Şehadet Yolu-18.Bölüm
- BÖLÜM
Taha, geceyi rahat geçirdiği için Allah’a hamd etti. Bundan böyle nasıl bir süreç işleneceğini tahmin ediyordu. Daha önce gözaltına alınan Cemaat mensuplarının yaşadıkları gözaltı hikâyelerini çok duymuştu. Kendisini rahat bırakmayacaklarını, konuşturmak için en ağır işkenceleri yapacaklarını tahmin ediyordu. Dün gece neden kendisini sorguya götürmediklerini bilmiyordu. Ama sonunda gideceği yerin işkence olacağından neredeyse emin gibiydi. Bunun için kendisini motive edip hazırlıyordu.
Dün geceden beri koridorda duyduğu her ayak sesiyle irkiliyordu. Her gelenin kendisi için geldiklerini düşünüyordu. Daha sonra başka hücrelerin kapıları açılınca kendisi için gelmediklerinden emin olabiliyordu. Gece boyunca hep tedirgin bir şekilde beklediğinden uykusu gelmiyordu. Ne zaman gözlerini kapatsa, duyduğu ayak seslerinden veya birilerinin gördüğü işkence seslerinden dolayı yatamıyordu.
Koridordaki kalabalıktan vardiya değişikliğinin yapıldığını anlayabiliyordu. Bazen de çalan radyonun saat başı haberlerini sunarken saati söylemesiyle vakti tayin edebiliyordu.
Hücre kapısının açılmasıyla ayağa kalktı. Bu seferki polis kendisine bağırıp çağırmamıştı. Arkasını dönmesini de istememişti. Bu polisin yüzüne bakabiliyordu. Hücre kapısını açan polis;
–Tuvalete gidecek misin? diye sorunca, Taha beklemediği bu ani soru karşısında kendisini toparlayıp, “Gideceğim” diye bildi. Taha’yı hücresinden çıkarıp tuvalete gözü açık olarak götürdüğünde;
–Elini çabuk tut. Beş dakika içinde işini bitir, diye bağırdı.
Taha daha yeni tuvalete girmişti ki kendisini getiren polis tuvalet kapısını sert bir şekilde vurup;
–Haydi lan çabuk ol. Akşama kadar seni bekleyemem, diye bağırdı.
Taha ne yapacağını şaşırmıştı. Bir yandan da en doğal ihtiyacı için tuvalete çıkarılmış olması sevindiriciydi. Ama bu şekilde ihtiyacını gidermesine izin verilmeyince bunda da bir bit yeniğinin olduğunu düşündü. Taha elinden geldiğince acele edip tuvaletten çıktıktan sonra lavaboda abdest aldığı sırada gelen polis;
–Ne yapıyorsun lan? Yoksa abdest mi alıyorsun? Ulan ben seni abdest için mi çıkardım…” şeklinde hakaretler ederek Taha’nın koluna girip onu tekrardan hücresine bıraktı.
–Tuvalete gitmek için sakın kapı çalmayasın, yoksa gelir senin… diyerek hücre kapısını kapatıp çıktı.
Taha, her şeye rağmen abdest aldığı için seviniyordu. Namaz kılıp Allah azze ve celleye kulluk görevini en güzel şekilde yerine getirmek istiyordu. Burada kıldığı namazlardan farklı hoş bir tat alıyordu. Hücresinde tek başına, kimsenin olmadığı bir yerde, yalnız ve çaresizlik içinde kendisiyle Rabbi arasında hiçbir engelin olmadığını hissediyordu. Namaza durduğu anlar, özgürlüğü doyasıyla hissettiği anlardı. Namazdayken gözaltında olduğunu unutuyordu. Kendisini Rabbi ile baş başa kalan, aciz ve zayıf biri olarak görüyordu.
Gündüz birkaç kez hücresinin kapısı açılıp neden geldiği soruları dışında kendisiyle ilgilenen olmamıştı. Bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğunu bilmiyordu. Ama şimdilik işkence görmemesinin iyi bir şey olduğunu düşünüyordu.
Akşam olmuştu. Dün kendisini sorgulayan polislerin seslerini tanıdı. Onların mesaisinin başladığını yeni anlıyordu. Kısa bir süre sonra hücre kapısındaki mazgal açılıp kapandı. Bunun ne demek olduğunu şimdilik bilmiyordu. Ama burada kalacağı süre içende kapı mazgalının açılmasının bir çeşit sayım olduğunu öğrenecekti.
Akşam olunca burada kalanlar, hayatın sanki yeni başladığını, burada gecenin hiç bitmediğini zannederdi. Bunu yaşayan sadece Taha değildi. Bu duyguyu gözaltına giren çıkanlardan dinlemişti. Şimdi bunu kendisi de yaşıyordu. Gece, polislerin yaptıklarını örtmek için en iyi vakitti. Gece yapılan işkenceler gün ağarıncaya kadar devam ediyordu. Gece göklere yükselen feryatlar karanlığa karışıyordu. Sanki o bağırmalar ve inlemeler kara deliğe girip kayboluyordu. Çoğu zaman işkence görenlerin feryatları hücrelerde bulunanların yüreğinde daha büyük acılara sebep oluyordu. Gözaltında kimin işkence gördüğü hiç önemli değildi. Ona neler yapıldığını bilenler, o an için ona dua ederlerdi. Oraya hangi sebeple gelindiğinin bir önemi kalmıyordu. Tüm gözaltındakiler hep aynı muameleye tabi tutuluyordu.
Radyo sesinin sonuna kadar açıldığı an, işkencelerin başladığının bir işaretiydi. Radyo sesinin feryatları bastırmasını isteyip istemediklerini Taha anlamıyordu. Ama günün yirmi dört saati açık tutulan radyonun, hücrelerde bulunanların psikolojisini bozduğu kesindi. Bunun da işkencenin bir çeşidi olduğu kesindi.
Taha, ayak seslerinden yine kendisi için geldiklerinin hissine kapılmıştı. Ama bu sefer yanılmıyordu. Hücre kapısının açılmasıyla yine o böğürme sesi yükseldi;
–Kalk ayağı lan! Arkanı dön ve bana doğru gel.
Taha, kendisine denileni yapınca gözleri arkadan bağlandı, kolundan tutulup sürüklenircesine sorgu odasına götürüldü.
Taha’yı yine bir sandalyeye oturttular. Taha, gözleri kapılı olduğu halde etrafındaki o iğrenç ağız kokularından etrafını saranları fark edebiliyordu. Bir ara sanki içki kokusu alır gibi oldu, ama tam o sırada karşısında oturan ve amirleri olduğunu tahmin ettiği polis;
–Nasılsın? dedi.
–İyiyim.
–Buna sevindim. Dün abinin evine gittik. Senin onun yanında kaldığını söyledi. Ama yalan söylediğini biliyorduk. Yine de kendisine bir şey yapmadık. Senin burada olduğunu ve seni merak etmemesini söyledik.
Taha, bunlara inanıp inanmayacağını bilemiyordu. Ama bunların abisinin evini bastıklarını tahmin edebiliyordu. Hatta abisinin şu anda burada olabileceğini bile düşündü.
–Abinin evinin dışında nerede kalıyordun?
–Abimin evinden başka kaldığım yer yok.
–Abin bazen eve gelmediğini söyledi. Eve gelmediğin zaman nerede kalıyordun?
–Okuldaki arkadaşlarımla kampüste kalıyordum.
Arkadan bir ses;
-Amirim bu bize yalan söylüyor. Baksanıza nasıl da bizi kandırıyor, diyerek araya girdi.
-Taha bize yalan söylemez. Yalanın günah olduğunu biliyor.
Taha konuşmaları dinliyordu. Bunların neyi bilip neyi bilmediklerini merak ediyordu.
–Tamam, haydi diyelim ki abinin evine gitmediğin zamanlar arkadaşlarında kaldığına inandık. Peki, üzerindeki silahı nereden buldun?
–Bir sabah okula gittiğimde bir çöpte buldum.
Sağında oturan iriyarı polis öfkeli bir şekilde araya girdi:
–Lan bizi mi kandırıyorsun? Amirim bu bizimle oyun oynuyor. Bu böyle konuşmaz. Onu bana bırakın. Ben onu konuşturmasını bilirim.
Sağındaki polis konuşunca, o leş kokusunun nereden geldiğini daha iyi anladı.
–Bak oğlum, ya bize adam akıllı silahı nerede bulduğunu güzelce söylersin, ya da seni bu ib… veririm. Onlar için güzel bir uğraş olursun. Şimdi söyle silahı kim sana verdi?
–Silahı çöpte buldum.
Taha daha sözünü bitirmemişti ki Sağ tarafından ağzına gelen bir yumrukla neye uğradığını şaşırdı.
–Bunu hak ettin. Sana dedim, yalan söylersen, daha kötüsü olacağını bil! Şimdi silahı kimden aldığını bize söyle!
–Silahı kimseden almadım. Onu çöpte buldum.
Sağındaki polis bu sefer daha sert bir yumruğu Taha’nın çenesine indirdi. Taha’nın ağzından kan gelmeye başlamıştı. Taha, ağzında biriken kanları yere tükürünce kanlar içinde kırılan iki dişi de vardı.
–Oğlum senin Hizbullah Cemaati mensubu olduğunu biliyoruz. Bu silahı sana Cemaat mi verdi?
–Ben hiçbir şeye mensup değilim.
Bu seferki yumruğu atan, karşısında oturan amir olmuştu. Taha, yine sağından beklediği yumruğun önden gelmesini beklemiyordu. Arkasında duran kısa boylu zayıf olan polis;
–Amirim kendinizi yormanıza gerek yok. Onu bize bırakın bakın nasıl konuşturuyoruz, diyerek sorguya dâhil oldu.
Taha, bunların işkenceden söz ettiğini anladı. Bunu bekliyordu.
–Bak, sana son kez söylüyorum. Silahı kimden aldığını bize söylersen, biz de sana yardımcı oluruz.
–Silahı çöpte buldum.
–Alın bunu askıya bakalım, o zaman da inat edip konuşmayacak mısın?
Amirin talimatını alanlar aç kurtlar gibi Taha’nın üzerine çullandılar. Taha; “Kalk lan ayağı” diye bağırmasıyla sandalyeden kalktı. Bir polis;
–Üzerindeki elbiselerini çıkar, bakalım neyin var? Bir görelim onları, deyince, Taha üzerindeki elbiselerini çıkardı.
Üzerinde fanilası ve iç çamaşırı kalmıştı.
–Üzerinde hiçbir şey kalmasın demedim mi? diye bağıran polisten aldığı yumrukla dengesini kaybetti.
Fanilasını çıkardı ama iç çamaşırını çıkarmaya bir türlü eli gitmiyordu.
–Hadi lan külotunu da çıkar, sesini Taha duymazlıktan geldi.
Hayâlarına yediği tekmeyle önüne doğru eğilip feryat etti. Bir el uzanıp üzerindeki iç çamaşırını yırtıp çıkardı. Kollarına girenler onu arka tarafa doğru götürüp kollarını arkadan bağladıktan sonra kaldırdılar. Bu işkencecilerin sık sık başvurdukları “Filistin askısıydı”.
Taha, elleri arkadan bağlı olarak kaldırıldığı zaman bunun nasıl da acı verdiğini anlamıştı. Henüz yeni havaya kaldırılmasına rağmen kolları onu kaldırmayacak kadar güçsüz durumdaydı. Kollarının kopacağını zannediyordu. Bu haldeyken bile sorgu devam ediyordu.
–Silahı kimden aldığını söylersen seni indiririz.
–Silahı çöpte buldum, dedi Taha inilti ve bağırmayla karışık zor anlaşılır bir sesle.
–Bak hâlâ bize yalan söylüyorsun. Böyle giderse kolların sakat kalacak. Sakat bir kolla ne yapacağını artık sen düşün. Bize silahı kimden aldığını söyle!
–Silahı çöpte buldum!
Kollarının omzundan çıktığını zannetti. Çektiği acı ölünden beterdi. Ama bir türlü ruhu bedenini terk etmiyordu. Şu anda istediği tek şey Cemaate zarar vermeden bir an önce ölmekti. Çektiklerinin acısıyla öleceğini zannediyordu.
–Bize silahı kimden aldığını söyle, biz de seni indirelim. Bize herhangi bir isim versen de olur.
–Silahı çöpte buldum. Onu kimseden almadım.
Taha yediği darbelerle acısının daha da artığını hissetti. Yediği darbeler yüzünden tekbir getirmişti. Bu istemeyerek gayri ihtiyarı olarak ağzından çıkmıştı.
–Tekbir getirirsin öyle mi? Hani hiçbir bağın yoktu. Biz bilmiyor muyuz tekbiri kimlerin getirdiğini? Şimdi bize Cemaatten söz et.
–Ben Cemaati tanımıyorum.
Sordukları her soruya karşılık istedikleri cevabı alamayınca ellerindeki ıslak sopalarla askıda asılı olan Taha’ya vurdukça, Taha tekbir çekiyordu. Artık kollarını hissetmiyordu. Uyuşmuş muydu, yoksa kopmuş muydu?
–Ne zamandan beri Cemaatin içindesin.
–Ben Cemaati tanımıyorum.
-Amirim bunu hadım edelim belki de o zaman dili çözülür, bunu söyleyen, Taha’yı daha önce elinden kaçıran polisti.
–Bize Cemaatin amacını söyle. Cemaat ne yapmak istiyor?
–Ben Cemaat diye bir şey tanımıyorum.
–Peki, sen bilirsin. Bizi buna sen zorluyorsun.
Amirlerinden aldıkları izinle Taha’nın yanına çektikleri bir küçük masa üzerinde duran alete bağlı kablolardan birini Taha’nın ayak parmaklarına bağladılar. Diğer ucunu ise eline bağladılar. Taha bunun elektrik olduğunu anladı. İçin için buna dayanmak için Allah’a dua ediyordu. Çektiklerinin dayanılmaz acılarıyla bağırmak, feryat etmek istiyordu. Ama bunu bile yapamıyordu. Yapabildiği tek şey tekbir getirmekti. Bu tekbirler kendisi için o an tek rahatlatıcı şeydi.
–Bakın şimdi nasıl da bülbül gibi konuşacak. Silahı kimden aldın?
–Hiç kimseden!
Bu cevapla birlikte vücuduna giren elektrikle neye uğradığını şaşırmıştı, Taha. Allah diye bir nida atabildi. Askıdayken elektrik işkencesinin acısı diğer çektikleri acıdan daha çok canını yakmıştı. Oysa şimdiye kadar çektiği acılardan daha büyük bir acının olamayacağını düşünmüştü. Bu elektrik acıların en büyüğüydü. Taha’nın böyle acılar içinde kıvranmasından adeta zevk alan zalimler, onu parçalamaya hazır bir koyun gibi gören kurtlardan başkası değildiler.
–Cemaat silahı sana niçin verdi?
–Ben silahı çöpte buldum. Ama illaki silahı birisinin bana verdiğini düşünüyorsanız, onu siz bana verdiniz.
–Bizimle dalga mı geçiyorsun lan o…?
Taha bu sözünün bedelini kendisine tekme tokat girişen birkaç kişinin saldırısıyla ödedi. Vuranlar bir yandan küfrediyor bir yandan da rastgele attıkları tekme tokatlarla Taha’dan öfkelerini çıkarıyorlardı.
Taha için bu kaba dayak, yediği elektrikten daha iyiydi. Kendisine elektrik vermeyip hep bu şekilde kaba dayak atacaklarını bilse hep bu şekilde konuşurdu.
Kendisini tartaklayanlar öfkelerini kustuktan sonra yorulup Taha’yı bıraktıklarında, Taha artık hiçbir şey hissetmez olmuştu. Ağrılar tüm vücudunu sarmıştı. Sanki beyni acılardan dolayı uyuşmuş gibiydi. Çektiği acılar ilki gibi canını acıtmıyordu.
–Bizimle dalga geçersen seni gebertirim. Anladın mı lan? Bize silahı kimden aldığını adam akıllı söyle!
–Silahı kimseden almadım. Siz de beni adam akıllı dinleyin!
Taha sözünü bitirmemişti ki yediği elektrik bu sefer daha uzun sürmüştü. Askıda sallandığı her bir anının kendisine verdiği acıyla adeta ölümü yaşıyordu. Oysa yine kendisine kaba dayak atmalarını bekliyordu. Bu seferki elektrik uzun sürmüş ve daha çok canını acıtmıştı.
Tüm bunlara dayanması gerektiğini biliyordu. Cemaat içinde neredeyse her alanda görev almış ve hizmet etmişti. Şimdi bu hizmetin başka bir merhalesi olan işkenceyi de bir hizmet olarak görüyordu. Yaptığı hizmetle rahatsız ettiği İslam düşmanlarının kendisinden öç aldıklarını düşündükçe direnci artıyordu. Allah için bir şeyler yapabilmenin haklı gururunu yaşıyordu.
Rabbinden tek istediği, bu süreci hayırlı bir şekilde Cemaate zarar vermeden atlatabilmekti. Bunun için dua ediyordu. Kendisi yüzünden Cemaate gelebilecek en küçük bir zarar bu gördüğü işkencelerden daha ağırdı onun için. Cemaatin zarar görmemesi için bunlara katlanmalıydı. Gördüğü bu işkencelerden sonra kendilerine asla bir bilgi vermemeye daha bir kararlı oldu. Kendisi yüzünden yakalanacak olan bir kardeşinin aynı işkencelere maruz kalmasına dayanamazdı. İsmini vereceği herhangi bir Cemaat ferdinin sorgusuz sualsiz buraya getirileceğini ve ona da aynı şekilde işkence yapacaklarını düşündükçe buna yüreği dayanmıyordu. Bu nedenle de acıya daha bir bilenip en küçük bir bilgi kırıntısı bile vermemeye ahd etti.
Bundan böyle göreceği her türlü işkenceye kendisini hazırladı. Bir Müslüman olarak direnmeli ve bunu onlara göstermeliydi. Allah için yola çıkan birisinin korkusu sadece Rabbindendi. Bunu bu zalimlere öğretecekti. Her ne kadar kendisinin Cemaat mensubu olduğunu kabul etmese de polisler onun Cemaat mensubu olduğunu biliyorlardı. Onlara Cemaat mensubu olarak seleflerinden aldığı direnişi gösterecekti. İşkenceler altında canlarını veren nice Müslümanlardan daha kıymetli olmadığını biliyordu. “Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla beraber müminler: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır.”[1]
–Bize silahı kimden aldığını söylersen biz de sana yardımcı oluruz. Diyen amirlerin sesiyle Taha kendine geldi. Gördüğü işkencelerin acısını tüm benliğiyle hissetti.
–Size söyledim bu silahı çöpte buldum. İster inanın ister inanmayın.
Taha’nın bu cüretine karşılık elektrik kutusunun başında bekleyen polis, elektrik düğmesini sonuna kadar açıp öfkesini bu şekilde kusuyordu.
Taha daha fazla dayanamadı. Nazik bedeni gördüğü acılara dayanamamış bayılmıştı. Taha’nın birden hareketsiz kaldığını görünce hemen elektriği kesip Taha’yı kontrol ettiler. Taha’nın uyanması için kendisine birkaç tokat atıp uyandırmaya çalıştılarsa da bu, Taha’yı uyandırmadı.
-Amirim bu bayılmış ne yapalım?
-İndirin onu konuşmadan ona bir şey olmasını istemiyorum.
Amirlerinin talimatıyla Taha’yı askıdan indirip sürükleyerek onu hücresine attılar. Çıplak bir şekilde beton zemin üzerinde öyle cansız yatıyordu. Elbiselerini üzerine atıp hücre kapasını kapattılar.
O gün neredeyse sabah namazına kadar süren işkencelerle Taha’dan hiçbir şey öğrenmemiş olmaları onları çıldırtmıştı. Oysa yaptıkları işkencelerle kimlerden neler öğrenmişlerdi. Şimdi karşılarında hayatının baharında olan bir genç bunların bu zalimliklerine karşı direniyordu. Hem de kendilerine hiçbir bilgi bile vermeden kendileriyle dalga geçmişti. Bunun ezikliğini yaşıyorlardı.
Sabah yeni gelen vardiyaya Taha’yı ara sıra kontrol etmeyi tembihleyip evlerine ailelerinin yanına döndüler. Geceleri aç kurtlar gibi kurbanlarıyla oyun oynayanlar, ailelerinin yanına döndüklerinde hiçbir şey olmamış gibi yine insan kılığına bürünüyorlardı.
Acaba bu zalimlerin eşleri, kocalarının ne kadar vahşi olduğunu bilselerdi, onlarla yaşar mıydılar? Ya çocuklar? O saf fıtrat sahibi çocuklar babalarının yaptıkları zalimlikleri bilseydiler, onlara baba derler miydi?
Taha’nın mazgalını açan polis, yerde yatan bir cesede bakar gibiydi. Neden bu hale geldiğini bildiğinden gayet doğal bir şeymiş gibi mazgalı kapattı.
Taha uyandığında yerde çıplak bir şekilde yattığını görünce utancından bir an önce giysilerini giymeye çalıştı. Her tarafı morarmıştı. Ağrılar içindeydi. Her tarafı ağrıyordu. Hareket ettikçe daha çok ağrıyordu. Giysilerini giymeye çalışırken dün gece neler olduğunu hatırlamaya çalışıyordu. En son hatırladığı şey, vücuduna verilen aşırı elektrikti. Ondan sonrasını hatırlamıyordu.
Yatağa uzandı. Kımıldayacak hali yoktu. Her tarafında hissettiği acılar dayanılmaz gibiydi. Kolları neredeyse çalışmıyordu. Gözlerini tavana dikip dün yaşananları hatırlamaya çalıştı. Birden namaz kılmadığını hatırladı. Vakti bilmediğinden hangi namazları kaçırdığını bilemiyordu. Radyodan çalınan müzikten başka bir şey yoktu. Saati öğrenmek için kapıyı çalmaya karar verdi. Yerinden kalkacak durumda bile değildi. Ama namazını kılması gerekiyordu. Tüm gücünü toparlayıp kapıya doğru yürüdüğünde acılar içinde kaldı.
Hücre kapısının çalındığını duyan masa başındaki polis küfürlerle yerinden kalkıp Taha’nın mazgalını açıp;
–Ne var lan ne istiyorsun? dedi bağırarak.
–Namaz kılmadım, acaba saat kaç? dedi Taha zor duyulur bir sesle.
–Bunun için mi kapıyı çaldın? Ne yapacaksın saati namaz kılıyorsan kıl işte?
–Hangi namazlarımı kılacağımı bilmeden rastgele namaz kılamam. Bana saati söylersiniz, sizi bir daha rahatsız etmem.
–Saat Beşe geliyor.
Taha dünden beri kılamadığı namazlar için teyyemmüm alıp namazlarını oturarak kılmaya çalıştı. Yaptığı her hareket kendisine acı verse de namazını kılması gerektiğini biliyordu. Burada kendisini huzurlu hissettiği anlar namaz vakitleriydi. Rabbiyle olmak, O’na sığınmak, O’ndan yardım dilemek için ilkin kendi kulluğunu sunup ardından Allah azze ve cellenin rahmetine sığınabilirdi. Namazdayken çektiklerinden bir nebze kurtulmuş gibiydi. Acıları biraz dinmişti. Şimdi kendisini daha iyi hissediyordu. Namazdan sonra tesbihatın ardından ellerini açıp Rabbine yalvardı. Cemaate, kendisi yüzünden hiçbir zarar gelmemesi için yalvarıp yakardı.
Dün yaşadıklarından sonra konuşmadığı için Allah’a hamd etti. Bu durumuna devam etmesi için Allah’tan yardımını dileyip durdu. Gözyaşlarıyla ettiği duasının en güzel dua olduğunu bilse de zalimlerin kendisini aciz ve zavallı görmelerini istemediğinden, gözyaşlarını sildi. Kendisinin zayıf yönlerini onlara göstermek istemiyordu. Kendisine hâkim olmaya çalışıyordu.
Namazının ardından yatağına uzanıp yaşadıklarını ve Müslümanların bugüne kadar neler çektiğini düşündü. Bugüne kadar Müslümanların neler yaşadığını kitaplarda okumuştu. Ama yaşamadığından bunların üzerinden sadece geçmişti. Oysa ne acıları yaşadıklarını şimdi daha iyi anlıyordu.
Yatağında uzanmasına rağmen acıları dayanılacak gibi değildi. Bunun için aklına gelen en iyi çarenin Allah’ın kitabını okumak olduğunu düşündü. Ezberinde olan ayetleri mırıldanarak okumaya başladı. Kur’an-ı Kerim’in şifa yönü tesirli oluyor gibi ağrılarının hafiflediğini hissediyordu. Öyle ki bir ara gözleri kapandı. Uyku ile uyanıklık arası bir durumdaydı. Tekrar yakalandığını görüyordu rüyasında. Kaçmaya çalışsa da bir türlü kurtulamıyordu. Sanki gerçekmiş gibi yakalanış anını tekrardan yaşamanın şokuyla yatağından doğrulmaya çalışınca, ağrıları buna müsaade etmedi. Uzanıp dinlenmeye çalıştı.
Tekrardan Kur’an okumaya başladı. Kur’an okudukça aklı ve kalbi aydınlanıyordu. Dile getirmediği ve daha önce hiçbir tefsir kitabında karşılaşmadığı manaları görmeye başlamıştı. En son okuduğu ayet, kendi durumu için bir müjdeydi sanki. “Sakın Allah'ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma; gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne kadar onları ertelemektedir.”[2] Bu ayeti ve okuduğu diğer ayetleri tefekkür etti. Habbab bin Eret’in rivayet ettiği hadisi hatırladı. “Biz Hz. Peygambere; ey Allah'ın Resulü bizim için Allah'tan yardım istemeyecek misin? Bizim için Allah'a dua etmeyecek misin? dedik. Resülullah aleyhisalat vesselam buyurdu ki: Sizden önce geçenlerden birinin başının ortasına testere konur ve ayağına kadar kesilirdi de bu onu dininden döndürmezdi. Demirden taraklarla taranır, etiyle kemiği ayrılırdı da bu onu yine dininden döndürmezdi. Sonra Hz. Peygamber buyurdu ki: Allah'a and olsun ki, Allah Teâlâ bu dinin hâkim olmasını arzu etmektedir, öyle ki yolcu Sana'dan bineğine binecek, Hadramût'a kadar gelecek, Allah'tan başkasından ve koyunları için de kurttan başkasından korkmayacak. Ne var ki siz çok acele davranan bir topluluksunuz.”
Taha duygulanmıştı. Kendisinin yaşadıklarının sahabe hayatıyla paralellik arz etmesinin coşkusunu yaşadı. Rabbinin kendisinden razı olmasını o kadar çok istiyordu ki bunun için göreceği tüm işkencelere severek katlanabilirdi. Yeter ki Rabbi razı olsun, O’nun için yapamayacağı şey yoktu.
Birden aklına Cemaat içinde yaptığı hizmetleri geldi. Bu hizmetlerin Allah için olup olmadığı vesvesesine kapılmıştı yine. Yaptığı hizmetlerden Rabbim razı olmuş mudur? diye düşünmeye başladı. Gördüğü işkenceleri hatırladı. Bütün bunların sebebinin kendisinin Cemaat mensubu olmasından kaynaklandığını biliyordu. Belki Rabbini razı etmek için önüne sunulan bir fırsattır diye düşündü. Burada yaşadığı ve gördüğü işkenceden hiçbir riya ve kibir kokusu ve endişesi yoktu. Allah azze ve cellenin rızasını umarak bu çektiklerinin yaptığı günahlara kefaret olmasını diledi.
Vakit geç olmuştu. Koridorda gelen ayak seslerinden vardiyanın değiştiğini anladı. Koridorda dün kendisine işkence eden zalimlerin kahkahalarını duyabiliyordu. Yerinden kıpırdayacak hali yoktu. Kısa bir süre sonra hücresinin mazgalını açan polise bile bakmadı. “Hâlâ yaşıyor musun lan?” deyişine bile aldırış etmedi. Yatağında öylece uzanmış, gözleri kapalı olarak düşüncelere dalmaya çalışıyordu. Polis, diğer hücrelere de bakması gerektiğinden mazgalı kapattı.
Dün yaşadıklarının birazdan tekrardan başlayacak olması onu endişelendirmişti. İçinde bir korku ve ürperti hissetti. Bunun neden kaynaklandığını çok iyi biliyordu. Şeytanın vesveselerine aldanmamak için en sağlam sığınak ve merci olan âlemlerin Rabbine sığınıp dua etmeye başladı. Dili döndükçe yalvarmaya yakarmaya devam etti. Bu gece yaşanacak olanların korkusu geçmişti. Şimdi kalbinde Allah’ın korkusunu yaşıyordu.
Koridordaki yirmi dört saat çalan radyonun sesinin yükseltildiğini fark edince zalimlerin iş başı yaptığını anladı. Onların gelmesini bekliyordu. Koridordan gelen ayak sesiyle kendisini hazırladı. Var gücüyle ayağa kalktı. Ayak sesinin hücresini geçtiğini ve başka bir hücre kapısının açıldığını fark etti. Demek benden de öncelikli kişiler var, diye düşündü. Yatağına oturup bekledi. Kendisini alacaklarından neredeyse emin gibiydi.
Bir süre sonra duyduğu çığlıkların radyo sesiyle karışarak kulaklarına geldiğini duyunca dün kendisinin de tekbir getirdiğinde, aynı sesin bu koridorlarda yankılandığını tahmin etti. O müziğin içinde, insanın içine ürperti veren acı bir inleyiş ve feryat vardı. Müziğin ruha gıda olduğunu söyleyenler, burada müziğin acılar içinde bir işkenceye dönüştürüldüğünü görselerdi, acaba ne düşünürlerdi?
Gecenin geç saatlerine kadar endişeyle beklemişti sırasını. Hücre kapısının bir an önce açılmasını ve endişelerinin son bulmasını istiyordu. Beklemenin de işkenceden hiçbir farkının olmadığını yeni öğreniyordu. Kendi haline şaşıyordu. İnsan işkenceye gitmek ister mi? diye kendine soruyordu. Meğer beklemektense bir an önce ne olacaksa olsun da, bu süreç bitsin düşüncesindeydi.
Hücre kapısı açıldığında ayağa kalkmıştı. Kapıyı açan iri yarı birisiydi. Bu sefer ondan arkasını dönmesini istemedi.
–Nasılsın?
–İyiyim.
–Bir ihtiyacın var mı?
–Yok.
–Kendisini kötü hissedersen kapıya vur.
Ardından hücre kapısını kapattı. Taha bu şekilde bir yaklaşım beklemiyordu. İşkenceye götürülmesini bekliyordu oysa. Gitmediği için seviniyordu. Gerçekten de her tarafı ağrılar içindeydi. Yerine oturup buna anlam vermeye çalıştı. Kendisine iyi davranılmasının ardından ne gibi bir şey isteyeceklerini düşünüyordu.
Sabah olmuştu. Gece boyunca beklediği işkenceye gitmediği için kendisini biraz daha toparlamıştı. Sabah olduğunu anlayınca daha bir rahatladı. Endişelerini bir kenara bırakıp gözlerini kapattı. O kadar yorgundu ki açılan mazgalı bile duymadı. Uyandığı zaman vücudunun ağrılarının kendisini rahatsız ettiğini fark etti. Vücudunun her bir noktası acılar içindeydi.
Hücre kapısı açıldığında öğle yemeğini getiren polis “Nasılsın?” diye sorunca şaşkınlığı daha bir artı. “İyiyim” dedi. Aslında bir ağrı kesici veya ona benzer bir ilaç olsaydı hiç fena olmazdı, diye düşünüyordu, ama buna tenezzül etmedi. Onlardan bir şey istemeyi kendisine yediremiyordu. Aldığı öğle yemeği yarım ekmek arası beyaz peynirdi. Buna da şükretti. Kaç gündür yediği tek yemek buydu. Yemeğini yemeye çalıştı, ama bunu başaramadı. Kırılan dişileri ve ağzına yediği yumruklar buna müsaade etmiyordu. Ağzını her oynatışında yemek yemek işkenceye dönüşüyordu. Açlığını bastırmak için eliyle ekmeğinden küçük parçalar koparıp ağzına atıp yutarak açlığını gidermeye çalıştı.
Yine akşam olmuştu. Gelenlerin hain kahkahâlârı koridorda yankılanıyordu. Onların koridorda olmalarını bilmek bile insanı tedirgin ediyordu. Taha koridordaki seslere aldırmamaya çalışarak Rabbine dua ediyordu. Zaman gelmişti. Koridordaki ayak sesleri kimin hücresinin önünde duracak diye nefesler tutulmuş bekleniyordu. Bu seferki ayak sesleri Taha’nın hücresinin önünde durdu. Hücre kapısı açıldığı zaman yine aynı sesle karşılaştı. “Kalk lan dön arkanı!” Taha kalkıp arkasını döndü. Gözleri her zamankinden daha sert bağlandı. Kollarına giren iri yarı polis onu sürükleyip sorgu odasına götürüyordu. Taha ayaklarını kaldıramıyordu. Duyduğu acılar işkencenin başladığının işareti gibiydiler. Ayakları gitmek istemese de kendisini sürükleyen bir kuvvetle sorgu odasına girdiğini anladı. Sandalyeye oturtuldu. Etrafını saran cellatlarını hissedebiliyordu. Karşısında duran amirleri;
–Nasılsın? dedi alay dolu bir sesle.
–İyiyim.
–İyi olman güzel! Umarım akıllanmışsındır, diyen polis, kendisine işkence edenlerin amiriydi. Ve işkence emrini verdiği halde şimdi de iyilik rolüne bürünüyordu.
Solundan bir ses
-Taha akıllıdır amirim, kendisini ezdirmez, dedi.
Taha, bunların neden böyle davrandıklarını anlamaya başlıyordu. Kendisine işkence edenlerin elde edemediklerini bu şekilde elde etmeyi düşünüyorlardı. Bu, belki de en tehlikeli yöntemdi. Korktuğu şey, istemeyerek de olsa ağzından bir şey kaçırmasıydı. Kişiyi konuşturarak ondan bir şey öğrenmek polislerin sanatıydı. Bunu çok iyi yaptıklarını duymuştu. Nice kişiler işkence ile konuşmadıkları halde, çapraz sorgu esnasında birçok şey konuşmuşlardı.
Sağında oturan ve ağzı yine leş gibi içki kokan polis;
-Herhangi bir yerin ağrıyor mu? dedi.
Sesinde bir ciddiyet vardı. Bunu gerçek anlamda mı sorup sormadığını anlayamadı.
-İyiyim, hiçbir yerim ağrımıyor.
Bu, doğru değildi, ama ağrılarından söz edip onların kendisine acımasını istemiyordu. Kendisini acındırıp onlardan asla rahmet ve merhamet dilenmeyecekti. Kendisine işkence edenler, ne yaptıklarını ondan daha iyi biliyorlardı. Yaptıkları işkencelerin ağrısı belki de bir ömür sürecek bir şeydi. Oysa henüz iki gün önce kendisine yaptıklarını unutmuşlar gibi, ondan iyi olmasını nasıl beklediklerini anlayamıyordu.
–Arkadaşları kızdırdığın için senin üzerine biraz fazla gelmişler. Onlar senin Cemaat mensubu olduğunu bilselerdi, bunu yapmazlardı. Ama suç senin! Sen bize Cemaat mensubu olduğunu söylemedin. O kadar sana sorduk. Sen inkâr edip durdun. Gidip Cemaate sorduk. Senin Cemaat mensubu olduğunu söylediler. Sana selam söylediler.
Bunu söyleyen amirleriydi. Bunun nasıl bir oyun olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kafası, amirin dedikleriyle meşgul olmaya başlamıştı bile. Amirin yapmak istediği her neyse bunda başarılı olmuştu. Kafası iyice karışmıştı.
–Ne zamandan beri Cemaat mensubusun.
Bunu söyleyen arkasında duran birisiydi.
–Ben neden söz ettiğinizi anlamıyorum.
–Bak yine inkâr ediyorsun. Sen bize yardımcı olmazsan, biz sana nasıl yardımcı olabiliriz ki.
–Amirim belki de bu, Cemaatten değildir. Bizi kandırıyor. Yoksa sen PKK’lı mısın?
Taha daha önce kafasında kurduğu gibi bir sorgulama yapılmadığı için sorulan sorulara cevap vermekte zorlanıyordu. Cevap vermeden önce durup biraz düşünmesi gerekiyordu. Bunun farkına varan sorgu ekibi sorularını daha sık sormaya başladılar.
–O zaman üzerinde bulunan silahı ne b… yemeye taşıyordun?
–Silahı sana Cemaat mi verdi?
–Kimi vuracaktın?
Arkasında sesini ilk kez duyduğu biri;
–Kâfir dinsiz PKK’lıları öldürmek için taşıyordu amiri, dedi.
Taha kendisine fırsat verilmeden üst üste sorulan sorulara cevap vermedi.
Kafasını toparlamak için düşünüyordu. Bunların kendisi hakkında ne kadar şey bildiklerini merak ediyordu. Bunu anlamak için sordukları sorulardan bir şeyler anlamaya çalışıyordu. Şu ana kadar kendisi hakkında bildikleri pek bir şey olmadığını, sadece tahmin yürüterek kendisinden bir şey öğrenmek istediklerinin kanaatine vardı.
–O or… çocuklarını gebertin. Aslanım benim. Şimdiye kadar kaç tanesini Cehenneme gönderdin?
–Ben kimseyi öldürmedim.
–Bak bize yine yalan söylüyorsun.
–Biz senin ne yaptığını biliyoruz. Sadece bunları bir de senden dinlemek istiyoruz.
–Üzerindeki silahla hangi or… çocuğunu geberteceğini söyle, senin yerine onu ben öldüreyim. PKK’lı mıydı?
–Ben kimseyi öldürmedim ve öldürmem de. Sizin neden söz ettiğinizi bile anlamıyorum.
–Amirim bu bize güvenmiyor.
İlk kez sağındaki polis doğru bir şey söylemişti. Gerçekten de Taha onların hiç birine güvenmiyordu. Bunu onu sorgulayanlar da biliyorlardı. Sadece Taha’nın güvenini kazanmaya çalışıyorlardı. Belki onun güvenini kazanırlarsa, o zaman Taha’nın kendilerine her şeyi kendi isteği ve rızasıyla anlatabileceğini düşünüyorlardı.
Bunu nasıl başaracaklarını bilmiyorlardı. Taha’nın Cemaat mensubu olduğunu bildikleri halde henüz Taha’dan bunu teyit eden bir ifade bile alamamışlardı. Kendisine yapılan işkencelerden de bir sonuç çıkmadığı için bu sefer güzellikle bunu denemek istiyorlardı. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” sözünü tecrübe ediyorlardı. Yanıldıkları konu ise Taha’yı yılan yerine koymalarıydı. Oysa Taha temiz fıtratıyla üstün bir ahlaka sahipti. Bunu anlayamadıklarından tüm çaba ve deneyimleri boşuna bir uğraştan başka bir sonuç vermiyordu.
Taha, aklının kendisine verdiği vesveselere aldanmamak için Allah’a dua edip duruyordu. Bunların hilelerine kanmamak için yalvarıyordu. Çok çaresiz olduğunu biliyordu. İçin için dua etmeye devam ediyordu.
Önündeki amirleri;
–Şimdi Cemaat mensubu olduğunu kabul edersen her şey senin için daha iyi olur, dedi.
Taha daha önce yakalanmadığı halde iyi polis kötü polis rolünün yapıldığını biliyordu. Dün kendisine işkence edenler, bugün iyi oldukları göstermek için kibar olmaya çalışıyorlardı. Dün saldırgan kurt postuna bürünenler, bugün tilki postuna bürünmüşlerdi. Tilkiler gibi hile ve aldatmaca peşinde olan bir avcının, avına saldırmak için uygun zamanı beklediği gibi onlarda uygun zamanı bekliyorlardı.
Sol tarafındaki polis pis küfürler ederek;
–Silahı kimden aldın? diye sordu.
–Silahı kimseden almadım. Onu çöpte buldum.
–Ulan ib… çöpte silah mı yağıyor? Peki, biz niye bulmuyoruz?
Sağındaki polis;
–Eğer buldum diyorsa, bulmuştur, dedi. Taha bize yalan söylemez. Öyle değil mi Taha? Bize silahı nerede bulduğunu gösterebilir misin?
Taha kafasına da daha önce planladığı gibi okula giderken yol üzerinde sık sık önünde geçmek zorunda olduğu çok pis kokuların geldiği çöplüğün önünden geçmek zorunda kaldığı zamanlar da burnunu kapatarak hızlıca geçtiği günleri hatırladı.
–Size göstere bilirim.
–Ya da sen bize tarif et.
Taha çöplüğü onlara tarif etti.
Taha’nın tarifini ciddiyetle dinliyorlardı. Bunun yalan olduğunu biliyorlardı, ama Taha’yı konuşturmaya onu açmaya çalışıyorlardı. Taha onlara çöplüğü tarif ettikçe, onlar da detaylarla ilgili sorular soruyorlardı. Taha sorulan sorulara cevap verirken ciddi ciddi onların kendisine inandığını zannetti bir ara.
Gözleri açık olsaydı, belki onların yüzlerine bakarak kendisine inanıp inanmadıklarını anlayabilirdi. Duyduğu seslerden bunu anlayamıyordu.
Arkasında duran polis, Taha’ya hiç beklemediği bir darbe vurarak;
–Ulan i… bizimle dalga mı geçiyorsun? dedi. Karşında çocuk mu var? Kalkmış bir de bize masal anlatıyor.
Taha hiç beklemediği darbeyle kafasını önündeki masaya çarptı. Bunu beklemediğinden yediği darbe şiddetli olmuştu.
Önündeki polis;
–Yalan söylersen, işte böyle yersin dayağı, diyerek arkadaşının yaptığını haklı gösterdi.
Sağındaki polis;
–Silahı sana kim vermişse, seni kandırmışlar, dedi. Bu silahla birçok cinayet işlenmiş. Bize kimden aldığını söylersen, sana yardımcı olabiliriz. Aksi takdirde bu faili meçhuller senin üzerine kalır.
Arkadaki iriyarı olanı;
–Amirim bu i… bizimle dalga geçiyor dedi. Onu bana bırakın, bakın onu nasıl konuşturuyorum!
–Oğlum bak, bizim de bir sabrımız var. Ya bize adam akıllı silahı kimden aldığını söylersin, ya da seni bu itlere veririm onlar seni konuşturmasını iyi bilirler. Seninle daha fazla uğraşacak vaktimiz yok. Silahı sana Cemaatin verdiğini de biliyoruz. Senin Cemaat mensubu olduğunu da biliyoruz. Bu yüzden artık bize yalan söylemeyi bırak bunları bir kez de senden duymak istiyoruz.
Taha suskunluğunu sürdürmeye devam ediyordu. Polisler sinirden kudurmak üzereydiler. Taha’nın bu suskunluğu, onları her geçen sürede daha bir çıldırtıyordu. Onlar Taha’ya işkence yapabilecek imkâna sahiptiler. Taha ise suskunluğuyla onlara acı vermeyi başarabiliyordu. Onların aciziyetlerini görebilseydi bir daha ağzından tek kelime bile çıkmazdı her halde.
–Ne oldu dilini mi yuttun? Bize silahı kimden aldığını söylersen, senin ceza almaman için elimizden geleni yaparız. Hem yarıda bıraktığın okuluna devam etmen için de fırsatın olur.
Taha kendisine sunulan teklifleri düşünüyordu. Oysa bu teklifleri düşünmek istemiyordu. Yapacakları her türlü teklifin hiçbir şekilde onun lehine olmayacağını aklında tutmaya çalışıyordu. Belki tekrar okula dönmesi ya da tutuklanmaması için bir şeyler yapacak güçleri vardı. Ama bunun karşılığında kendisinden istedikleri bedel ahiretiydi. Cemaatin bilgilerini istiyorlardı. Kendi hayatına karşı kardeşlerinin hayatını tehlikeye atmasını istiyorlardı. Bunun ne kadar çirkin bir teklif olduğunu düşündükçe iğreniyordu.
–Silahı kimden aldığını bize söyle! Sana son bir şans! Aksi takdirde seni bu hayvanlara verdim mi senin kemiklerini kırarlar.
Aslında amirleri doğru söylüyordu. Taha’yı onların ellerine bıraksa, ondan bir şey öğrenme yerine kendi içlerindeki vahşiliği tatmin için kırılmadık kemiğini bırakmazlardı. Hatta kendisi de onlara katılır birkaç kemikde kendisi kırardı. Onlar için Taha gibilerinin hiçbir değeri ve kıymeti yoktu.
Taha suskunluğunu devam ettiriyordu. Kafasında birçok düşünce vardı. Onları bertaraf etmeye uğraşıyordu. Kafası dağınıkken yanlış yapma olasılığının yüksek olduğunu biliyordu. Daha sakin bir kafayla kendisine hâkim olmaya çalışıyordu. Cemaate zarar gelmemesi için bütün kemiklerinin kırılmasını göze almıştı. Polislerin tehdidine pek kulak asmadı. Cemaate katıldıktan sonra İslami çalışmalarda bulunarak Allah azze ve cellenin rızasını kazanmak için ellinden gelini yapıyordu. i İslami çalışmaları hazmedemeyenlerin baskı ve saldırıları her zaman olduğu gibi bu zamanda da devam ediyordu. İslam davası uğruna şehit olanların ve zindanları dolduranların anıları hafızasındaki yerini koruyordu. Onların verdiği mücadele ve gösterdikleri fedakârlığa her zaman imrenmişti. Şimdi fedakârlık zamanı kendisine gelmişti. Bunun üstesinden gelebilmek için Rabbine yalvarıyordu.
Cemaatin varlığı ile kendi varlığı arasında bir tercih yapmasını istiyorlardı. Cemaat sırlarına karşı kendi yaşamı arasında bir karar vermesi söz konusu bile değildi. Cemaatin varlığı birlerce Taha’nın varlığından daha kıymetliydi. Bir Taha gider binlerce Taha gelirdi. Ama Cemaat giderse, binlerce Taha onunla birlikte giderdi. Taha bunların farkındaydı. Bunları düşündükçe aklına Asrı saadet geldi. Uhud savaşından sonra yaşanan “Reci” hadisesini anımsadı. Reci’de müşriklerin ellerine esir düşen “Zeyd bin Desine de Hubeyb'le aynı gün asılmıştı. Zeyd de sabırlı, rahat ve halinden memnun olup iman ferahlığı içindeydi. Şirkin lideri Ebu Süfyan bin Harb, Zeyd'e asılacağı sırada şöyle demişti: “Allah aşkına söyle ey Zeyd! Şu anda senin yerinde Muhammed'in olmasını, onun boynunu vurmamızı istemez miydin? Sen de kendi ailende çoluk çocuğun arasında rahatça otururdun?” Ebu Süfyan'ın bu sözleri üzerine Zeyd şu anlamlı cevabı vermişti: “Allah'a andolsun ki, Hz. Muhammed'in şu anda benim yerimde olmasını kesinlikle istemezdim. Ailemin yanında, çoluk çocuğum arasında rahatça oturabilmek için, değil öldürülmesini, vücuduna diken batıp eziyet görmesini bile istemem.” Zeyd'in bu sözleri karşısında şirkin ve tağutun önderi Ebu Süfyan şöyle demişti: “İnsanlar arasında, Muhammed'in ashabının, Muhammed'i sevdiği kadar, kimsenin kimseyi sevdiğini görmedim. Bundan sonra o sabırlı sahabe şehit edilmişti.”[3]
Taha için bugün kendisini feda etme günüydü. Kendisinin yerine Cemaatin olmasını asla istemezdi. Tarihteki ashabın yaptıklarını bu zamanda Cemaatin varlığı için yapılabileceğini düşünüyordu. Bu dava Peygamber aleyhisalatu veselamın davasıydı. Onun davası için feda olmak, Onun için feda olmakla eş anlamlıydı.
Önündeki polisi amiri;
–Sen böyle yaparak günaha giriyorsun oysa Allah azze ve celle “Kendi elinizle kendisinizi tehlikeye atmayın” diye buyurmuyor mu? dedi. Hem sen günaha giriyorsun hem de bizi günaha sokuyorsun. Eğer Cemaatin haberi olsaydı, senin zarar görmeni istemezdi. Biz de senin zarar görmeni istemiyoruz. Ama bize yardımcı olmuyorsun. Bak sana iyi davrandığımız halde sen hâlâ bize silahı kimden aldığını bile söylemiyorsun.
Taha, söylenenlerin bir oyun olduğunu biliyordu. Kendi oyunlarına Allah’ın ayetlerini alet etmelerine ve kendilerince yorum getirmelerine hiç şaşırmadı. Onların kendisini konuşturmak için her türlü yolu deneyebileceklerini biliyordu. Bu yolların etik olmasını bekliyordu. Ama yanılıyordu. Polisler ve etik davranma! Gözaltını gördükten sonra bunun imkânsız bir şey olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu.
–Silahı kimseden almadığımı size defalarca söyledim. O silahı buldum.
Taha bunu söylerken gelebilecek tokadı hesaba katarak hazırlıklı olmaya çalışıyordu.
Beklediği tokat öyle şiddetli bir şekilde arkasındaki polisten gelmişti ki hazırlıklı olmak işe yaramamıştı. Arkasındaki polis o kadar şiddetle savurmuştu ki tokadını, ayağı kayıp sendelemişti. Neredeyse düşecekti. Dengesini kaybedip yere düşmekten son anda kurtulduğu için öfkesini Taha’dan çıkarmıştı.
Taha, yediği darbenin acısıyla bir “ah” çekti. Yediği tokat kafasını çok sarsmıştı. Kafasının içi zonkluyordu. Ellerini kafasını ovmak için kaldırdığında ellerinin kelepçeli olduğu fark etti. Yine de elleriyle kafasını ovmaktan kendisini alamadı.
Amirleri;
–Oğlum bak bunu sana son kez soruyorum, dedi. O silahı kimden aldığını bize ya söylersin ya da seni bu hayvanlara teslim ederim, onlar seni konuşturmak için her türlü yolu denerler.
–Benden bilmediğim şeyi istiyorsunuz. Ben o silahı bulduğumu size söyledim. Nerede bulduğumu da size gösterebilirim. Ama siz illaki silahı birisinden aldığımı söyleyip duruyorsunuz. Cemaat Cemaat diyorsunuz. Varsa öyle bir Cemaat o zaman gidip onlara sorun. Ben Cemaat falan tanımıyorum. Çöpte bir silah buldum ve silahları sevdiğim için de kimseye göstermek istemedim.
Taha bu seferki tokadı hiç beklemediği yerden yemişti. Önündeki amirleri Taha’nın çenesine bir yumruk atmıştı.
–Bunlara inanacağımızı mı bekliyorsun? Akıllanırsın diye sabredip sana güzellikle anlatman için şans veriyorum. Sen hâlâ bizimle dalga geçer gibi silahı bulduğunu söylüyorsun. Ulan i… ben günde senin gibi onlarca insanla uğraşıyorum kimin yalan söyleyeceğini anlamayacağımı mı zannediyorsun. Ya şimdi silahı kimden aldığını bize adam gibi söylersin ya da ben sana ne yapacağımı bilirim.
Taha silahı çöpte bulduğu konusunda ısrar etti. Önündeki amirleri Taha’ya şiddetli bir yumruk daha attı. Taha çenesini hissetmez olmuştu. Önündeki polis amiri kendi gerçek yüzünü ortaya çıkarmıştı. Bürüdüğü rolden çıkıp kendi kimliğine bürünmüştü.
Gözleri dönen ve insanlıktan nasibi olmayan bu insan kılıklı hayvanlar şimdiye kadar zavallı kurbanı parçalamak için nasıl sabredebilmişlerdi merak ediyordu.
Polisler, amirlerinin öfkesinden sonra Taha’yı kendilerine teslim etmesinin an meselesi olduğunu anlamışlardı. Ağızlarından salyaları akıyordu. Amirleri hiddetli bir şekilde köpeklerine saldırı emri verdi. Emri alanlar Taha’nın üzerine birden çullandılar. Onu kollarından tutup adeta uçururcasına arka taraftaki işkence odasına götürdüler. Bağıran bir ses;
–Soyun lan or… çocuğu, diyerek küfretti.
Taha hiçbir şey demeden üzerindeki elbiselerini çıkardı. İç çamaşırını yırttıkları için Taha üryan bir şekilde onların önünde duruyordu.
Bu nazik beden üzerinde kendi emellerini gerçekleştirmek için sabırları kalmamıştı. İnsanların bağırışlarından ve onların çektiklerini görmekten zevk alıyorlardı.
–Sana son kez soruyorum. Silahı kimden aldın? Bize sadece bir isim ver yeter.
Taha, birazdan olacakları kafasından geçirip duruyordu. Onlara değil isim vermek, bundan böyle kendi ismini bile söylemeyeceğine karar verdi.
Taha, sorulan sorulara artık cevap vermiyordu. Bu haline öfkelendikçe öfkelendiler. Ama Taha onlara söyleyecek sözünün olmadığını anlatırcasına sessizliğini koruyordu.
Öfkelerinden rastgele savurdukları tekmelerle Taha yere düştü. Taha’nın kollarından tutup onu yerde duran telden yapılmış olan somyanın üzerine sıkıca bağladılar. Elleri ve ayakları sıkıca bağlanan Taha, kendi bedenine neler yapabileceklerini bildiğinden endişe etmeye başladı. Allah’a yalvarıp kendisine yardımcı olması için dua ediyordu. Taha, ayaklarına ve ellerine bağlanan kabloların ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Daha iki gün önce gördüklerinin açılarını bile üzerinden atabilmiş değildi. “Allah’ım” diye mırıldanıyordu.
–Silahı kimden aldın?
Taha’dan hiç ses yoktu.
Birden vücuduna giren elektrikle bağlı olduğu tel somyada kıvranmaya başladı. Eğer bağlı olmasaydı, kesin tavana kadar onu fırlatacak bir şok olduğu kesindi. Taha’nın acılarından zevk aldıkları her hallerinden belli oluyordu. Rahmetten ve vicdandan nasibi olmayanlardan beklendiği gibi davranıyorlardı.
–Silahı kimden aldın?
Taha’da yine ses yok. Ardından vücuduna giren elektrikle “Allah” diye bağırmaya başladı. Allah nidasını öyle acılı söylemişti ki insan olanın ciğerini parçalardı. Ama bu nasipsizlerin üzerinde hiçbir etki yapmıyordu.
–Allah öyle mi? Çağır bakalım Allah’ı gelip sana yardım edebilecek mi?
–Ne zamandan beri Cemaat mensubusun?
–Ben Cemaat mensubu değilim.
Bunu bilinçsizce söylemişti. Ardından daha uzun sürecek bir elektrik daha geldi. Elektrik Taha’nın vücudunu öyle sarsıyordu ki ruhunun bedeninden ayrılacağını zannediyordu. Elleri ve ayakları bağlı olduğundan sadece yediği elektrikle bilinçsizce sağa sola kıvranıyordu.
–Silahı kimden aldığını bize söylersen, biz de sana işkence yapmayı bırakırız.
–Silahı buldum!
Yediği yumruğun ardından elektrik verilince neye uğradığını şaşırdı. Ağzı ve burnundan akan kanların sıcaklığını teninde hissede biliyordu. Yüzü kandan görünmez olmuştu. Yediği elektrikle şişen yüzü tanınmaz hale gelmişti.
–Silahı kimden aldın lan?
–Silahı siz verdiniz bana.
–Vay or… çocuğu bizimle dalga geçiyorsun ha! Görürsün şimdi.
Elektriğin voltajı biraz daha yükseltilip düğmeye basıldığı anda Taha’nın “Allah-u Ekber” nidası tüm odayı doldurduğu gibi, koridorlarda da yankılandı. Taha’nın bu feryadını çalan radyo bile bastıramıyordu. Acıları arttıkça feryatları daha yüksek bir sesle çıkar olmuştu.
–Silahla kimi öldürmeyi planlıyordun?
–Hiç kimseyi?
–Taşıdığın silahla birçok faili meçhul cinayet işlenmiş. Onları yoksa sen mi yaptın?
–Ben kimseyi öldürmedim!
–Madem öldürmedin o zaman bize silahı kimden aldığını söyle, yoksa bize yalan söylediğini farz edip o faili meçhulleri senin işlediğini var sayacağız.
–Ben kimseyi öldü…
Henüz daha sözü bitmeden vücudunda dolaşmaya başlayan elektrikle konuşmasını tamamlayamadan feryat etti.
Taha, dayanacak gücünün kalmadığını hissedebiliyordu. Allah’a dua edip O’na sığınıyordu. Bir ara Cemaat mensubu olmayı kabullenecek gibi oldu. Elektrik şokunu bir daha kaldıramazdı. Bu şartlar altında ölmeyi o kadar çok istiyordu ki, ama ona işkence edenler işlerini gayet iyi yapıyorlardı. Amaçları Taha’yı öldürmek değildi. Henüz, bunun için çok erkendi. Ona yaptıkları işkence sayesinde belki birkaç kurban ve Cemaatin sırlarından bazılarını öğrenebileceklerini düşündüklerinden Taha’yı konuşturmak istiyorlardı.
Bir de kendi meslektaşları arasında bir genci konuşturamadılar diye alay konusu olmak onlar için onur meselesiydi.
Polisler Taha’dan bir şeyler öğrenme umutlarını neredeyse yitirmişlerdi. Budan sonra yapacakları işkenceyi sadece zevk olsun diye yapıyorlardı. Onlar için her ne kadar ellerindeki kurbanlarını konuşturmak bir maharet sayılsa da, bazen konuşturamadıkları kişiler de çıkıyordu. O zaman da ona işkence yaparak kendilerini tatmin ediyorlardı.
Taha yediği elektrik ve dayaklara dayanamayacağından korkuyordu. Rabbine sığınıyor, O’ndan yardımını diliyordu. Rabbiyle sessiz bir konuşma içindeydi. Aklındakileri ve kalbindekilerini Rabbine açıyordu. Çaresizliğini arz edip yardım diliyordu. O kadar dalmıştı ki o an için nerede bulunduğunu bile unutmuştu. Etrafını saranlardan bile soyutlanmıştı. Sadece Rabbini düşünüyordu. Rabbini düşündükçe kalbinde tarifi mümkün olmayan bir huzur hissediyordu. Daha önce de yine burada bu hissi yaşamıştı. Ama bu seferki daha güzel bir duyguydu. Kendisini huzurlu hissettiği anda yine onu rahatsız eden o çirkin sesleri duydu.
–Silahı kimden aldın lan?
Taha söylenenleri duymamakta kararlıydı. Zaten bu sorduklarına cevap verecek olsa yine hakaret ve dayak yiyecekti. En iyisinin susmak olduğunu düşünüyordu.
Taha’ya sordukları ilk soruda bir ilerleme kat edemediklerinden bir türlü ikinci bir soruya geçemiyorlardı. Bunun ne kadar sıkıcı olduğunu biliyorlardı. Hep aynı soruya takılıp kalmışlardı.
–Oğlum bak elimizde kalıp gebereceksin. Bize sadece silahı kimden aldığını söyle!
Taha, kendisine sorulanlarla ilgilenmiyordu. Şu anda Rabbiyle öyle bir bağ kurmuştu ki bu anın bozulmasını istemiyordu. Bir an önce Rabbine gitmek için can atıyordu. Rabbinin huzurunda mahşer gününü hayal ediyordu. Bu hayal o kadar gerçekçi gelmişti ki bir ara gerçekten de ölmüş olabileceğini düşündü. Ama yediği elektrikle hâlâ bu rezil dünya hayatında olduğunun farkına varınca üzüldü.
Taha’dan silahla ilgili bir şey öğrenemeyeceklerine kanaat getirmiş olmalılar ki bu sefer;
–Bize Cemaatten kiminle görüştüğünü söyle, sen de rahat et, biz de dediler.
Taha verdiği ifadede kararlıydı.
–Ben Cemaat falan tanımıyorum.
Öfkelenen polis, Taha’nın nazik ve narin bedenine yine elektrikle yüklendi. Taha, bu işkencecilerin eli altında şehit olacağını düşünüyordu. Bunu bir yandan istiyordu. Diğer yandan da İslami çalışmalarına kaldığı yerden devam etmek istiyordu.
Taha’ya elektriği veren polis, Taha’nın acılar içinde kıvranmasından zevk aldığı için elektriğin düğmesini gereğinden fazla açık tutmuştu.
Taha, uzandığı tel somyanın üzerinde kıvranıyordu, ama sesi kesilmişti. Elektriği kestiklerinde, Taha’nın nabzını kontrol ettiler. Taha, bayılmıştı. Taha’nın öldüğünü düşündüklerinden bir an için korkmuşlardı. Korkuları Taha’nın ölmüş olduğunu düşündüklerinden değildi. Korkuları kısa bir süre önce yine işkence esnasında hayatını kaybeden kurbanları yüzenden amirlerinden yedikleri fırçaydı. Bir de kamuoyu tepkisiydi.
–Alın bunu götürün hücresine atın. Ona kimse su vermesin.
Amirlerinden aldıkları talimatla Taha’yı alıp hücresine sürüklediler. Elbiselerini hücresine attıktan sonra hücre kapısına bakan polise onu su verilmemesini söylediler.
Elektrik işkencesi görenler vücutlarındaki suyu yaktıkları için su ihtiyacı hissediyorlardı. Vücutta biriken elektrik, belli bir süre vücutta kaldığı için su içtikleri anda ciğerlerinin iflas edebilirdi. Bu yüzden elektrik işkencesi görenlere gözaltında su verilmezdi.
Taha, hücresinde baygın olduğunu hatırlamasa da huzurlu olduğunu hatırlıyordu. Rüyalarda kendisini farklı görüyordu. Hiç de işkence gören birine benzemiyordu. Cennette olabileceğini düşünüyordu. Ölmüş ve Cennete girmiş olduğunu hayal ediyordu. Cennet nimetleriyle seviniyordu.
[1] Bakara Süresi: 214
[2] İbrahim Suresi: 42
[3] Muhammed Ebu Zehra–Son Peygamber.