güzel ahlak sahibi, namaz ve ibadetlerine gerekli önemi veren ihlaslı bir kardeşimizdi. Sünnete düşkündü ve hayatını sünnete göre yaşamak için sürekli araştırma yapıyordu. Allah Resulünün yaşantısını öğrenmedeki azmi takdir ediliyordu.  Allah Resulünün yaşantısında olan bir ameli bu zamanda nasıl uygulayacağı hususunda zorluğa düştüğünde, bunu bilen birine sormaktan da çekinmezdi.

Ziya, sabah erkenden babasına yardımcı olmak için babasının işyerine gitmişti. Biz camideki derslerimizi bitirdiğimizde, vakit nerdeyse öğlene geliyordu. Vakte hiç aldırmadan, Ziyaların işyerine gittik. Babası bizi görünce “Gelin bakalım gençler” diye güler yüzle yanına çağırdı. Ziya’nın bizim aldığımız çalışma fikrini babasına anlatmış olduğunu anladık. Biz de yeni ustamızın sözünü dinleyip, bize gösterdiği yere geçip oturduk.

Ziya’nın babası, bizim neden böyle bir karar verdiğimizi tahmin etse de tam olarak bunu neden yapmak istediğimiz konusunda net bir fikri yoktu. Her ne kadar yaş itibariyle genç olsak da, İslam’ı anlatmak için yanıp tutuştuğumuzu en iyi o bilebilirdi diye düşünüyorduk. Gezip dolaşmak, eğlenmek varken hiçbir menfaat beklemeden gün boyu bir işçi gibi neden çalışmak istediğimizi az çok tahmin ediyordu. Buna rağmen bunu bize sorma gereği hissettiğinden olsa gerek “Gençler! Neden böyle bir işe kalkışıyorsunuz? Çalışmak istiyorsanız söyleyin babalarınıza size tanıdık esnaftan iş bulsun” dedi muzipçe.

Ziya’nın babasının bizi bu şekilde sorgulayacağını hiç beklemiyorduk. Sadece sevineceğini düşünmüştük. Bu yüzden beklemediğimiz bu soru karşısından nasıl bir cevap vereceğimizi düşünürken, gerçek niyetimizi kendisine söylemekte hiçbir sakınca görmedim.

“Bizim çalışmak gibi bir niyetimiz yok. Sizin de tahmin edeceğiniz gibi esnaflara İslam’ı anlatmak istiyoruz. Bunu, onlara çıraklık yaparak yerine getirebileceğimizi düşünüyoruz. Amacımızı gerçekleştirmek için de onlardan hiçbir ücret istemiyoruz. Derdimiz para kazanmak veya yapacağımız bir iş için ücret almak değil. Biz ücretimizi Allah’tan bekliyoruz. Peygamberler, Rablerinden aldıkları Risalet görevini yerine getirirken, toplumlarına Allah’ın emirlerini anlatırken onlardan hiçbir ücret istemediklerini defalarca beyan etmişlerdir. Tebliği için para almak olmaz. Tebliğ peygamber sünneti olmakla birlikte her bir Müslümanın sorumlu olduğu bir şeydir. Okuduğumuz Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde değişik şekillerde dile getirilmiştir tebliğ örnekleri var. Bir ayette “Eğer yüz çevirirseniz, ben sizden hiçbir ücret istemedim ki! Benim ücretim ancak Allah'a aittir ve ben Müslümanlardan olmakla emrolundum” diye buyuruluyor. Bizim de tek isteğimiz, elimizden geldiğince daha çok insana İslam’ı anlatmaktır. Bunun için de herhangi bir ücret almayı düşünmüyoruz.

Ziya’nın babası, kendisine söylediklerimi iyice dinledikten sonra Faruk ve beni alıp birkaç dükkân ötede bulunan başka bir manifaturacı esnafın dükkânına gittik. Gittiğimiz iş yeri, yaklaşık kırk metre karelik bir dükkândı. Duvar diplerine yerleştirilmiş olan raflarda top top rengârenk kumaşlar diziliydi. İçerde birkaç müşteri vardı. Buna rağmen kırk yaşlarında, orta boylu hafif dolgun, saçlarında ve sakalında yer yer aklar olan bir amca, Ziya’nın babasının içeri girdiğini görünce müşterilerini bizden biraz büyük olan gence devredip, Ziya’nın babasına güler bir yüzle “Komşu hoş geldin” deyip karşıladı. Bu karşılaşmada gözüme takılan ilk şey aynı işi yapan iki esnaf arasındaki bu güzel diyalog oldu. “Nasıl olur da iki rakip esnaf birbirlerine bu kadar saygılı olabiliyor?” diye düşünmeden edemedim.

Ziya’nın babası, geldiğimiz iş yeri sahibinin ilgisine aynı şekilde karşılık verip kısa bir hal hatır sorduktan sonra bizi gösterip “Hacım! Bunlar bizim mahallenin gençleridir. Kendi aralarında bir karar almışlar. Hafta sonları Allah rızası için esnafa yardımcı olmak istiyorlar. Benim oğlum ve bir arkadaşı bana yardım etmek için bugün işe başladılar bu iki delikanlıyı da sana getirdim. Bunlar namazlarında niyazlarında olan temiz gençlerdir. Allah rızası için bir iş yapmak istiyorlar. Bunu senden daha iyi kimse bilemez. O yüzden bu iki genci sana getirdim. Onların kefili benim. Sen de uygun görürsen hemen işe başlasınlar” dedi.

İş yeri sahibinin bu duruma çok şaşırdığı yüz ifadelerinden belli oluyordu. Ne diyeceğini bilemez bir haldeydi. Belki de esnaflık hayatında ilk kez karşılaştığı bu durum karşısında nasıl bir tepki vereceğini bilmiyordu. Ücretsiz işçiyi bugüne kadar hiç duymamış gibiydi. Her esnaf kendisine yardımcı olmak için ya çocuğunu ya da yaşı küçük birini alır, ona haftada çok az da olsa bir ücret verirdi. Buna gücü yetmeyenler ise kendi başlarının çaresine bakarlardı.  Ücretsiz çalışabilecek birilerinin olabileceğini görülmüş şey değildi.

Oysa eski zamanlarda esnaflar kendi mesleğini öğreteceği kişinin ailesinden küçük bir ücret alırdı. Ya da mesleği öğrenene kadar kendisine hiçbir ücret ödemezdi. Günümüzde böyle bir şey söz konusu bile değildi. Buna rağmen hala şaşkınlığını üzerinden atamamış olan iş yeri sahibi, bizim kimin çocukları olduğumuzu sorup bu şekilde çalıştığımızdan ailelerimizin haberi olup olmadığını öğrenmek istedi. Kendimizi tanıttıktan sonra ailelerimizin, yaptığımız her işimizden haberleri olduğunu söyleyince şaşkınlığı daha da artı.

Ziya’nın babası, geldiğimiz iş yeri sahibinin yaşadığı şaşkınlık nedeniyle seviniyor, bu durum yüzündeki tebessümden de belli oluyordu. İş yeri sahibini böyle şaşırtmanın sevincini her zaman yaşamadığı kesindi. İş yeri sahibine “Hacı! Bunların böyle küçük olduklarına bakma. Bu yaşlarında benden ve senden daha iyi İslam’ı biliyorlar” deyince yüzümüz utancımızdan biraz kızardı. Faruk’la birlikte başımızı yere eğmek zorunda kaldık. Yaptıklarımızın övülmesini istemiyor ve beklemiyorduk. Yapmamız gereken bir vazife için neden övülelim ki? Oysa bizim asıl vazifemiz, İslam’ı yaşamak ve yaşatmaktı. Bunun derdi içindeydik. Tek gayemiz buydu ve o yüzden buradaydık.

İş yeri sahibi, Ziya’nın babasına “Ne diyelim! Allah bu gençlerden razı olsun” deyip bize “Hadi gençler, tezgâhın arkasına geçin, Nuri abiniz size ne yapacağınızı öğretsin” dedi.

İş yeri sahibinin sözlerini dinleyip tezgâhın arkasına geçtik. Nuri bu iş yerinde kalfaydı. Bize ne yapacağımızı öğretmeye başladı. Raflardaki kumaşların cinsini öğretip isimlerini ezberlememizi istedi. İlk başta bize söylenen isimleri ezberlemekte zorlansak da bunu başardık.

Ziya’nın babası bir müddet daha iş yeri sahibiyle sohbet edip çaylarını içtikten sonra vedalaşıp iş yerinden çıktı. İş yeri sahibi, isimlerimizi sorup kendisini Hacı Emin olarak tanıttı. “Nuri abinizin sözlerini iyi dinleyin” diye de iyice tembihte bulundu.

  1. Emin, işyerine gelen müşterilerle kendisi bizzat ilgilenirdi. Şayet ilgilendiği bir işi veya bir başka müşterisi varsa, gelen müşteriyle Nuri ilgilenirdi. H. Emin, raflarda duran kumaşların isimlerini söylediği anda Nuri’nin, istenen kumaşları raflardan indirip, müşterinin önüne sermesi bir olurdu. Nuri çok atik bir şekilde kendisinden istenileni yapıyordu. Tüm kumaşların yerini ve hangi rafta olduğunu gözü kapalı olarak bulabilecek bir şekilde kumaşları çok iyi biliyor ve tanıyordu.

Nuri, ilkokuldan sonra okula devam etmediği için bu dükkânda çalışmaya başlamış. Bizden iki yaş büyük olmasına rağmen minyon tipli oluşundan dolayı yaşını göstermiyordu. İşini severek yapan birisini tanıyor musun diye sorsanız hiç tereddüt etmeden Nuri’yi gösterebilirim.

Manifaturacılıkta müşterilerin geneli bayanlardı. Düğün hazırlığı yapan müşterilerin yoğunlukta olduğu bir vakitte işe başlamış olmalıyız ki gelen müşterilerimiz evlenecek olan çocukları için hazırlamaya çalıştıkları çeyizlikleri için her şeyin en güzelini alma gayretiyle, gözlerine ilişen her kumaşın indirilmesini istiyorlardı. Tezgâha indirilen kumaşlara elleriyle dokunup inceledikten sonra kumaş hakkında H. Emine sorular sorup fiyatı hakkında pazarlığa girişiyorlardı.

Müşterilerin yoğun olduğu zamanlar ben Nuri’nin yardımcısı olmuştum. Faruk ise Hacı Emin’in yardımcılığını yapıyordu. Akşam vaktinde iş yerini kapatıp Hacı Emin’le birlikte camiye gidip namaz kıldık. Ardından hiç vakit kaybetmeden camilerimize gittik. İlk gün biraz geç kalmıştık. Camiye geldiğimde öğrenciler huysuzlaşmıştı.

Ertesi gün Kur’an dersinden sonra tekrar çalıştığımız işyerine geldik. Artık bu iş yerinin bir çırağıydık. Nuri’nin yardımıyla işi çok çabuk öğrenmiştik. Öğle vakti müşteriler azalmış, iş yeri sakinleşmişti. Namaz kılmak için en iyi vakitti. Faruk’la birlikte iş yeri sahibi H. Emin’den izin alıp camiye gittik. Caminin şadırvanında abdestimizi alıp camiye gireceğimiz sırada H. Emin arkamızdan seslenip selam verdi. Selamını aldıktan sonra birlikte camiye girdik. Namazımızı kıldıktan sonra H. Emin’i beklemeden, Faruk’la birlikte işyerine geri döndük.

Nuri’yi, küçük bir masanın üzerinde öğle yemeği için hazırlık yaparken bulduk. Kendisine yardımcı olurken “Nuri abi sen öğle namazını kıldın mı?” diye sordum. Nuri o an öyle bir mahcup olmuştu ki mahcubiyetinden yüzü kızarmıştı. “Ben namaz kılmıyorum” derken ki hali, yaptığının hata olduğunu bilen bir suçlu görüntüsünü andırıyordu. Nuri’yi bu hale soktuğum için kendimden utanmıştım. Nasıl bir pot kırdığımın farkına varmış olsam da iş işten geçmişti. Konuyu değiştirmek için o an aklıma gelen soruyu sordum. “Nuri abi sence en iyi ticaret nedir?” diye sordum. Sorduğum bu yeni soru sayesinde konunun değiştiğini fark eden Nuri, sevinmişti.

Bildiği bir konu hakkında kendisine soru sorulmasına memnun olmuştu. Az önceki mahcubiyeti yerine şimdi yüzünde tebessümler vardı. Ticaretin nasıl bir şey olduğunu anlatmaya başlarken, bu konuyu konuşmak ve fikirlerini anlatmak için sabırsızlan bir üslupla konuya girip heyecanlı bir şekilde anlatmaya başladı. Kendisini dinlediğimizi fark ettikçe daha bir coşkuyla anlatıyordu. Kafasında oluşturmuş olduğu tüm planlarının yanı sıra, geleceğe dair düşüncelerini de bizimle paylaşmıştı. Hangi tür ticaret yapılırsa daha çok para kazanılır, hangi işin riskli olduğu, hangisinin daha rahat ve temiz olduğu hakkında konuştukça daha bir açılıyordu. En iyi tacirin nasıl olması gerektiği ve nasıl zengin olacağını şimdiden çok iyi biliyormuş gibi bize anlattıkça, biz de ondaki bu bilgilere şaşırıyorduk. Söylediği şeyler akla ve mantığa yatkın geliyordu. Ama ne ben ne de Faruk, bunları bilecek kadar ticareti bilmiyorduk. Nuri’nin söyledikleri kulağa hoş gelen şeylerdi. Gerçek hayatta bunun bir karşılığının olup olmadığını ise bilmiyorduk.

Nuri konuşmasını bitirince “Sen ticaret hakkında çok şey biliyorsun” diye kendisine iltifat edince yüzünde güller açtı. Böyle bir iltifatı ilk kez aldığı her halinden belli oluyordu.

“Sen bu ticari bilgilerinle iş hayatında çok iyi şeyler yapabilirsin. Hatta bu dünya hayatında çok zengin olup rahat bir yaşam sürebilirsin. Ama sen bu gidişle hiçbir zaman gerçek anlamda bir tacir olamazsın” dedim.

Nuri, az önceki övgümün ardından gelen bu sözüme şaşırmıştı. Yüzü biraz evvel aldığı övgülerle gülücükler saçıyorken son sözlerimin ardından suratı tekrar asılmıştı.

“Neden diye” sordu. “Çünkü senin anlattığın şeylerle ancak bu dünya hayatı kazanılabilir. Şayet kafanda canlandırdığın bu işleri gerçek hayatta gerçekleştirebilsen bile ancak bu fani dünyada rahat ve huzurlu yaşayabilirsin. Peki,  ya ebedi olan ahiret hayatını kazanmak için ne tür planların var?” diye sorunca Nuri donup kaldı. Bir an durup düşündü. Söylediklerimin hakaret olmadığını anlamıştı. Biraz da haklı oluşumdan olsa gerek, hala nasıl bir cevap vereceğini düşünüyordu.

Nuri’yi, ahiret hayatını düşünceye sevk ettiğim için buna seviniyordum. Bundan istifade ederek sorduğum sorunun cevabını vermek için “Gerçek tacir, fani ve geçici olan hayatı değil ebedi ve sonsuz olan ahiret hayatını kazanan kişidir. Kur’an’da en iyi taciri tarif eden bir ayet var biliyor muydun? Mealen şöyle buyuruyor Rabbimiz “İşte onlar, hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.”

 Gerçek bir tacir, fani olan bu üç beş günlük dünya için ebedi hayatını feda etmesi sence akıl karı mıdır? Oysa asıl ve ebedi olan ahiret yurdu için, gerekirse bu dünya hayatımızı dahi feda edebilmeliyiz. Bizim için dünya, ahiret hayatımız için bir geçiş bir tarla hükmündedir. Bu dünyada Rabbimizin bizden istediklerini yerine getirdiğimiz müddetçe ahiret hayatına yatırım yapmış oluruz. Ahiret hayatını kazanmadan bu dünya hayatını kazanmak sadece bu dünyada kısa bir süreliğine rahat etmemizi sağlayabilir. Burada sahip olduklarımızdan dolayı Rabbimizin huzurunda hesap vereceğimizi, dünyada sahip olduklarımız yüzünden sorguya çekileceğimizi de unutmamamız gerek.

Asıl felaket ise, ahiret hayatını unutup dünya hayatı ile yetinmemiz olur. Her şeyi bu dünya hayatı ile sınırlandırıp sadece onun için her türlü meşakkate katlanmak normal görüldüğü halde Rabbimizin bizden istediklerini görmezden gelmek sence akıllı bir tacirin işi olabilir mi?

Dünya hayatımızı nasıl kazanacağımızı çok iyi biliyoruz. Peki ya ahiret hayatını kazanmak için ne yapmalıyız? Oysa Allah azze ve celle akıllı taciri bize şöyle tarif ediyor “Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.”

Aslına bakarsan ahiret hayatını kazanmak dünya hayatını kazanmaktan daha kolaydır. Rabbimiz ahiret hayatını nasıl kazanılacağını, gönderdiği Kur’an-ı Kerim vesilesiyle bize anlatmakla kalmamış aynı zamanda O’nun elçileri olan Peygamberler de bunu nasıl yapacağımızı ve başaracağımızı da kendi yaşantılarında göstererek bize kılavuzluk etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz bir başka ayetinde “Kim dünyanın yararını (sevabını) isterse ona ondan veririz, kim ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri pek yakında ödüllendireceğiz” diye buyurarak herkesin ne istediğini bir kez daha düşünmesini ve ona göre karar vermesini istiyor.

Nuri’yle sohbetimiz koyulaşmıştı ki H. Emin içeri girdi. Selam verip yemeklerin konulduğu küçük masanın başına geçip oturdu. H. Emin’in gelmesiyle biz de sofraya oturduk. Yemeğimizi yemeğe başlamadan H. Emin, sesli bir şekilde besmele çektikten sonra yemeğe başlayınca biz de besmelemizi çekip yemeğimizi yemeğe başladık. Aslında soframız çok sade olmasının yanı sıra insanın iştahını açan bir görüntü sergiliyordu. O küçük masa üzerine dilimlenmiş domates, salatalık, biber, peynir ve de sıcak pide ekmeği en güzel yemeklerden daha güzel geliyordu.  Çalışmanın verdiği yorgunluk ve açlıkla kendimizi kurt gibi aç hissediyorduk.

  1. Emin “Sizin gibi temiz, çalışkan gençlerin namaz kılması kadar güzel bir şey yoktur. Zamanımızdaki gençlerin birçoğu Rablerine ibadet yerine zamanlarını eğlence ve boş şeylerle harcarken, sizler Rabbinize kulluk edebilmek için camilere gidiyorsunuz. Aferin size gençler. Ama benim merak ettiğim bir konu var neden yardım amacıyla çalışmayı seçtiniz?

Faruk “Allah rızası için” dedi gayet ciddi ve sakin bir şekilde. H. Emin “Allah rızası için çalışmanız ve insanlara yardımcı olmanız gerçekten de çok güzel bir şeydir. Ama bir iş yerinde çalışmak istediğiniz zaman işinizi Allah için güzel yaptığınız takdirde ücret almanızda ne sakınca var?

“Aslına bakarsanız hiçbir sakıncası yok” dedim. “Tam aksine yapılan emeğin karşılığını almak da alın teri dökmek de dinimizde övülmüştür. Ama biz, sizin bildiğiniz gibi bedava çalışmıyoruz ki. Sadece sizin verdiğiniz çok az bir ücret yerine bizler, yaptığımızın karşılığını Rabbimizin vermesini tercih ediyoruz, hepsi bu. Hem biliyoruz ki Allah azze ve celle yaptığımız işin karşılığı olarak sizin vereceğinizden daha hayırlı bir şekilde bize daha cömert davranacağının da farkındayız.”

  1. Emin’in o an çok şaşırdığı yüzünden belli oluyordu. Böyle bir cevap beklemediği her halinden belli oluyordu. H. Emin’in neden şaşırdığını tahmin ettiğimden, onun bu şaşkınlığından istifade etmek için “Eğer sizden bir ücret almaya kalksak, vereceğiniz ücreti hak etmemiz için çok çalışmamız gerekecek. Oysa Allah’ın vereceği ücret, sizin verdiğinizden daha hayırlı olmakla birlikte bize ağır bir yük yüklemiyor. Bunun için çok az bir çaba ve uğraş yeterlidir. Ama bu, insanlar çalıştıkları iş yerinden el emeklerinin karşılığını almasınlar demek değildir. Bu durum Sünnetullah’a aykırıdır. Çünkü dünya hayatı, yapılan işlerin karşılığının peşin ödendiği bir yerdir.

Bize gelince, bizim şimdilik geçindirmek zorunda olduğumuz bir ailemiz olmadığı gibi para kazanmak için de bir amacımız henüz yok. O yüzden bugün sahip olduğumuz enerjimizi Rabbimizin razı olacağı bir şekilde sarf etmek daha doğru geliyor. Bizim için şimdilik zaman, para kazanmak zamanı değil. Bunun yerine ahiret hayatımızı kazanmak, oraya yatırım yapmak için bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Sizce de Allah yolunda sarf edilen bu emeğin karşılığını Allah’tan beklememiz daha karlı ve kazançlı değil mi?”

  1. Emin, söylediklerimde haklı olduğumu biliyordu. O an H. Emin’in içinden nelerin geçtiğini bilmesem de gözlerinin dolması ve ışıması her şeyi anlatmaya yetiyordu. Duygulandığı her halinden belli oluyordu. Bizi güzel sözlerle övdükten sonra Nuri’ye dönüp “Sen onlara mefruşat işlerini öğret, onlar da sana namazı ve İslam’ı öğretsin” diye ortaya beğendiğimiz bir öneri attı.

Nuri’nin tebessüm etmesinden bundan hoşlandığını anlamıştım. O an “Bu çok güzel bir fikir, eğer Nuri abi de kabul ederse bizim için de bu çok güzel olur” dedim. Nuri de aynı şekilde “Tamam” deyince yemeğimizin tadı daha bir lezzetli oldu.

Yemeğin ardından Nuri’yle birlikte sofrayı kaldırıp tezgâhın arkasına geçtik. Nuri, bana işin püf noktalarını anlatıyordu. Onu çok iyi dinliyordum. Çünkü farkında olmasam da az önce sofrada kendisiyle bir anlaşmaya varmıştık. Anlaşmamızın şartlarını yerine getiriyordu. Eğer ben de kendisinden beni dinlemesini istiyorsam, her şeyden önce bunu ona göstermeliydim. Ben ona saygı gösterip söylediklerini dinlersem, eminim ki o da aynı şekilde davranacaktır diye düşünüyordum.

Tezgâhın arkasına geçtikten sonra Nuri’nin keyfi yerine gelmişti. İş yaparken bir başka kişiliğe bürünüyordu. İşini severek yaptığı her halinden belli oluyordu. İşinin inceliklerine o kadar vakıftı ki bana kumaşları anlattığında sanki kumaşları değil de bir sanat eserini anlattığını düşünebilirdiniz. Hangi kumaşın hangi maddeden yapıldığını, kalitesini, nerelerde kullanıldığını, nasıl olduğunu en ince ayrıntısına kadar anlatıyordu. Onu o haliyle dinlemek çok hoşuma gidiyordu. Özellikle de kendisine kumaşlar hakkında soru sormama bayılıyordu. Bir şeyleri bilmek kadar, onu paylaşmanın da nasıl bir zevk olduğunu en iyi Nuri’ de görüyordum. Biz bile İslam’ı anlatırken bu kadar coşkulu olamıyorduk.

Gelen müşterilerle nasıl bir diyalog kurduğunu görünce buna daha çok şaşırıyordum. Müşterileriyle yakından ilgilenmesini takip ediyordum. H. Emin’i mi yoksa müşteriyi mi hoşnut etmek istediğini ise pek anlayamıyordum.

  1. Emin, ikindi vakti girdiğinde iş yerinin arka tarafında perdeyle ayrılmış bölümde yere serili olan namaz tahtasının üzerinde ikindi namazını kıldı. Ardından Faruk ikindi namazını kılmış, sonra sıra bana gelmişti. Ben de ikindi namazımı kıldıktan sonra Nuri’nin yanına gidip “Nuri abi! Hadi Bismillah de ikindi namazını kılalım.” dedim. Nuri, kendisini namaza çağıracağımı hiç beklemiyordu. Ne diyeceğini bilmiyordu. Şaşırdığını görünce, bu teklifimi reddetmesi en büyük korkum olmuştu. Her ne kadar öğle yemeğinde kendisiyle bir anlaşmaya varmış olsak da, o an için söylenmiş bir söz olmasından çekiniyordum. Her ne kadar namaz kılmak için samimi bir niyet gerekli olsa da bazen namaza zorlamanın da zamanla kalpte sevgi tohumlarının serpilmesine yardımcı olacağını biliyordum. Bu yüzden Nuri’nin “Hayır” cevabını vermesini beklemeden “kaçırdığın her bir vakit namazın cezası var. Zararın neresinden dönersen kardır, diye ticaret damarına dokundum. Bugün namaza başlamazsan diğer günler de şeytan seninle daha fazla uğraşıp namaza başlamaman için daha çok çalışır. O yüzden hiç vakit kaybetmeden namaza başlaman inşallah senin için daha hayırlı olur” dedim.

Nuri’nin tereddüdünü görebiliyordum. Kararsızlığı yüzüne yansımıştı adeta. Ama tereddüdün sebebini bir türlü anlayamıyordum. Aslında bunun sebebini öğrenmeden Nuri’ye yardımcı olmam neredeyse imkânsız gibi bir şeydi. Nuri’yi konuşturup sorunu öğrenmek istedim.

“Abdest almasını bilmiyorsan sana nasıl abdest alınacağını gösterebilirim. Bunda utanılacak bir şey yok. Bilmemek ayıp değil. Asıl ayıp, bilmediğin bir şeyi biliyormuş gibi davranmaktır” diye kırmadan, incitmeden sorununun ne olduğunu öğrenmeye çalışıyordum.

“Yoo! Ben abdest almasını biliyorum da namaz kılmak için nasıl niyet getireceğimi bilmiyorum” deyince yüzümde güller açtı. Taşıdığım endişelerim birden beni terk edip uçup gittiler.

Hiç beklemediğim bu cevap karşısında gülmemek için kendimi zor tuttum. Bu kadar basit bir şey için namaz kılmamak aklımın ucuna bile gelmezdi. Allah’ın yardımıyla gülmedim tabi. Nuri’nin daha namaza başlamadan kendisine gülmem yüzünden namazdan soğumasına sebep olmaktan Allah’a sığındım. Ardından Türkçe olarak nasıl niyet getirileceğini öğrettim. Nasıl niyet getirileceğini öğrettikten sonra kendisini yalnız bırakıp tezgâhın arkasına geçtim.

  1. Emin, Nuri’yle aramızda geçenlere şahit olmuş, Nuri’nin namaz kılıp kılmayacağını merak ettiğinden olsa gerek gözlerini bizden ayırmıyordu. Nuri’yi perdenin arkasından bırakıp tezgâhın yanına geçtiğimde Nuri’nin namaza başlamış olduğunu anlamıştı. H. Emin bana bakıp tebessüm ettiğinde ben de kendisine bakıp tebessüm ettim.

Nuri, namazını bitirip perdenin arkasından çıktığı zaman onu ilk tebrik edip alnını öpen H. Emin oldu. O an için H. Emin’in sevinci görülmeye değerdi. Oğlu gibi sevdiği çırağının namaza başlamasına seviniyordu. Gözleri yine dolmuştu. Sevinç gözyaşları dedikleri bu olsa gerekti.

Nuri, ilk namazının ardından biraz mahcup biraz da Rabbine kulluğun verdiği sevinç ve gururla yanıma tezgâhın arkasına geldi. O an kendisine sarılıp onu tebrik etmek istedimse de bunu yapamadım. Yaşının benden büyük olması bunu yapmama engeldi. Yine de kendisine bakıp tebessüm etmekle yetindim.

Akşam olduğunda tüm yorgunluğumuza rağmen camimize yetişmek için koşmak zorunda kalmıştık. İş yüzünden camiye geç kalmak istemediğimizden, yorgunluğumuza aldırmadan akşam namazı için camiye yetişmeye çalıştık. Camiye geldiğimizde nefes nefese kalmıştık. Allah’tan akşam namazını Cemaatle kılmaya yetiştik. Namaz konusunda yaptığımız tavsiyelere başta kendimiz uymak zorundaydık ki bir başkasına bir şey söylediğimiz zaman sözümüz boşa gitmesin. Bu yüzden yaşantımızla söylediklerimiz arasında bir uygunluk olmasına gayret gösteriyorduk.

Cemaat namazlarının nasıl olduğunu, sevabı ve ümmetin birleştirici gücü olduğuna dair dersleri defalarca işlemiştik. Şimdi bir işe başladık diye Cemaat namazlarına geç kalmamız yanlış anlaşılmalara kapı açmasından çekiniyorduk. Bu konuda daha dikkatli olmaya karar verip namazın ardından Kur’an dersi için gelen öğrencilere derslerini vermek üzere her zaman ki gibi minberin altında halka oluşturduk. Kur’an dersinin ardından Fıkıhtaki dersimizde, basit gibi görülen ancak çok önemli olan “Niyet” konusunu işledik. Niyetimizi nasıl getirebileceğimiz konusunda Fıkıh kitaplarında çok detaylı bilgi vardı. Bunu daha basit bir şekilde anlatmak için“ Namazlarda niyet de şarttır. Şöyle ki: Niyet, aslen bir azimden ve kesin bir iradeden ibarettir. Kalbin bir şeye karar vermesi ve bir işin ne için yapıldığını düşünmeksizin bilmesi demektir.
    Namazla ilgili niyet, Yüce Allah’ın rızası için ihlasla namazı kılmayı istemek ve hangi namazın kılınacağını bilmektir. Yapılan işlerin önemleri ve sevapları, niyetlere göredir. İnsanın niyeti halis (sırf Allah rızası için) olmalıdır. İnsan, yapacağı bir ibadeti şuurlu bir halde yapmalıdır. Yapacağı işle, Allah rızası gibi yüksek bir gaye gözetmeli ve gaflet içinde bulunmamalıdır.

    Niyet, kalbe aittir. Bununla beraber, kalp ile niyet yapıldıktan sonra dil ile de söylenmesi daha iyidir. Bir insan başlayacağı bir namaza, kalp ile niyet edip de dili ile bir şey söylemese, o namazı caiz olur. Fakat kalp ile niyet etmekle beraber ‘Şu vaktin farzını veya sünnetini kılmaya niyet ettim’ demesi, daha iyidir. Bu şekilde, hem kalp, hem de dil ile niyet edilmesi, sahih olan görüşe göre müstehaptır. Kalpte niyet olmaksızın dil ile yapılan niyet sahih değildir”[1] diye o gün niyet konusu üzerinde ders yaptık.

Bazı şeyler bize göre basit olabilir, ama dini kitaplar okumayanlar için bu bir bilinmezlik olması şaşılacak bir durum değildir. Sorup öğrenmek, bilmediğimizi araştırıp bilgi sahibi olabilmek için okumak şarttır. En çok ihmal edilenlerin başında gelen okuma alışkanlığı maalesef birçoğumuzda olmayan bir özelliktir. Bu yüzden camide işlenen dersler herkesin bilmesi zorunlu olan konulardan seçilmesi tesadüfi değildi. Ağabeylerimizin bize tavsiye ettikleri gibi ders konularını takip etsek de bazen böyle arada bir gerekli olan konulara da değiniyorduk.

Ertesi hafta tekrar işyerine gitmeden sabah dersi için camiye gittim. Camideki işimi erkenden bitirip Tarık’ın ders verdiği camiye gitmek zorunda kaldım. Tarık beni görünce sevinmişti. Gören de yıllardır görüşmeyen iki arkadaş olduğumuzu zannedebilirdi. Ben de seviniyordum ama Tarık gibi değildi. Tarık’ın ders verdiği öğrencilerinin yanına oturup onları dinledim. Kur’an okuyuşunu bir başkasından dinlemeyi seviyordum. Hele bu okuyan kişi, saf, temiz fıtrat sahibi bir çocuksa bu daha çok hoşuma gidiyordu.

Kur’an dersinin ardından Tarık’la ayaküstü biraz konuştuktan sonra akşam arkadaşlarla bir araya gelmek için Ziya’ya da haber vermesini istedim. Ardından işe geç kalmamak için izin isteyip kalktım.

Hafta sonları Mefruşatçıların işi diğer günlere nazaran daha yoğun oluyordu. Bu yüzden bizim de daha fazla çalışmamız gerekiyordu. Daha fazla çalışmayı kendimize dert etmiyorduk. Bir karar almıştık ve alınan bu kararla esnafa yardımcı olmak için elimizden geleni yapacaktık. Bu konuda her birimiz üzerimize düşeni yapmaya çalışıyorduk.

Benim ardımdan Faruk’un da işyerine gelmesiyle H. Emin daha çok sevinmişti. Ne de olsa onun paralı işçileri değildik. Bu yüzden işe gelmediğimiz zaman kimsenin bizden hesap sorması söz konu bile olmadığı için istediğimiz zaman işi bırakabilirdik. Ama bunu yapmadık. Hiç birimiz işten kaçmadan tekrar işyerlerimize geri dönmüştük.

İşyerini, sabah erken saatlerde açan Nuri olduğu için o hepimizden daha erken gelmişti. İşyerinin günlük temizliğini yaptıktan sonra, rafları düzenlerken kendisini gördüğümüzde buna şaşırmadık. Kendisine yardımcı olmak için tezgâhın arkasına geçtim. Geçen hafta tanıdığım Nuri gitmiş yerine daha farklı bir Nuri gelmişti sanki. Daha olgun ve ağır başlı olmuştu. Onda ki bu değişikliğin sebebini bilmiyordum. Bana yine sıcak davrandığı için bu konu üzerinde hiç düşünmedim.  İşimize bakmaya koyulduk.

Öğle vaktine doğru iş yeri müşterilerin yoğunluğundan dolayı çok kalabalıktı. Nuri’yle birlikte güzel bir ikili olmuştuk. Benden istediğini raflardan indiriyor, işi bitince de tekrar düzenleyip raflara diziyordum. Öğle ezanı okunmuş olmasına rağmen biz hala yoğun olduğumuzdan namaz kılmak için fırsat bulamıyorduk. Öğle namazında cami Cemaatine yetişemediğimiz için biraz olsun üzülsem de kendimi bir işçi yerine koydum. Böylesi bir durumda yapılması gerekenin işe devam etmek olduğuna inandığımdan namaz için acele etmedim. Müşteri yoğunluğunun azalmasını bekledim. Öğle yemeğini bile ihmal ettiğimiz bir yoğunlukta çalışıyorduk. Her zaman böyle yoğun olmazdık. Bugün bir başka bereket ve rahmet yaşanıyordu H. Emin’in dükkânında. Öğle namazı kılmadığımız için içimde bir sıkıntı beni kemiriyordu. Bunun, kaçırdığım Cemaat namazından kaynaklandığını biliyordum.

Yoğunluğun azaldığı bir zamanda Nuri öğle yemeği için hazırlıklara başlarken ben de Faruk’la birlikte arka tarafta namazlarımızı Cemaat olarak kıldık. H. Emin bizim namazlarımızı Cemaat olarak kıldığımızı görünce şaşırdı. Anlaşılan bunlar Cemaat namazlarının sadece camide kılınacağını düşünüyorlar diye içimden geçirdim. Oysa iki kişi bile olsa namazların Cemaatle kılınabileceğini bilmemelerine şaşırması gereken bizdik. Bu kadar bilgisizliğin asıl kaynağını sorgulamaya bile gerek görmedik.

Namazın ardından bizler sofrayı kurmak için Nuri’ye yardımcı olurken, Nuri gidip namazını kıldı. Nuri, namazını bitirdikten sonra H. Emin namaz için arka tarafa geçti. Sabahtan beri yoğun bir tempo ile çalıştığımız için çok yorulmuştuk. Yorgunluğumuzu hafifletmek için sofranın başına oturup H. Emin’in gelmesini bekledik. O an için sofraya bakıp Allah’ın verdiği tüm nimetlerine şükrettim. Allah’ın Rezzak isminin ne manaya geldiğini sordum Nuri’ye.  Ardından Nuri’nin cevap vermesini beklemeden “ Allah’ın esma-ül Hüsna olan isimlerinden biridir. Rızık veren demektir. Yaşayan tüm canlılara hayatlarını idame ettirmek için gerekli olan her şeyi yaratandır. Rızık yalnız yenilen içilen şeyler için değil. Sahip olduğumuz soyut ve somut şeylerde bir tür rızıktır. Maddi ve manevi rızıklar vardır. Maddi rızıklara yeme ve içme gibi şeylerdi. Manevi rızık ise kalbin ve ruhun ihtiyaç hissettiği şeylerdir. Akıl, iman, feraset gibi güzel hasletler de Allah’ın kullarına bağışladığı rızık çeşididir” diye anlatmaya başlamıştım.  

“Kuluna karşı çok şefkatli ve merhametli olan Allah insanları içinde sayılamayacak kadar çok nimetlerle dolu olan bu dünyada yaşatır. Öyle ki insan, toprağı ekip biçmeden bile toprak yemyeşil ürünler ve çeşit çeşit ürünler verir. İçinden sarı, kırmızı, yeşil, turuncu meyveler ve sebzeler çıkar. Masmavi denizlerin içi ise yine binlerce çeşitte ve lezzette balıklarla doludur. Bütün bunların yanında Allah, insanlara hem yerdeki hayvanların etini hem de gökteki bir kısım kuşların etini yedirir, hayvanların içinden tertemiz süt çıkarır, arılara bal yaptırır... Bütün bunları insanlara Allah, Rezzak ismiyle bağışlar.

“Eğer O, rızkını tutsa (vermese), rızkınızı verecek olan kimmiş?..” diye buyuran ayetinde bildirildiği gibi Allah dilerse toprak ürün vermez, yağmur yağmaz, her yer kupkuru ve çorak olur. Fakat Allah, Rahman ve Rahimdir, insanlara katından bağışladığı rızıkları sözle ifade etmek mümkün değildir. Kullarına sayısız nimet bahşeden Allah, Kuran'da ‘Ey insanlar, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın. Gökten ve yerden sizi rızıklandıran Allah'ın dışında bir başka yaratıcı var mı? O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorsunuz?’ diye seslenmiştir.  

Allah yukarıda sayılan tüm nimetleri insanlara dünya hayatında bağışlar. Cennette ise müminler için çok daha güzelini hazırlamıştır. Başak bir ayette “Artık hiçbir nefis, yaptıklarına karşılık olmak üzere kendileri için gözler aydınlığı olarak nelerin (sayısız nimetlerin) saklandığını bilmez” denilerek cennetteki nimetlerin üstünlüğüne dikkatleri çekmiştir.  Bu dünya hayatını kaybedenler için ise ‘(Cehenneme girenler ise) boğazları parçalayan darı dikeniyle, zakkum ağacıyla ve kaynar suyla karşılaşacaklardır. Sonsuza kadar da bunlardan başka hiçbir şey bulamayacaklardır.’ Sen bunlardan hangisini kazanmak istersin?” 

Nuri’yle birlikte bunları konuşunca, namazda olan H. Emin bizi dinlediğinden olsa gerek sofraya oturduğu zaman konuştuğumuz şeyleri nereden öğrendiğimi sordu. Kendisine, okuduğum kitaplardan birkaçının ismini söyledim. H. Emin bir yandan yemeğini yerken bir yandan da bizi daha yakından tanımak için bazı sorular sormaya başladı. Sorularının en ilginci ise “Sizler hangi Cemaate mensupsunuz?” sorusu olmuştu. Bu soruyu duyduğumuzda ben ve Faruk buna nasıl cevap vereceğimizi bilmiyorduk. Daha doğrusu bundan önce hiç kimse bizim hangi Cemaatten olduğumuzu sormamıştı. Belki de bu sorunun nedeni, kendimizi tanıtırken hangi Cemaate mensup olduğumuzdan daha çok İslam için hizmet ettiğimizden kaynaklanıyordu.

  1. Emin’in sorduğu soruya olduğu gibi cevap vermenin daha doğru olduğunu düşünsem de Muhammedi yapının aldığı karar ve bize verdiği eğitim gereği hiç kimseye kendimizi tanıtırken, “Muhammedi” yapıya mensup olduğumuzu söylememe konusunda eğitilmiştik. Bunun nedenini bildiğimiz için H. Emin’in sorduğu bu soruya da “Biz herhangi bir Cemaate mensup değiliz” diye cevap vermek zorunda kaldım. H. Emin “Hiçbir Cemaate mensup olmadan İslam’ı bu şekilde yaşamanız bence çok zor” dedi. H. Emin’in tam olarak ne demek istediğini anlamış olsam da konuyu değiştirmenin daha iyi olacağını düşünüp başka şeylerden konuşmayı tercih ettik.

Yemeğin ardından tekrar işe koyulduk. Akşama kadar yoğun iş temposundan sonra paydos ettik. Camiye gitmek için yola koyulmam gerekiyordu. Nuri’yi yalnız bırakmak istemiyordum. Bu akşam kendisiyle daha fazla sohbet etmeyi düşünüyordum. Ama buna vaktim yoktu. Camiye gitmem gerekiyordu. Camideki arkadaşlarımın haberi olsaydı belki camiye geç gitmeyi göze alabilirdim. Bunun yerine ona “İstersen bu akşam benimle camiye gel” dedim. Nuri’nin bunu nasıl karşılayacağını bilmiyordum. Nuri’ye yaptığım bu teklif onun da hoşuna gitmiş olacak ki “Camide ne yapacağız?” diye sordu. Nuri’ye camide ne yaptığımızı anlattım. Ardından benimle birlikte gelmesinin beni sevindireceğini söyleyince birlikte caminin yolunu tuttuk.

Akşam namazının ardından Kur’an dersi için oturduğumuzda, öğrencilerimi diğer arkadaşlarıma devrettim. Nuri’ye Kur’an dersi vermeyi teklif edip, ona özel bir ilgi göstermeme karşılık olarak Nuri de Kur’an öğrenmeyi kabul edince kendisiyle Kur’an dersine başladık. Ve bundan sonraki zamanlarda Nuri de bizim kardeşlerimiz arasında yerini alıp, İslami hizmette üzerine düşeni yapmaya başladı.

Cami dersinden sonra arkadaşlarımızla bir araya geldiğimiz hafta sonu derslerimizde, çalıştığımız iş yerindeki durumumuzu değerlendirdik. Ziya, çalışmalarımızın hafta sonuyla sınırlı kalması yerine bunu tüm tatil boyunca hafta içi de devam ettirmeyi önerdi. Ziya’nın bu fikrine ilk karşı çıkan yine Faruk oldu. Faruk’un babası oğlunun okumasını istediği için çalışmasını istemiyordu. Oysa bizim asıl sorunumuz çalışıp çalışmama değildi. İslami hizmeti, hayatımızın en önemli yerine oturtmuştuk. Bunun için bazı fedakârlıkların yapılması gerektiğini biliyorduk.

Tarık “Ziya söylediklerinde pek haksız değil. Ama bunun da kendine göre bazı sakıncaları var. Her şeyden önce, yapacağımız hiçbir iş bizim cami hizmetlerimizi asla sekteye uğratmamalı. Aksi halde camiyi ihmal eden bir işte pek hayır görmüyorum. Bizler çalışmaya karar verdiğimizde bunu konuşmuştuk. Çalıştığımız iş yerinden para almamamızın sebebi de bu değil miydi?

Aslında her birimizin ortak derdi İslam’a hizmet edebilmekti. Yaptığımız her istişare ve derslerdeki amacımız da bunu yönelikti. Bu şekilde bir düşünceye sahip olmak, hepimiz için güzel bir nimetti. İslam’ı kendimize dert edinmiştik. Bizler, tüm eksikliklerimizin farkındaydık. Yaşımızın küçüklüğünden kaynaklanan sorunların da farkındaydık. Bunun için elimizden bir şey gelmemesi, bizi Rabbimiz katında mesuliyetten kurtarıyordu.

Hafta içi dâhil gün boyu çalışmamız, cami hizmetimizi kesin sekteye uğratacağını bildiğimizden bu işin, eskisi gibi hafta sonlarıyla sınırlı olmasına karar verdik. Çalışıp para kazanmak gibi bir derdimiz olmadığı için de bu kararı vermekte hiçbir zorluk yaşamadık.  İslami hizmetimiz de her birimizin yeri ve konumu farklı olsa da asıl önemli olanın, Rabbimizi memnun etmek olduğunu bilmeyenimiz yok gibiydi. Rabbimizin müminlere vaat ettiği cennete ulaşmanın yolunu Kur’an bize şöyle gösteriyordu “Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne barınaktır.” Yaptığımız hizmetleri bilinçli yapmamızı sağlayan da bu ayet yol göstericimizdi.

Arkadaşlarımın İslam’a hizmet ki ihlas ve samimiyetlerine gıpta ediyordum. Çünkü son zamanlarda kendi iç âlemimde yaşadığım sorunlardan kaynaklı bazı problemler yaşamaya başlamıştım. Gerek Muhammedi yapının bana tevdi ettiği gerekse Rabbimize karşı sorumluluğumuzu yerine getirme konusunda, kardeşlerim benden daha gayretliydiler. Gerçekte ise kendimden daha fazla arkadaşlarıma güveniyordum. Kardeşlerimi her zaman kendimden üstün görüyordum. Onların takvasına hayrandım.

İç âlemimde yaşadıklarım beni bunaltmaya başladı. Her gece yatmadan bir iç hesaplaşma içine girip, günümü nasıl geçirdiğimin muhasebesini yapmaya başladım. Bu sıkıntılarımdan kurtulamayınca bir gece ablamla sohbet etmek için odasının kapısını çaldım. Ablam oda kapısını açıp beni karşısında görünce kardeşime seslenip “Muhammed geldi kalk” demesiyle beni içeri davet etti. Ablamın yatağında oturup, kardeşim Ayşe’nin cami çalışmalarıyla ilgili sohbet ettikten sonra ablamın çalışmaları üzerinde de biraz sohbet ettik. Sonra daha özel konular konuşmaya başladık. Ablamla yalnız konuşmayı sevdiğimi bilen kardeşim Ayşe, özel konular konuşmaya başladığımızı fark edince izin isteyip yatmak için yatağına girdi. Ablamla, iç âlemimde beni sıkan sorunlar üzerinde konuştuk. İbadetlerimde artık eskisi gibi tat alamadığımı, İslami hizmetlerime riya ve kibrin karışmış olabileceği endişesini taşıdığımı paylaştım.

Ablam “Her birimiz insan olma hasebiyle duygularımız zaman zaman farklılık gösterebilir. Bu normal bir durumdur. Önemli olan bu durumun imanımıza zarar vermesine engel olmaktır” diye içimdeki sıkıntıları bertaraf eden sözleri söyledi.

“Nasıl” diye sormadan edemedim.

“Her şeyden önce şeytan ve onun vesveselerinden kaçınmakla bunu yapabiliriz. Rabbimizin Kur’an’da sık sık vurguladığı ayetlerden biri “Ey Ademoğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır demedim mi?” ayetidir. Buna benzer birçok ayeti Kur’an’da bulmamız mümkündür. Bu yüzden şeytanın adımlarına uymamak için sürekli uyanık olmamız gerekiyor.

İç âlemimizde yaşadıklarımız sadece birer düşüncedirler. Düşüncelerin ise hiçbir tesiri yoktur. Üstad Bediüzzaman bu konuda şöyle bir örnek veriyor “Şeytan, evvelâ şüpheyi kalbe atar. Eğer kalp kabul etmezse, şüpheden şetme (küfre) döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hatıraları ve münâfi-i edep çirkin halleri tasvir eder. Kalbe ‘Eyvah!’ dedirtir, ye'se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki, kalbi, Rabbine karşı sû-i edepte bulunuyor. Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister” diye senin yaşadığın durumu aslında birçok kimsenin yaşadığını böylelikle bize göstermiş olur.”

“Peki, bu derdin bir dermanı yok mu? Ondan nasıl kurtulacağımızı da söylemiyor mu?”

“Söylemez olur mu, elbet bu derdin dermanını da veriyor. Şöyle devam ediyor:

 ‘Bu yaranın merhemi budur: Bak, ey biçare vesveseli adam! Telâş etme. Çünkü senin hatırına gelen şetim değil, belki tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tahayyül-ü şetim dahi şetim değildir. Zira mantıkça, tahayyül, hüküm değildir. Şetim ise hükümdür.

Hem bununla beraber, o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbin, ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. Yani, onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır. Çünkü hükümsüz bir tahayyülü hakikat tevehhüm eder. Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder; onun sözünü ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zaten şeytanın da istediği odur’ diye devam ediyor.”

“Ustadın söyledikleri tam da beni tarif ediyor sanki. Bir an içimi okuduğunu, hastalığımın teşhisini koyan bir tabip olduğu hissine kapıldım.”

 

“Yalnız senin değil birçoğumuzun yaşadıkları aslında bunlara benziyor. Bazen aklımıza gelen yanlış fikir ve düşünceler yüzünden imanımızdan şüpheye düşeriz. Bu durumda şeytan devreye girer ve bizi düşüncelerimizden dolayı kınayıp Müslüman olmadığımızı, hidayete layık davranışlarda bulunmadığımız konusunda vesveselerle bizi yolumuzdan saptırmaya çalışır. Bu konuda Allah’a tevekkül etmemiz ve yolumuza devam etmemiz çok önemlidir.”

Ablamla konuşmak iyi gelmişti. İçimdeki yaralara derman olan Risale, tam bir ilaç gibi yardımıma yetişmişti. Vesveselerden kurtulmuştum. Gece namazına kalktığım vakit bu nimetin şükrünü eda için Üstad Bediüzzaman hazretlerine özel dualarda bulundum.

Dünyanın imtihan yurdu olduğunu çok iyi bilmemize rağmen, yine de dünyaya aldananları düşününce kendi akıbetimden her zaman korkmuşumdur. Dünyanın sıcak yüzüne aldanıp, akışı içinde kaybolup gitmekten çekiniyordum. Dualarımda sürekli olarak bu konuda Rabbime sığınıp ondan yardım diliyordum. Rabbimden, dünya sevgisini kalbimden söküp almasını ısrarla isteyip duruyordum. Dünyaya aldanmaktansa canımı İslam üzerine alması için her zaman dualarımda dile getiriyordum. Bizler, yaşımız itibariyle henüz dünyanın değişik imtihanlarıyla karşılaşmamıştık. Dünyanın derdi ve tasasıyla henüz yüzleşmemiş, maddi sıkıntı çekmemiştik. Dünya ve ahiret hayatı arasında çok ince bir çizgi üzerindeydik. Henüz bizden rızık isteyen kimse olmadığı için rahattık. Aile sorumluluğumuz olmadığı gibi maddi olarak da başka bir sorumluluğumuz yoktu.

Dünyanın nasıl bir imtihan yurdu olduğunu okumuş olsam da henüz bunu tecrübe etmediğimden dünyayı anlamaktan çok uzaktım. Nice hidayet ehli kişilerin daha sonradan nasıl da dünyaya aldandığını anlatan yazılar hala gözlerimin önünde duruyor. Onları saptıran bu dünya, bizi de yolumuzdan saptırabilirdi. Dünya imtihanının üstesinden nasıl gelebileceğim konusunda ise henüz bir fikrim yoktu. Okuduklarımdan yola çıkarak afaki konuşmak yerine, daha gerçekçi olmak adına bu konuyu şimdilik arkadaşlarım arasında gündem etmek istemiyordum. Bizim için dünya hala oyun oynadığımız koskoca bir alandan başka bir yer değildi. Şimdilik dünyanın bizimle uğraşmadığı gibi, biz de dünyayla uğraşmak yerine kendi işimize odaklanıyorduk.

 

 

 

[1] Büyük İslam İlmihali– Ömer Nasuhi Bilmen–Namazlara Ait Niyetler

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar