41.84
  
48.67
  
0.00
  
97.47

Şehadet Yolu-20.Bölüm

Şehadet Yolu-20.Bölüm

   20. BÖLÜM

Taha, gördüğü işkenceler yüzünden tanınmaz olmuştu. Zayıflamıştı. Yüzündeki şişkinlikler ve vücudundaki morluklar onu tanınmaz bir hale sokmuştu. En son gördüğü işkencenin ardından iki güne yakın baygın olarak yatmıştı. Uyandığı zaman bedeni çok zayıflamıştı. Yerinden kıpırdayamıyordu. Yatağında yarı baygın bir şeklide uzanıyordu. İki gün hiçbir şey yapmadan geçmişti. Kendisinin konuşacağı ana kadar sorguya bile almamışlardı.

Taha, en son gördüğü işkenceden sonra neredeyse dört gündür kimsenin kendisini rahatsız etmemesinden dolayı kendisini toparlayabilmişti. En azından namazlarını kılabiliyordu. Ardından Rabbine yalvarıp duruyordu.

Akşam sorgu saati geldiği zaman, kendisinden vazgeçilmiş olduğunu düşündüğü için, hiç beklemediği bir anda hücresinin kapısı açıldı. “Kalk lan dön arkanı,” denildiğinde Taha ne yapacağını şaşırdı. Sonra soğukkanlı bir şekilde ayağa kalktı. Gözleri bağlandıktan sonra sorgu odasına götürüldü.

Sorgu odasında herkes yerini almıştı. Taha’yı sandalyeye oturttuktan sonra etrafını sardılar.

Söze her zaman ki gibi amirleri başladı.

–Nasılsın?

–İyiyim.

–İnşallah akıllanmışsındır. Şimdi seninle adam akıllı konuşalım. Silahı sana kim verdi?

–Silahı bulduğumu size defalarca söyledim.

–Bak oğlum, tekrar aynı şeyleri yaşayacaksak eğer şimdiden söyle bizi hiç uğraştırma.

–Size söyleyeceğim bir şey yok.

Solunda oturan polisin attığı yumrukla öyle bir acı hissetti ki yaşadığı tüm acılar ve kapanmaya başlayan yaraların acısı bir olup onun feryadına eşlik ettiler.

Taha’nın konuşmayacağını anlayınca;

–Kalk lan ayağa! Soyun bakalım, seninle uğraşacak değiliz, dediler.

Taha, kendisini yeni bir işkence seansına hazırlamıştı. Soyunduktan sonra amirleri;

–Götürün bunu hücresine kelepçeleyin, dedi.

Amirlerinin emrini alan adamlar, Taha’yı sürüklercesine odadan çıkardılar. Bileklerini hücresinin kapısına kelepçeleyip orada bıraktılar.

–Oturmaya çalışırsan kemiklerini kırarım. Anladın mı lan! diyen sese karşı Taha başını sallamakla yetindi. Üryan bir şekilde kapıya kelepçelenmek gördüğü işkencelerden daha zor geliyordu.

Kısa bir süre sonra ayakları onu taşıyamaz oldu. Çömelip çömelmeme konusunda tereddüt etti. Daha sonra ayaklarının ağrılarına dayanamayarak çömelmek zorunda kaldı. Çömeldiği anda arkasından yediği yumrukla uyarıldı.

–Sana oturmayacaksın demedim mi lan!

Taha kalkmak için kendisini zorladı.  Ayakları onu taşıyamaz olduğu halde çömelmekten korkuyordu. Korkusu, dayak yemekten değildi. Sadece bu zalimlere karşı bir zaaf göstermek istemiyordu. Ayakları şişmişti. Dayanacak gücü kalmamıştı. Ayaklarının acısını unutmak için kalbi ve aklıyla zikir çekmeye başladı. Zikrin etkisi midir, yoksa ayaklarının uyuşmasından mıdır bilinmez, ama ayaklarının acısını hissetmemeye başladı.

Kaç saattir bağlı olduğunu bilmiyordu. Gözleri uyumak istiyordu. Her daldığı anda kendinden geçip yere düşecek gibi oluyor, bileklerini incitiyordu. Bu hali gece boyunca devam etti. Kendisini unutup Rabbini hatırlamaya çalışarak bunun da üstesinden gelebildi. Rabbinin yardımını artık açık bir şekilde görebiliyordu. Bundan sonra da İlahi yardımların devam etmesi için dua edip duruyordu.

Hücre kapısına kelepçelenmesinin üzerinde bir gün geçmişti. Artık ne üryan oluşuna aldırıyordu, ne de ayaklarının acısını hissediyordu. Sadece Rabbi ile olan rabıtasını güçlendirmek için istiğfar ve tövbeyle Rabbine yakarıyordu. Namaz vakitlerini tahmin edip hayalinde abdest alıyor, kendisini İlahi huzurda hissederek namazlarını hayalinde kılıyordu. Bunun kabul edilip edilmeyeceğini bilmiyordu, ama ilk fırsatta kılamadığı namazlarını kaza etmeyi düşünüyordu. Hiç namaz kılmamak olmaz, diye düşünüyordu. Hayalinde kıldığı namazlardan bilemediği bir güç alıyordu. “Sabır ve namazla Allah'a sığınıp yardım isteyin; Rablerine kavuşacaklarını ve O’na döneceklerini umanlar ve huşu duyanlardan başkasına namaz elbette ağır gelir.”[1]

Hücre kapısına bağlanmasının üçüncü günü akşam, kendisini çözüp sorgu odasına aldılar. Sandalyeye oturttuklarında ayaklarında hissettiği acıyı tüm bedeninde ve ruhunda da hissetti.

–Umarım aklın başına gelmiştir. Şimdi bize silahı kimden aldığını söyle.

Taha konuşamıyordu. Daha doğrusu kendinde değildi. Üç gün boyunca uyumamıştı ve dengesi bozulmuştu. Artık sağlıklı bir şekilde düşünemiyordu. Sorguda olduğunun farkına da çok geç varmıştı. Sorulan sorulara nasıl cevap vereceğini bile bilmiyordu.

Arkasında birisinin ensesinde sigarasını söndürdüğü zaman attığı feryatla kendisine gelir gibi oldu. Taha’nın acı çekmesinden zevk aldıkları her hallerinden belli oluyordu.

–Silahı kimden aldın?

–Silahı buldum.

Bu sefer sağında bulunan, ağzı içki kokan polis sigarasını onun vücudunda söndürmüştü. Vücudunda söndürülen sigaraların sayısı artıkça bedeninde neredeyse sigara söndürülecek yer kalmamıştı. Sorulan sorular çoğaldıkça, Taha’nın dengesi daha çok bozuluyordu. Zaten polisin istediği aslında tam olarak buydu.

Ama bunun da bir işe yaramadığını görünce daha çok öfkeleniyorlardı. Küfür ve hakaretlerle savrulan yumruk ve tokatlar başlamıştı. Taha, kendisine sorulan sorulara artık cevap verecek durumda bile değildi.

En son vücudunda söndürülen sigarayla bayılmıştı. Onu alıp hücresine götürdüler. Hücresinde beton zemin üzerinde ne kadar kaldığını bilmeden uyandığı zaman, vücudundaki sigara yanıklarının oluşturdukları yaralar irin bağlamıştı ve pis kokuyordu. Üryan olduğunu fark ettiğinde tüm acılarına rağmen elbiselerini acılar içinde giymeye çalıştı. Rabbinden hayâ ettiği için onu bu halde bırakanları Allah azze ve celleye şikâyet etti.

Uyandığı zaman kendisini tekrardan sorguya götüreceklerini bekliyordu. Bazen yalnız kaldığı zamanlarda nefsi kendisine bir isim vermesini söylüyordu. Nefsiyle mücadele etmek, neredeyse polislerle mücadele etmek gibi zor geliyordu. Kendisini kurtarmak için asla bir kardeşinin ismini vermeyeceği gibi, Cemaat sırlarını de asla kimseyle paylaşmayacaktı. Kaldı ki bu bilgileri polise ve İslam düşmanlarına asla veremezdi.

Gece beklemesine rağmen kimsenin kendisini sorguya götürmemesine şaşırmıştı. Geceyi rahat geçirdiği için kendisini biraz daha iyi hissediyordu. Gece gözaltına girmeyi beklediği için pek rahat yatmamıştı.

Sabah olduğunda kendisini uykusuz, ama rahat hissediyordu. İşkence seansları neredeyse bitmiş sayılırdı. Gündüz yatmak için bol vakti oldu. Acıları ve ağrıları vardı. Kendisine rahat vermese de gözleri kendiliğinden kapanıyordu. Bazen dalıyordu. Uyku ve uyanıklık arasında gidip geliyordu. Bu bile onun için yeterliydi. Gece sorgu ve işkence için kendisini hazır hissetmese bile buna aldanan olmazdı. Çünkü hâlâ kendisinden bilgi alamadıkları için belki bundan sonra daha fazla işkence yapabilirlerdi. Gerçi yapabildiklerini yapıyorlardı. Yapmadıkları belki de birkaç metodun kaldığını düşünüyordu. Gördüğü tüm işkencelerde kendisini yalnız ve yardımsız bırakmayan Allah azze ve celleye hamd etti.

Gece yine bir telaş ve endişe içinde sorguya gitmeyi bekliyordu. Koridordaki ayak seslerine daha bir kulak kesilmişti. Hücre kapısının önünden geçen her ayak sesinin kendisi için olduğunu düşündüğünden endişeleniyordu.

Beklemek en az işkence kadar zordu. Ama yine fiziki olarak bir şiddete maruz kalmadığı için seviniyordu. Gece beklemesine rağmen yine kendisi için gelen olmamıştı. Bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğunu düşünmeye başladı. İki gün önce gördüğü işkencelerin acısı dinmiş değildi. Sigara yanıklarının oluşturduğu yerlerdeki irinler vücudunda kokuşmuştu artık.

İki gündür sorguya götürülmemesinin sebebini düşünürken daha önceden yakalanıp da bırakılanlardan bu konuyla ilgili anılarını anımsadı. Bunun bir tür psikolojik işkence olduğunu söylemişlerdi. Gerçekten öyleymiş diye düşünüyordu.

İki gündür işkenceye girmediği için bunun İlahi bir yardım olduğundan artık şüphesi kalmamıştı. Rabbi onun dualarına fiili olarak cevap vermişti. Bunun ilahi bir yardım ve Allah’ın rahmeti olduğunu daha önce akledemediği için kendisine kızıyordu. İlahi yardımı farklı bir şekilde beklediği için sorguya gitmediği günlerin birer Rahmet olduğu hiç aklına gelmemişti. Bunu geç de olsa anladığı için Allah’a şükretti.

Kendisini artık yalnız hissetmiyordu. Rabbinin rahmetinin üzerinde olduğunu şimdi daha iyi hissedebiliyordu. “Elbette Rabbin sana verecek, böylece sen hoşnut kalacaksın”[2] ayetini düşününce yüzünde bir sevinç belirdi. Bu ayetin nerden aklına geldiğini bilmiyordu. Ama tam da ihtiyacı olan bir ayetti. Bunun üzerinde uzun uzadıya düşündü. Düşündükçe ufku açıldı. Önünde daha güzel şeyler gördü. Buna daha çok sevinmişti. Bu ayetin kendi kalbine doğan bir muştu olduğunun zannına kapıldı.

İşkenceye ara verilen üçüncü günün akşamıydı. Hücre kapısının açılmasıyla irkildi. Hiç beklemiyordu. Ama sonunda yine sorguya gideceğini biliyordu. Cemaatin kendisine emanet ettiği sırları almak istediklerini biliyordu. Canı pahasına bu sırları saklamak gerekirse, onlarla birlikte mezara girmeye bile razıydı.

–Kalk lan ayağa!

Taha kendisine söyleneni yapıp ayağa kalktığında, gözlerini bağladılar. Hücresinden çıkıp sorgu odasının yolunu tuttular. Sorgu odasında Taha’yı her zamanki gibi yine sandalyesine oturttular. Etrafını saranların varlığını hissedebiliyordu.

–Nasılsın?

Gayri ihtiyari olarak;

–İyiyim, diyebildi.

–Sigara içer misin?

–Sigara kullanmıyorum.

–Aferin sana! Bize çay söyleyin. Yemek yemek ister misin?

–Hayır, aç değilim.

–Tamam, çay içelim o zaman. Çaylarımız gelene kadar seninle biraz sohbet edelim.

–Şimdi bize Cemaatten kiminle görüştüğünü söyle.

–Ben size defalarca söyledim ben Cemaat falan tanımıyorum.

–Bak sabrımız kalmadı. Bize doğruları anlatmadığın sürece asla buradan çıkamazsın. Bir daha ne Cemaate, ne de ailene kavuşabilirsin. Sen bize yardımcı olursan, biz de sana yardımcı oluruz.

–Ben Cemaat falan tanımıyorum. Sizin neden söz ettiğinizi de bilmiyorum.  

–Üzerindeki silahın modeli neydi?

Bu şaşırtmaca bir soruydu. Taha’nın silah konusunda eğitilmiş olabileceğini düşündükleri için tuzak bir soru sormuşlardı.

–Bilmiyorum.

–İnsan taşıdığı silahın modelini nasıl bilmez lan?

–Ben silahtan anlamam ve onu yerde bulduğum için modeli beni hiç ilgilendirmiyor.

–Bu silahla onlarca faili meçhul cinayet işlenmiş. Eğer bize silahı kimden aldığını söylemezsen, bu cinayetler senin üzerine kalır. Ve bunun cezası idamdır. Ama biz senin adam öldürmeyeceğini biliyoruz. O yüzden gerçek suçluları yakalamamız için bize yardımcı olman gerek. Yoksa sana yardımcı olamayız. Şimdi bize silahı kimden aldığını söyle!

–Silahı yerde buldum.

–Bak oğlum bizim sabrımızı test etme. Bize en azından bir isim vermen lazım. Yoksa o faili meçhulleri senin üzerine atarız.

Taha üzerindeki silahın bazı eylemlerde kullanılmış olabileceğini biliyordu. Ama sonunda idam da olsa asla bir kardeşinin ismini veremezdi.

–Silahı yerde bulduğumu size defalarca söyledim. Bundan başka size söyleyecek hiçbir sözüm yok.

–Peki, sen bilirsin. Alın bunu lan!

Amirlerinin emriyle Taha’nın kollarına girip onu tel somyaya bağladılar. Bunun acısını henüz unutmamıştı. Dayanmak için Allah’a dua etmeye başladı. Bu zalimlerden asla medet beklemeyecekti. Kendisinin her şeye kadir olan Rabbi vardı.

Taha’yı iyice bağladıktan sonra

–Sana sorduğumuz her soruya ya doğru cevap verirsin ya da senin canına okuruz. Silahı kimden aldın?

–Silahı buldum.

Ardından vücuduna verilen elektrikle kıvranmaya başladı. Getirdiği tekbirlerle duvarlar titriyordu. Ama Taha’nın feryadına aldıran olmuyordu.

–Silahı kimden aldın?

Sorulan soruya cevap vermiyordu. Kısa bir süre sonra vücuduna yediği elektrikle sarsıldı.

–Silahı sana Cemaat mi verdi.

Yine ses yoktu. Ardından yediği yumrukla ağzından kanlar akmaya başladı.

–Silahı kimden aldın.

Ses çıkmayınca elektrik düğmesinin voltajını artırdılar. Taha daha fazla kıvranmaya başladı. Taha’nın neler çektiğini umursayan yoktu. Öfkelenmişlerdi. Tüm hınçlarını ve öfkelerini kusuyorlardı. Kendi hayvani duygularıyla kurbanlarına saldırıyorlardı. Kurbanlarının acılar içinde kıvrılmalarından zevk alıyorlardı. Yaptıkları işkenceyle en çok kurbanını bağırtan kendisiyle gurur duyuyordu. Öyle ki her birinin ruh halini belirten lakapları vardı. Kimisinin adı “Kemik kıran” kimisinin “Diş çeken” kimisinin de “Vahşi” gibi lakapları vardı. Her biri yaptıkları bu zalimlikleriyle adeta gurur duyuyorlardı. Onlar için bu lakaplar bir gurur vesilesiydi. Oysa her biri bu sıfatlarını yaptıkları zalimlikleriyle elde etmişlerdi. Bunu hiç umursamıyorlardı. Bazen kazandıkları bu lakaplarının hakkını verebilmek için daha fazla işkence yapıyorlardı. Kendilerinin önüne atılan kurbanlarının üzerine kemiğe üşüşen köpekler gibi saldırıyorlardı. Ne kadar saldırgan ve vahşi olabilseler, amirlerinin gözüne o kadar girebiliyorlardı.

Taha, kendisine verilen elektriğe daha fazla dayanamamış bayılmıştı. Taha’nın artık bağırmadığını görünce, işkencelerine ara verdiler. Ara vermelerinin sebebi Taha’nın bayılmış olması değildi. Baygın bir insanın işkence esnasında acı hissetmediğini bildiklerinden, işkence etmek onlara zevk vermiyordu. Kurbanlarına işkence ederken bağırma ve haykırışları olmadan işkencenin hiçbir tadı yoktu. Bunu bildiklerinden Taha’yı ayıltmak için yüzüne biraz su serpip kendisine gelmesini sağladılar.

-Bize silahı kimden aldığını söyle, yoksa elimizde kalacaksın.

Taha konuşamayacak kadar yorgundu. Gözleri bile zor açılıyordu. Kendinde olmadığı her halinden belliydi. Kendisine sorulan soruya cevap vermeyince ağzına yediği yumruğu bile neredeyse hissetmemişti. Yediği yumruğa hiç tepki vermemişti. Ağzında sadece mırıldandığı birtakım zikirler vardı. Bunu anladıklarında daha bir öfkelendiler. Ardından bir yumruk daha yedi. Yine hiçbir tepki vermedi. Ağzında biriken kanları dışarı tükürdüğünde kanlar içinde beyaz bir inci tanesini andıran birkaç dişi parlıyordu. Ama yine de hiçbir tepki vermedi. Şu anda kendisine ne yaparlarsa yapsınlar hiç umurunda bile değildi. Sanki ruhu çoktan bedeninden ayrılmış gibi hiç acı hissetmiyordu. Yediği yumruklar neredeyse çenesini kıracak kadar şiddetli olmasına rağmen yine de çıtı çıkmamıştı.

Kendi acizliklerini gördüklerinde, öfkelerinden dillerini ısırmaya başlamışlardı. Her ne yaptılarsa da bir türlü bu genci konuşturamamışlardı. Kazandıkları lakapları ve vahşilikleri bile bu genci konuşturmaya yetmemişti. Artık ne yapacaklarını bilmeden rastgele saldırmaya başlamışlardı. En azından kendisinden bir isim almalıydılar. Kendi onurlarını ve kazandıkları lakaplarını korumak adına bir isim almak için her türlü yolu deniyorlardı. Ama her ne yaptılarsa da boşuna bir çaba ve uğraştı. Yaptıkları tüm zalimliklerine rağmen Taha’dan hiçbir şey öğrenememişlerdi.

Taha, bağlı olduğu elektriği vücudunda hissettiği anda tüm gücüyle “Allah-u Ekber” diye bir nidayla Arş-ı A’la’yı titretti.

Ruhunun bedenini terk ettiği andı. Sevgiliye vuslatın sevinciydi son tekbiri. Aşığı olduğu Rabbine kavuşmasının muştusuydu tekbir. Tüm gücüyle sevincini duyurmuştu âleme. Bu dünyadan alnının akıyla ayrıldığını ve Rabbinin rızasına nail olduğunun işaretini taşıyordu tekbir sesi. Kendisini Rabbinin rızası için Cemaati uğrunda feda etmişti. Bundan böyle Taha tarihe “Fena filcemaat” olarak geçecekti. Davası uğruna, İslam’ı korumak uğruna nasıl feda olunacağını bu zamanın Müslümanlarına pratik bir şekilde öğretiyordu. Taha, en büyük arzusuna kavuşmuştu. Cemaatinin kendisine emanet ettiği tüm sırlarıyla birlikle ahirete göçmüştü. Bundan böyle ona ne yaparlarsa yapsınlar, artık hiçbir önemi yoktu. Artık kendisine acı veremezlerdi. Cansız bedeni öylesine duruyordu. Polislerin şaşkın bakışları altında yatan bu beden onların ne kadar aciz olduklarını yüzlerine haykırıyordu. Taha’nın ölmesine öfkelenmişlerdi. Kendisinden hiçbir bilgi elde edemedikleri bu gencin ölümü onlar için bir yüz karası olarak kalacağı için endişe ediyorlardı. Bundan sonra hangi yüzle arkadaşları arasında dolaşacaklarını düşünüyorlardı. Kazandıkları lakaplarının içi boş bir unvandan başka bir şey olmadığı ortaya çıkmıştı. Bunu örtbas etmek için bir çıkar yol arıyorlardı.

Amirleri, Taha’nın cansız bedenine baktıkça, adamlarına tüm hakaret ve küfürlerle hiddetleniyordu. Amir olduğundan bu yana nice kişilere işkence emri vermişti. Ama her seferinde istediğini elde ettiği için adamlarının yaptıklarına göz yummuş ve onları daha bir cesaretlendirmek için “Aferin ve bravolarla” onları bu işe teşvik etmişti. İşkence yaptıkları kurbanlarından elde ettikleri bilgileri üstlerine ilettiği zaman kendisiyle ve adamlarıyla gurur duyuyordu. Üstleri, bilgileri nasıl elde ettiklerini bildikleri halde, onlar bile sonuca bakıp n onlara teşekkür ediyorlardı.

Taha, artık onlar için hiçbir şey ifade etmiyordu. Şimdi yapmaları gereken, Taha’nın ölümüne bir kılıf hazırlamaktı. Bu, çok da zor bir iş değildi. Daha önce de emniyette meydana gelen böylesi vakalarda başvurdukları birçok metotları vardı.

Ertesin gün yerel gazetede yan başlık olarak şöyle bir haber yer alıyordu.

“Emniyette gözaltındayken kaçmaya çalışan Taha İREM, binanın üçüncü katından atlayarak yaşamını yitirdi.”

Bu haber Cemaate ulaştığında, Cemaat Taha’nın şehadet haberini tüm fertlerine ulaştırdı. Taha’nın kendileri için ne kadar kıymetli ve değerli olduğu göstermek adına, onun pak naaşını alıp büyük bir topluluk ve öfkeyle Taha’ya son görevlerini yerine getirdiler. Kabri başında ettikleri intikam yeminleriyle, Taha’nın kanının hesabını zamanı gelince zalim işkencecilerden sorulacağının sözünü verdiler.

Cemaat içinde Taha bir örnek oldu tüm Müslümanlara. İşkenceler altında izzet ve şerefle direnişin simgesi oldu. Zalimlerin zulmüne karşı İslam adına feda olmanın yeni versiyonuydu. Zamanın Hubeyb’iydi. Kendisini davasına feda eden, ahiret karşılığında dünyasını satan ve bu alış verişte kazanan o olmuştu.

Sait, Taha’nın şehadetiyle yıkıldı. Daha kısa bir zaman önce şehit olan Cüneyt’in acısını yüreğinde taşırken, Taha’nın şehadet haberiyle yıkıldı. Gözyaşlarına hâkim olamadığı gibi öfkesine de hâkim olamıyordu. Bir yandan sosyalist ve komünist PKK, diğer yandan devletin polis gücünün karşısında her şeye gücü yeten Allah azze ve celleden başka hiçbir dayanağının olmadığının bilinci ve şuuruyla Rabbine yalvarıp yakardı.

Gece namazında alnını secdeye bırakıp gözyaşları içinde kendisinin de şehit olması için Rabbinden istekte bulunup durdu. Gönlünde hissettiği ferahlıkla alnını secdeden kaldırdığında, Rabbine verdiği sözle nefesinin son anına kadar İslam davası uğruna mücadele etmesi için kendisinin ayaklarını sabit kılmasını diliyordu.

Rabbi kulunun duasına icabet etti. “Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar.”[3]

 

[1] Bakara Süresi: 45-46

[2] Duha Süresi: 5

[3] Bakara Süresi:186

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar