MURAT'IM-3.BÖLÜM
3. BÖLÜM
Murat, işte böyle bir ailede açmıştı gözlerini dünyaya. Kendisinden önce iki ablası olmasına rağmen, anneleri her biri ile özel olarak ilgileniyor ve onların İslam ahlakı ve terbiyesiyle yetişmeleri için elinden geleni yapıyordu. Başkalarına İslam’ı anlatma konusunda gösterdiği gayretin bereketli meyveler vermesini; ailece, İslam’ı yaşamalarına bağlıyordu. Nitekim bu inançla, çocuklarını, küçük yaşlardan itibaren helal ve harama riayet edecek şekilde yetiştirmişti.
Ailelerin o zamanlar da erkek evlatlara verdiği değer bir başkaydı. Babadan sonra evin reisliğini üstlenecek veya ailenin soyunu devam ettirecek soyağacının devamı niteliğinde görülürdü erkek evlat. Murat aile içinde şimdilik tek erkek çocuktu. Bu yüzden, dedesinin ve tüm ailenin gözdesiydi. Küçük yaşından itibaren hareketlerinde bir olgunluk ve ağır başlılığa sahipti. Bu özelliği dedesinin ve amcasının gözünden kaçmamıştı. Murat için parlak bir geleceğin olacağını düşünüyorlardı. Bu yüzden Murat’ı okutması için Mehmet amcaya babasından baskı gelmişti. Ancak Mehmet amca da zaten babasıyla aynı düşüncedeydi.
İlk eğitimini küçük yaştan itibaren annesinden aldı. Henüz ilkokul çağına bile gelmeden, Kur’an–ı Kerim’i okumayı öğrenmişti Murat. Bu eğitimi, kendisinde Allah(cc) inancını pekiştirmişti. Kur’an eğitiminin yanı sıra, babasıyla birlikte gittiği iş yerinde, ticareti de öğreniyordu. Babasından, dürüstlük ve doğruluğu öğrendi. Bununla birlikte bazen iş yerine gelen dilencilere para verme işini de Murat’a yüklerdi babası. Böylece oğlunu bu hususta da eğitmek istiyordu. Bu şekilde cömertliğin ilk adımlarını attırmış oluyordu. Babasının kendisine öğrettiği ilk şey, “İhtiyaç sahibi biri kapımıza gelirse, asla onu eli boş döndürme!” tavsiyesi olmuştu.
Murat’ın babası namaz kılmak için camiye gittiği bir gün, Murat’ı dükkânda yalnız bırakmıştı. Bu sırada kapıya gelen dilenciye verecek hiçbir şeyi olmadığı için Murat:
–“Amca babam namaza gitti. Biraz bekle, geldiğinde sana yardımcı olur!” deyince, dilenci şaşırmıştı. Dilenci, bu merakla, Murat’ın babasının namazdan dönmesini bekledi. Namazdan dönen Mehmet amca dilenciyi görünce:
-“Hayırdır, bir şey mi istedin?” diye sordu.
Dilenci:
–“ ihtiyaç sahibiyim. Bu küçük çocuk, ‘Bekle babam namazdan döndüğünde sana yardımcı olacak’ Dediği için bekledim!” dedi. Mehmet amca, oğlunun bu isteğini, kendisine yakışır bir şekilde dilenciyi memnun ederek yerine getirdi ve oğluna bakıp tebessüm etti.
Murat, okul çağına geldiğinde, onu, evlerinin yakınındaki ilkokula kaydettiler. Zekâsıyla ön plana çıkan Murat, öğretmenlerinden takdir alıyor ve onlardın da sevgilerini kazanıyordu. İlkokulu başarılı bir şekilde bitirmesi, en çok dedesini memnun etmişti. Dedesinin Murat’a olan ilgisi gizli olmasa da, bu ilgi pek çok kişiyi kıskandıracak şekildeydi. Bazen Murat’ı kendi evine götürür, sıkılıncaya kadar kendi yanında kalmasını isterdi. Böylece Murat, hafta sonralarını, genellikle dedesinin yanında geçirmeye başladı. Dedesinin kendisini şımartması onun da hoşuna gidiyordu. Bu sayede her istediğini, dedesi üzerinden elde edebiliyordu.
Ortaokula başladığında daha bir ağırbaşlı ve ciddi olmuştu Murat. Yaşından beklenmeyen bir olgunluğun yanı sıra; insanlara yardım etmeyi sevdiği kadar, hiçbir şeyi sevmezdi. Bu özelliğini, annesinden aldığının farkındaydı. Annesi, kendisine verdiği bir miktar parayı ihtiyaç sahibi olanlara gönderdiği zaman bunu öyle bir şevkle yapardı ki, sanki Murat için en büyük mutluluk bu görevi yerine getirmekti. Annesi ne zaman onun aracılığıyla bir iş yapsa;
–“Oğlum, Peygamber efendimizin şu hadisini aklından çıkarma “Kim bir Müslüman’ın dünya sıkıntılarından bir sıkıntısını kaldırırsa Allah’ta onun ahiret sıkıntılarından bir sıkıntısını kaldırır. Yine kim darda kalan bir Müslümanın imdadına yetişirse Allah’ta o kimsenin hem bu dünyada, hem de ahirette imdadına yetişir ve işlerini kolaylaştırır. Kim dünyada bir Müslüman kardeşinin ayıbını örterse Allah’ta o kimsenin dünya ve ahirette ayıplarını örter. Kul; kardeşinin yardımında oldukça Allah(cc) da o kula yardım eder”[1] Murat için bu hadisi şerif, hayatının bir düsturu sayılırdı. Henüz kendisinin sıkıntıları olmadığı için olsa gerek, yaptığı iyiliklerin mükâfatını Allah azze ve celleden ailesi için isterdi.
Okul hayatında gösterdiği başarıyı, babasının iş yerinde de gösterirdi. Okulun tatil olduğu zamanlarda en büyük isteği, Tarsus’a babaannesini ve teyzelerini ziyaret etmekti.
Annesi, her tatilde; çocuklarıyla birlikte Tarsus’a, ailesini ziyarete gider, orada aylarca kalıp ailesiyle hasret giderirdi. Bu sayede akrabalık ilişkisini geliştiriyor olmanın da ayrıca hazzını yaşıyordu Fatma. Bununla beraber, Mehmet amcayı evde yalnız bıraktıkları için, Fatma Hoca ve kızları vicdan azabı duysalar da Mehmet amca, onların rahatı için kendi rahatını hiçe sayıp, kendisini düşünmemelerini istemişti. Nitekim büyük kızı Tarsus’a gitmeyip babasının yanında kalmak istemiş ancak Mehmet amca, kızının bu teklifine sevindiği halde, sıla-ı rahmi güçlendirmek adına gitmesi gerektiğini anlatınca, kızı, boynu bükük bir şekilde babasının dediğini yapıp ondan ayrılmıştı.
Tarsus’a her geldiklerinde Murat için akrabalarını ziyaret etmenin yanı sıra, dedesinin komşu kızı olan Esma’yı göreceği içinde ayrı bir sevinç duyuyordu. Esma’yla aralarında gelişen arkadaşlık farklı bir boyuttaydı. Bu arkadaşlıkları ailelerin de gözünden kaçmamıştı. Ama çocuk olduklarından, bunun üzerinde durmamışlardı.
Ayrılık zamanın da en çok Murat üzülüyordu. Herkes akrabalarından ayrılacağı için üzülürken Murat hem akrabalarından ayrılacağı için, hem de Esma’dan ayrılacağı için üzülüyordu. Aynı üzüntüyü Esma’da yaşıyordu.
Akraba ziyaretinin ardından, tatilinin kalan kısmını babasının iş yerinde,ona yardımcı olarak geçiriyordu. Zamanla babasının en büyük yardımcısı olmuştu. Ticaret hayatına merak salsa da, babası ve annesi, okuması için ısrar ediyorlardı. Murat’ın, okul hayatı sonunda, rahatlıkla iyi mevkilere gelebileceği hususunda herkes hem fikirdi.
Tarsus dönüşünde özlemini duyduğu Esma’yı her fırsatta telefonla arayıp onunla sohbet ediyordu. Esma’yı aklından çıkaramıyordu. Bazen ailesine “Neden bizde evimizi Tarsus’a taşımıyoruz” diye söylenirdi. Onun neden Tarsus’a taşınmak istediğini bilen ailesi, bu teklif üzerine gülüşür ve ona takılıp utandırırlardı.
Murat, ortaokulun son yılında tanıştığı Emin’le güzel bir dostluk kurmuştu. Emin kendisiyle aynı yaşta, ama Murat’tan biraz kısaydı. Murat’la aralarından su sızmaz bir dostluğun temelleri atılmıştı. Okudukları okul bir olmasına rağmen sınıfları değişikti. Yine de teneffüslerde bir araya gelip, birlikte takılmaya başlamışlardı. Neredeyse günün bütün vakitlerini birlikte geçirir olmuşlardı.
Emin namazına düşkün olduğu kadar, gittiği camide çocuklara Kur’an dersi ve Peygamber efendimiz aleyhissalatu ve selamın hayatını anlatıyordu. İslam ve İslam’a hizmet, Emin’in tek gayesiydi… Şimdiye kadar Murat’a birkaç kez camiye gelmesi için teklifte bulunduysa da, Murat her seferinde bir bahaneyle bu teklifi geçiştirmişti. Ama Emin’in, en iyi arkadaşının yakasını bırakmaya hiç niyeti yoktu.
Ortaokulu başarılı bir şekilde bitiren Murat, babasının yanında çalışmaya başladı. Emin’in ara sıra kendisini ziyarete gelmesi ve babasından izin alarak birlikte gidip arkadaşlarıyla top oynamaları tek eğlenceleri sayılabilirdi. Emin ilk fırsatta “Bundan böyle benimle akşamları Cami’ye gelip çocuklara Kur’an dersi vermemde yardımcı olacaksın” dediğinde, Murat itiraz etmeye kalkışınca; Emin araya girip “Hiçbir bahane istemiyorum. Bu akşam birlikte camiye gidiyoruz” dedi.
Akşam ve yatsı arası, Emin ve Emin gibi İslam davasına gönül verenler, camiye gelen çocuklardan, Kur’an-ı Kerim’i öğrenmek isteyenlere ders veriyor ayrıca onlara İslam’ı da anlatıyorlardı. Allah azze ve cellenin kullarından beklentisini anlatıp, yaşamlarının Allah’ın razı olacağı bir hale gelmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu konuda en güzel örnek ve önder olan Peygamber aleyhissalatu ve selam efendimizin hayatını anlatmayı ihmal etmezlerdi. Bu çalışmaya Murat’ı da katmayı kafasına koyan Emin, bu akşam Murat’ı camiye getirmeye kararlıydı.
Murat bu arkadaşının ısrarlarına daha fazla dayanamadı ve Eminin teklifini, isteksiz de olsa kabul etmek zorunda kaldı. Murat camiye geldiğinde gördüğü manzara karşısında şaşırmıştı. Tanıdığı birçok arkadaşının burada olmasını beklemiyordu. Arkadaşlarını görmek kendisine iyi gelmişti. Kendisini yabancı hissetmesine sebep olacak hiçbir şey yoktu. Bazılarını okuldan tanırdı, bazılarını da mahalleden. Ama her biriyle dostluğu vardı. Murat’ı aralarında gören arkadaşları onu sevgiyle karşıladılar.
Murat’ın, İslami bir eğitimle yetiştiğini ve annesinin hizmetlerini bilmeyen yoktu. Murat’ın okulda arkadaşlarına her fırsatta İslam’ı anlattığını ve birçok arkadaşının kendisinden etkilenerek namaza başladığını biliyorlardı. Ama bunu hep tek başına, ferdi olarak yapıyordu. Tatlı dili ve güleç yüzüyle İslami tebliği en güzel şekilde yapıyordu ama çok önemli bir eksiği vardı, o da bu hizmetlerini bir Cemaat çatısı altında yapmayışıydı.
Bu konuda annesinin de tavsiyeleri olmasına rağmen, ne yapacağını bilemiyordu. Emin, Murat’ı her seferinde camiye davet ettiği halde, buna sıcak bakmaması, bir İslami oluşum içine girme hayallerinden dolayıydı. Yani Emin’in sadece camiye giden ve burada kendi imkânlarıyla ders veren biri olduğunu zannettiği içindir ki, onun tekliflerine, şimdiye kadar olumlu cevap vermemişti.
Oysa bu akşam burada gördüğü şey, hiç de tek başına yapılan bir hizmete benzemiyordu. Daha öncede namaz vakitleri için camiye çok defa gelmişti. Ama bu seferki manzarayla hiç karşılaşmamıştı. Bu, beklediği çalışma olabilirdi. Arkadaşlarının yanına oturup, onlarla birlikte ders halkasına katıldı. Bu ders halkasında anlatılanları biliyor olsa da, yine de hoşuna gitmişti. Emin’in davetine, geç olsa da icabet ettiği için seviniyordu.
Murat’la Emin dersten sonra birlikte camiden çıktılar. Murat bu akşam karşılaştığı manzaranın ne anlama geldiğini sormak istiyordu. Emin’i bunca zamandır tanıyordu ve onun hakkında her şeyi bildiğini zannediyordu. Ama hiçbir zaman Emin’in bir Cemaate mensup olabileceği, aklının ucuna bile gelmemişti. Gerçekten bir cemaate mensup muydu? Bunu öğrenmenin yolunun, lafı gevelemeden olduğu gibi sormak olduğuna karar verip Emin’e kafasındaki soruyu sordu:
–“Bu akşam camide gördüklerimin bir anlamı var mı?” Diye sordu.
Emin, bu sırrını açık etmek istemese de, Murat’ın İslami hizmetlerde yerini alabilmesi için ona her şeyi olduğu gibi anlatmaya karar verdi.
–“Bizler Hizbullah Cemaatine mensubuz. Camiye gelenlere Kur’an dersi ve Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselamın hayatını anlatarak, onların İslam şuuru ve bilinci ile hayatlarını yaşamalarını arzu ediyoruz. Bu uğurda Cemaatimiz İslam’a hizmet etmek için elinden geleni yapıyor.”
Emin’i, dikkatli bir şeklide dinleyen Murat, beklediği çalışmanın bu kadar yakınında olmasına rağmen bundan gafil olduğu için, önce kendisine, sonra Emin’e kızdı. Bundan böyle bu hizmette bende varım dediğinde, Emin, kendisini tutamayıp yol ortasında olmasına aldırış etmeden, Murat’a sarıldı.
Murat, bundan böyle düzenli olarak camiye gitmeye başladı. Cemaat saflarında yerini almıştı. Cemaatle tanıştıktan sonra, İslami anlayışı daha bir gelişip, Cemaatin hizmet alanlarında elinden geldiği kadar çaba sarf ediyordu.
Tatilini Tarsus’a gitmek yerine, camide ve babasının iş yerinde, babasına yardımcı olarak geçirmeye başladı.
Bu sene liseyi okumak için kayıt yaptırması gerekiyordu. Bu konuyu Cemaate bildirip hangi okula kayıt yaptırması gerektiğini sordu. Artık yaptığı her işini Cemaate sormaya başlamıştı. Cemaatin izni olmadan hiçbir şey yapmadığı gibi, yapan arkadaşlarını da bu konuda uyarıyordu. Cemaate daha iyi hizmet edebilmek için nerede ihtiyaç varsa oraya gitmeye hazır olduğunun bilinmesini istiyordu. Cemaatin tavsiyesiyle Murat, lise kaydını, Ziya Gökalp Lisesine yaptırdı. Buradaki Cemaat mensuplarıyla okul çalışmalarında yer almanın yanı sıra, ilk kez mürtet örgüt elemanlarıyla karşı karşıya geldi. Bu mücadele alanında kim güçlüyse, okulda onun sözü geçerliydi. Cemaat mensupları her alanda olduğu gibi okul çalışmalarında da bu alanı, mürtet örgüt elamanlarından temizlemek istiyorlardı. Müslüman olan bu halkın, kirli, sosyalist ve Komünist düşüncelerle kirletilmesine razı olmayan Cemaat, her alanda olduğu gibi okul alanlarında da, boy gösterip, burada İslami çalışmanın temelini atmaya çalışıyordu. Bu, hiç de kolay bir iş değildi. Mücadele edilmeden, başarının elde edilmeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Bu mücadele, Hak - Batıl mücadelesiydi. Kolay olmayacağı belli olan bu mücadeleye hazır olmak ve kendilerini yetiştirebilmeleri için, Cemaat programına riayet esastı.
Cemaat, eğitim hususunda hiçbir ferdini ihmal etmediği gibi, mücadele koşulları daha zor ve çetin olanlardan, bu zorlukların üstesinden gelebilmeleri için, Allah azze ve celle ile olan bağlarını güçlendirmelerini istiyordu. Bunun için de gece namazları ve nafile ibadetlere ayrı bir önem verilmesini tavsiye edip duruyordu. Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselam’a, Risalet’inde, Rabbi tarafından emredilen ayet-i kerimeleri, Cemaat, kendi fertlerine hatırlatıp onlardan da bu emre, ellerinden geldiğince riayet etmelerini istemekteydi.
Ey örtüsüne bürünen!
Az bir kısmı hariç, geceleyin kalk!
(Gecenin) yarısı kadar, ya da ondan biraz eksilt.
Yahut onun üzerine ziyadede bulun. Ve Kur'an'ı da ağır bir okuyuşla tane tane (tertil üzeri) oku. )
Kuşkusuz biz sana ağır bir söz/Kur'an vahyedeceğiz.
Şüphesiz (ibadet için) gece kalkışı, daha çok etkili ve okumak bakımından da daha sağlamdır.
Kuşkusuz gündüz vakti senin için uzun bir meşguliyet vardır.
Rabbinin ismini zikret ve her şeyi bırakıp yalnız O'na yönel![2]
Cemaat, her bir ferdinin, bu zorlu süreci atlatabilmelerinin; Allah’a(cc), ihlasla bağlanmaktan geçtiğini, tüm fertlerine, her fırsatta hatırlatmaktaydı. İslam davası için sahabelerin ve onlardan sonra gelen İslam’ın öncülerinin verdikleri mücadele ve fedakârlıklarının çok iyi bilinmesini istiyordu. Fedakârlık yapılmadan, dünyadan ve dünya nimetlerinden geçilmediği müddetçe başarılı olunamayacağını, fertlerine, örnekleriyle anlatıyordu.
Cemaat terbiyesinde eğitilen fertler, kendi canları başta olmak üzere, her şeylerini feda etmeye hazırlardı. İslam davası uğruna göğüslerini siper etmekten asla kaçmayacakların yazacağı bir tarih yaşanıyordu burada.
Murat kendi üzerine düşeni yapmaya hazırdı. Cemaate tam bir itaat ve bağlılıkla bağlıydı. Sahip olduğu cesareti Cemaate katılmakla birlikte daha bir arttı. Artık korku nedir bilmezdi. Korktuğu şey haramlara düşmekti. Bu konuda, her duasında Allah’a sığınıp Ondan yardım dilerdi. Ayaklarını kendi yolu üzerine sabit kılmasını isteyip dururdu.
Murat, okul ve cami arasında mekik dokumaktan, artık babasının yanına pek nadir uğrar olmuştu. Hafta sonları dedesi kendisini çağırdığı halde, İslami hizmetleri nedeniyle bir türlü fırsat bulamıyordu. Bir yandan, ailesine Cemaati anlatıp, onların da Cemaat içinde yerlerini alması için uğraşırken, bir yandan da okul ve cami çalışmalarında aktif olarak hizmet ediyordu. Derslerine bile zaman ayıracak vakti olmuyordu. Eğer babasının baskıları olmasaydı, derslerini hepten boş verirdi.
Okulu bir eğitim yeri olmaktan çok, mücadele alanı olarak görüyordu. Okul hayatı artık eskisi gibi, kendisine cazip gelmiyordu. Ailesinin ondan beklediği okul hayatıyla, kendisinin beklentileri arasında dünya kadar fark vardı artık. Murat hayatını ve geleceğini Cemaatin safları içinde hizmet alanında hayal ederken, ailesinin hayalleri bundan çok daha farklıydı. Murat’ın okuyup devlet kademelerinde iyi bir kariyer yapmasını istiyorlardı.
Tüm bunlara rağmen, okuldaki mücadele Murat’ı dinç tutuyordu. Bu yüzden okulu bırakmayı hiç aklına bile getirmiyordu. Okul okumak, iyi bir üniversite kazanıp, orada geleceğe dair planlar yapan arkadaşlarının aksine, kendisi, okul okumayı ve gelecekle ilgili hiçbir endişeyi taşımıyordu. Gelecek ve şimdiki zaman onun için İslam’a yapılan hizmetlerle anlam kazanıyordu. İslamsız bir hayattansa, ölümün daha iyi olduğu düşünüyordu.
Ölüm, kendisini korkutmadığı gibi, Allah(cc) yolunda şehit olmayı o kadar çok istiyordu ki, bazen annesine:
–“Bana dua et şehit olayım!” dediğinde annesi:
–“Daha gençsin ne acelen var?” Diyerek, onun bu talebini geri çeviriyordu.
Ama Murat bu arzusundan hiçbir zaman vazgeçmedi. Başka hiçbir şeyi bu kadar çok istemiyordu.
Dedesini ihmal ettiğini düşündüğünden, bu hafta sonunu dedesine ayırmaya karar verdi. Dedesinin kendisine kırgın olabileceğini düşündüğünden gönlünü almaya çalıştı. Bu konuda iyi olduğu kesindi. Çünkü dedesi kendisine ne kadar kırgın olursa olsun Murat ne yapıp edip onun gönlünü almayı başarırdı. Dedesi için Murat’ın hafta sonunu kendileriyle birlikte geçirmesi, en büyük mutluluğuydu. Murat burada kaldığı süre zarfında dedesiyle sohbet eder dedesinin anılarını dinlerdi. Büyük bir hayranlıkla torununa yaşamındaki ilginç anıları anlatırken, torununun kendisini dinlemesi ve ara sıra ona sorular sorması ve şakalaşmasını seviyordu.
Murat, dedesinin yanında kaldığı hafta sonlarını daha iyi geçirmek adına, beraberinde getirdiği kitapları burada sakin bir kafayla okur, onlar üzerinde tefekkür ederdi. Böylelikle dedesinin yanında kaldığı zamanı en güzel şekilde değerlendirirdi. Dedesi Murat’ın okuduğu kitapların İslami olduğunu bildiğinden, buna ses çıkarmadığı gibi okuduğu kitapları kendisine anlatmasını isterdi. Murat için bu anlatmalar iyi gelmişti. Okuduklarını daha iyi pekiştirmenin yanı sıra, hitabetini de artırıyordu. Dedesi, Murat’ın anlattıklarıyla gurur duyuyordu. Torununun âlim biri gibi, İslam’ı anlatmasının, annesinden aldığı bir genden kaynaklandığını bilse de bu özelliğini çok beğeniyordu. Zaman zaman, eşine, oğlu için uygun gördüğü Fatma’yla isabetli bir iş yaptığını söylerdi.
Murat dedesinin yanında geçirdiği hafta sonunun verimli geçmesinden duyduğu sevinçle ayrılıyordu. Dedesinin;
–“Burada kal, gitme!” Demesi üzerine Murat:
–“İnşallah en kısa zamanda yine gelirim.” Diyerek, dedesinin elini öpüp hayır dualarını aldıktan sonra ayrılırdı.
Okula döndüğünde, Emin’le karşılaşmasına sevindi. Bu akşam camiye gelemeyeceğini Emin’e söyleyip, merak etmemesini istedi. Emin’in neden camiye gelemeyeceğini ısrarla sorması üzerine Murat:
–“Okuldan isimlerini saydığı bazı arkadaşlarla sohbet etmek için Ali beni evlerine davet etti. Akşam namazı vaktinde Alilerin evinde bulaşacağız. O yüzden beni merak etmeyin.” dedi.
Ali, Murat’la ilkokul döneminden beri tanışıyordu. Murat’la araları iyiydi. Sadece bazı İslami konularda, birbirlerine ters gelen konular üzerinde anlaşamıyorlardı. Murat Cemaate katılmadan önce de var olan arkadaşlıklarını, Cemaate katıldıktan sonra daha bir ilerletip Ali’yle aralarındaki ihtilaflı konularda daha bir hassasiyet gösterip, o konulara girmeden ve eleştirmeden onunla dostluğunu ilerletmişti.
Ali İslami Cemaatlerden birine mensuptu. Mensubu olduğu Cemaat çalışmalarına Murat’ı katmak için çok çaba sarf etmişti. Ama bir türlü Murat’ı ikna edememişti. Bu akşam Murat’ı eve çağırmasının nedeni ise daha başkaydı. Okuldan bazı arkadaşlarına İslami bir sohbet tertiplemek istiyordu. Ama onlara İslam’ı anlatacak birini bulamamıştı. Kendi yaşlarında olan arkadaşlarının dilini ve ihtiyaçlarını bilen birini arıyordu. Aklına en iyi arkadaşı Murat geldi. Murat tatlı dilli ve İslami konularda epey bilgili biriydi. Konuşmacı olarak mükemmel sayılırdı. Hem genç olmasından, hem de eve çağırdığı arkadaşların da tanıdığı biri olduğundan, gelenler de rahat edecekler diye bunu Murat’a teklif ettiğinde Murat buna çok sevinmişti. Ali’nin yaptığı bu hizmete de hayran kalmıştı.
İslam için herkesin kendi imkân ve olanağıyla çalışmasından daha güzel bir şeyin olmadığını, İslami Cemaatlerin hiçbir zaman için kendi mensubu olduğu Cemaatin rakibi olmadığını, onlarla dayanışma ve birlikte hareket etme imkânı bulamasalar da, onlarla aynı davaya hizmet ettiklerini, asıl düşmanlarının İslam karşıtı olanlar olduğunu Cemaate katıldıktan sonra öğrenmişti. Bu öğretileri sayesinde Ali’yle aralarındaki ihtilafları bir kenara bırakabilmişti.
Üstat Bediuzzamanın: “Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit; ‘Mesleğim haktır veya daha güzeldir’ demeye hakkın var. Fakat yalnız hak benim mesleğimdir, demeye hakkın yoktur.”[3] Bu düstur sayesinde Murat, diğer İslami Cemaatlere bakış acısını değiştirmişti. Ve bunun ilk semeresi olarak Ali, onu, kendi tertiplediği sohbete konuşmacı olarak çağırmıştı.
Ali’nin ailesi mütedeyyinliğiyle bilinen, toplum nazarında “Sofi” olarak tanınan bir aileydi. Yaşantılarında gayri İslami hiçbir şey olmadığı gibi, İslam dışı bir yaşantıyı çirkin ve rezil bir hayat olarak görüyorlardı. Bunun için herkesin bir Şeyhe ittiba etmesi gerektiğine inanıyorlardı.
Murat’la Ali’nin anlaşamadığı konuların başında “Şeyhler” geliyordu. Cemaatin “Şeyhler” konusuna bakışını öğrendikten sonra bunu Ali’yle paylaşmıştı:
–“Şeyhler, toplumumuza yön veren âlimlerdirler. Her bir Şeyh, yaptığı hizmetle, aslında İslam’a hizmet ediyor. Şeyhlerin müridleri sayıca birbirlerinden az veya çok olsalar da, önemli olan, bu Şeyhler sayesinde Allah’a ibadet eden insanların var oluşudur. Nice insanlar, bu Şeyhler sayesinde namaz kılıp, Rablerine ibadet edip, haramdan kendilerini muhafaza ediyorlar. Bu nedenle Şeyhler, her hâlükârda saygıyı hak ediyorlar. Onlar vesilesiyle ibadet eden insanların hürmetine bile olsa, onlara saygı gösterilmesi gerek.
Ali, Murat’tan duyduğu bu sözlere çok sevinmişti. Murat’ı böylesine değiştiren her neyse iyi bir şeydir diye düşünüyordu.
Murat, sohbet konusunun, arkadaşlarına fayda vereceğine inandığı bir konu olmasını arzu ettiğinden, üzerinde epeyce düşünmüştü. Sonunda “Namazla” ilgili konuşmayı uygun görmüştü. Çünkü bizi Allah’a bağlayan ve O’na kulluğun en bariz göstergesi olmasının yanı sıra, İslam dininin temeli namazdı. Namaz olmadan diğer iyiliklerin ve ibadetlerin hiçbir önemi kalmazdı. Bu nedenle, arkadaşlarına anlatacağı konunun namaz olmasına karar vermişti.
Ali’nin; “Ne anlatacaksın?” diye sorması üzerine Murat:
–“Sen de uygun görürsen, namaz konusunu anlatmayı düşünüyorum.” Deyince, Ali, bu konunun isabetli olduğunu söyledi.
Ali’yle anlaştıkları gün, akşam namazına bir saat kala Murat ve arkadaşları yavaş yavaş gelmeye başlamışlardı. Murat, her gelen arkadaşıyla bir ev sahibi gibi ilgileniyordu. Ali’nin mi, yoksa Murat’ın mı ev sahibi olduğunu anlamak neredeyse imkânsız gibiydi. Eğer kapı çalındığında kapıyı açan Ali olmasaydı kesinlikle ev sahibinin Murat olduğuna kanaat getirilebilirdi. Akşam ezanına yakın, Ali’nin çağırdığı altı arkadaş evde hazır olmuşlardı. Ezana yakın olduğu için gelen misafirler kendi aralarında sohbet edip kaynaşmaya başlamışlardı. Aralarındaki muhabbet koyulaşmaya başlamıştı ki, ezan sesiyle irkildiler. Kendilerini doğrultup, oturuşlarını düzelttiler. Ezanın ardından; abdest almak için, Ali’den, ortalığı müsait etmesini isteyen bir arkadaşlarının abdest almasından sonra, akşam namazını Murat’ın imamlığında kıldılar.
Ali’nin davet ettiği altı arkadaşından ikisi namaz kılmıyordu. Zaten bu sohbetten amaçlanan da bu arkadaşların namaza başlamaları ve sahip oldukları güzel ahlaka, İslam’la değer yüklemeleriydi.
Akşam namazının ardından Ali, misafirleri için hazırlattığı yemeği getirmek için odadan çıktı. Kısa bir süre sonra elinde sofra beziyle odaya girdi. Murat, Ali’nin elindeki sofra bezini alıp ona yardımcı olmak için sofra bezini sererken, Ali, yemeği getirmeye gitti. Misafirleri için hazırlanan yemekler güzel kokuyordu. Bir birinden güzel görünen yemekler, misafirlerinin iştahını açmıştı. Ali’nin sofraya oturmasıyla, misafirleri de oturup yemeklerini yemeye başladılar.
İslam’ın ilk geldiği zamanlar, Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselama “En yakın akrabanı uyar!”[4] ayeti gelince,Peygamber Efendimiz(sav), bu emri yerine getirebilmek için akrabalarını yemeğe çağırmıştı. Böylece Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselamın sünneti olarak, İslam’a davette, yemeğe davet etme bir tebliğ metodu olarak kullanılmaya başlandı. Ali’nin niyeti, bu sünnetle, arkadaşlarını İslam’a davet etmekti.
Yenilen yemeğin ardından, içilen çaylarla, misafirler yatsı namazına kadar kendi aralarında sohbet ettiler. Kılınan yatsı namazının ardından, Ali’nin işaretiyle Murat sohbeti açmak için Euzu besmele ile Asr süresini okuduğunda, arkadaşları oturuşlarına çeki düzen verdiler. Murat:
–“Geldiğiniz için Allah hepinizden razı olsun. Eğer müsaadeniz olursa bu güzel yemeğin ardından biraz sohbet edip, Rabbimizi analım, O’nun(cc) bize verdiği nimetlere bir şükür mahiyetinde de olsa, rızası için bir şeyler söylemek isterim:
–“Sizin de bildiğiniz gibi, bizi yaratan ve bize her türlü nimeti veren, âlemlerin Rabbi Allah azze ve celle, bizden, bu nimetleri için çok ucuz bir ücret istiyor. Bu nimetlerin bedeli, Allah azze ve celleye kulluk etmektir. Allah azze ve celle, Kur’an–ı Kerim’de, insanoğlunun yaratılış hikmetini çok özlü bir şekilde şöyle ifade ediyor: “Ben, cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım!”[5] Allah’a(cc) ibadetin en bariz göstergesi, hiç şüphesiz, namazdır. Namaz, bir kulluk vazifesinin yanı sıra, insanın kendi acziyetini bilip âlemlerin Rabbine iltica ettiği bir ibadettir. Namazda sürekli olarak okuduğumuz “Bizler ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz”[6] ayeti, kulluğumuzun ifadesidir. Namaz, sadece bir eğilme ve kalkmadan ibaret değildir. Büyüklenmeye meyilli olan insan nefsinin, Rabbinin huzurunda eğilip alçalmasıdır.
İnsan bedeni için yeme içme nasıl zaruri bir ihtiyaç ise; insan ruhu için ibadetler de, aynı şekilde gıda hükmündedirler. Ruhun saflaşıp melekleşmesi, yapılan ihlaslı ibadetler ölçüşüncedir. Resulullah aleyhissalatu vesselam efendimizden şöyle rivayet edilmiştir: “Namaz dinin direğidir. Kim bunu ikame ederse (ayakta tutarsa) dinini ikame eder, kim de bunu yıkarsa dinini yıkar.”[7]
Kişinin ahlakı ne kadar iyi olursa olsun, namaz kılmıyorsa, yaptığı amellerin pek bir önemi kalmaz. Nitekim bir bina için sütunlar neyse, yapılan ibadetler ve hayırlar için namaz da o dur.
Murat konuşmasına devam ettiği sırada, Ali’nin babası Cemal amca, konuşulanlara kulak misafiri olmuş, konu ilgisini çekmiş, gençlerin yanına girmekten kendisini alı koyamadığı için, içeri girmişti. Cemal amcanın içeriye girmesiyle, odadakiler hep birlikte ayağa kalktılar. Cemal amca:
–“Müsaadeniz olursa sizinle oturabilir miyim? Diye sordu.
Cemal amcaya nasıl cevap vereceklerini şaşıran gençler, birbirlerine bakışmaya başladılar. Herkes Ali’nin cevap vermesini bekliyordu. Ama Ali, babasına, ne kal diye bilirdi ne de git diye bilirdi. Ali’nin yardımına Murat yetişti:
–“Ne demek Cemal amca, bizimle oturma şerefini gösterirseniz asıl biz memnun oluruz.” Dedi.
Murat’ın bu tavrı, Cemal amcanın hoşuna gitti. Kendisine boş bir yer bulup oturduktan sonra, Murat’ın konuşmasına devam etmesini istedi.
Murat, Cemal amca gibi bir büyüğünün yanında konuşamayacağını düşünüyordu. Ama buraya geliş amacı da zaten konuşmak değil miydi? Cemal amcadan utansa da, konuşmasına kaldığı yerden devam etti:
–“Namaz, insanı kötülüklerden arındıran bir oto kontrol mekanizması gibidir. Namaz sayesinde, Rabbi ile irtibatını güçlendiren kişi günaha, harama veya İslam’ın hoş görmediği herhangi bir şeye el attığı zaman Rabbi aklına gelir ve yapacağı işin akıbetinden korkarak, elini o işten çeker. Rabbimiz bu hakikati Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade ediyor: “Kitap'ta (Kur'an'da) sana vahyolunanı oku ve namazı dosdoğru kıl. Kuşkusuz namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Gerçekten Allah'ı zikretmek, (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah, ne yapmakta olduğunuzu bilir.”[8] Rabbimizin de buyurduğu gibi, namaz en büyük ibadettir. Namaz boyunca okunan ayetler, tesbih ve dualarla kul, Rabbini anar. Günde beş vakit kılınan namazı, Üstat Said Nursi şöyle tarif ediyor: “Fecir zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahmi-ı madere düştüğü âvânına, hem semâvat ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuûnât-ı İlahiyeyi ihtar eder.
Zuhur zamanı ise, yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemâline, hem ömr-ü dünyadaki hilkat-ı insan devrine benzer ve işaret eder ve onlardaki tecelliyat-ı rahmeti ve füyûzat-ı nimeti hatırlatır.
Asr zamanı ise, güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem âhirzaman Peygamberinin aleyhissalatu vesselâm asr-ı saadetine benzer ve onlardaki şuûnât-ı İlahiyeyi ve in'âmat-ı Rahmâniyeyi ihtar eder.
Mağrip zamanı ise, güz mevsiminin ahirinde pek çok mahlûkatın gurubunu, hem insanın vefatını, hem dünyanın kıyamet ibtidasındaki harâbiyetini ihtar ile, tecelliyât-ı celaliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder.
İşâ vakti ise, âlem-i zulûmat, nehâr âleminin bütün âsârını siyah kefeni ile setretmesini, hem kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, hem vefat etmiş insanın bâkiye-i âsârı dahi vefat edip nisyan perdesi altına girmesini, hem bu dâr-ı imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ile Kahhâr-ı Zülcelâl'in celalli tasarrufatını ilân eder.
Gece vakti ise, hem kışı, hem kabri, hem âlem-i Berzahı ifham ile ruh-u beşer rahmet-i Rahman’a ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır. Ve gecede teheccüd ise, kabir gecesinde ve Berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir, ikaz eder ve bütün bu inkılâbat içinde Cenâb-ı Mün'im-i Hakiki’nin nihayetsiz nimetlerini ihtar ile ne derece hamd ve senaya müstahak olduğunu ilân eder.”[9]
Allah azze ve celle, insanı en güzel şekilde yaratmakla kalmamış, onun ihtiyaç duyduğu tüm şeyleri de yaratmıştır. Bu dünyaya boşuna gelmediğimizi bize günde beş defa hatırlatan, namazdır. Zira niçin yaratıldığımızı unuttuğumuz an, gaflete dalmışız demektir.
Murat namaz konusunu anlatıyor, Cemal amca ve arkadaşları onu can kulağıyla dinliyorlardı. Namazın bu kadar önemli olduğunu ilk kez duyan arkadaşları, Murat’ın, sohbetini bitirmesinin ardından, kafalarında oluşan soruları yöneltip, Murat’ın cevaplamasını istiyorlardı.
–“Madem namaz bu kadar önemli, o halde neden Allah azze ve celle bunu bütün kullarına zorla yaptırmıyor?” Bunu soran, namaz kılmayan arkadaşlarından Yılmaz’dı.
–“Allah azze ve cellenin, her şeye Kadir olduğunu bilin. Eğer isteseydi bunu bütün kullarına zorla yaptırırdı. Ama o zamanda, bu dünyanın bir imtihan yurdu olmasının hiçbir anlamı kalmazdı. Nitekim dünyanın yaratılış hikmetini Rabbimiz bize şöyle bildiriyor: “Mülk/hükümdarlık elinde olan (Allah) ne yücedir! O, her şeye hakkıyla kadirdir.
O, hanginiz daha iyi amel sergileyecek diye sizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır. O, üstün/mutlak galiptir, çok bağışlayandır.”[10]
Yani, Rabbimizin bize verdiği cüzi bir irade var. Bu irade sayesinde kendi tercihlerimizi yapabiliyoruz. Mesela bizler kendi isteğimizle buraya geldik. Bizi buraya gelmeye zorlayan herhangi bir şey yoktu. Aynı şekilde ibadetlerde de kendi isteğimizin önemi büyüktür. Birisinin zoruyla kılınan namaz ve ibadetlerin, hiçbir önemi yoktur Rabbimizin katında. Namaz, Allah’ın(cc) rızası gözetilerek gönülden yapılmalıdır. Bir başkasının bizim nasıl namaz kıldığımızı görmesi için namaz kılamayız. Ya da ne kadar iyi Müslüman olduğumuzu göstermek adına da namaz kılamayız. Çünkü bu tür niyetlerle yapılan her iş riya, hatta gizli şirke kadar varan, çok kötü bir sonucu doğurur ki, bunun, Allah(cc) katında hiçbir değeri yoktur. Sadece kendimizi veya bizim gibi olan insanları kandırabiliriz böyle yaptığımızda. Ama (haşa),Allah’ı asla kandıramayız!
Namaz her Müslüman için Miraç, yani yükselme vesilesi olduğu gibi; namazsızlık da her kişi için, alçalma sebebidir. Müslüman ve kâfir arasındaki en belirgin özeliğin namaz olduğunu bize haber veren yine Allah Resulü ’dür(sav).
Murat, namazla ilgili hazırladığı konuşmasını anlattıkça, odadaki arkadaşları ve Cemal amca, namazın önemini artık daha iyi kavramış olmanın sevincini yaşıyorlardı.
Bu arada, vakit geç olmuştu. Murat daha fazla uzatmak istemediğinden, konuşmasını şöyle noktaladı:
–“Gerek Kur’an–ı Kerim’de, gerekse hadisi şeriflerde namaz üzerinde o kadar çok durulmuştur ki, bunları okumuş olsaydık, namaza bakışımız çok daha farklı olurdu. Namazın, sıradan bir ibadet olmadığını anlamak için son olarak Rabbimizin şu sözüyle kapatalım sohbetimizi: “Sabır ve namaz ile yardım isteğinde bulunun! Şüphesiz bu, (Allah korkusuyla kalbi) ürperenlerden başkasına elbette ağır gelir!”[11]
Murat, konuşmasını bitirdikten sonra yavaş yavaş müsaade isteyip kalkmaya başladılar. En son kapıdan çıkan Murat’ı uğurlayan Ali, kendisine teşekkür etti.
Arkadaşları ayrıldıktan sonra Cemal amca, oğluna, konuşan arkadaşının kim olduğu sordu. Ali, Murat hakkında babasına bilgi verince, Cemal amca: “Kendi hayatına, İslam’ı böylesine yerleştiren gencin imanına kurban olayım!” diyerek, Murat’a hayranlığını dile getirdi.
Misafirlerin evden ayrılmalarının üzerinden henüz bir saatten biraz fazla bir vakit geçmişti ki, telefon çaldı. Cemal amca telefona baktı;
–“Alo!”
–“Buyur oğlum kimi aramıştın?”
–“Ben, Ali’yle görüşecektim amca.”
Cemal amca, oğlunu çağırınca Ali şaşırdı. Zira Acil bir durum yoksa kimse kendisini bu saatte aramazdı. Telefona bakan Ali kendisini arayanın, az önce evlerinden ayrılan ve namaz kılmayan arkadaşlarından Abdullah’ın sesini duyunca şaşkınlığı daha bir arttı.
–“Efendim!”
–“Ali, benim, Abdullah.”
–“Buyur Abdullah.”
–“Ali, sana bir sorum olacaktı. Sabah namazı kaç rekâttır?”
Ali duyduğu bu soru karşısında sevinsin mi, yoksa üzülsün mü bilemedi.
–“İkisi sünnet ,ikisi farz olmak üzere toplam dört rekâttır.”
–“Bu kadar mı?”
–“Evet, bu kadar.”
–“Tamam, sağ olasın. Yarın görüşmek üzere, Allah(cc) rahatlık versin.”
–“Sana da.”
Ali, arkadaşının namazla ilgili soru sormasını hayra yorup, arkadaşının namaza başlayacak olmasına çok sevindi. Onun için hayır duası edip, hidayet bulmasını diledi Rabbinden.
Ali, sabah okula gittiğinde ilk işi, Abdullah’ı bulmak oldu. Dün sorduğu sorunun hikmetini tam olarak anlamak istiyordu. Abdullah’ı fazla aramasına gerek kalmadı. Abdullah’ı, her zaman ki gibi takıldığı arkadaşlarıyla birlikte, dersin başlama zilini beklerken dolaşıyor olarak buldu.
–“Abdullah!” Diye seslendi.
Abdullah, sesin geldiği yere bakınca, Ali’yi gördü. Ali, el işaretiyle, Abdullah’ı yanına çağırdı. Abdullah, arkadaşının yanına geldiğinde selamlaşmanın ardından Ali:
–“Dün ne yaptın?”
–“Neyi ne yaptım?”
–“Dün akşam beni arayıp namazla ilgili soru sorunca, senin namaza başlayacağını düşündüm. Yanılıyor muyum yoksa?”
–“Hayır, yanılmıyorsun. Allah’ın izniyle bugünden itibaren namaza başladım. Sen de bana dua et de, devam edip arkasını getireyim.”
Ali, duyduğu bu habere o kadar sevinmişti ki, arkadaşının boynuna sarılmaktan kendisini alamadı. Bu sevinci biraz abartılı bulan Abdullah, buna bir anlam verememişti. Ama Ali için bir arkadaş olan Abdullah, bundan böyle bir kardeş olmuştu; bu kadar önemliydi bu an. Buna sevinmeyip de neye sevinecekti ki Ali? Bugün aldığı en güzel haberdi bu.
Ali, Abdullah’ın namaza başlamasının ardından, diğer arkadaşları olan Yılmaz’ın da namaza başlaması için, Abdullah’tan, Yılmaz’a dua etmesini istedi. Abdullah:
–“Yılmaz’la birlikte dün sizden çıktıktan sonra, birlikte namaza başlamaya karar verdik. Bundan böyle hangimiz namazını ihmal ederse, diğeri kendisine hatırlatacak diye, aramızda sözleştik.”
Ali duyduklarına inanamıyordu. Bir günde iki arkadaşı birlikte namaz başlamışlardı. Bunun İlahi bir Lütuf olduğunu adı gibi biliyordu. Bu haberi bir an önce Murat’a vermek için, onun sınıfına gitti. Murat’ı birkaç arkadaşıyla birlikte oturmuş, sohbet ederken buldu. Murat’ı çağırıp, kendisine Abdullah ve Yılmaz’ın namaza başladığını söyleyince Murat, Ali’nin sevincine ortak olup, Allah’a (cc) şükrettiler.
Murat’ın tavsiyesi üzerine, bundan böyle bu iki arkadaşlarıyla daha yakından ilgilenip, ibadetlerindeki eksiklerinde onlara yardımcı olmak için birlikte çalışmaya karar verdiler. Ali, bu konuda yapılacak en iyi şeyin; ilk olarak arkadaş çevrelerinin namaz kılanlardan oluşturulması olacağını söyledi. Bunun da tek yolu da, akşam camiye gelmeleri için, onları ikna etmekti.
Bu fikir, Murat’ın hoşuna gitmişti. Sonuçta, ikisinin ortak arkadaşları olsalar da, Abdullah ve Yılmaz, Ali’ye daha yakındılar. Murat:
–“Bu akşam onları al ve birlikte camiye gelin. Camide verilen Kur’an dersi ve diğer derslerden istifade edeceklerini umuyorum. Yalnız senin de bir süreliğine onlarla birlikte gelmen gerekiyor ki, onlarda herhangi bir çekingenlik olmasın.”
Ali, bu fikre sıcak baktı: “Onlarla konuşurum. Eğer kabul ederlerse, akşam camiye geliriz.” Böylece, akşam vakti, camide buluşmak için anlaştılar.
Akşam namazında Ali, yanında Abdullah ve Yılmaz olduğu halde camiye geldiğinde, Murat hemen yanlarına gitti. Yüzünde gülücükler saçılıyordu. Akşam ezanıyla birlikte, arkadaşlarıyla saf tutup, namazı birlikte kıldılar. Namazın ardından, cami derslerine yeni katılacak arkadaşlarını, camideki diğer arkadaşlarıyla tanıştırdıktan sonra, oturup derslere başladılar. Bu dersler Abdullah ve Yılmaz’dan çok, Ali’nin hoşuna gitmişti. Arkadaşlarının ihtiyacı olan şey, aslında kendisinin de ihtiyacıydı. Bundan böyle bu derslere katılmaya ve arkadaşlarıyla birlikte bu safta yerini almaya karar verdiğinde, içindeki sevinci hayra yordu.
Murat, kendinden çok, arkadaşlarını düşünür ve onlara yardımcı olmak için çabalardı. Sahip olduğu güzel şeyleri arkadaşlarıyla paylaşmayı severdi. Bu hem maddi, hem de manevi şeyler için geçerliydi. Bazen kendisine yakışır bir gömlek giydiği zaman “Gömleğin çok hoş” diyen arkadaşına o gömleğini hediye ederdi. Onun bu özelliğini bilen arkadaşları, ona yakışan bir elbisenin, yakıştığını söylemekten çekinir olmuşlardı. Onun için arkadaşları, kardeşleri her şeyin en güzeline layıktı.
Murat için yeni bir dönem başlamıştı. Aktif olarak Cemaat hizmetlerine katıldığından beri, elinden geleni yapıyordu. Genç olmasına rağmen, İslam’ı kendisine dert edinmesi, camideki arkadaşlarının gözünden kaçmamıştı. En çok da, camideki arkadaşlardan, sorumlu düzeyinde bulunan Şahin’in dikkatini çekmişti onun bu durumu. Şahin her geçen gün Murat’taki olumlu değişimleri fark ediyor ve bunu Cemaate bildiriyordu.
Murat, yakın arkadaşı Emin’le birlikte, okulda başlattıkları çalışmalarına Ali’nin alınması için de, öneride bulundu. Emin, bunun iyi olacağını düşünse de, bunu sormadan yapamayacaklarını söyledi. Aslında, Murat da bunu biliyordu. Sadece bunu Cemaate teklif etmeden önce, çalışma arkadaşının bu konudaki düşüncelerini almak istemişti. Emin’in, kendisi gibi düşündüğünü öğrenmesinin ardından, bu teklifi Cemaate ilettiler. Cemaatten gelen olumlu cevap üzerine, Ali’yi kendi aralarına alıp, okul çalışmalarını birlikte yürütmeye başladılar.
[1] Müslim, Birr veSıla: 17; Buhârî, Edeb: 34
[2] Müzemmil Süresi:1–8
[3] Mektubat 22. Mektup Dördüncü Vecih
[4] Şuara Süresi: 214
[5] Zariyat Süresi: 56
[6] Fatiha Süresi: 5
[7] Kutub–u Sitte: Namaz
[8] Ankebut Süresi: 45
[9] Sözler Risalesi: 9. Söz
[10] Mülk Süresi:1–2
[11] Bakara Süresi: 45