41.84
  
48.67
  
114327.00
  
97.47

Şehadet Yolu-9.Bölüm

Şehadet Yolu-9.Bölüm

  9.BÖLÜM

Taha, akşam namazının ardından Adil Hocanın bir zamanlar kaldığı evine geldi. Kapıyı çalınca, Adil Hoca kapıyı açıp Taha’yı içeriye aldı. Taha, Adil Hocanın elini öpmek istediyse de Adil Hoca hiçbir, Cemaat ferdine bugüne kadar el öptürmemişti. Taha’ya sarılıp onunla musafaha etmekle yetindi. Taha’nın hal hatırını sorduktan sonra, belindeki silahı çıkarıp Taha’ya verdi. Taha, silahı alıp beline taktı. Adil Hoca hazırladığı bir poşeti alarak Taha’ya; “Bu poşeti sen mi alırsın yoksa ben mi? diye sordu. Taha, Adil Hocanın hazırladığı poşetin Cemaate ait bilgi notları olduğunu tahmin etti.

–Hocam müsaade ederseniz poşeti ben alayım. Siz de benim önümden gidip önümü temizlerseniz bu daha uygun olur.

Adil Hoca, Taha’nın bu şekilde cevap vermesine sevinmişti. Çünkü olması gereken tam da buydu.

–Ben çıktıktan sonra aramızda bir mesafe bırakarak beni takip et. Minibüs durağına geldiğimizde, benden sonra minibüse bin. İneceğimiz yere geldiğimizde ben minibüs şoförüne ineceğimi söyleyince, sen de benden sonra inersin. Beni gideceğimiz yere kadar takip et. Bizi takip eden biri olursa bir şekilde bana işareti ver. Şayet her şey yolunda giderse, beni takip etmeye devam et.

Adil Hoca evden çıktıktan sonra, Taha poşeti alıp onun ardından belirli bir mesafe bırakarak evden çıktı. Adil Hocayla aralarında yaklaşık olarak beş metreye yakın bir mesafe vardı. Akşamın erken saatleri olduğundan caddeler kalabalıktı. İnsanlar işlerinden çıkmış evlerine gidiyordu. Bu kalabalık içinde fazla göze batmazlardı. Adil Hoca minibüs durağına geldiğinde Taha, Adil Hocadan biraz uzak bir mesafede binecekleri minibüsü beklemeye başladılar. Minibüs durağı evlerine gitmek isteyen insanlarla doluydu. Herkes bir an önce evine varabilmek için acele ediyordu. Taha bir yanlışlık yapmamak için Adil Hocanın biraz daha yakınına geldi. Minibüse gelenler bindikçe sanki arkada bekleyen yeni insanlar gidenlerin yerlerini boş bırakmamak adına onların yerlerini dolduruyorlardı. Taha herkese şüpheli bir gözle bakıyordu. İçlerinden kendilerini takip edenlerin olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Henüz şüpheli bir durum yoktu. Gelip giden birkaç minibüsten sonra Adil Hoca gelen minibüse binmek için el kaldırınca, Taha bineceği minibüsü tanımıştı. Diğer bekleyen yolcularla birlikte minibüse binmek için harekete geçip onlardan önce minibüse binip arka tarafa geçti. Böylelikle Adil Hocayı takip eden biri olursa fark edebilsin diye en arkada kendisine yer bulduğu için seviniyordu.

Minibüsün hareketinden sonra Taha nerede ineceklerini bilmediğinden gözlerini Adil Hocadan ayırmadı. Adil Hoca her ihtimale karşı Taha’ya nereye gideceklerini söylememişti. Sadece kendisini takip etmesini istemişti. Ve şuana kadar Taha bunu çok güzel yapıyordu. Zaten Taha Cemaatten aldığı eğitimle Adil Hocaya “Hocam nereye gidiyoruz?” demeyecek kadar bu işleri biliyordu. Bu aynı zamanda Cemaate güven duymanın yanı sıra Cemaat işlerine her daim hazır olduğunun da bir göstergesiydi.

Adil Hoca inmek için minibüs şoförüne seslenince, Taha ondan önce davranıp inmek için hazırlandı. Adil Hocadan önce minibüsten indi. Ardından Adil Hoca inince aralarında mesafe bırakarak Adil Hocayı takip etmeye başladı. Adil Hoca bu sefer yolun karşı istikametine geçip oradaki minibüs durağında beklemeye başladı. Taha ilkin Adil Hocanın ne yaptığını anlamadığından, kısa bir şaşkınlığın ardından, Adil Hocanın neden ters istikamete gittiğini anladı. Bu bir şaşırtmacaydı. Onları takip eden birinin olup olmadığından emin olmak istiyordu. Taha, sadece Adil Hocayı takip edecekti. Ve etrafında şüpheli bir şeylerin olup olmadığını öğrenmek için gözlerini daha iyi açacaktı.

Taha, Adil Hocanın beklediği minibüs durağının biraz uzağındaki otobüs durağında beklemeyi daha uygun gördü. Adil Hocanın beklediği minibüs durağı sakindi. Birlikte beklemeleri sakıncalı olabilir diye otobüs durağında beklemeyi tedbir için daha uygun gördü. Bu sefer şaşırma sırası Adil Hocadaydı. Ama Taha’nın dikkatli davranması onu mutlu ediyordu. Adil Hocanın beklediği minibüs gelince elini kaldırdığı anda, Taha harekete geçti. Adil Hoca minibüse bindikten sonra Taha koşarak yetişip minibüse bindi. Taha minibüsün içindekilerini göz ucuyla süzdükten sonra arka tarafa geçip oturdu. Minibüs, şehir dışında yeni yapıların olduğu mahalleye geldiğinde, içinde sadece üç beş yolcu kalmıştı. Burası henüz inşaatları devam eden bir yerleşim yeri olduğundan pek kimseler yoktu. Adil Hoca inmek istediğini şoföre söyleyince Taha bu sefer hiç acele etmedi. Nasıl olsa buralar neredeyse çöl gibiydi. Adil Hocayı gözden kaybetmesi mümkün değildi. Adil Hoca minibüsten indikten kısa bir mesafeden sonra Taha’da inmek isteğini söyleyince şoförün tepesi attı. Kendi kendine madem inecektin ne diye az önce inmedin, diye sitem ediyordu. Bunu yapan yolcular çok olduğundan Taha bir kereden bir şey çıkmaz deyip şoförün söylemlerine aldırmadı. Minibüs durunca Taha minibüsten indi. Bir süre Adil Hocanın arkasından baktıktan sonra hızlı adımlarla Adil Hocaya yetişmeye çalıştı.

Adil Hoca kendisinin ardından Taha’nın inmediğini görünce bir an için bir tereddüt yaşadıktan sonra Taha’nın kendisini takip ettiği anlaşılmasın diye hemen inmediğini anlamıştı. Adil Hoca arkasına dönüp Taha’yı görünce düşündüğünde haklı olduğunu anladı.

İndikleri yerden yaklaşık İki yüz metre sonra başlayan binalara doğru gidiyorlardı. Boş alanda onları görenler bunların birbirini tanıdıklarını hiç tahmin edemezlerdi. Birbirlerine o kadar uzak ve soğuk davranıyorlardı ki birbirlerinden haberleri yokmuş gibiydiler. Az ilerde yeni yapılan binalardan çok azı bitirilmişti. Biten binaların çoğunda ise henüz tam yerleşim olmamıştı. Bu, onlar için daha iyiydi. Şehrin bu yeni yerleşim yerinde çok az insanın olması bir avantajdı. Burada yabancılar çok çabuk göze battıklarından kendilerini takip eden birilerinin olup olmadığını daha iyi anlayabiliyorlardı. Adil Hocanın Akşam buraya gelmek istemesinin sebebi mümkün olduğunca az insanla karşılaşmak istemesindendi. Neyse ki şu ana kadar etrafta onları gören kimse olmamıştı. Binaların olduğu yere geldiklerinde, Adil Hoca bir binaya girdi. Taha adımlarını hızlandırıp Adil Hocanın ardından binaya girdi.  Adil Hoca merdivenleri çıkarken, Taha binanın girişinde bir müddet bekledi. Binaya giren kimsenin olmadığından emin olunca merdivenleri koşar adımlarla çıktı. Adil Hocanın girdiği dairenin kapısı kapanmadan yetişti.

Girdikleri binanın üçüncü katında sadece girdikleri daire ve onun çaprazlama olarak karşısındaki daire doluydu. Bu bina da diğer binalar gibi tam dolu değildi. Şehirden uzak olduğundan pek kimse buraları tercih etmiyordu. Sessiz sakin bir yerleşim yerini seven emekliler için ideal bir yer olarak düşünülse, burası bulunamaz bir yer olarak gösterilebilirdi. Ne var ki hâlâ devam eden inşaatlar yüzünden etraf inşaat molozları ile doluydu. Henüz hiçbir binanın peyzaj çalışması yapılmamıştı. Sadece binalar bitirilmişti. İnsanların belki de acele etmemelerinin nedeni buradaki inşaatların tamamen bitmemesi de olabilirdi. İnşaat çalışmalarının o sıkıcı seslerine katlanmak işkence gibi geliyordu mutlaka.

Ev sahibi, kapıyı açıp Adil Hocayı karşısında görünce şaşkınlıktan küçük dilini yutmuşa döndü. Adil Hocanın ardından eve giren Taha’yı gözü görmüyordu bile.

Ev sahibi Cemaatin en eski fertlerinden biriydi. Cemaat çalışmalarında zamanında gösterdiği fedakârlık ve hizmetten sonra önüne çıkan yüksek bir memuriyeti dahi kabul etmeyecek kadar Cemaate gönülden bağlıydı. Ama Cemaat onun bu memurluğu kabul etmesini ve Cemaat çalışmalarına ara vermesini istediğinden, Cemaatin emrini istemeyerek de olsa itaat edip memurluk işine başlamıştı. Böylece Cemaat hizmetlerinde uzak kalmıştı. Bu evi, Cemaatin üst düzeyindeki insanlardan başkası bilmiyor ve ev sahibini çok az Cemaat mensubu tanıyordu. Onu tanıyan bazı Cemaat mensupları, onun memuriyetten sonra Cemaat işlerine uzak durmasını Cemaatten ayrılma şeklinde yorumladılar. Cemaatin istediği tam da buydu.

Ev sahibi, daha önce evinde Cemaatin önde gelenlerinden birkaç kişiyi misafir ettiğinden, Cemaatin kendisinden neden böyle bir şey istediğini zaman içinde anlamıştı. Ama uzun zamandır kimse kendisini ziyarete gelmemişti. Bu durum canını sıksa da sabrediyordu. Bazen hanımının;

Neden Cemaatten bu kadar uzak duruyoruz? Sorusuna diyecek bir şey bulamıyordu. Hanımı, evlerine gelen misafirleri tanımadığından, onların sadece sıradan Cemaat fertleri olduklarını sanıyor, kocasının hâlâ Cemaat mensubu olduğunu anlamasına rağmen yine de bu duruma bir anlam veremiyordu. Eşini fazla ketum davranmakla suçlasa da mutlu olduklarından hayatından memnundu.

Adil Hoca ve Taha’yı müsait bir odaya alan ev sahibi;  “Hocam inşallah bir sıkıntı yoktur?” diyerek merakını dile getirdi. Adil Hoca ev sabinin merakını gidermek için Cemaatin başına gelenleri kısa bir şekilde özetleyip durumu anlatınca, ev sahibi biraz olsun rahatlamıştı. Polis baskınları ve Cemaat mensuplarının yakalanmaları İslam davası güdenleri beklen bir şey olarak her zaman mümkündü. Bunun için endişelenecek bir şey olmadığını anlayan ev sahibi, Adil Hocanın açıklamasından sonra rahatladı.

Cemaat mensupları zaman zaman yakalanırdı. Bunlar Cemaat çalışmalarını sekteye uğratsa da Cemaatin işleyişini etkilemiyordu. Şu ana kadar bu işleyişi bozacak bir durum olmamıştı. Bunun devamı için Cemaat özenle ve tedbirle çalışıyordu. Cemaat kendi fertlerinden de bu tedbirlere riayet etmesin istiyordu.

Adil Hoca, nezaketen ev sahibine;

–Eğer müsaaden olursa bir müddet senin evinde kalacağız dediğinde, eve sahibi;

–Başımın üstünde yeriniz var dedi.

 Adil Hoca bu cevaba sevinmişti. Gerçi bu evde kalmalarında bir sorun çıkacağını sanmıyordu, ama yine de sorma gereği duymuştu.

Misafirlerinin yoldan geldiğini bildiği için müsaade isteyip odadan çıktı. Ailesinden misafirleri için yemek hazırlamasını isteyip tekrar misafirlerinin yanına döndü. Ev sahibi Adil Hocayı görmenin heyecanı ile yanındaki gence hiç dikkat etmediğini fark etti. Daha önce bu genci hiç görmediğini, kendi zamanındaki arkadaşlardan olamayacak kadar genç birinin Adil Hocanın yanında buraya gelmesinin bir sebebi olabileceğini düşündü. Ev sahibi Taha’ya daha dikkatli bakıp onda kendi gençlik yıllarını gördü. Bir zamanlar kendisi de Cemaatin abilerine korumalık yapmıştı. İçinde o yılların özlemini hissetti. Şimdilerde ise çok nadir bir şekilde Cemaatin abilerini görebiliyordu. Onları bazen öyle özlüyordu ki ne yapacağını bilemiyordu. Bu durumunu Cemaate bildirdiği her seferinde kendisine sabır tavsiyesinde bulunulurdu. Hatıraları gözlerinin önünde bir film şeridi gibi geçti. Gözleri ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Misafirlerinin yanında ağlamak kim bilir onu nasıl bir duruma sokardı.

Ev sahibi genci sormadığını hatırlayınca mahcup bir şekilde;

–Sen de hoş geldin. Nasılsın? diye sordu.

Taha, aynı nezaketle ev sahibine cevap verdi. Bu, normal bir tanışma merasimi değildi. Tanışma merasimlerinde “Merhaba! Nasılsınız? Benim adım falankes. Tanıştığımıza memnun oldum” gibi bir merasim yapılmazdı. Tam aksine Cemaat mensupları arasında kim kimi ne kadar az tanırsa, o kadar daha iyiydi. O yüzden sadece bir kardeş olarak tanımak yeterli geliyordu. Adı, sanı ve ne iş yaptığıyla kimse ilgilenmiyordu. Aynı şeyler misafirleri için de geçerliydi. Evinde kaldıkları kişinin kim olduğundan daha çok, onun bir Cemaat mensubu olması onlar için yeterliydi. Aralarındaki kardeşlik bağı tüm her şeyin üstündeydi.

Ev sahibi Taha’yı sorup geç kalmış olan ev sahipliği görevini yerine getirirken oda kapısının tıklatılmasıyla sohbetleri bölündü. Odadan çıkan ev sahibi, kısa bir süre sonra elinde yemek tepsisiyle odaya girdi. Yemek tepsisinin üstünde akşamdan kalma olan bir tabak yemeğin yanı sıra envai kahvaltı çeşitleri vardı. Adil Hoca ile Taha yemek tepsisini görünce acıktıklarını fark ettiler. Akşam evden apar topar çıktıkları için yemek yemek akıllarına gelmemişti. Sofrayı görmeseydiler sanki acıktıklarını hiç bilmeyeceklerdi. Ev sahibinin misafirleri için hazırladığı bu muhteşem sofraya rağmen hiçbir şey yapmamış gibi mahcup duruşu ve özrünü beyan edip “Gecenin bu saatinde hazırlayacak bir şey bulamadım. Hakkınızı helal edin” demesi misafirlerini şaşırtmıştı. Çünkü ev sahibinin hazırladığı sofra gerçekten de mükemmeldi. Ev sahibinin daveti ile sofraya oturan misafirler yemeklerini yerlerken ev sahibi Adil Hocaya Cemaatin şu andaki durumuyla ilgili bir şeyler sordu. Adil Hoca son zamanlarda yaşanan polisin baskı ve tutuklamalarından söz edince ev sahibi duygularına hâkim olamadı. Kendisinin rahat bir hayatı olmasına rağmen o hep Müslümanların derdi ile dertlenmek ve onların acılarına ortak olmak istiyordu. Yakalanan kardeşlerini duyunca kendisinde bir eksikliğin olduğu hissine her zaman kapılırdı. Dualarında Rabbine el açıp yalvarmadığı bir günü bile yoktu. Mücadelenin içinde olmak ve Allah rızası için koşuşturmak en büyük hayaliydi. Şimdi sahip olduğu memuriyet ve maddi imkânlarının hiçbiri onu tatmin etmiyordu.

Adil Hoca, ev sahibinin tanıdığı ve bir zamanlar birlikte hizmet ettikleri bazı arkadaşlarının da bu son polis baskınlarında yakalandığını söyleyince, artık kendisine hâkim olamayan ev sahibinin gözlerinden boşalan yaşlar, aslında onun yaşadıklarının acısı gibiydi. Adil Hoca gözyaşlarını görmezden gelip anlatmaya devam ediyordu. Adil Hoca anlattıkça, ev sahibi duygulanıyordu. Ev sahibi duygulandıkça da Adil Hoca anlatıyordu. Onları dikkatli bir şekilde dinleyen ve gözlemleyen Taha, aralarındaki diyaloga şaşırmasına rağmen tek kelime etmeyip yemeğini yiyordu.

Adil Hoca yemekten kalkıp çayını eline alarak köşesindeki yerine geçince, çayının tadına varmaya başladı. Adil Hocanın kalktığını gören Taha, doymamasına rağmen utandığı için sofradan kalktı. Taha ev sahibinin yemeğe devam etmesi için ısrar etmesine rağmen, doymadığı halde, doyduğunu söylemek zorunda kaldı. Adil Hocanın Taha’ya yemeğine devam etmesini söylemesi bile yeterli gelmedi.

Yenilen yemek ve içilen çayların ardından Adil Hoca abdest almak için ev sahibinden müsaade istedi. Odadan çıkan ev sahibi ortalığı müsait ettikten sonra Adil Hoca abdest almak için odadan çıktı. Akşam namazının ardından yola koyuldukları için yatsı namazını kılmak için fırsatları olmamıştı. Adil Hocanın ardından Taha abdest almak için odadan çıktığında, Adil Hoca ev sahibine Taha’yı tanıyıp tanımadığını sordu. Ev sahibi tanımadığını söyleyince, Adil Hoca;

–Bu, bizim yeni gençlerimizdendir. Kendisi Cemaatin güvendiği ve sevdiği biridir. Sen yine de onun yanında evine gelip giden abilerden söz etmesen iyi olur. Senin hakkında ne kadar az şey bilse, o kadar iyidir. Mümkünse seni Cemaat sempatizanı olarak bilsin. Senin deşifre olman Cemaatin işine gelmez deyip ev sahibinin Taha’nın yanında nasıl davranması gerektiğini özetlemişti..

Ev sahibi odadan çıkıp misafirleri için nevresim, yastık ve pijamalarla misafirlerinin yataklarını yapmaya başladı. Gece epey geç olmuştu. Misafirlerin yorgunluğu gözlerinden belli oluyordu. Misafirler, de bir an önce uyuyabilmek için çabalıyorlardı. Taha, yatakları yapmak için ev sahibine yardım etmeye başladı. Ev sahibi Adil Hocanın rahat edebilmesi için yatağının nereye yapılmasını ve nasıl olmasını sorup duruyordu. Adil Hoca sorulan her soruya fark etmez deyip cevap vermesine rağmen, ev sahibi tatmin olmuyordu. Adil Hocanın nasıl rahat edebileceğini bilmediğinden, sormaya devam ediyordu. Serdiği yatağın birkaç defa yerini değiştirdikten sonra Adil Hoca ev sahibinin rahat etmediğini anlayınca;

–Kapıya yakın olsun. Gece kalktığımda Taha’yı rahatsız etmeyeyim, deyince ev sahibi rahatlayıp Adil Hocanın yatağını kapıya yakın olan yere serdi. Taha’nın yatağını da kapının tam karşısında pencerenin altına serince, yatak soruna çözülmüş oldu. Adil Hoca;

–Gece kalkmak istediğimizde müsait olduğunu nasıl bileceğiz, diye sordu. Ev sahibi;

–Eğer solunun lambası kapalıysa müsaittir. Açıksa müsait değildir, deyip salon lambasının yerini tarif etti.

Adil Hoca, ömrünün neredeyse tüm zamanlarında gece namazını kılmıştı. Yatağının kapının yanında olmasını da aslında bu sebepten dolayı istemişti. Beraber kaldığı kim olursa olsun, kendisi yüzünden onların rahatsız olmalarını istemiyordu. Gece Rabbi için kalktığında, bir başkasının hakkını ihlal edip Rabbin huzuruna gitmek, ona pek doğru gelmiyordu.

Ev sahibi son kez misafirlerinin bir ihtiyaçlarının olup olmadığını sordu. Ev sahibine teşekkür eden Adil Hoca ile Taha, odanın lambasını kapatıp kendilerini yataklarına bıraktılar. Adil Hoca çok yorgun olmasına rağmen aklında yakalanan arkadaşlarının durumu vardı. Kendisinin rahat bir yatakta yatması ona acı veriyordu. Oysa şimdi yakalanan kardeşlerinin nasıl bir işkence gördüklerini ancak Allah bilirdi. Ya aileleri! Onların durumu yürek acısıydı. Bu düşünceler ona rahat vermiyordu, ancak Adil Hoca onları düşünmekten de geri durmuyordu. Onlar için dua edip gözlerini kapadı. Artık zihni bile yorgun düşmüştü. Hiçbir şey düşünemez olduktan sonra uykuya dalmıştı.

Taha, Adil Hocadan farklı değildi. Onu da uyku tutmamıştı. Gözlerini tavana dikmiş düşünüyordu. Bazen yarım bırakmak zorunda kaldığı işlerini, bazen de yalnız bırakmak zorunda kaldığı Sait’i düşünüyordu. Ama şimdi daha önemli bir işi vardı. Şayet bir baskın olursa, bu durumda nasıl davranması gerektiğini hiç bilmiyordu. Adil Hoca ve beraberlerinde getirdikleri bilgi notlarını düşünüyordu. Çok yorgun değildi, ama                           uyumak için ne kadar çabaladıysa da bir türlü uyuyamadı. Hâlâ kafasındaki düşüncelerle boğuşuyordu. Uyku ve uyanıklık arasında Adil Hocanın kalktığını fark edince saatine baktı. Vakit sabah namazına yakın sayılırdı.

Adil Hoca gece namazı için kalkıp abdest aldıktan sonra, Taha da kalkıp abdest almaya gitti. Sabah namazına kadar namaz ve dualarla geçen süre içinde her biri kendi haliyle Rabbine kulluk ediyordu.  Taha İslami çalışmalarına başladıktan sonra düzenli olarak gece namazına kalkıp İslami davada Allah’ın kendisine yardımcı olmasını istiyor ve bunun için manevi olarak kendisine güç vereceğine inandığı gece namazlarına devam ediyordu. Şimdi odanın bir köşesinde Adil Hoca diğer köşesinde kendisi olduğu halde namazlarında kendilerini Rableri ile baş başa hissediyorlardı. Bildikleri süre ve ayetleri okurken Rableri ile konuşmanın o doyumsuz tadına varıp bu fani dünyadan ilişkilerini kesip kendilerini bir an olsun âlemlerin Rabbinin huzurunda görüyorlarmış gibi namazlarını eda ediyorlardı. Okunan her ayet ve sure Allah azze ve celle ile olan bağlarını daha da kuvvetli kılıyordu.

Salon lambasının yanmasıyla ev sahibinin uyandığını anladılar. Vakit. sabah namazı vaktiydi. Birazdan ev sahibi odaya girdiğinde misafirlerini dua eder halde bulunca şaşırmadı.

–Hocam namaz kıldınız mı? diye sordu.

 Adil Hoca. ev sahibinin sabah namazını kendileriyle birlikte kılmak istediğini anlamıştı.

–Henüz kılmadık. Sen namazını ailenle birlikte kıl. Ben ve Taha birlikte kılarız. Böylelikle cemaat sevabından mahrum kalmamış oluruz dedi.

 Ev sahibi itiraz etmeye hazırlanıyordu ki Adil Hoca ev sahibini itiraz etmesine izin vermeden sabah namazının sünneti için kıyama durunca ev sahibi odanın kapısını kapattı. Adil Hocayla birlikte sabah namazını cemaatle kılıp tesbihatlarını bitiren Taha, uzun bir duanın ardından yatağına uzanıp kendisini rahatlamış bir şekilde uykuya bıraktı. Adil Hoca sabah namazının ardından yatağına oturup Kur’an okumaya başladı. Sessiz bir şekilde Kur’an okuyan Adil Hocanın zaman zaman gözlerinden akan yaşlar, okuyuşuna eşlik ediyordu.

Taha uyandığında, gün yeni aydınlanmıştı. Pencereden içeri giren güneş ışıklarının etkisiyle uyanıp uykulu gözlerin mahmurluğu ile etrafına bakan Taha, Adil Hocayı gözleri yaşlı bir şekilde Kur’an okurken buldu. Anlaşılan Adil Hoca sabah namazından sonar yatmamıştı. Taha kalkıp kendi yatağını toplarken, Adil Hoca da kendi yatağını toplamaya başlayınca Taha kendi yatağını bırakıp Adil Hocaya yardımcı olmak istedi. Adil Hoca;

–Sen kendi yatağını topla. Bunu ben hal ederim dedi.

Taha istemeyerek de olsa Adil Hocanın dediğini yapıp yatağını topladı. Toplanan yataklar odanın bir köşesine istiflendi. Her gün gelip gitmesindense, böyle olmasını Adil Hoca istemişti.

Misafirlerinin uyandığını anlayan ev sahibi odaya girip misafirlerini selamladı. “İnşallah rahat etmişsinizdir” diyerek misafirlerinin rahat edip etmediklerini anlamaya çalışıyordu. Adil Hoca ev sahibine teşekkür edip

–Müsaitse abdest alalım, dedi.

Ev sahibi odadan çıkıp mutfak kapısını kapattıktan sonra misafirlerinin abdest alabilmeleri için müsait olduğunu söyledi. Adil Hocadan sonra Taha abdestini alıp içeri girdiğinde, Adil Hocanın namaz kıldığını görünce onu rahatsız etmemeye çalıştı. Bu arada ev sahibi elinde sabah kahvaltısının olduğu tepsiyle içeri girince, Taha yardımcı olmak için ev sahibinin elindeki sofra bezini alıp serdi. Adil Hocanın namazının ardından kahvaltı için sofraya oturdular. Ev sahibi misafirlerinin rahat edip etmediklerini, bir eksikliğin olup olmadığını merak ettiğinden tekrar;

–Rahat ettiniz mi? Bir eksiğiniz veya bir ihtiyacınız var mı? diye sordu.

Her şey için teşekkür eden Adil Hoca ev sahibine;

–Rahat ol. Bu şekilde endişe edersen, hem kendisini hem de bizi sıkıntıya sokarsın. Sen rahat olursan biz de rahat oluruz deyip ev sahibinin gönlünü aldı.

Kahvaltı sofrası müthiş hazırlanmıştı. Taha bir an bu kahvaltının ev sahibinin günlük sıradan kahvaltısı mı yoksa kendilerine özel hazırlanmış bir kahvaltı olup olmadığını merak etti. İnsanın iştahını açacak bir servisle hazırlanan kahvaltı için ev sahibi en gözde misafirler için saklanılan porselen ve cam tabaklarını çıkartmıştı. Bir yandan kahvaltı çeşidinin bolluğu ve lezzeti, öte taraftan göze hitap eden bir görsellik, misafirlerin iştahla yemelerini sağlıyordu. Yeni bir güne başlarken bundan daha güzel bir kahvaltı olamaz, diye düşüyordu Taha.

Adil Hoca her zamanki gibi çok az yemiş, ancak Taha’nın utanıp erken kalkmaması için ilk keyif çayını sofrada içmişti. Taha’nın da sofradan kalkmasıyla çayını alıp köşesine çekildi.  

Gözlerindeki o derin bakış hâlâ yerindeydi. Sözde keyif çayı içiyordu, ama bu çaydan keyif aldığını söylemek neredeyse imkânsızdı. Hâlâ aklını kurcalayan şeyler olduğu çayını yudumlarken bile dalıp gitmesinden anlaşılıyordu. Ev sahibi kahvaltı tepsisini mutfağa götürdü. Biraz sonra ev sahibi giydiği takım elbise içinde odaya girdi Adil Hocadan işe gitmek için izin istedi. Adil Hoca;

–Varsa bize birkaç kitap ve bir tane daha Kur’an-ı Kerim getirirsen iyi olur, dedi.

Ev sahibi hemen odadan çıkıp yan taraftaki odadan Adil Hocanın istediği kitap ve Kur’an-ı Kerim’le geri döndü. Son kez bir isteklerinin olup olmadığın soran ev sahibine;

–Allah razı olsun. Sana verdiğimiz rahatsızlık için de hakkını helal dedi.

Bu sefer de ev sahibi gerçekten de mahcup oldu.

Adil Hoca, ev sahibinin ne iş yaptığını bildiğinden işe gitmesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Ama Taha, ev sahibinin takım elbiseli olmasının, onun memurluk yaptığına yordu. Çünkü memurlar takım elbise ve günlük tıraşla işe giderlerdi.

Ev sahibinin işe gidişinden sonra Adil Hoca ile Taha yalnız kalmışlardı. Adil Hoca Kur’an’ı alıp daha önceden işaretlendiği belli olan sayfadan okumaya başladı. Ev sahibinin getirdiği kitaplara bakan Taha, ilgisini çeken bir kitabı alıp kendi köşesine çekildi.

Bir oda içinde iki âlem vardı. Adil Hoca, Rabbini zikredip O’nu tefekkür ederek okuduğu Kur’an’la sanki Rabbiyle konuşuyormuşçasına bir duygu seline kapılmıştı. Okuduğu ayetleri ilk defa duyuyormuş gibi etkilendiği her halinden belli oluyordu. İmanın lezzetine ve eşsiz doyumuna erdikçe yüreği daha bir hızlı atmaya başlıyordu. Bazen sevinçken bazen Cehennem ve Allah’ın azabının korkusuyla tövbe ve pişmanlıktan akan gözyaşları birbirine karışıyordu. Az önce yaptıkları kahvaltı ile bedenini beslediği gibi şimdi Kur’an ziyafetiyle ruhunu besliyordu. Kahvaltı sofrasının bir anlık zevkine karşı şimdi doyumsuz bir ziyafet olan Kur’an sofrasından dilediği kadar alıyor aldıkça daha fazlasını arzuluyordu. Kur’an’dan aldığı feyzle neredeyse ruhu bedeninden çıkıp uçacakmış gibi coşuyordu. Doğrusu ruhu bedeninden çoktan ayrılmıştı. Adeta Rabbinin ikramlarına nail olmuş gibi etrafındakilerden ve dünyadan kopmuş gibiydi. Adil Hocanın en çok rahatladığı anlar Kur’an okuduğu anlardı. Kur’an’la o kadar bütünleşebiliyordu ki yaşadıkları sıkıntı ve dertleri unutuyordu. Adil Hocanın Kur’an’la hasbihalini gören Taha eline aldığı kitapla kendi köşesine çekilmiş, kendi âlemine dalıp gitmişti.

Taha’nın merak edip eline aldığı kitabın üzerinde “Allah (c.c) ile olan Bağlarımız” diye yazıyordu. Taha bir an merak edip eline aldığı kitabın ismini düşündü. Allan azze ve celle ile bağlarının kopmasını kim ister ki? Bu bağlardan yazarın ne kast ettiğini anlamak için kitabı açıp içindekiler bölümüne baktığında İmanın her bir şartı ile Allah azze ve celle ile nasıl bir bağımızın olduğunu anlattığını görünce daha bir merak etti kitabı.

Allah azze ve celleye bizi bağlayan bağları imanın altı rüknü ile açıklıyordu. İman ettiğimizi söylediğimiz Allah azze ve celle kimdi? Ona gerçekten de iman etmiş miydik? İmanımız taklidi mi yoksa hakiki midir? Allah azze ve celleyi ne kadar tanıyoruz? Yazar bu başlıklarla Taha’nın ilgisini çekmeyi başarmıştı.

Her Müslüman gibi Taha da Rabbini gönülden sevenlerden olmak ve O’na hakiki bir iman ile iman etmeyi istiyordu. Rabbini daha iyi tanımayı sağlayacak her konu ve kitap ilgisini çekiyordu.

Taha, okuduğu kitapta tanıdığını zannettiği Allah azze ve celleyi yazarın anlatımlarıyla bir kez daha düşündü. Allah azze ve cellenin azameti, Kudreti ve kâinattaki her bir varlık üzerinde bulunan Semadaniyet mührü ile Allah’ın yaratıkları üzerindeki her bir mührü ve yaratılış hikmetlerini gözler önüne seren yazarın anlattıklarıyla kalbine dolan Allah sevgisinin akışını hissedebiliyordu. Okudukça daha bir düşüncelere dalıyor, Allah azze ve cellenin  “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı pıhtılaşmış kandan (alak'tan) yarattı. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir”[1] diye buyurduğu gibi kâinatı okumaya başladı Taha. Okudukça Rabbinin büyüklüğünü görüyor, gördükçe de hayret ve şaşkınlıkla Rabbini tüm eksikliklerden ve noksanlıklardan tenzih ediyor, Allah’a hamd ediyordu.

Elindeki kitaba kendisini öylesine kaptırmıştı ki yanında bulunan Adil Hocanın varlığını bile unutmuştu. Kendisini koskoca bir âlemde Allah’ın ayetlerini okurken buluyordu. Bu atmosferi bozmamak için gözlerini dikmiş olduğu kitapta yazarla birlikte Allah azze ve cellenin gizli sırlarına erişmeye ve bu yolda fena olmaya çalışıyordu. “Allah’ı sevebilmek için Onu çok iyi tanımamız gerek” diyen yazar, Allah’ı anlattıkça, Taha şimdiye kadar sevdiğini söylediği Allah azze ve celleyi ne kadar az tanıdığını anlıyordu. Sevgisinin yüzeysel olduğunu anladığında gözyaşlarında pişmanlık damlaları döküldü. “İnsan tanımadığı, bilmediği ve görmediği birisini ne kadar sevebilir?” diyen yazar, Taha’nın kalbine dokunmuştu. Taha Allah azze ve celleyi düşündü. Onu sevdiğini çok rahat bir şekilde söyleyebilirdi. Ama ne kadar tanıdığıyla ilgili soru kafasını karıştırmıştı. İnsan tanımadığı birisini tam olarak sevemez. Sadece sevdiğini söyler. Bu sevgi gerçek bir sevgi değildir. Sözle söylenen bir sevgi sözcüğü yerine, kalbe etki eden bir sevgiye geçmeye adım adım yaklaştığını damarlarındaki kanın akışından bile hissedebiliyordu. Kalbi her zamankinden daha hızlı atmaya başlamıştı. Aşk bu olsa gerek, diye düşünmeye başladı. Daha önce hiç böyle bir duygu yaşamadığını hatırladı. Ne kadar boş bir hayat yaşadığı için kendisine kızdı. Allah’tan bihaber geçen yıllarına hayıflandı. Kaybettiği yıllara mı üzülsün, yoksa şu anda yaşadıklarına mı şükretsin bilemedi.

Taha ile Adil Hoca, o an içinde bulundukları bu ruh halleriyle yaşadıkları sıkıntılardan kurtulmuş bu dünyadan göçmüş gibiydiler. Ruhları rahatlayıp huzur içinde dolaşadursun hâlâ bedenleri bir oda içinde tutsak gibiydi. Bi birlerinin yaşadıklarından bile habersiz olanların kalbini bir tek Allah azze ve celle biliyordu. O anda konuşmaya ve Rablerine durumlarını arz etmeye gerek yoktu. Hal diliyle her şeylerini âlemlerin rabbine açmışlardı. Gözlerinin önünden kalkan perde, onlara Allah için zorluk ve sıkıntı çekenlerin halini gösteriyordu. Kendi durumlarıyla kıyas edince durumlarının daha iyi olduğunu gördüklerinde Allah’tan sabır dilediler. O an Rablerinin divanında, gönüllerinden geçen şu duayla;

“Rabbimiz bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma, bizi affet, bizi bağışla, bize acı. Sen Mevla’mızsın, kâfirlere karşı bize yardım et”[2] hal dili ile Rablerinden yardım istediler. O’nun katında sözlerin kifayetsiz kaldığını görünce, kal diliyle mana âleminde dile getiremediklerini hal diliyle söyler olmuşlardı. Sözlerin acziyetine kanmadan kendi hallerini Rablerine arz edebiliyorlardı. Yaşadıkları bu halden çok memnun görünmüş olacaklar ki geri gelme düşüncesini bile düşünmek istemiyorlardı.

Yaşadıkları bu hal sayesinde dertler ve sıkıntılar onlardan çekilmiş, her geçen an biraz daha rahatlayıp huzur bulmuşlardı. O an için onları o halde gören birileri, bunların ruhsuz ceset olduklarını zannederdi. Odanın içini kaplayan nur, güneşten daha güzeldi. Odanın aydınlığı ve kokusu çok güzeldi. Nurların odanın içinde ahenkle dansları görülmeye değerdi. Bu anı misafirler kendi gözleriyle görselerdi, kendileri bile buna inanmazlardı her halde. Her şey o kadar güzeldi ki kendilerinden geçmiş olan misafirler yaşadıklarından bihaber ruhlar âleminin güzelliğiyle kendilerinden geçmişken, o an için hiç beklemedikleri ve arzulamadıkları bir şekilde oda kapısının tıklatılmasıyla kendilerine gelebildiler. Ruhları, terk etmiş oldukları bedenlerine geri dönmüştü. Üzgündüler, çünkü güzel bir rüyadan uyandırılmış gibiydiler.

Kendilerine gelen misafirler oda kapısının neden çaldığını tahmin edebiliyorlardı. Taha, oda kapısının çalınmasından kısa bir süre sonra odanın kapısını açtığında, oda kapısının önüne bırakılmış çayı görünce, saatin ne kadar çabuk geçtiğini yeni anladı. Çayı içeri alıp ardından kapıyı bir kez tıklattı.

Kapı tıklatmak, misafirler ve ev sahipleri için bilinen bir iletişim şekliydi. Konuşmadan anlaşmanın yoluydu kapı tıklatmaları. Bu bir dil gibiydi. Sözlerle değil kapı vurulunca çıkan seslerin oluşturduğu anlam yüklü bir dildi bu.

Kapı tıklatmalar ev sahibi ile misafirleri arasında sessiz bir iletişimdi. Misafirler abdest için bile kapıyı tıklattıklarında, ev sahibi onlar için evi müsait eder, ardından kapıyı tıklatarak müsait olduğunun işaretini verirdi.

Kapı tıklatmalar, zor şartlar altında başvurulan bir yöntemdi. Böylelikle evde kalan misafirlerin en doğal ihtiyaçlarını karşılamaya yaradığından, misafirler rahat edebiliyorlardı.

Taha, çayı içeri aldıktan sonra Adil Hocaya bir çay doldurdu. Kendisine de çay doldurup köşesine geçti. Adil Hoca çayını yudumlarken, Taha’yla sohbet etmeye çalışıyordu. Taha’ya ailesini sordu. Taha, ailesinin iyi olduğunu, ama henüz kendisinin okuldan ayrıldığından haberleri olmadığı için şimdilik bir sorun olmadığını söyledi. Yakında okuldan ayrıldığını öğreneceklerini, işte o zaman durumun vahim olacağını anlattı. Adil Hoca Taha’ya teselli olacak bir şeyler söylemesi gerektiğini hissettiğinden;

–Üzülme, Allah azze ve celle bir kapıyı kapar başka bir kapıyı açar. Ailen için sürekli dua et. Onların hidayeti için Allah’a yalvar. Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrahim’in şöyle dua ettiğini bildirmiştir: “Sonra gelecekler arasında bana bir doğruluk dili (lisan-ı sıdk) ver. Beni nimetlerle-donatılmış cennetin mirasçılarından kıl. Babamı da bağışla, çünkü o şaşırıp sapanlardandır. Ve beni (insanların) diriltilecekleri gün küçük düşürme, Malın da, çocukların da bir yarar sağlayamadığı günde. Ancak Allah'a selim bir kalp ile gelenler başka”[3] Sen de babana ve ailene dua etmeye devam et. İnşallah Rabbim onlara merhamet edip hidayet verir. Onlar sana kızsalar da, sen onlara iyilikle davran, diyerek nasihat etti.

Taha ailesiyle ilgili olarak yaşadıklarını zamanında Cemaate bildirmişti. Aralarındaki sorun yüzünden evden ayrıldığı için abisine faydalı olamadığından üzülüyordu. Bu üzüntüsünü Adil Hocayla paylaştı. Adil Hoca, Taha’nın durumunu biliyordu. Kim bilir Taha gibi daha niceleri vardı aynı durumda olan ve aynı endişeyle yanıp tutuşan.

–Hidayet Allah’tandır. O dilediğine hidayeti verir, diye söze başladı Adil Hoca. Kur’an-ı Kerim’de Allah azze ve celle Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselama hitaben; “Sen, onların hidayet bulmalarını ne kadar tutkuyla istesen de, Allah, şüphesiz saptırdığına hidayet vermez, onlar için yardım edecek yoktur”[4] ayetini hatırlattı. Bizler de kendi anne ve babamız başta olmak üzere ailemiz için ne kadar hidayet istesek de elimizden duadan başka bir şey gelmiyor. Onlar için her zaman dua etmeli ve onlara hidayet vermesi için Allah’a yalvarmalıyız. Nice peygamberlerin ailelerinin hidayetine vesile olamadıklarını Kur’an’da okuyoruz. Hz. Nuh, ailesinin hidayet bulmasını çok arzuladığı halde maalesef ailesi onun inancını paylaşmadıkları gibi ona iman etmediklerinden helak olanlarla birlikte yok oldular. Hz. Nuh gözleri önünde boğulan oğluna, ‘Gemiye gel kurtulursun’ dedi, ancak oğlu, ‘Ben bir dağa sığınırım’ diyerek babasının teklifini reddetti. Hz. Nuh’un gözleri önünde oğlunu dev dalgalar aldı. Bunun gibi örnekler İslam tarihinde sık sık okuduğumuz şeylerdir. Bu durumu Rabbimiz bize şöyle haber veriyor. “Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dostlar edinmeyin! Sizden her kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”[5] Sen onlar için özellikle duaların makbul edildiği zamanlarda dua et. Ve onlardan hiçbir zaman umudunu kesme. Her fırsatta onları sor. Onların gönüllerini al. Onlara her zaman güzel söz söyle.

Bu arada çayı biten Adil Hoca çayını tazelemek için hareket ettiği anda, Taha daha atik davranarak Adil Hocanın bardağını alıp çayını tazeledi. Kendi soğumuş çayını da kafasına dikip sıcak bir çay doldurdu. Sohbet esnasında çay içmek güzeldi, ama soğuk çay içmek de bir o kadar hoş gelmiyordu.

Taha bu sohbet ortamından faydalanıp kendi iç âleminde yaşadıklarını şimdi Adil Hocaya anlatmanın tam zamanı olduğunu düşündüğünden;

–Hocam, müsaadeniz olursa size bir şey sormak istiyorum, dedi.

Adil Hoca Taha’nın sorusunu sormasını istedi.

–Hocam, bizler Müslümanız. Cennet ve Cehenneme iman etmişiz. Hangi amellerin Cennetlik, hangilerinin Cehennemlik olduklarını gerek Kur’an-ı Kerim’de, gerekse Allah Resulü aleyhissalatu vesselam’ın hadislerinde okuyoruz. Bunları bildiğimiz halde bazen bir insanın hidayetine vesile olduğumuzda veya Cemaatin verdiği bir işi yerine getirdiğimizde ya da zor bir görevde yer aldığımızda içimizde gurur diyebileceğimiz bir şeylerin kıpraştığını görüyoruz. Oysa gurur ve kibrin Cehennemliklerin özelliği olduğunu, bu tür duygulara kapılanların amellerinin zayi olduğunu biliyoruz. Peki hocam, bu tür duygulara kapılmamak için ne yapmalıyız?

Taha, içinde kendisini yiyip bitiren bu kuruntulardan kurtulmak için tam da zamanını seçmişti. Yaptığı Cemaat çalışmalarından söz etmeden sorununu dile getire bildiği için seviniyordu. Her ne kadar karşısındaki Adil Hoca bile olsa ona faaliyetlerinden söz edemezdi. Yaptığı hizmetlerin kendisi ile Cemaat arasında kalması gerekiyordu. Buna elinden geldiğince riayet ettiği gibi, beraber çalıştığı arkadaşlarından da bu şekilde davranmalarını istiyordu.

Adil Hoca, Taha’nın kendisine anlattığı derdi anlıyordu. Cemaat çalışmalarında gençlerin karşılaştıkları en büyük problemlerden biriydi bu hastalık. Allah için yapılan amele nefsin karışması o ameli boşa çıkarmaya yetiyordu. Yapılan hizmetlerde şeytanın verdiği vesveseye karşı sürekli olarak Cemaat mensuplarıyla bir araya gelip bu konuda yetiştirmeye çalışması da bazen yetersiz kalabiliyordu. Taha, içindeki nefsiyle mücadeleyi Cemaate yazdığı zaman, Cemaat bu konuda onu Adil Hoca gitme konusunda serbest bırakmıştı. Eş zamanlı olarak Adil Hocayı da durumdan haberdar ettiklerinden, Adil Hoca sorunun ne olduğunu iyi biliyordu. Ama Taha’nın kendisine açılmasını bekliyordu. Çünkü bazen bu tür sorunlarla karşılaşanlar kendileri araştırma yapıp kendilerini geliştirdikleri gibi, bu konu hakkında İslam âlimlerinin konu hakkındaki fikirlerini de öğrenmiş oluyorlardı.

Adil Hoca, bu tür konularda çok şey söyleyebilirdi ancak, nedense şimdi konuşmak istediği sadece Taha’nın istediği cevabı verebilmekti. Bunun için konuşmasına başlamadan önce biraz düşündü. Ne konuşacağını önceden hesaplayıp konuştuğu zaman, daha etkili bir konuşma yapabildiğini biliyordu. Taha’nın sorununu tefekkür ettikten sonra söze sözlerin en güzeli olan Allah’ın kelamıyla başlamaya karar verdi.

Kur’an-ı Kerim’de sıklıkla vurgulanan ayetlerin biri de “Şeytanın adımlarına tabi olmayın! Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır”[6] şeklinde uyarılardır. Buna benzer ayetlerle çok sık karşılaşırız. Rabbimizin bunu niçin bu kadar vurguladığı üzerinde düşünmemiz gerek. Bize apaçık düşman olan şeytanı da düşman edinmeli ve ona karşı her zaman teyakkuzda olmalıyız. Şeytanın hile ve vesveselerine karşı sürekli uyanık olmalıyız. Bu ayetin tefsirini yapan Elmalılı Hamdi Yazır şöyle açıklama yapar: “Çünkü o sizin her halde açık bir düşmanınızdır. Kendisi her ne kadar gözlerinize görünmez, gizliden gizliye kanınıza, iliklerinize işleyerek kalp ve fikirlerinize sokulursa da onun size düşman olduğunda ve telkinlerinden hiç birisinin hakka ve hayra yönelik olmayacağında şek ve şüpheye yer yoktur.” Seyid Kutup ise bu ayetin tefsirini şöyle yapar: “Çünkü Şeytan, insanların açıkça düşmanı olduğu için onlara iyi şeyler önermez; tersine onlara sadece kötülükleri, çirkin davranışları, Allah'a karşı nankörlük etmeyi, hiçbir belgeye ve hiçbir gerçeğe dayanmaksızın Allah adına asılsız şeyler uydurmayı, O'na iftira etmeyi emreder.”

Konu itibariyle şeytanın ne kadar sinsi olduğu apaçıktır. Şeytanın insan üzerinde herhangi bir etkisi yoktur. Sadece vesvese verebilir. Senin gibi kardeşler yaptıkları hizmetlerde niyetlerini sorgulamalıdırlar. Yaptığınız işi niçin ve kimin için yaptığınızı bilmelisiniz. Niyetleri ve kalpleri en iyi bilen Allah azze ve celledir. “Herkes için niyet ettiği vardır” Hadisi şerifini neredeyse bilmeyenimiz yok gibi. Eğer niyetimiz ve kastımız Allah içinse, o zaman şeytanın verdiği vesveselere aldırmaya gerek yok. Her insan kendi kalbini en iyi bilendir. İnsan karşısındakini aldatabilir. Ama âlemlerin Rabbi olan Allah azze ve celleyi aldatamaz. Hangi amel olursa olsun yaptığın işe kendi nefsini katmadığın müddetçe rahat olabilirsin. Yaptığın iyi ve güzel şeyler için “Ben yaptım” diye bir düşünceye kapıldığın zaman, işte o zaman akıbetinden korkabilirsin. Allah’ın yardımını unuttuğun, kendine hizmette pay çıkardığın zaman, işte o zaman şeytanını adımlarına uyduğunu düşüne bilirsin. Belki de bu vesveseden kurtulmanın en iyi yolu, yaptığımız tüm işlerde Allah’a sığınmak iyi ve güzel şeyleri bize nasip ettiği için Ona şükretmektir.

Taha, Adil Hocayı can kulağıyla dinliyordu. Ne demek istediğini anlıyordu. Yaşadıklarını bir an gözlerinin önüne getirdi. Şeytanın verdiği vesveseleri düşündü. Yaptığı hizmetleri ve o andaki niyetini sorgulamaya başladı. Acaba yaptıkları hizmetlerde hiç kendi nefsini ön plana çıkardığı olmuş muydu? Yaptıklarının Allah rızası için olduğunu bildiği halde yine de kendisini gözden geçirmek istedi. Emin olmak istiyordu. Yine de yaptığı hizmetlerde bir kusuru olabilir düşüncesiyle Allah azze ve celleden istiğfar diledi.

Adil Hoca konuştukça, Taha’nın gönlü ferahlıyordu. Sabaha kadar konuşsa onu dinleyebilirdi. Taha, Adil Hocanın daha fazla konuşmasını istiyordu. Mümkün olduğunca Adil Hocanın konuşmasını kesmemeye gayret ediyordu. Adil Hocayla aydınlanmıştı. İçindeki iç savaşın galibi olarak çıktığı için huzurluydu. Kalbi ve aklı vesveselerden temizlenmişti. Bazı şeyleri şimdi daha iyi anlayabiliyordu. Cemaat çalışmalarında ve hizmetlerinde gözetmesi gereken tek gayenin Allah’ın rızası olduğunu daha iyi kavrıyordu. Allah azze ve cellenin kendisine nasip ettiği bu hidayet ve Cemaat çalışmalarındaki hizmetlerinden dolayı hamd etti.

Bu arada vakit öğle olmuştu. Dışarda okunan ezanlar ile vaktin ne kadar çabuk geçtiğini anlayamamışlardı. Ezanın bitimiyle misafirler öğle namazının sünnetini kıldıktan sonra namazlarını cemaatle kıldılar. Ardından sünnetlerini eda edip köşelerine çekilerek tesbihatlarını yapmaya başladılar. Adil Hoca yine dalıp gitmişti. Namazdan sonra yakalanan arkadaşlara dualar ederken hüzünlenmişti. Bu konuda kendisinin bir ihmali olup olmadığını düşündü. İşin içinden çıkamadı. Hiçbir ihmali olmamasına rağmen gönlü rahat değildi. Arkadaşlarının yakalanmasından kendisini suçlu hissediyordu. Onlar için dua ederken kendisi için de Allah’tan istiğfar diliyordu. Dalıp gitmişti. Bir an için gözlerinin dolduğu bile oldu. Allah için ağlamak ve gözyaşlarını şefaatçi ederek Allah’a yalvarıyordu. Yakalanan arkadaşları için dua ederken gerçekten de içi yanıyordu.

Taha, dualarında ailesine yer vermenin yanı sıra şehadeti arzulayan münacatlarda bulunuyordu. Adil Hocanın anlattıklarıyla kendi bilgilerini harmanlıyordu. Yaptığı hataları için Allah’tan af diledi. Aklına Sait ve Cüneyt geldi birden. Onlar içinde dua etti. Onlardan ayrılalı henüz bir gün olmasına rağmen onları özlemişti.

Kapının çalmasıyla misafirler kendilerine geldiler. Taha kısa bir aradan sonra kapıyı açtığında kapı önüne bırakılan yemeği içeri aldı. Ev sahibi onlar için öğle yemeği hazırlamıştı. Yemeği içeri alan Taha, bu arada çay bardaklarını da dışarı kapının önüne bıraktı. Adil Hoca öğle yemeğini görünce şaşırdı. Adil Hoca uzun bir süredir öğle yemekleri yemezdi. Sadece sabah kahvaltısı ve akşam yemekleriyle idare ederdi. Gittiği yerde de bu âdetini uygulardı. Ama bu sefer ev sahibine bunu söylediğini unuttuğunu hatırlayınca mahcup olmuştu. Ev sahibinin yanlış anlamasından çekindiği için âdetini bu seferlik ihlal etmenin daha iyi olacağını düşündü. Hem bu sefer yanında Taha vardı. Kendisi öğle yemeği yemeyebilirdi, ama Taha’yı da düşünmesi gerekirdi.  

Öğle yemeği için sofraya oturduklarında konu bu sefer de yemeklerden açılmıştı. Adil Hoca Taha’ya hangi yemekleri sevdiğini sordu. Bu arada Adil Hoca kendi tabağındaki yemeğin yarısı Taha’nın tabağına boşaltınca Taha’nın itiraz etmesine fırsat bile vermeden boşalttığı için Taha mahcup olmuştu. Taha uzun zamandan beri yediği en güzel yemeğin bu olduğunu düşündü. Annesinin yaptığı yemekleri özlese de bu yemeği gerçekten de beğenmişti. Abisinin evinden ayrıldıktan sonra kaldığı öğrenci evlerinde genelde makarna ve kahvaltı türü şeyler yerlerdi. Çoğu zaman aç kaldıkları da olurdu. Oysa şimdi yediği yemekler müthişti.

Adil Hoca günlük iki öğün yemek yediğini Taha’ya söyledi.

–Sen bana bakma. Ev sahibine, bundan böyle öğle vakitleri sadece sana yemek hazırlamasını söyleriz.

 Taha, Adil Hocanın öğle yemeği yememe âdetini kendisinin de uygulamak istediğini söyledi. Başta Adil Hoca, Taha’nın bunun kendisi için alınmış bir karar olduğu zannettiğinden bunu kabul etmemişti. Ama Taha’nın;

–Hocam ben de genelde öğle yemeği yemiyorum. Daha doğrusu öğle yemeği bulduğumuz çok nadir olduğundan öğle yemeği yememeye alıştım. Eğer ev sahibine yemekle ilgili bir şey söyleyecekseniz öğle yemeği hazırlamamasının söyleseniz sevinirim, şeklindeki ısrarlı tavrı Adil Hocanın hoşuna gitse de, Cemaat mensuplarının hangi şartlar altında hizmet ettiklerini düşündü. Kendisi bile bazen Cemaatle bağı koptuğu zamanlarda nasıl zorluk çektiğini düşündü. Kendisi böyle zorluk çektiği halde kim bilir diğer arkadaşların durumları nasıldı? Bu yüzden Adil Hoca gençlere daha fazla düşkündü. Onların gösterdikleri fedakârlık ve samimiyetlerine imreniyordu.

Öğle yemeğinin ardından gelen çayla birlikte Adil Hoca Taha’yı daha yakından tanımak için onunla sohbet ediyordu. Taha da bu sohbetlerde Cemaati daha iyi tanıyabilmek için aklına gelebilecek sorularla sohbeti devam ettirmeye çalışıyordu.

Çaylarını bitirdikten sonra Adil Hoca kaylule uykusu yapmak için uzandı. Taha ise sabah eline aldığı kitabı okumaya devam etti. Bu arada Adil Hoca uyumuştu bile. Oda tam bir sessizliğe bürünmüştü. Taha, Adil Hocayı rahatsız etmemek için kitabın sayfalarını bile titizlikle çeviriyordu. Adil Hocanın rahatsız olmasını istemiyordu. Taha, kendi kitabını okumaya dalmıştı. Bir ara Adil Hoca gözlerini açtı. Taha’yı kitap okurken görünce saatine baktı. İkindiye henüz bir saatten fazla bir süre vardı. Tekrar uzanıp gözlerini kapattı. Uykusu kaçmıştı bir kere, ne yaptıysa da uykusu gelmedi. Yatağından kalktı. Taha elindeki kitabı bıraktı. Adil Hoca, “Sıkılıyor musun?” diye Taha’ya sordu. Taha, aslında sıkılıyordu. Sıkıntısı rahat bir şekilde abdeste gidemediğinden kaynaklanıyordu. Ama Adil Hocaya sıkılmadığını söyledi. Oysa Adil Hoca gençlerin kanının kaynadığını biliyordu. Deli gibi akan kanları vardı. Enerjilerini sarf edecekleri yerlerde olmaları gerektiğini bildiğinden bu durumun Taha’ya zor geldiğini tahmin edebiliyordu. Ama başka çaresi olmadığından bu konuyu kapattı.

Abdest almak için kapıyı çaldıktan sonra abdestlerini aldılar. İkindi namazına hâlâ vardı. Adil Hoca oda içinde volta atmaya başladı. Taha, Adil Hocaya eşlik edip altı metre kare olan oda içinde birlikte volta atmaya başladılar.

Adil Hoca, sıklıkla evde oturduğundan, hareketsiz kalmamak için günün belli vakitlerinde oda içinde volta atıyordu. Bu şekilde biraz olsun vücudunu çalıştırmış oluyordu. Evde oturmanın sıkıntılarından biri de sık sık oturmak zorunda kalmalarıydı. Bunun telafisini, ancak oda içinde voltalarla çalışıyorlardı. Bazen saatlerce volta attıkları olurdu.

İkindi namazının ardında Adil Hoca, Taha’yla birlikte Kur’an okudu. Bir cüz okunan Kur’an ziyafetinin ardından Adil Hoca oda içinde volta atmaya devam etti. Taha, eline aldığı kitabı okuyordu. Adil Hoca, sanki yetişmesi gereken bir yer varmış gibi adımlarını hız hızlı atıyordu. Bir yandan elinde tesbihiyle zikrini çekiyordu. Dudaklarından fısıltıyla çıkan kelimeleri anlamakta zorlanıyordu Taha. Bazen Adil Hocanın ne tür zikirler çektiğini merak ettiğinden kulak kabartmasına rağmen bir şey anlamamıştı.

Vakit akşam olmuştu. Ev sahibi oda kapısından girip misafirlerini selamladı. Üzerindeki takım elbiseye bakılırsa, işten yeni geldiği her halinden belli oluyordu. Ev sahibinin gelişiyle Adil Hoca yerine oturdu. Taha, elindeki kitabı bıraktı. Ev sahibi, misafirlerine günlerinin nasıl geçtiğini sordu. Bu, nezaketen sorulmuş bir soru olsa da, Adil Hoca ev sahibine minnettarlıklarını bildirip onlar için hayır dualarında bulundu. Ardından konuyu öğle yemeğine getirdi. Ev sahibesinin kendileri için bundan böyle öğle yemeği hazırlamamasını rica etti. Ev sahibi itiraz eder gibi oldu, ama Adil Hoca neden öğle yemeğini yemediğini açıklayınca, ev sahibi ikna oldu. Misafirlerinden müsaade isteyip üstünü değiştirmek için odasına gitti.

Ev sahibi üstünü değiştirdikten sonra Adil Hocayı çağırdı. Adil Hocayı yan taraftaki odaya alıp sabah kendisine verdiği notu Cemaate ilettiğini Cemaatin kendisine selamlarını iletip bir cevap gelene kadar beklemesini istediklerini söyledi.

Bir de yanınızda birilerinin olup olmadığı sordular. Onlara yanınızdaki gençten söz ettim. Yanınızda birilerinin olmasına sevindiler.

Adil Hoca aldığı cevaptan sonra odasına geçti. Beklediği bir cevaptı. Henüz gözaltındaki arkadaşlarından bir haber yoktu. Onlardan bir haber çıkana kadar durumunun bu şekilde devam edeceğini biliyordu.

 

 

[1] Alak Suresi: 1-5

[2] Bakara Suresi:286

[3] Şuara Suresi: 84–9

[4] Nahl Suresi: 37

[5] Tevbe Suresi: 23

[6] Bakara Suresi: 168

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar